28 Şubat 2020 Cuma

CİNGÖZ BAYKUŞ






CİNGÖZ BAYKUŞ


“Ölümün bir kulağı var biliyorum,
yaşamın ağzına dayalı.
kirası bu ay geçikmiş bir oda da
kirası daha hiç aksatılmamış acılar uyuyor içimde.”
                     Mem Jan   

Bahçedeki birkaç ağaçtan biri olan dut ağacına tüneyen baykuşun çok da yüksek olmayan sesini gece yarısına doğru, Kesikköprü Köyü'nün Ankara yolu tarafındaki mahallesinden gelen bir köpeğin uzun uzadıya bir uluma sesi böldü. Baykuş bile bu raharsız edici gereksiz feryada şaşakaldı. Bu saatte canhıraş bir halde uluyup milleti ayaklandırmanın ne âlemi vardı. Olmaz olsundu, bu yine Mısto’nun uyuz köpeği Şano’nun iğrenç sesiydi.
Dışarıda hafiften bir rüzgârın ara sıra estiği bir yaz sıcağı hâkimdi. Gökte kalayı yenilenmiş bir tepsi misali parlayan ayın ışıkları Cingöz Baykuş’un kırpıştırdığı altın sarısı gözlerine doluştu. Gökyüzünün çok da uzak görünmeyen diğer yakasında yıldızlar sözbirliği ile bulundukları yerden, aynı anda yeryüzüne düşeceklermiş gibi bir his veriyordu. Baykuş bu uyuz köpeği, biti olmamasına rağmen, olmayan biti kadar da olsa sevmiyordu. O nedenle havlamasını daha da yakından duyacağından dolayı Mısto’nun ne bahçesindeki ağaçlarına, ne de çatısına tünememeyi kendisine ilke edinmişti. Lanet olsundu. Uyuz Şano’ya da, sahibi kart Mısto’ya da.
Cingöz Baykuş uyuz köpeği kadar Mısto’dan da haz etmiyordu. Karısının ölümünden sonra tamamen yalnız kalan sahibi Mısto’ya güya yaranıp onun bir başına olmadığını, kendisi gibi sadık bir dostunun her daim yanında yer aldığını demeye getiriyor, hazretleri kendince sevgi gösterisinde bulunuyordu. Varsın önce uyuzluğuna çare bulsundu. Belki de sabah vereceği kahvaltılık yalı biraz daha koyu bir kıvamda tutturması için kuyruk sallamaları ile yaranma uğraşısı içindeydi, Uyuz Şano. Günün aydınlanması ile bunu görecek miydi, o da Mısto’nun o günkü moraline ve olmayan vicdanına kalmıştı.
Kızılırmak’ın aheste aheste akan mavi sularının hemen yanı başında yer alan ve bahçedeki dut ağacına Cingöz Baykuş’un tünediği Kel Sülo’nun dışı kırmızı bir çamura sıvalı, iki oda ve bir salondan oluşan eviydi. Uyuz Şano’nun sesine Kel Sülo da uyandı ama bunu önemsemeden karısının boynuna orman kıllı kolunu yeniden doladı.
Karısını seviyordu. Mutlu bir evlilikleri vardı. Bir güne bir gün köylünün dilinde pelesenk olan kel kafası hakkında o kem bir laf etmemişti. Onun ağzından çıkan her kelimeyi, adeta bir emir gibi addediyordu. Gülen gözlerle kendisine bakıyor ve onu daha fazla mutlu kılmak için kendince çırpınıyordu. Daha ne olsundu. Şam’daki kayısı dahi bundan daha iyi olamazdı. Sorun çıkarmaya yeltenmeden, kırılası kıçının üzerine bir kez daha oturması gerektiğini, bu saatte kendisini de uyandıran Uyuz Şano bile hatırlatmış oldu. Çok geçmeden horlamasının sesi karısı Fato’nun geniş burun deliklerinden ve ince dudaklarla çevreli ağzından püfür püfür esen soğan kokulu soluğuna karıştı.
