10 Şubat 2012 Cuma

HALİL’in TASI VE HAMAMI




HALİL’in TASI VE HAMAMI
       Markası Samsonite da olsa, yıllardır oradan oraya sürüklediği kırmızı bavulunun alttaki tekerleklerinden biri artık yalpalar hale gelmişti. Bir iki gün kalmak gayesi ile girdiği otelin koridorunda biraz zorlanarak çekiştirdiği, içi tıka basa elbise dolu olan valizi, tekerleği yağsız kalmış bir kağnı arabasını andıran garip sesler çıkarıyordu. Valizi otelin resepsiyonuna doğru sürükleyen, elli beş yaşına henüz basmış, düz dalgalı – kırçıl uzun saçları, gür kaşlarının gölgesi uzun kirpiklerinin üzerine düşen, dolgun yanakları ve biçimli burnu ile yıllardır yurt dışında sürgün hayatı yaşayan Halil’di. Sürgün hayatına nihayet son verip, bir aylığına yıllardır yaşadığı Hollanda’nın Amsterdam kentinden pılısını pırtısını topladığı gibi, soluğu İstanbul’da almıştı. Güzellikten, adil olmadan ve insani eşitlikten yana pır pır atan yüreği göğüs kafesine sığmıyordu. Sultan Ahmet semtinde taksiden indikten sonra, gözüne ilişen ilk otele daldı. Ay Işığı otelinde günde on dört saatten fazla görevli olarak çalışan Adıyaman’lı Abidin oturduğu tezgahın arkasında henüz yeni doğmuş olan iki aylık kızı Pelşin’i düşünedururken, gürültüleri duyup, gözlerini yaklaşmakta olan Halil’e dikti. Otel sahibi, oldukça hırslı bir işveren olan Adıyaman Kahta’lı Osman Bey, Abidin’e sürekli müşterinin kral olduğunu hatırlatıyor, velinimetlerine karşı kendilerinin her daim nazik ve güler yüzlü olmalarını tembihliyordu. Oysa filinta gibi, yeşil gözlü kıvır kıvır saçları ile yirmi beş yaşında, incecik bir dalı andıran Abidin açısından; bu nasihatlara gerek olmadığı halde, dökük ve yer yer irili ufaklı çukurların bulunduğu etli suratı ile Osman Bey; “ben yine de bir kez daha söyleyeyim”deyip, yineliyordu.
        Halil valizini yere koyarken, her ikisi de aynı anda birbirlerine iyi akşamlar mahiyetinde gülümseyip, selamlaştılar.
“Buyurun abi, hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?”
“İki veya üç gün kalabileceğim rahat bir oda istiyorum”
“Tabii abi, emriniz olur. Size hemen en iyi odamızı vereyim. Manzarası hoştur. Yalnız önce sizden kimliğinizi rica etsem.” Halil cebinden Hollanda kimliğini usulca çıkarıp, Abidin’e verdi.
“Abi siz Hollanda’lı mısınız? Bu Hollanda kimliği de.”
“Öyle sayılır. Uzun zamandır orada yaşıyorum.”
“Anladım abi. Ben hemen kimlik bilgileriniz yazayım ve sizi odanıza çıkarayım.”
“Peki. Teşekkür ederim.”
        Odasına geldiğinde, önce etrafa göz attı, ardından siyah rugan ayakkabılarını çıkarmadan sırt üstü, kar beyazı çarşaflar ile örtülü yatağa uzandı.Yorgundu. Düşünceliydi. Özlem doluydu. Meraklıydı.Kafasının içi karma karışıktı. Bir kaç gün bu otel odasında kalıp, önce gözlemlerde bulunmak ve daha sonrasında, İstanbul okyanusuna açılmak istiyordu. Ne de olsa geçip giden, kendisinden pek çok değeri alıp götüren ve belki de bir o kadar kazanımı getiren yıllar, bu okyanusta yeniden kulaç atmakta acemilik çektirebilirdi. Ama sonuçta, henüz giderme olanağını bulamadığı halde, sevdiği şehirde soluk alıp, veriyordu. O’nun İstanbul’u yüreğindeydi. Hasretliğini kalbinde her an ince bir sızı olarak hissettiği şehir, güzel bir kadının ak döşünde yer alan inci bir gerdanlıktan farksızdı. Yedi tepesinde de anıları, arkadaşları, dostları ve akrabaları vardı. Yetiştirebilirse herkesi tek tek ziyaret edip, onlar ile görüşecek ve geçmişi yad edecek, nostaljiyi iliklerine kadar duyumsayıp, boğaza karşı ince belli bir bardaktan, buğulu rakısını yudumlayacak. Merhaba İstanbul diyecek.
        
