23 Mayıs 2015 Cumartesi

MADALYON




MADALYON

Nasıl olduysa (pür dikkat ağır adımlarla gittiği yolda), bir anlık dalgınlığına geldi, yerdeki bir iğde tanesine ulaşmak isterken, önündeki çukuru göremedi, yuvarlandı ve sırt üstü düştü. Her ne kadar var gücü ile bütün bedenini ortaya koyup, doğrulmak için efor harcadıysa da sonuç vermedi. Son çare havada boşlukta ayaklarını sallayıp, yeniden doğrulma girişiminde bulundu ama nafile. Doğrulamadı. Öğle sıcağı bu konumda daha da yakıcı oluyordu. Kendisine yardım edebilecek birisi olsaydı, el yordamı ile, bir çırpıda doğal konumuna gelebilirdi. Oysa yirmi metre ileride iğde ağacının mis kokusunu ciğerlerinin derinliklerine çekip, hemen oradaki büyük bir taşa tünemiş halde oturan birisi vardı. O bu ani düşüşü gördüyse de, nasılsa kendi çabası ile doğrulur düşüncesi ile oralı olmadı. Kendisini alıp götüren derin düşüncelere dalmış, küçük yaprakları ile salkımlar halinde sarkan iğde dallarının kıvırcık saçlarını okşadığı, oradaki güzelim doğaya adapte ve bütün benliği ile sermest olan, kişi Halil’di.
Halil’in kestane gözlerinin önünden, boncuk mavisi gökyüzünde devasa pamuk yumakları bulutlar katmanlar halinde birbirlerine katılarak, hareket ediyorlardı. Doğa adeta çıldırmıştı. Göz alabildiğine yeryüzünün her santimetre karesini didik didik edip, bütün tonları ile yeşil yeşil ot ve çim olarak fışkırırken, birbirinden albenili çiçekler sarı, mor, pembe, eflatun, kırmızı, mavi, beyaz ve diğer renklerle yer kabuğunu inanılmaz bir güçle delip güneş ve dünyadaki bütün canlılar ile buluşmuşlardı. Bütün yükseltilerin yanları, yamaçları ve tepeleri farklı binlerce ağaç ile kaplıydı. Bu yeşil örtünün kapladığı dere ve tepelerde keklik, karga, baykuş, kartal, atmaca, ağaçkakan, ebabil kuşu, güvercin, kerkenez, kuzgun, puhu, şahin ve daha pek çok kuşun çığırışları ahenkli bir şekilde kulak çınlatan yankılanmalar halinde birbirine karışıyordu. Bu uçsuz bucaksız zümrütlük insanların gözlerini uzun süre bakıldığı zaman rahatsız ediyordu. Ve bu güzelim doğanın kucağında, bin bir dallı ağaçların parlak ve sıhhatli yapraklarının arasında yüzlerce çeşit kuş cıvıldıyor, semenderler, kaplumbağalar, yılanlar, kertenkeleler, solucanlar, tırtıllar doğaları gereği sürünerek ilerlerlerken, benekli tavşanlar, sincaplar sıçramalar ve sekmeler ile yol alıyor, sinekler, arılar, kelebekler kanat çırpıp vızıltılarla uçuşuyorlardı. Karıncalar kafalarındaki antenlere benzer organları ile bir yerlerde buldukları yiyecekleri, diğer arkadaşlarına anında haber veriyor ve onlar da bu muştulu haberi alır almaz, koloniler halinde, verilen komutun koordinatları dahilinde gelip, askeri bir disiplin ile taşıma işini gerçekleştirerek, yarınlarını garanti altına alıyorlardı. Tabiat ana büyük sırları içinde barındırarak, insan dudağını uçuklatan ahengini, dengesini ve devamlılığını sorunsuz sürdürmeye devam ediyordu.
Ve çileli ömrü ellili yaşlara gelip dayanan, bu vahşi güzellikteki doğanın bağrında sermest halde, her şeyi, herkesi ve hepten dünyayı unutmuş, oturan adamın yaşamında dişe dokunur iyi denilebilecek pek bir durum yoktu. Tek artı değeri, beynini, ruhunu ve kalbini rahatlatan halkının yanında, ödün vermeyen dik duruşuydu. Bu uğurda ne kadar da çok bedel vermişti. Sudan sebepler bulup, yok yere sadece yüreğinin güzelliklerden yana atmasından dolayı, yirmi iki yılı aşkın süre memleketin çeşitli ücra köşelerindeki insan bedenini çürüten, rutubetli zindanlarda yattı. Yıllarca var olabilecek işkenceler gördü. Bedeninin her milimetresine acıları en yüksek ölçülerde tattırarak uyguladıkları işkenceler, olabildiğince insanlık dışı ve de onur kırıcı idi. Çoğu kez kan revan içinde geçen bu yaşanmamış günlerin her dakikası saatlere dönüşüp, geçmek nedir bilmedi. Pek çok arkadaşını adımlamakta oldukları, bir “gülistana” çıkacağı söylenen dikenli çetin yolda kaybetti. Her arkadaşının ölümü göğsüne her defasında kara saplı bir hançer olup, saplandı. Aynı yola baş koyduğu ve bu hiç yaşanmamış uzun zaman diliminde yitirdiği her arkadaşı gülümsemeleri, anıları, gözlerinin derinlikleri, zekaları, şakacı yanları, şiir gibi hayatları, kalplerinin güzellikleri, yardım severlikleri, halkına ve ülkelerine olan kocaman sevdaları ile yüreğinde ayrı ayrı sımsıcak yer alıyorlardı.