Mısto gece yarısı sol eli ile kareli ceketinin cebinde arkası horozlu bir aynayı sıkıca tutuyor, sağ elinde de Oltu taşı tesbihini arada bir sallayıp, aklına geldikçe keyifle ince uzun bıyıklarını önce buruyor ve sonrasında da hafifçe çekiştiriyordu. Mutluydu.
Kafasındaki müthiş planla gecenin bu saatinde kimselere görünmeden çakıl taşlarla kaplı sokakları sessizce Kel Sülo’nun evi yönünde adımlıyordu. El mi yaman bey mi yaman, o kabak kafalı Kel Sülo ve şişko karısı Fato'ya gösterecekti. Kapılarını onlarca defa yalvar yakar aşındırmasına rağmen her defasında o bacadan girmeye çalışırken, kapıdan kovulmanın ezikliğini yüreğinin derinliklerinde kavun acısı gibi sürekli hissediyordu.
Bunca aşağılanma yetmişti artık. Gün bugündü. Planını tıkır tıkır işletecekti. Yok, Mısto kızları Meryem’e göre çok yaşlıymış da, yok arada en az otuz beş yaş varmış ve kızları daha on üç yaşında bir çocukmuş. Daha neler, küçülsün de cebime girsindi bari. Boylu poslu yetişkin kızdı. Daha fazla bekletip turşusunu mu kuracaklardı? Yoksa kendisinden daha iyi bir talip mi bulacaklardı? Bahanelere gerek yoktu. Bu ipe sapa gelmeyen lakırdılar geçerli birer neden olamazdı. Bu düşüncelerle yürüyedururken elini cebinden çıkardığını gördü. Yeniden telaşla elini cebindeki ayna ile buluşturdu ve sıkıca tutmaya devam etti. O yıllarda her erkeğin cebinde küçük yuvarlak bir aynaö tarak ve katlanmış temiz bir mendil bulunurdu. Böylesi aynalar çok revaçtaydı.
Hedefine yaklaşmak üzereydi. Elli adım sonra kimselere görünmeden müstakbel kayınbabası Kel Sülo’nun evinin bahçesinin yanında olacaktı. Eve yaklaştıkça etrafını daha dikkatli kolaçan etmeye başladı. Buralarda gezindiğini kimseler görmemeliydi. Hesaba Cingöz Baykuş’u katmadı. Ay ışığında eve yaklaşan Mısto’yu gören Cingöz Baykuş inanası gelmediği gözlerini art arda daha çok kırpıştırdı. Onu tanımakta gecikmedi. Gecenin kırkında buralarda ne arıyordu bu adam? Yine bir hinlik peşinde olduğu bellitdi.
Mısto bahçeye doğru geldi ve elinde tuttuğu aynayı bir anda bahçeden içeri attı. Aynaya yansıyan ay ışığı dut ağacında meraktan yüreği pır pır eden Cingöz Baykuş’un gözlerini kamaştırdı. Ayna parlamaya devam ederken Mısto hızla evine doğru seğirtti. Baykuş tünediği dut dalından bir başkasına kondu ve gıcık olduğu bu adamın ardından olup biteni anlamadan bakakaldı. 
Mısto keyifli bir sabah kahvaltısından sonra, ilk iş olarak Uyuz Şano’ya bol unlu bir yal sunumunda bulundu. Gece evden çıkarken onun o sevecen bakışları gözünden kaçmamıştı. Doğrusu Şano ballı lokmaların en ballısını hak ediyordu.