Mutsuz bir evlilik yapmıştı. Bu mutsuzluktan tek kârı; O’nun en büyük dayanağı, değeri, ayakta kalmasını sağlayan ve mutluluğu olan kızının kendisine armağan olarak sunulmasıydı. Şimdilerde uzun kumral saçları, açık maviye çalan gözleriyle ile yirmi yaşında olan Jale İsot, kalbini dolduran tek varlıktı. Doğduğu ilk gün, minicik yavrusunu büyük bir sevgi, şevkat ve itina ile avuçlarının arasına doldurup, odadakilerin şaşkın bakışları arasında, dilinde bal gibi hissettiği bir melodi ile odanın bir köşesinden diğer köşesine kadar delileri aratmayacak şekilde dans etti. Dünyanın bu en güzel ve masum yaratığını usulca tekrar yerine koydu. Odada bulunanlardan, şaşkın bakışlı sağlık personelinden ve yakınlarından kocaman bir alkış aldı.

“Dünyanın en güzel en küçük kadını ile dans ettim, beni kırmadığınız için size teşekkür ederim, prenses. Yüreğimize hoş geldiniz.” Deyip kızını kokladı. Bütün bu güzellik sanki dün yaşanmış gibiydi.
        Arkadaşlarına ulaşabilecek miydi? Kimler İstanbul'daydı, kimler ölmüş kimler kalmıştı. Merak ettiği o kadar çok olay ve kişi vardı ki, düşünceleri bir labirentin kanallarında akıp yol bulmaya çalışan suyu andırıyordu. Dile kolay otuz gün, otuz ay değil otuz yıldır ülkesinden, insanlarından ve bütün değerlerinden koparılmıştı. İstanbul ne denli değişmişti. İnsanlar ne alemde idiler? Ziyaretine gideceği insanlar onu nasıl karşılayacaklardı. Diğer yandan onların gözünde kendisi ne kadar değişmişti? Bu değişim olumlu mu, yoksa olumsuz muydu? Ve sorular yığını. Merak ettiği yığınla şey vardı.
        