Hapse düştüğü sırada yirmi altısında, çiçeği burnunda filinta gibi bir gençti. Üstelikte de bu filinta endamına-boyuna, bedenine taze sarmaşıklar gibi sarılıp, dolanan ve gözleri yine taze sarmaşıkların renginde, kıvrım kıvrım ela saçları olan Selvi adında, kimsenin kimseyi sevmediği kadar, deliler gibi sevdiği bir de “sevdiceği” vardı. Yaklaşık iki yıllık bir arkadaşlığın ardından, kendilerini mutluluğa boğan bu birlikteliklerini kendi aralarında parmaklarına taktıkları birer yüzük ile, tabir caizse “adını koyup” bir nişan ile taçlandırdılar. Nişanlanmalarının üzerinden bir ay kadar bir zaman geçmişti ki, karanlık güçler Halil’i canından daha çok sevdiği biricik Selvi’sinden ve kör karanlığa karşı verdiği mücadelesinden ayırıp, kör zindanlarla buluşturdu. Özgürlüğünü insafsızca elinden alan karanlık zindanlar, O’nu üst üste çevrilen kilitler ve aşılmaz demir parmaklıkların ardına attı.
Verilen yirmi iki yıl beş aylık ceza nişanlısı Selvi ile olan yollarının ayrılığını da beraberinde getirdi. Oysa gönlü Selvi'sine nasıl da bir akar su misali akıp, gitmişti. Çok geçmeden ailesinin zoru ile, Halil karanlık zindanda çilesini doldururken, Selvi de ak gelinlikler giyinip, dayısının oğlu Rüstem ile dünya evine girdi. Halil Selvi’nin de kendisini terk ettiğini yıllar sonra öğrendi. Var olan acıların üzerine gelen bu ayrılık, gördüğü işkencelerden daha çok canını acıttı.
Halil özgürlüğüne bir kaç gün önce kavuşmuştu ve hemen Selvi’yi uzaktan da olsa bir anlık görebilmek amacı ile kendisini, bütün uğraşısına rağmen yüreğinden söküp atamadığının memleketinde buldu. Üç gün boyunca Selvi’yi görebilmek için, evinin az ilerisinde de olsa kendisini göstermeyecek şekilde saatlerce bekledi. Ve Selvi o gün oğlu, kızı ve sarkık bıyıklı kocasının kolunda evinden çıkıp, park halinde duran lüks arabalarına bindiler. Araba hızla parktan çıkıp, Halil’i toz bulutu içinde, ardında bırakırken, arabanın camında kafasını olabildiğince havaya kaldırıp uluyan kurt resimli büyük bir madalyon takılı olduğu zincirde, ritmik hareketler ile sallandı. Halil yıllarca önce büyük bir aşkla Selvi’nin bütün bedeninde gezinen ellerinin tersi ile buğulu gözlerine doluşup, çamurlaşan tozları sildi. Yapayalnızdı. Uluyan kurt resimli madalyon gözlerinin önünde her sallanışında, o an yüreği ezilirken, sırtında yeni ve acısı kat kat daha fazla olan hançerleri üst üste sırtında hissetti.
Oturduğu taştan akşam karanlığı bastırmadan kalktı. Bir kaç adım attıktan sonra, az ilerisindeki küçük kaplumbağa yavrusunun bir unutmabeni çiçeğinin dallarının üstüne düşen ve hala sırt üstünde ayaklarını doğrulmak için yorgunlukla sallamaya devam ettiğini görünce O’na doğru ilerledi. Küçük kaplumbağayı tutup, bir öpücük verdikten sonra düzlüğe bıraktı. Halil’e olanca minnettarlık duyguları ile aheste aheste yoluna devam eden, kaplumbağa yavrusunun başına herhangi bir felaket gelmezse, tabiatın anne sıcaklığındaki koynunda yaşayacağı daha yüzlerce yıl vardı. Yaralı yüreğine gark eden acılar ile Halil’in ki, buna yaşamak denirse, daha ne kadar bir süre  hayata tutunacağı belli değildi. Minik kaplumbağa dönüp, son bir kez kurtarıcısı Halil’e baktı. O'nun hüzünlü hali, misket büyüklüğündeki yüreğini burktu. Uzaklarda baykuşların uğursuzluk getirdiği söylenegelen sesleri geliyordu. 