Neşesi yerindeyken komşusu Hikmet’e gitti. Hikmet’in karısı Topal Asiye yaylana yaylana sabahın köründe kim olduğu merakı ile kapının ardında bitti. Karşısında Mısto’yu görünce şaşırmadı. Mutlaka bu akşam Kel Sülo’dan kızı Meryem’i istemeye gitmelerini isteyecekti. Bu adamın yüzsüzlüğü de diz boyunu aşmıştı. Ama hem kocasının akrabası, hem de komşuları olduğu için “hayır” diyemiyorlardı. Mısto hemen konuya girdi. Bu akşam Meryem’i istemeye gideceklerini söyledi. Hikmet ağzına götürdüğü zeytini şaşkınlıkla çekirdeği ile birlikte yuttu. Üzerine de höpürtü ile büyükçe bir yudum nar kırmızısı çaydan aldı.
“Hayır… Hayır. Gidemeyiz Mısto. Bir kez daha rezil olamayız. Kel Sülo bizi on kez evinden kovdu. Adamın yüzüne bir daha bakamam. Olan hatırımızı hepten tükettik. Bitti!”
“Bu defa başka Hikmet. Bu defa gerçekten başka. Bize hayır diyemeyecekler. Bundan emin olun.” diye yalvar yakar olunca, Hikmet bir kez daha gitmeleri için yelkenleri suya indirdi.
Mısto bir kez daha köy bakkalından iki kilo güllü lokum aldı. Akşam olmasını sabırsızlıkla beklemeye koyuldu. Hikmet’in oğlu Kamil’a verdiği delikli bir para ile de gönlünü aldı. Kel Sülo’ya akşam hayırlı bir iş için geleceklerini bir kez daha cep harçlığı verdiği elçisi ile haberdar etti.
Karanlık henüz bastırmıştı. Hikmet, karısı Topal Asiye ve Mısto hayırlı işleri için Kel Sülo’nun kapısını yüzlerinde büyük bir mahcubiyetle tıklattılar. Mısto ise kendisinden oldukça emin tavırlar içindeydi. Tuzu çatır çatır kuru gözüküyordu. Kapıyı asık suratları ile Kel Sülo ve karısı Fato birlikte açtı. Defalarca da olsa bir kez daha hayırlı bir iş için geldiklerinden istenmeyen misafirlerini “ya sabır” deyip karı koca birlikte karşılamak istediler. Mısto akrabaları Hikmet’i ve karısı Topal Asiye’yi de bu kötü emeline her defasında alet ediyordu. Bir kez daha “HAYIR” diyeceklerdi nasıl olsa. Kendilerinden emindiler. Kızlarının günahına asla girmeyecekler ve kararlarının arkasında duracaklardı. Topal Asiye elindeki lokum paketini daha önceleri de yaptığı gibi bir çırpıda Fato’ya teslim etti. Çekingen bakışları ile benden bu kadar der gibiydi.
Kahvelerin sunumunu kızları Meryem’in yerine Fato yaptı. İçilen kahvelerin ardından Hikmet söze başlayabilir miyim diye, bakışlarını Mısto’nun gözleri ile buluşturdu. Mısto’dan desturu aldı. Önce boğazını tıkayan kahve peltesini bir yudum su ile giderdi ve ardından ürperti ile söze girdi.
“Süleyman komşu, akrabam Mısto bugün yine hayırlı bir iş için benden ricada bulundu. Akrabamdır, sizin gibi onu da sever ve sayarım. Daha önce de aynı istekle kapınızı çalmış ve olumsuz cevap almıştık. Lakin Mısto bu işin olması için bıkıp usanmadan diretiyor. Kızınıza gönlünü kaptırmış. Hali vakti de bildiğiniz üzere çok şükür iyice. Kızınızın bir eli yağda ve bir eli de balda olacak. Allah bilir ya bunda da bir hayır olsa gerek. Uzun lafın kısası biz bir kez daha sizden rica ediyoruz. Allah’ın emri Peygamberin kavli ile kızınız Meryem’i rızanız olursa, akrabamız Mısto’ya istiyoruz.” Kel Sülo’nun çehresi daha da asık bir hal aldı. Köpürdü. Hiddetlendi. Kendisinden geçti.