Bu verimli toprakların ağaçlarının dallarından şiirler, romanlar, hikayeler, birbirinden güzel melodiler, tiyatrolar, filmler, her türlü kültürel ve sanatsal ürünü koparıp, ruhi şekillenmesini sağlayıp, aynı zamanda ufkunu genişletti. Yine bu ülkede pencereleri sonuna kadar açıp, dünyayı gözlemledi. Bilim ve felsefe ile tanıştı. Bütün bu kazanımları cömertçe bahşeden bu ülke, aynı zamanda polis copunu, insanlık onurunu yerle bir eden kahredici işkenceyi, yıllarca zindanlarda özgülüğünü gasp etmeyi de getirmişti.
        Hapishanede bulundukları koğuşta, Nazım Hikmet’in “Memleketimden insan manzaraları” adlı devasa eserini tamı tamına oluşturmuşlardı. Halil zaten mevcuttu. Galip adlı bir arkadaşları da vardı. Mahkum Fuat. “Mehtaba bakamam, yar gelir aklıma”diye mırıldanan Nuri. Bir kaç tane Hasan olmasına rağmen İzmirli Zeynel’i Beethoven Hasan olarak seçmişlerdi. Çünkü onun da işi gücü sürekli radyoda haberleri bulup dinlemek ve dinletmekti. Büyük burunlu, iri yarı bütün jandarmaların adı ise Haydar’dı. Nazım’ın bu muhteşem yapıtında mekan aynı olsa da, zaman ikinci dünya savaşı yıllarına dayanırken, Halil’in koğuşundaki zaman birimi de on iki eylül darbesinin sonrasında yaşanıyordu. Olup, bitenler gözlerinin önünden kareler halinde bir bir geçiyor, karelerde Galip Usta, Beethoven Hasan ve diğer arkadaşlarına gözleri iliştiği anda, onların sanki yanı başında olduklarının hissine kapılıp, kendi kendisine hafiften bu can dostlarına tebessüm ediyordu. Merak ettiği o kadar çok konu vardı ki, bütün bunları “acaba” diyerek zihninden geçirdi. Halil’in ülkesi şimdilerde dolu dizgin hiper aktifliğini, dudakları uçuklatarak sürdürmeye devam ediyor. Büyük değişimler de mevzilenirken, pek çok konuda da, bu coğrafya yerinde saydı.
       Devletin çukur veya düz olan taraflarının insan görünümlüleri, göz altında kaybettirmeye ve kişi onurunu oldukça derinden yaralayan işkencelerden ellerini ve eteklerini çekemiyorlar. Hastahanelerde, devlet dairelerinde, dolmuş duraklarında kuyruklar devam ediyor. Memurlar işlerini daha iyi biliyorlar ve rüşvet almaya devam ediyorlar. “Gelen kişi yakinimdir” arkası yazılı kartvizitler aracılığı ile torpiller diz boyu. Bayanlar daha çok kapanıyorlar, beyler de çirkin sakallar bırakıp, çirkin görünümlü bu kıl yığınlarını sıvazlamaları, revaçta olan en yaygın moda. Yolsuzluk, rüşvet, fuhuş ve benzeri olumsuz davranışlarda geri adım söz konusu değil. Tam gaz devam. Çalışanların maaşı bin lira olduğu halde, ev kiraları hala bin beş yüz lira ve Dünya ekonomistleri bunu gündemlerine alma cesaretini kendilerinde bulamıyorlar.  İnsanların çok büyük bir kısmı için herhanigi bir damlama olmadığından, göller oluşmuyor. Yoksulların terlerinden okyanusları oluşturanlar, bir elleri yağda, bir elleri balda, gel keyfim gel, hayasızca kulaç atmaya devam ediyorlar. Dolu küpler hallerinden memnun, sesi çıkmazken, yoksulların ise Erkin Koray’ın dillerinde pelesenk olan bir şarkısı var.   
“Arkası gelmez dertlerimin bıktım illallah
Biri biterken öbürü de başlar vermesin allah
Böyle gelmiş böyle gidecek korkarım allah
Yok mu çaresi dostlar fesupanallah

Alemin keyfi yerinde yine maşallah
Bize de bir gün kader güler güler inşallah
Böyle gelmiş böyle gidecek korkarım allah
Yok mu çaresi dostlar fesupanallah.”  
  