Amsterdam, 23 Mayıs 2015 



14 Mayıs 2015 Perşembe

GÜL YÜZLÜM



GÜL YÜZLÜM



"Bir beyaz kağıt gibi ol, ya da gökyüzünde, semada, arşında üstünde beyaz bir melek gibi ol.
Hiç işlenmemiş bir günah gibi ol doğmamış bir insan gibi doğ bu acımasız dünyaya,
Doğ ki sen dünya için değil dünya senin için dönsün.
Söylenmemiş bir yalan gibi ol düşmesin dilinden dökülmesin kalbine tek bir hece.
Ya ateş kadar kırmızı ol yansın seninle kalbindeki gök kuşağı
veya bir su ol bırak bulsun kendi yatağını.
Öyle bir tövbe ol ki mabet diye kapansın melekler, açılsın arştan gönül kapısı
ve öyle bir sevgi ol ki sevmek için sevilmeye muhtaç olma.
Bir taş ol ki parmaklıklar kur içine müebbet ceza ver sevgiline,
Öyle bir göz yaşı ol ki her damlası can olup cananı bulsun, ona pınar olup onunla boğulsun.
Öyle biri ol ki aşkım kendin olsun sadece sen.”

Victor Hugo



Anne yüreğimdeki kavurucu acıyı söküp atmak, boncuk boncuk akan göz yaşlarımı dindirmek, hani Tanrı bin yıllık bir ömür de bahşetse mümkün değil. Annelerin yüreklerini yakan, derinliklerine düşen acılar anlatılamaz ki, bu anneler tarafından ancak yaşanır. Acı düştüğü yeri kor alevleri ile yakıp, yıkar. Yıllar öncesinde, en çok güvendiğim, meyveye duran, tomurcuklanan körpe dalımı, acımasızca koparıp aldılar benden. Hayata tutunmam için var olan tek dalım, alıp verdiğim soluğum, damarımda akan kanım, kana kana içtiğim suyumdu o benim. Nefesimi kestiler. Kahrolasıcalar bin bir türlü işkenceden geçirdiler yiğidimi. Güzellikten yana atan o asil yüreğini durdurdular. Onun onurlu duruşundan en küçük bir taviz vermeyeceğini bildiklerinden, söküp aldılar göğsümden, canımdan canımı.
Oysa ben, acımasızca kırdıkları O narin dalıma güzellikleri ve her şeyden önce insan olmasını öğretmiştim. O’nun hamurunu uzun uzadıya sevgi ve aşk ile yoğurmuştum.
Kulağına olan fısıltım; ne yapıp edip; rüzgârdan daha iyi ıslık çalması idi.
Edindiği mutluluk avuç içi kadar da olsa, var olan ile mutlu olmasını, “yarinin yanağından başka” ekmeğini ve her şeyini paylaşmasını, paylaşımın mutluluk olduğunu, insana özgü olduğunu tembihledim.
Coşkulu çocuk sevincini bir an olsun yitirmediği, yüreğindeki sevgi, aşk ve güzellikle insanlara baktığı, hoşgörüyü tek inancı eylediği, kimseleri hor görmediği, her rengi, kültürü, inancı, dili ırkı dünyamızın vazgeçilemez zenginliği, güzelliği ve eşsiz bir rengi olarak gördüğü ve bunun direngen savunucusu olduğu için aldılar oğlumu elimden.
Gaddarlar, onlarca yıldır, çocuklarımıza şiddetten başka bir miras bırakmadılar. Yaptıkları tek şey insanlıktan yana olanları boğazlamak, kırıp, dökmek, talan etmek oldu.
Dalında güzel olan çiçeğimdi O. Aşkı, sevgiyi, saygıyı, güzelliği, mutluluğu, sevinci, rüzgârdan güzel ıslık çalmasını, insanları ayrım gözetmeksizin güneş misali ısıtmasını, sarıp-sarmalamasını, yardım etmesini, her insanın onuru karşısında baş eğmesi gerektiğini öğrettiğim, canımdan canımı kopardılar benden.
Beş yaşında da olsa, bir çocuğu dahi insan olarak ciddiye almasını sağlık verdiğim oğlumu, bin bir türlü kurdun kuşun, ağacın, börtü böceğin, renk renk çiçeğin, menekşenin adlarını bir bir öğrenmesini sıkı sıkı tembihlediğim yavrumu yitirdim.
Yaz ortasında avuçlarıma, yüreğime lapa lapa kar yağdırıp, körpe tomurcuklu dalımı kopardılar benim.
Hayatı paylaşırken, ne öğrenecekse, sevdiklerinden öğrenmesini öğütlediğim, ancak okuyarak ruhunu güzelleştireceğini anlattım ben oğluma.
Gölge görmemek için yüzünü sürekli güneşe dönen oğlumu aldılar benden.
İyi görünmek yerine, iyi insan olmasını, her bildiğini söylemek yerine, her söylediğini bilmesini, karanlığa lanet yağdırması yerine, kendisinin küçük de olsa bir ışık yakmasını istedim canımdan canıma.