“Yahu siz ne laftan anlamaz insanlarsınız. En az on kez bu iş olmaz demedim mi size. Kızım daha çocuk yaşta. Mısto onun babası yaşında. Olacak şey mı bu. Ayıp ediyorsunuz. Bizim de bir sabrımız var.” Bunun üzerine Mısto ayağa kalktı ve yüksek sesle Kel Sülo’ya seslendi.
“Sülo, yok diyorsun ama sen bunu hiç kızına sordun mu? Kızının da bende gönlü var bilesin. İnanmazsanız gidip şimdi Meryem’in ceplerine bakın. Kendisine daha bu sabah çeşmenin başında arkası horozlu bir ayna verdim. Çok sevindi ve sizden kendisini istememizi yalvar yakar söyledi. Biz de bunun üzerine geldik.” Bütün bu olup bitene ve duyduklarına inanamayan Fato çok ani bir telaşa kapıldı. Hızla kızı Meryem’in odasına daldı ve elbisesinin ceplerine baktı. Mısto’nun daha dün gece cebinde sıkıca sakladığı allı yeşilli çil bir horozun boy gösterdiği ayna Meryem’in cebindeydi. Fato kızına büyük bir kızgınlıkla dönüp;
“Söyle bu aynayı kimden aldın. Mısto mu verdi sana? Utanmıyor musun şerefimizi ve namusumuzu beş paralık etmeye? Babanın başının başının yere eğilmesine sebep oluyorsun. Bu yaşlı başlı adamın nesine bu çocuk yaşınla gönlün düştü. Bu horozlu aynaya mı kandın? Sütüm haram olsun.”
“Annem… Annem. Vallahi de, billahi de yemin ediyorum. Bu aynayı bizim bahçede buldum. Kimseden almadım.” diye ağlamaklı yalvarsa da nafileydi. Fato'nun gözünde namusları beş paralık olmuştu.
Fato aynayı getirip kocası Kel Sülo’nun eline tutuşturdu. Kel Sülo durumun vahametini anında anladı. Hiç de hoş gelmeyen misafirlerine kendilerine yarın bir cevap vereceklerini söyledi. Yüzünde büyük bir mutlulukla Mısto, ardından Hikmet ve en son Topal Asiye soluğu dışarıda aldılar.
Bir hafta gibi kısa sürenin ardından Mısto ve Meryem büyük bir düğünle evlendiler. Dut ağacının altında bulunan horozlu bir ayna böylesi bir cinayetin işlenmesine vesile oldu. Buna Cingöz Baykuş dahi engel olamadı. Tanrı da Cingöz Baykuş’un dile gelip olaya tanıklık yapması konusunda kılını oynatmadı.
Onlar (her hâlükârda Meryem) muradlarına eremediler. Erişilemeyen bu muradın kerevetine çıkmak zahmetinde de kimseler bulunmadı. Meryem'in yüreği boğunç içinde kaldı. İçi kurumuş bir Hindistan cevizinden farksızdı, duygusuzdu. Yaşayan bir ölüydü. Cingöz Baykuş o günden sonra gelip Kel Sülo’nun bahçesindeki dut ağacına tünemedi. Uyuz Şano ise her gün bol unun karıştırıldığı yaldan afiyetle karnını doyurur oldu ve her geçen gün daha bir semirdi. Havlaması ve uluması iyice gürleşti.