Köylüler şehirlilere kovalarda hediye olarak yoğurt taşımaya devam ediyorlar. Köylü şehirlinin efendisi olmayı bir türlü beceremiyor. İklim değişikliğinden dolayı, her yıl Mart ayında daha çok kazma kürek yakılıyor, ülkede bu konuda sıkıntı çekiliyor. Artık Adana’ya da kar yağıyor. Ama karın altında, her ne hikmet ise Kürt kalıyor. Alavere dalavere ediliyor ve Kürt Memet nöbete gitmeye devam ediyor. Mazlum ahının aheste aheste çıkmasına razı olduğu halde, bu konuda hiç bir ilerleme gözlemlenmiyor. Yeni icatlar da edildi. Ev hanımları mikro dalga aparatlarını iç çamaşırlarını kurutmak için, zenginler ambulansları eğlence kulüplerine zamanında yetişmek için kullanır hale geldiler. Bir fincan kahvenin hatırı, süre olarak kırk yılın çok altına düştü. Hep bana–rabbena dönemi daha çok öneme haiz olmaya devam ediyor. Ordu'nun dereleri, yukarı doğru akmasını bir türlü başaramadılar. Fakir insanlar dağbaşlarında “vatan –millet – Sakarya” üçlemi için ölmeye devam ediyorlar. Türkiye, hala sadece Türklerin. Türk olmak en büyük mutluluk iksiri olduğu gibi, terazinin bir kefesine konan bir Türk, diğer tarafa konan Dünyadan çok daha ağır geliyor. Her Türk asker olarak doğmaya devam ediyor. Türkün Türkten başka dostu hala yok. O neden ile Türkü koruma işi Tanrıya kalıyor. Aids virüsü Türkten sürekli tekme tokat yiyor. Ya sev ya da terk et diyenlerden, bu ülkeyi ve insanlarını daha çok sevenler, buruk yürekleri ile terk ederken, analarını yanlarında götüremiyorlar. En büyük hobisi puslu havada gezinmek olan kurtların ulumaları dinmek bilmiyor. Navigasyon aletleri çıktığı halde, Asenalar yol göstermeyi elden bırakmıyorlar. Köşe bucak bütün aramalarına rağmen “adalet” yerini bir türlü bulamıyor. Bir bayrak altında 72 millet barış ve huzur içinde yaşıyor! Ülkemiz bir hukuk devleti ve dört bir yanda çok homojen bir demokrasi var. Üç maymundan biri görmüyor, diğeri duymuyor ve üçüncüsü de bilmiyor. Hatçeler büyüyüp Hatiş olmaya devam ediyorlar. Ama komünist olmayı artık akıllarından geçirmiyorlar. Böyle bir düşünceleri olsa da bu artık tehlike arz etmiyor. Her bahar gelmesi beklenen komünizm, uzun süre rotar etti, daha sonra da gelmekten tamamen vaz geçti. Kürtler müzik aleti çalamadıklarından, çingeneler çalıyor, Kürtler oynamaya devam ediyorlar. Lakin peşrev zurna ile yapılamadığından, bunu çingenelerin ince siyah bıyıklar ile çerçeveli alımlı dudaklarında yerini bulan, klarnetler üstleniyor. Türkiye’ye dönen Kemal Burkay’a Van kedisi hediye edildiği halde, hediyeyi kibarca kabullenmediğinden, O’nun hala bir kedisi yok. Sezen Aksu ise kedi çiftliği kurdu. Aynı binanın sakinleri yıllarca bir binayı müşterek olarak kullandıkları halde, birbirlerinden uzak durmaya, selamlaşmamaya ve izole bir yaşantı sürdürmeye özen gösteriyorlar. Kahvehaneler balık istifi işsiz erkek dolu. Okey taşlarının sesleri dışarıya taşıyor. Kasaplar kıymayı hala bir kilogram diye, kemik payı adı altında sekiz yüz gram olarak veriyorlar. Arife Teyze Eminönü Camisinin önünde, ağrıyan dizlerini oturduğu yerde ovuşturarak güvercinlere yem satıp, yetmiş yaşındaki felçli kocası Arif’e bakmaya devam ediyor. Körler ne yazık ki, sadece ağızlarının yolunu biliyorlar. Öküz altında buzağı aramalar, tatsızlıklara neden olmaya devam