Hiç bir zaman kibirli olmamasını, kibrin onun bedenine bağlanan bir taş misali, kendisini suların diplerine götüreceğini, yüzmesine engel olacağı gibi, uçmasının da önüne geçeceğini, o biçimli kulaklarına küpe eylemiştim yavrucağızımın.
Konficius’un deyiminden yola çıkarak; planım bir yıllık olmadığı için pirinç ekmedim, on yıllık olmadığı için ağaç dikmedim, planım yüzyıllık olduğu için, elimden aldıkları, canımdan içeri oğlumu eğittim.
Düşerken iki şeyi unutmaması gerektiğini, kimin kendisini ittiğini ve kimin kendisini tutmadığını aklından çıkarmamasını söyledim O’na ben.
Ah oğul derdim; Olur ya bir gün sevda başa düştüğünde, karnında kelebekler uçuştuğunda, kalbine yerleşecek olan, o güzelliği olduğu gibi sev, olmasını istediğin gibi sevme. Seni ne mutlu edecekse onu yap, başkalarının ne düşündüğünü ne olur dikkate alma. Ve o menekşe gözlerini kırpıştırıp, büyük bir gülümseme ile onayladı hep.
Ve oğlum; “Sevdiğim şair yirminci asırlı idi, ama ben yirmi birinci asırlıyım. Ben de asrımla övünüyorum. Ben de yirmi birinci asırda, son demime kadar, olduğum safta, insanlık, barış ve bütün güzellikler için bizim tarafta olmak istiyorum, bu benim için hayati öneme haizdir. Ve bir gün mutlaka müthiş gecelerimizin, şairin Hatçe’sinin (Benim ne yazık ki, henüz bir Hatçem yok. Ama bir gün olduğunda ilk duyacak olan sensin.) gözleri gibi güneşli olacağını biliyorum.” derdi.
Gönlünü hoş edecek, gül yüzünü güldürecek, bir Hatçe’si olmadan, bir anne olarak muradını göremediğim “gül yüzlümü” koparıp, aldılar yüreğimden.
İnsan hayatında ters giden bir şeyler varsa, yeniden düşünmesi gerektiğini, yaşamına yeni şeyleri almadan önce, belki de eski olan bazılarını çıkartıp, yenilere yer ayırması gerektiğini tekrarladım.
Dost dediğin kişinin; geçmişini anlayan, geleceğine inanan, şu anki halini kabullenen olduğunu, kendisi aşağılara doğru çeken dost görünümlülerin üzerine çizgi çekmesini, kendisini yukarılara doğru taşıyan gerçek dostlarına yüreğinin kapılarını açmasını, insanın yaşlanmasının yaşça büyümesinin kendiliğinden oluştuğunu, oysa kişiliğinin büyümesinin kendisinin tercihi-seçeneği olduğunu öğrettim ben güzeller güzeli oğluma.
Yaslı yüreğimin, bir an evvel beni oğluma taşımasını istiyorum artık. Ne tutunacak, sarılıp kendimden geçeceğim, ne de yaralı yüreğimi rahatlatacağım, çiçeğe ve meyveye duracak tek dalım var benim. Elimi eteğimi çektim dünyadan, elenmesi gereken unumu eledim. Benim için aşk, sevgi, saygı ve güzellikler bitti bu gezegende. Denizler, nehirler, göller kurudu, yeryüzü çoraklaştı hepten. Bulutlar çekildi, gökyüzü ağlamaz oldu. Güneş ve çiçekler soldu. Gökkuşağı renklerini alıp, gökyüzünü çoktan terk etti. Kuşlar kanat çırpmaz oldu. Rüzgâr ıslık çalmıyor artık. Tabiat küstü. Bahar gelmiyor. Tırtıllar kelebeğe dönüşmüyor. Arılar petek ve bal yapmıyor. Sevgililer ele ele tutuşmuyor. Mis gibi kokan, çıtır somun ekmeklerin ucu koparılıp yenmiyor. Çocukların oyuncakları köşelerinde boynu bükük kalakaldı. Aşk şarkıları mırıldanmıyor. Ferhat ise dağı delmiyor artık. Ve gördüğünüz gibi, yüzeyi şeker kaplı bir öykü değil benimki!
Yüreğim sessizce, kimselere rahatsızlık vermeden alıp gitmeli beni, alıp gitmeli bağrımı cayır cayır yakan gül yüzlü yavruma. Anne yüreğimdeki o dayanılmaz kavurucu acıyı, çiçeğe ve meyveye duran, özü aşk, sevgi, kardeşlik ve barış olan, lanetli eller tarafından hunharca kırılan dalımı, yeniden gövdeme sarıp sarmalayıp, birleştirerek dindirmeliyim. Sevgi deryasında yeniden kulaç atmalıyım ben.



