MADALYON
Nasıl olduysa (pür dikkat ağır adımlarla gittiği yolda),
bir anlık dalgınlığına geldi, yerdeki bir iğde tanesine ulaşmak isterken,
önündeki çukuru göremedi, yuvarlandı ve sırt üstü düştü. Her ne kadar var gücü
ile bütün bedenini ortaya koyup, doğrulmak için efor harcadıysa da sonuç
vermedi. Son çare havada boşlukta ayaklarını sallayıp, yeniden doğrulma
girişiminde bulundu ama nafile. Doğrulamadı. Öğle sıcağı bu konumda daha da
yakıcı oluyordu. Kendisine yardım edebilecek birisi olsaydı, el yordamı ile,
bir çırpıda doğal konumuna gelebilirdi. Oysa yirmi metre ileride iğde ağacının
mis kokusunu ciğerlerinin derinliklerine çekip, hemen oradaki büyük bir taşa
tünemiş halde oturan birisi vardı. O bu ani düşüşü gördüyse de, nasılsa kendi
çabası ile doğrulur düşüncesi ile oralı olmadı. Kendisini alıp götüren derin
düşüncelere dalmış, küçük yaprakları ile salkımlar halinde sarkan iğde
dallarının kıvırcık saçlarını okşadığı, oradaki güzelim doğaya adapte ve bütün
benliği ile sermest olan, kişi Halil’di.
Halil’in kestane gözlerinin önünden,
boncuk mavisi gökyüzünde devasa pamuk yumakları bulutlar katmanlar halinde
birbirlerine katılarak, hareket ediyorlardı. Doğa adeta çıldırmıştı. Göz
alabildiğine yeryüzünün her santimetre karesini didik didik edip, bütün tonları
ile yeşil yeşil ot ve çim olarak fışkırırken, birbirinden albenili çiçekler
sarı, mor, pembe, eflatun, kırmızı, mavi, beyaz ve diğer renklerle yer kabuğunu
inanılmaz bir güçle delip güneş ve dünyadaki bütün canlılar ile buluşmuşlardı.
Bütün yükseltilerin yanları, yamaçları ve tepeleri farklı binlerce ağaç ile
kaplıydı. Bu yeşil örtünün kapladığı dere ve tepelerde keklik, karga, baykuş,
kartal, atmaca, ağaçkakan, ebabil kuşu, güvercin, kerkenez, kuzgun, puhu, şahin
ve daha pek çok kuşun çığırışları ahenkli bir şekilde kulak çınlatan
yankılanmalar halinde birbirine karışıyordu. Bu uçsuz bucaksız zümrütlük
insanların gözlerini uzun süre bakıldığı zaman rahatsız ediyordu. Ve bu güzelim
doğanın kucağında, bin bir dallı ağaçların parlak ve sıhhatli yapraklarının
arasında yüzlerce çeşit kuş cıvıldıyor, semenderler, kaplumbağalar, yılanlar,
kertenkeleler, solucanlar, tırtıllar doğaları gereği sürünerek ilerlerlerken,
benekli tavşanlar, sincaplar sıçramalar ve sekmeler ile yol alıyor, sinekler,
arılar, kelebekler kanat çırpıp vızıltılarla uçuşuyorlardı. Karıncalar
kafalarındaki antenlere benzer organları ile bir yerlerde buldukları
yiyecekleri, diğer arkadaşlarına anında haber veriyor ve onlar da bu muştulu
haberi alır almaz, koloniler halinde, verilen komutun koordinatları dahilinde
gelip, askeri bir disiplin ile taşıma işini gerçekleştirerek, yarınlarını
garanti altına alıyorlardı. Tabiat ana büyük sırları içinde barındırarak, insan
dudağını uçuklatan ahengini, dengesini ve devamlılığını sorunsuz sürdürmeye
devam ediyordu.
Ve çileli ömrü ellili yaşlara gelip
dayanan, bu vahşi güzellikteki doğanın bağrında sermest halde, her
şeyi, herkesi ve hepten dünyayı unutmuş, oturan adamın
yaşamında dişe dokunur iyi denilebilecek pek bir durum yoktu. Tek artı değeri, beynini, ruhunu ve
kalbini rahatlatan halkının yanında, ödün vermeyen dik duruşuydu. Bu uğurda ne
kadar da çok bedel vermişti. Sudan sebepler bulup, yok yere sadece yüreğinin
güzelliklerden yana atmasından dolayı, yirmi iki yılı aşkın süre memleketin çeşitli
ücra köşelerindeki insan bedenini çürüten, rutubetli zindanlarda yattı.