ediyor. Bitli baklalar, sadece körler tarafında satın alınıyor. Hiçbir yerde az düşünenler, bu kadar çok konuşmuyorlar. Evliliklerde genelde anaya bakılıp, kızı alınıyor, anası kötü olan veya anası olmayan kızlar evde kalıyorlar. Dona alışık olmayan kıç sahipleri habire elleri ile donlarını tutmaya çalışıyor, boş bulundukları anda donları kıçlarından düşüyor. Terzinin söküğü dikilmediğinden, yırtık elbise ile dolaşıp duruyor. Sarhoşlar ve çocuklardan başka herkes yalan söylüyor. Gelinlere söylenecekler direk kendilerine söyleniyor, kızlar muhattap alınmıyor. Denizlere düşüp de yılanlara sarılanlar, yılanlar tarafından sokuluyorlar. Mütahitliği dişi kuşlar yapmaya devam ediyor. Ayakkabı boyayan çocuklar, hala ellerinin tersi ile ayakkabının tekini boyadığını, diğerine sıra geldiğini belirtmek için, eli ile müşterilerinin ayağının altına vuruyorlar. Bozulan ev aletleri, yumruklanarak tamir ediliyor. Gaz kaçağının olup olmadığı kibrit yakılarak kontrol ediliyor. Musluklardan “tisss” sesi eksik olmuyor. Üç ekmek beş nüfuslu aileye yetmemeye devam ediyor. Bor’un pazarı geçtiği halde, yaşanan eşek kıtlığından Niğde’ye gidilemiyor. Sevilen yarin el tarafından alınmasının nedeni, elbette ki Çarşamba’yı selin alması gösteriliyor. Urfa’nın etrafındaki dağların dumanları daha da yoğunlaştı. Gezinen ceylanlar ise birer birer avlanıp, midelere indirilerek yok edildiler. Mübarekler de mabadlarını kırıp, bu dumanlı dağlarda gezinmeseler ama, kazın ayağının öyle olmadığını Sağır Sultan çoktan duydu. Dolmuşçular yol ağzında, dönemeçte indirip, arkadan iki kişi , ortadan üç kişi için uzatılan paraları alıp, ustaca bozuk paraları arkaya doğru uzatıyorlar. Simitçiler simitçilerinin çıtır, seyyar satıcılar domateslerinin taş gibi olduğunu bağırıyorlar.
       Aslına bakacak olursak, tas ve hamam konusunda herhangi bir değişiklik mevzu bahis değil. Memleket manzaraları sayılamayacak kadar çok. Bunlar Halil’e rapor edileceklerden, devede kulak olanı.       
       Yığın halinde beynine çöreklenen düşünceler, Halil’i sevdalısı olduğu İstanbul’un ilk gününde çok yormuş olmalı ki, o gece deliksiz uyudu. Uyandığında güneş ışınlarının perdeleri aralamakta zorlanmadığını gördü. Odasına; yüzlerce kuşun sevinç dolu cıvıltıları, aynı güneşin ışınları ile birlikte doluşuyordu. Sokaklarda yerli halktan daha farklı allı yeşilli giyimli, sırtlarında taşıdıkları iri çantalarından hiç şikayetçi görünmeyen turisler vardı. Günün yoğun telaşı çoktan başlamıştı. Sokaklara kendilerini atmış olan insanların çoğu, ellerinde cep telefonları ile bağıra çağıra konuşuyordu. Önemli buldukları sorunlarına, mobil bir halde kurdukları diyaloglar ile çözümler getirme çabası içinde, bir yandan da hızlı adımlarla pür telaş, kafalarında koordinatlarını belirledikleri belli istikametlere doğru koşturuyorlardı. Halil yatağında iyice gerindi, yorganı üzerinden atıp, İsanbul’da uyanmanın farklılığını yaşadı. Çok geçmeden telefon numaralarının bulunduğu arkadaşlarının listesini aldı. Kahvaltı salonunda tavşan kanı çayın buğusunu elinin tersinde his ederken, karşı tarafa sevinç ile alooo.... diye bağırdı. Galip.... Ben Halil, Halil... Hollanda’dan.

Amsterdam, 10 Şubat 2012




CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...