Amsterdam, 28 Şubat 2020

20 Şubat 2020 Perşembe

ORGAZM



                                                                                        Jan Pieter Lensink 



ORGAZM

Evlilik, sevgili kalabilmeyi ortadan kaldıran bir kurum olmamalı. Sevgili kalabilmenin o güzelim duygusu, heyecanı ve tutkusu, bu kutsal olduğu söylenegelen kurum tarafından, insanların yüreklerinden nadide bir çiçeğin kökünden koparılması gibi, sökülüp atılmamalı. İki insan bir olup, her türlü olumlu veya olumsuz olanca sosyal, kültürel, geleneksel, görgü ve diğer bazlardaki birikimlerini gönülülük temelinde bir birliktelikle harmanlamayı başarmışlarsa, çokça emek verilerek yakalanan bu büyük güzellik, aynı şekilde devam ettirilmelidir. Yüreğimde taşıdığım benzeri duygularla, bir sevgililer günü daha sökün (böylesi bir kutlama ile hemfikir olur veya olmayız) edince ben de sürpriz yapıp eşimi bu yıl bir klasik müzik konserine götüreyim dedim ve gittik.
Bu Amsterdam Concertgebouw’da Hollandalı ünlü şef Pieter Jan Leusink yönetiminde “Mozart Requiem” konseriydi. Tek kelime ile muhteşemdi. Şef Leusink’i tanıyanlar bilirler, onun sahnede koca göbeği ve inanılmaz enerjisi ile nasıl devleştiğini, baget dahi kullanmadan orkestrasını kendisine özgün delişmen el, kol, kafa, göz, göbek ve hatta kalça hareketleri ile her defasında insanları, olağanüstülüğü ile büyüleyen bir gösteri sergilediğini pekâlâ bilirler. Sahnede insanüstü bir dehanın icraatını gözbebeklerinizi zorlamalarla izler hale geliyorsunuz. Sanatına büyük bir saygı duysam da, bu Cem Yılmaz’ın Borusan Klasik Müzik Quartete’tini yönetmesi ile her hâlükârda karşılaştırılamaz. (Hoş Cem yılmaz da bunu yine komiklik olsun diye yapmıştı. Kendisinin de yoğun bir eğitim ve kabiliyet gerektiren bir konuda, bir iddiasının olduğunu hiç sanmıyorum.)
Her şey iyi, hoş ve güzel ama bu güzelliğin bir “amasının” olması biraz düşündürücü. Konser esnasında karşılaştığım klasik müzikle ilgili onlarca Latince terimden bihaber olmak, insanın içini acıtıp burukluk da yaratmıyor değil. Meğerse ne kadar da şaşılacak kadar çok bir şeyden bihabermişiz. Hepsini sıralamaya gerek yok ama birkaç terimi dillendirecek olursak; requiem, adagio, andante, allegretto, allegro, capella, messe ve diğerleri. Nedir bunlar kardeşim? Yenilir mi, içilir mi, giyilir mi? diyesi geliyor insanın. Doğrusu oldukça kapsamlı bir muamma ile karşı karşıya olduğunuzu anında görmemeniz için bir neden yok. Çıkın çıkabilirseniz işin içinden!
Hiç unutmam. Bugünmüş gibi net aklımdadır. Çocukluğumda Ankara’da Ulus'a her gidişimde, yürüyüş yaparak Sıhhiye’den geçip Kızılay’a gelirdim. O zamanlar kaldırımları balgam kaplı Ulus semtini (Şimdilerde nasıldır bilemiyorum. İnsanımız bunun yapılmaması gerektiğini öğrendi mi, acaba? Merak eder dururum.) geride bırakıp Kızılay’a doğru yol alırken, sağ tarafımızda kırmızı boyalı ön tarafı yuvarlak bir bina gözümüze çarpardı. Buranın Ankara Opera Binası olduğu söylenirdi. Burada ne yapılırdı, kimler kapısından içeri adım atardı ve ne işe yarardı? Kendi kendime bu konuda kafa yorar ve işin içinden çıkamazdım. Minik yüreğimi her defasında bir meraktır alırdı. Etrafımızda sorabileceğimiz bir büyüğümüz veya örnek aldığımız bir ağabeyimiz de ne yazık ki yoktu. İç kemiren merakımla baş başa kalırdım.
Şimdilerde olduğu gibi, insanların “Google Amca” diye adlandırdıkları bir arama motoru da yoktu. (Bakın aşağıda kopyalayıp yapıştırdığım mehteran marşının sözlerini dahi “Google Amca” sayesinde hemencecik buldum. Sözlü, yazılı, müzikli her versiyonu mevcut. Allah razı olsun. Dinine lanet! Google’dan aç, Bitlis Sineması gibi tekrar tekrar al başa ve dinle. Kabarması gereken göğsün kabarsın. Baklavaların bir bir ortaya çıkıversin. Bir tek şerbetini dökmek kalsın.)