Amsterdam, 14 Mayıs 2015





   

1 Mayıs 2015 Cuma

KASRI ŞİRİN


 KASRI ŞİRİN

Sıcak mı sıcak bir yuvası vardı, bizim Camili Köyünden, bir zamanların Deno amcasının.
"Kendi gitti, ama adı pek de yadigar kalmadı." 
Oysa var olmaya devam ediyor evi, dökük-virane de olsa, hem de Camili köyünün en ihtişamlı tepesinde.
Kök salıyor çınar misali oldukça Kebir Camisi olan köyün bozkır toprağında.
Nasıl da dimdik ayakta kalmaya, inadına direniyor, yedi tepeli Camili Köyü tepelerinin en tepesinde.
Hani iki oda ve bir salondan ibaret olsa da Deno amcanın sırça köşkü.
Karısı ile uyurdu huzur içinde odaların birinde.
Kızları kalırdı mutlu, şen şakrak odaların diğerinde.
Şimdilerde verdiği acıdır insan yüreğine, adeta konuşuyor, bağırıyor, ağlıyor yetim, boynu bükük, virane ve dökük Deno amcanın evi.
Örme taştan, kale gibi bir ev.
Yıkılsa da bacası, uçsa da killi topraktan damı, şimdi bir yalnızlık abidesi, alabildiğine ıssız bir ev.
Bir muammadır nüfus dairesindeki hene numarası, ayakta kalmakta direnen evin.
Bir buruk hüzün kasrıdır Deno amcanın tepedeki evi.
Artık kuşlar konmuyor, kervanlar konaklamıyor,
çocuklar içinde saklambaç oynamıyor, camlarını kıramıyorlar bu viranenin.
Mis kokular yayan tencere fokur fokur kaynamıyor, tavşan kanı çaylar sunulmuyor, Allah ne verdiyse deyip, oturulmuyor yer sofrasına, misafirler baş tacı edilmiyor artık bu viran evde.
Kimseler uyumuyor, renkli rüyalar görmüyor bu odaların birinde, kahkaha atmıyor, sevinmiyor, gözyaşı dökmüyor, üzüntü duyulmuyor, Dallas ve diğer Amerikan dizileri izlenmiyor artık bu hanede.
Titreyen ürkek bir mum ışığında oturulmadı, fenerler asılıp kimselerin doğum günü kutlanmadı, kremalı pastalar, çikolatalı kekler yenmedi, bir buket kır çiçeği kokladıkları sonra bir vazoya konup-baş şedeki yerini almadı, kızları için partiler verilmedi, bir kadeh şarap hiç içilmedi ve şimdi bir damla su dahi içilmiyor bu evde.
Yine de bir nevi Harput kalesidir Camili'nin, yüksek burçlu olmasa da evi rahmetlinin.
Onlarca yıl oldu öleli, Deno amcası Camili'nin.
Meraktır hani, acep Araf’ta mı bekler hala kendileri?
Ne gördü ne yaşadı sanki bu yalan dünyada, kopmaz ki kıyamet cennetin yolunu gösterse, Tanrının onca kanatlı meleğinden birileri.
Dimdik ayakta hala bu taş örme evi.
Diz boyu idi yoksullukları, eyleyemediler kurban, olmayan kınalı koçlarını.
Geçirdiler mi kurbansız kıldan ince Sırat köprüsünden Zatı Alilerini.
Kaç Huri düşer kendisine dersiniz, geçerse bu zorlu köprüleri?