Yıllarca var olabilecek işkenceler gördü. Bedeninin her milimetresine acıları
en yüksek ölçülerde tattırarak uyguladıkları işkenceler, olabildiğince insanlık
dışı ve de onur kırıcı idi. Çoğu kez kan revan içinde geçen bu yaşanmamış
günlerin her dakikası saatlere dönüşüp, geçmek nedir bilmedi. Pek çok
arkadaşını adımlamakta oldukları, bir “gülistana” çıkacağı söylenen dikenli
çetin yolda kaybetti. Her arkadaşının ölümü göğsüne her defasında kara saplı
bir hançer olup, saplandı. Aynı yola baş koyduğu ve bu hiç yaşanmamış uzun
zaman diliminde yitirdiği her arkadaşı gülümsemeleri, anıları, gözlerinin
derinlikleri, zekaları, şakacı yanları, şiir gibi hayatları, kalplerinin
güzellikleri, yardım severlikleri, halkına ve ülkelerine olan kocaman sevdaları
ile yüreğinde ayrı ayrı sımsıcak yer alıyorlardı.
Hapse düştüğü sırada yirmi altısında,
çiçeği burnunda filinta gibi bir gençti. Üstelikte de bu filinta
endamına-boyuna, bedenine taze sarmaşıklar gibi sarılıp, dolanan ve gözleri
yine taze sarmaşıkların renginde, kıvrım kıvrım ela saçları olan Selvi adında,
kimsenin kimseyi sevmediği kadar, deliler gibi sevdiği bir de “sevdiceği”
vardı. Yaklaşık iki yıllık bir arkadaşlığın ardından, kendilerini mutluluğa boğan bu
birlikteliklerini kendi aralarında parmaklarına taktıkları birer yüzük ile,
tabir caizse “adını koyup” bir nişan ile
taçlandırdılar. Nişanlanmalarının üzerinden bir ay kadar bir
zaman geçmişti ki, karanlık güçler Halil’i canından daha çok sevdiği biricik
Selvi’sinden ve kör karanlığa karşı verdiği mücadelesinden ayırıp,
kör zindanlarla buluşturdu. Özgürlüğünü insafsızca elinden alan karanlık
zindanlar, O’nu üst üste çevrilen kilitler ve aşılmaz demir parmaklıkların
ardına attı.
Verilen yirmi iki yıl beş aylık ceza
nişanlısı Selvi ile olan yollarının ayrılığını da beraberinde getirdi. Oysa
gönlü Selvi'sine nasıl da bir akar su misali akıp, gitmişti. Çok geçmeden
ailesinin zoru ile, Halil karanlık zindanda çilesini doldururken, Selvi de ak gelinlikler
giyinip, dayısının oğlu Rüstem ile dünya evine girdi. Halil Selvi’nin de
kendisini terk ettiğini yıllar sonra öğrendi. Var olan acıların üzerine gelen
bu ayrılık, gördüğü işkencelerden daha çok canını acıttı.
Halil özgürlüğüne bir kaç gün önce kavuşmuştu
ve hemen Selvi’yi uzaktan da olsa bir anlık görebilmek amacı ile kendisini,
bütün uğraşısına rağmen yüreğinden söküp atamadığının memleketinde buldu. Üç
gün boyunca Selvi’yi görebilmek için, evinin az ilerisinde de olsa kendisini
göstermeyecek şekilde saatlerce bekledi. Ve Selvi o gün oğlu, kızı ve sarkık
bıyıklı kocasının kolunda evinden çıkıp, park halinde duran lüks arabalarına
bindiler. Araba hızla parktan çıkıp, Halil’i toz bulutu içinde, ardında
bırakırken, arabanın camında kafasını olabildiğince havaya kaldırıp uluyan kurt
resimli büyük bir madalyon takılı olduğu zincirde, ritmik hareketler ile
sallandı. Halil yıllarca önce büyük bir aşkla Selvi’nin bütün bedeninde
gezinen ellerinin tersi ile buğulu gözlerine doluşup, çamurlaşan tozları
sildi. Yapayalnızdı. Uluyan kurt resimli madalyon gözlerinin önünde her
sallanışında, o an yüreği ezilirken, sırtında yeni ve acısı kat kat daha fazla
olan hançerleri üst üste sırtında hissetti.
Oturduğu taştan akşam karanlığı
bastırmadan kalktı. Bir kaç adım attıktan sonra, az ilerisindeki küçük
kaplumbağa yavrusunun bir unutmabeni çiçeğinin dallarının üstüne düşen ve hala
sırt üstünde ayaklarını doğrulmak için yorgunlukla sallamaya devam ettiğini
görünce O’na doğru ilerledi. Küçük kaplumbağayı tutup, bir öpücük
verdikten sonra düzlüğe bıraktı. Halil’e olanca minnettarlık duyguları ile
aheste aheste yoluna devam eden, kaplumbağa yavrusunun başına herhangi bir
felaket gelmezse, tabiatın anne sıcaklığındaki koynunda yaşayacağı daha
yüzlerce yıl vardı. Yaralı yüreğine gark eden acılar ile Halil’in ki, buna
yaşamak denirse, daha ne kadar bir süre hayata tutunacağı belli değildi.
Minik kaplumbağa dönüp, son bir kez kurtarıcısı Halil’e baktı. O'nun hüzünlü
hali, misket büyüklüğündeki yüreğini burktu. Uzaklarda baykuşların uğursuzluk
getirdiği söylenegelen sesleri geliyordu.
Amsterdam, 23 Mayıs 2015