Biraz daha ilerlediğimiz zaman sol tarafımızda kalan Ankara Radyo’sunun binasına bakışlarımızı çevirirdik. Burada olup biten konusunda biraz daha aşinalık vardı. Yurttan sesler korosu, Türk Halk ve Sanat müzikleri, “arkası yarın” adlı piyesin seslendirilmesi ve bitmeyen inişli çıkışlı memleket meselelerinin halka duyurulduğu haber ajansları da buradan sunulurdu. "Vatan Milet Sakarya..." Hasan Mutlucan da bu binadan halkı düşmanlarımıza karşı aynı binadan galeyana getirirdi. Ver mehteranı.
          “Ceddin deden
          Neslin baban
          Ceddin deden neslin baban
          Hep kahraman Türk milleti
          Orduların pek çok zaman
          Vermiştiler dünyaya şan
          Orduların pek çok zaman
          Vermiştiler dünyaya şan.” 
Aradan yıllar geçti. Çocukluğumuzu ve geçen onca yılımızı doğduğumuz o kurak toprakların tozu dumanı arasında, ardımızda bıraktık. Operaya, yıllardır bir Avrupa ülkesinde yaşamama rağmen, ancak otuz yaşında gidebildim. Bu da aslında Amsterdam Operasında çalışan bir tanıdığın sağladığı biletle oldu. “Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma Operasıydı.” Olay geldiğimiz topraklarda geçtiğinden dolayı, var olagelen aşinalıktan da olsa gerek, ister istemez oldukça ilgimi çekmişti. Ve artık evet opera çok güzel bir şey diyebiliyordum. Ama otuz yaşımdan sonra!
Mozart Requiem konserinde yer alan gitar, çello, korno, trompet ve diğer enstrümanları çalanlar alanlarında uluslararası üne sahip, pek çok ödül sahibi, üniversitelerde ve konservatuarlarda hocalık yapan bu işin erbabı profesörlerdi. Damdan düşmek üzere olan “gıy gıy kemancılar” değildiler. Koroda yer alanlar da aynı şekilde çok ciddi eğitimlerden geçen kadrolardı. Onlar da uyku ilacı görevi gören “Üsküdar’a giderken bir mendil buldum” korosu değildiler. Zaten bulunan mendil de büyük ihtimalle pek temiz değildi. Varsın olsun o da bulanın avuntusuydu. Temiz olmasa da mendilin içine yine de lokum doldurmak durumundaydı. Yapış yapış lokumları elinde götürecek hali yoktu.
Yıllar yılı yurt dışında bulunan ve büyük bir özlemle doğduğu topraklara, yani İç Anadolu’daki köyüne yeniden dönen Yakup adlı bir köylü, arabası ile çevreyi nostalji babında yakın bir arkadaşı ile dolaşırken, bozkıra serpişmiş olan köylere doğru bakıp; her defasında derin bir iç çekiyormuş. Arkadaşı Şahin iyiden iyiye meraklanmış. Bunun üzerine Yakup arkadaşına aynen şöylesi bir açıklamada bulunmuş.
“Şahinciğim, biliyor musun? Bu gezip gördüğümüz köylerdeki kadınların pek çoğu orgazm nedir bilmeden, farkında olmadan ve bir kere dahi bunu yaşamadılar. Öylece geldikleri gibi bihaber gidecekler. Ne yazık… Ne yazık!”
         Arkadaşı Şahin her ne kadar mevzunun derin olduğunu görse de, bu açıklamaya dakikalarca kahkahalarla güler. Aslında durum vahimdir. Diğer yandan söz konusu “orgazm” sadece cinsel bir işlev olmasa gerek. Gönül ister ki, insanın her konuda söyleyecek bir şeyleri olsun. Bir şeyleri yeteri kadar bilsin. Bilgiden yoksunluk durumunda orgazm da olunmuyor. Çok okumak ve çok da görmek gerekiyor ki, orgazm olabilesin. 
Konser esnasında sunumu yapan güzeller güzeli bayan programın önce “allegro” bir parça ile başlayacağını söylediğinde apışıp kalmamak elde değildi.
Sadece müzik alanında değil elbette. İnsan yaşamındaki binlerce konuda bihaberlik sürüp gittikçe kişilerin bozkıra serpiştirilen, orgazmdan bir haber köylü kadınlardan sanırım pek bir farkı kalmıyor. Konuya ne kadar iyi hakim olunursa, alınacak haz da o denli yoğunluklu olur. Kulaklarımızın dibinde “requiem, adagio, andante, allegretto, allegro, capella ve messe” benzeri uzaktan yakından hiçbir fikrimizin olmadığı garip kelimeler periler misali uçuşunca, şaşkınlıkla Kürtçe sormak durumunda kaldığımızı afallamalarla görürüz.
“Te go çi… Te go çi? – Ne dedin… Ne dedin?”
“Qızılkurt*. Orgazm dedim. Orgazm!”