Fakir fukara kısmından olur da, maalesef kendileri.
Buralarda da alavere dalavereye olur mu dersiniz, evleri yıkık, kendileri yıkık Allahın garibanları.
Neyler, nasıl başa çıkar hile hurda olmaz da, olur ya verilirse Deno amcaya kırk küsur tane bir içim su Hurilerini.
Çok uzun olmasa da, harcadığı kadarına yaşam denirse ömrünün, Deno amca yaşadı bu örgü taşlı evde.
Doğdu yoksulluk içinde.
Öldü yoksulluk içinde.
Çocukluğunu yaşamadan, genç-delikanlılığa adım attı Deno amca.
Kıvır kıvır sakalları, bıyıkları çıktı önce.
Küfürler edilerek, dayaklar atılarak, hakaretlere maruz kalarak, tüfek astı yükseklerde olmayan omuzunda aşağı, süngü taktı dört bir yanda yer alan zalim düşmana karşı, kar-kış-kıyamet saatler boyu nöbetler tutu, bekçiliğini yaptı, o da namusun. 
Öğrendiği üç beş Türkçe kelime oldu tek karı bu işten.
Ödedi son kuruşuna kadar, tek kuruş borçlu olmadığı vatana borcunu.
Evlendi, acıdı bedeni elbet dişine takınca canını.
Yoksuldu, kaldırıp, kazıdı kan-ter içinde, tırnakları ile toprağı ve taşları.
Yedi tepeli Camili köyünün en tepesine, bir kale yaptı Deno amca.
Görmeliydiler köyünün dört bir yanından O’nun kartal yuvasını.
Görüldü de yedi tepeli Camili Köyünün Vahşi Batısındaki evi.
Lakin olmadı, bir gün olsun gün görmedi bu kalenin mazbut, taçsız, kılıçsız-kalkansız-tahtsız kumandanı.
Herkesler gibi O da evlendi, görücü denilen usulle, yedi tepeli köyü Camili’de.
Bu evde yaşadı karısı ile elverdiğince ömrü.
Lakin çok zaman oldu, ardında hiç bir iz bırakmadan, bir daha da gelmemek üzere göçüp gitti.
İki kızı oldu, ama komuta ondaydı alimallah bu Kasrı Ganco’da.
Mutlu mu yaşadı acep, Kasrı Şirin’ininde?
Demem o ki; ne çabuk unuttular ve anmaz oldular Deno amcalarını ahalisi Camili’nin.
Oysa boylu boyunca yatarken Deno amcaları musalla taşında; üç kez ağız dolusu haykırdılar, O’nu iyi bildiklerini ve  helal eylemişlerdi “sağolsunlar” kıt kanaat olan haklarını.
Nice karlar, kışlar, seller, doğal afetler, depremler gördü, yıkılmadı, “adamı güzel eyleyen ceketlerin” kaldığı “Hasan Kalası” Camilili Deno amcanın evi.
Şirince bir evdi bu Kasrı Şirin, yedi tepeli Camili Köyünün en heybetli tepesinde.
Nasıl da zamana inat, dimdik ayakta kaldı, Deno amcanın yalnızlık abidesi taş örme evi.
Lakin çoktan göçüp gitti, kalenin taçsız, tahtsız, kalkansız, kılıçsız, unutulan yoksul kumandanı.
Ve boynu bükük kaldı Deno amcanın kalesi, örme taş evi.

Amsterdam, 1 Mayıs 2015



CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...