Amsterdam, 20 Şubat 2020


*Zıkkımın kökü


https://www.youtube.com/watch?v=kBkr7JF1ur4


14 Şubat 2020 Cuma

GAYRIK YETER




“GAYRIK YETER”


Haftanın ilk günü, hava dehşetli soğuk. Bulut yumaklarının arasında kış güneşi kaplumbağa misali korkuyla başını kâh çıkarıyor kâh geri çekiyor. Güneş bu mevsimde var olan bal rengi ışınlarını, bir avuç ısısını, bakır tasını ve tarağını toplayıp yeniden bulutların ardında saklı bir kuru dala anında tünüyor.
Sabahın alaca karanlığı, Amsterdam şehrinde bir kaç yıldır işlettiğim dükkânıma geldim. Evden işe beş yıllık rütin bir gidiş gelişin bir kez daha tekrarında, üşümüş olan ellerimi anahtarlarımı bulmak için karman çorman olan ceplerime daldırdım. Uzun bir didinmenin ardından en nihayetinde bulabildim. Oysa her zaman kendi kendime der dururum, “behey adam; şu ceplerime bir ara, biraz daha çeki düzen ver, işe yaramayanları bir kenara koy.” hem anahtarlarımı çabuk bulacağım, hem de zamandan kazanmış olacağım. Ama gel gör ki; evdeki hesap, çarşıdakine neden denli uzağında kalır? Şaşar dururum.
Aynı uzun uğraşıyı kapıyı açmakta da gösterdim. Derken kapıdan içeri ilk adımlarımı atmış lambaları henüz yakmıştım ki, içeriye bir müşterinin damlaması bir oldu. Siftah erken başlamıştı. Görünen o ki, güne iyi başlayacağım.
Telaşla derme çatma tezgâhımın ardına geçtim. Müşteriye gülümseyerek iyi günler dileğinde bulundum. Kral veya kraliçe olduğunun ayırımına pek varamadığım bu müşterime nasıl yardımcı olabileceğimi sordum ve ardından istediklerini kendisine verdim. Elinde alış veriş çantası tam da gitmek üzere adım atmışken, dönüp buğulu gözleriyle beni sorgularcasına baktı. Göz göze geldik. Çok özel bir soru sorup soramayacağını sordu. Bu ağlamaklı gözlerin bir bayana mi, yoksa bir erkeğe mi ait olduğunun sabahın bu erken saatinde ayırımına varamadım. Kısa bir şaşkınlığın ve duraksamanın ardından, büyük bir merakla elbette sorabileceğini söyledim. Gözlerindeki buğu biraz olsun dağılırken, esmerden öte yüzüne hafiften yayılan pembeliğin ardından büyük bir merakla beklediğim sorusunu sordu.
“Siz hiç bu kapıdan bir kadının girmiş olduğunun farkına vardınız mı?”
Hiç beklemediğim bu soru karşısında yaşadığım ikinci şaşkınlık ve duraksamadan sonra zorlanmama rağmen cevap vermek durumundaydım.
“Affedersiniz ama ne demek istediğinizi anlayamadım.”
Kısa ve düzensiz kesilmiş kıvırcık saçlı kalınca dudaklı, benim gibi kısa ve tıknazca olan bu müşterime bu kez dikkatle baktım. Yüzünde büyük bir eziklik vardı. Bu ezikliğin ortaya koymuş olduğu mimiklerle, boynu bükük bir halde;
“Bakın ben gördüğünüz gibi bir bayanım. Kadınlar yaşlarını söylemeyi tercih etmezler. Ama ben söylemekte sakınca görmeyenlerdenim. Tam otuz altı yaşındayım. Ben içeri girdim ve bayan olduğum halde şöyle üstünkörü de olsa beni süzmediniz. Oysa size göre daha genç sayılırım. Neden, hiç bir erkek beni dikkate almaz ki? Ben de birilerinin çok şey ifade eden bakışlarının benim üzerimde dolaşmasını ve bedenimin bir yerlerinde asılı kalmasını isterim. Ama bu neden hiç olmuyor, benim eksiğim nedir? Bakınız, ben KLM (Hollanda Kraliyet Havayolları) gibi büyük bir kurumun servis otobüsünde yıllardır şoför olarak çalışıyorum. Yani öyle işsiz güçsüz biri de değilim. Sürekli de insanların içindeyim. İşin garibi iş arkadaşlarımın büyük bir bölümü de erkek.”
Ben böylesi bir sorgulamayla karşılaşacağımı doğrusu hiç beklemiyordum. Bu bayanın yıllardır yaşadığı ayrımcılığın faturasının bana çıkarılması beni allak bullak etti. Bir müddet tepkisiz öylece kıpırtısız kalıp, ne diyeceğimi, ne yapacağımı şaşırdım. Hani biraz güzel, kadın gibi bir kadın olmuş olsa, diyeceğim şeyleri bulmakta daha az zorlanmış olacaktım. Neredeyse içimden geçenleri söyleyecektim ki, kendimi frenleyip, dilim döndüğünce kırık dökük Hollandacamla kendisini teselli etmek zorunda kaldım.  
“Şey, şey... diye geveleyip devamla; İnsanlar bu ülkede çok yoğun yaşıyorlar. Bu yoğunluk ve stresle, koşturmacayla birbirlerini göremeyip, dikkate alamayacak hale geliyorlar. Sistem çok acımasız, dolayısı ile insanlar da acımasız oluyorlar. Herkes kendi köşesinde kendi hayatını yaşıyor ve aslına bakarsanız kimse kimseyi ilgilendirmiyor. Nasıl söylesem, burada aynı zamanda alabildiğine bir iletişimsizlik söz konusu elbette.”
Bu söylemimle kendisini tam biraz olsun yatıştırmıştım ki, kendimi alıkoyamayıp;
“Doğrusunu isterseniz bu yadsımanın oluşmasında, kanımca sizin de biraz suçunuz var. En basitinden içeri girdiğiniz zaman ben sizin erkek mi yoksa kadın mı olduğunuzun ayırımına varamadım. Bir kadın olduğunuza göre biraz daha kadınsı giyinmeniz gerekmiyor mu? Bir kere bu ‘burka’ benzeri elbiseleri üzerinizden çıkarıp, biraz daha açılıp saçılmanız kanımca daha iyi olacak. Belki çok güzel bir yüzünüz vardır. Fakat bunun vitrininin biraz daha gösterişli olması lazım. Güzelliğinizi ortaya koymanız ve en önemlisi de bence vitrininizi biraz daha aydınlatmanız gerekecek. Yani sizde var olanın elbette dışarıya sunumu çok önemli. (Sanki bütün bu dediklerimi kendim kusursuz bir şekilde yapıyormuşum gibi, hani bulunca abalı garibi köteği basıp ver yansın ettim ve birden uzman kesildim.)
Söylediklerim kendisini üzerinde soğuk bir duş etkisi yarattı. Ama sonuçta bana hak verdiğini ima etmek için masumca kafasıyla beni onayladı. Bunun üzerine söylediklerimin altını çizmek için;
“Hollandacada bir deyim var, ‘görmek satın almaktır.’ Hani böyle olunca da bazı şeyleri biraz daha görülür ve fark edilir hale getirmek zorundayız.
Kendisinde bir şeylerin var olup olmadığı hakkında ki ikilem yaşayıp, henüz diyeceklerimi bitirmiştim ki, yıllardır şehri Amsterdam ve çevresinde çapkınlıkları ile ün salan ve dillere destan hovardalıklarından dolayı kendisine “Bay Coşkun” dediğimiz bir arkadaşım dükkândan içeri daldı. İşin uzmanını karşımda görür görmez, problemli bu vakayı teslim edeceğim birinin gelmesinin rahatlığını yaşadım. Üzerimden büyükçe bir yük kalktı.
“Bakınız, bu konularda arkadaşım benden çok daha tecrübelidir ve hatta uzmandır. İsterseniz bu konuyu daha fazla vaktiniz varsa, onunla daha detaylı konuşabilirsiniz. Sizi kendilerine havale ediyorum."
Bunu söylememle bizim Coşkun ihaleyi hemen aldı ve kadınla arka bölümde uzun uzadıya konuşup, gülüştüler. İhale alınan inşaatın kırık dökük olması, cephesinin tamamen kapalı olması, güneş almıyor olması Coşkun’u ilgilendirmiyordu.”
Allah’ı var, ihaleyi devrettiğim Kazanova arkadaşım bu konuda hiç ayırım yapmayan bir müteahhitti. Hani ne derler; ‘yiğidi öldür ama hakkını yeme.’ Coşkun uzunca karşılıklı bir söyleşiden sonra bayanı gönderdi. Bayan giderken hüzünlü gözlerini neşeli ve umut dolu olanlarla değiştirmişti. Tabi bana da nezaketen teşekkür etmeyi ihmal etmedi.
Derken böylesi garip bir sabahın ardından yeni bir iş günü sökün etti. Bugün çok farklıydı ve çok nadir bayanda bulunacak olan bu cesarete hayran olmamak elde değildi. Görünen o ki: Bıçak gelip kemiğe dayanınca, sorunlar insanları düştükleri Robinson adasında kaçacak pek bir yerleri olmayınca böyle dışa vurabiliyordu. Şairin de dediği gibi, bu bayan her ne kadar şiirdeki Türk köylüsü değilse de,  sonuçta bir insan olduğu için o da GAYRIK YETER demiş ve bu hışımla yüklenebilmek için bula bula beni bulmuştu. Aman ne talih!
Dışarıda ise güneş tünediği dalda hala bir kararsızlık içinde bulutlarla debelenip duruyordu. İçimden hem güneşe hem de sabah sabah sökün eden bu gariban insana acımadan edemedim. Yaşam ise her olumsuzluğa karşın olabildiğince muhteşemdi.





Amsterdam, 14 Şubat 2004

  

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...