16 Kasım 2022 Çarşamba



















CHARLOTTE CAFE

Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyor. Şimdilerde ise iyiden iyiye hasta. Diğer yandan bizim insanımızın, günümüzde ulaştığı rekor aymazlığı, kabalığı, bencilliği, sadece ve sadece doğalgazın, elektriğin nasıl pahalandığı, bu yaz domatesin de pahalı olmasından dolayı yeteri kadar konserve domates yapamadıklarını, yüz gramlık simidin 6 lira olduğunu, bir yandan da mal varlıklarının ne kadar katladığını durmaksızın konuştuğu, paradan ve alım güçlerinden başka hiç ama hiçbir şeyin gündeme getirilmediği bu ülkede, onların bu halleri ile tutarsızca, utana sıkıla “kadın hastalıkları kanseri” dediği, benimse doğrudan bu hastalığa “yumurtalık kanseri” dediğim annem hasta.
Bir kez daha bir haftalık hastane ziyaretinin ardından çektiği dayanılmaz acılara, Türkiye’de; kimilerinin kendilerini Tanrı’nın gölgesi olarak gördüğü doktorlar, yapabileceklerinin pek de kalmadığını söyleyip geçici bir çözüm olarak yaptıkları bir ağrı kesici iğnenin artından onu eve gönderdiler. Biz de alıp getirdik. Şimdi yatağında bitkin bir halde uzanıyor. Geceleri, kimilerinin yine kibarlık olsun diye “lavabo” dediği, benimse dümdüz “tuvalet” dediğim mekana giderken, karanlıkta düşmemesi için sensörlü bir lambaya ihtiyaç var diye dışarı çıktım. Bu arada mahallede bir kafe işleten Fatma Hanım'a yazdığım kitaplardan vereceğime dair söz vermiştim. Çıkmışken Fatma Hanıma da uğrayıp söz verdiğim kitaplarımdan birkaç tanesini vermek üzere Carlotte Cafe’ye geldim. Kitapları teslim ettikten sonra bira siparişimi verdim.
Tam karşımdaki bir masada, her geçen gün ile birlikte, her alanda erozyona uğrayan bir topluma alabildiğine bir inat ve büyük cesaretle, erkek tıraşı saçları ile sevgilisini karşısına alıp gözlerinin içine içine bakan, kaçamaklarla elini okşayan lezbiyen bir bayan oturuyor. İçimden ol doğallığı ile büyük cesaret gösteren bu kadını gidip kutlamak istesem de onun gösterdiği aynı medeni cesareti kendimde bulamadım, ama içim içimi yedi. Duygularım yarım kaldı.
Reklama girse de adını gizlemeyeceğim, her ne kadar “Bomonti Filtersiz” istesem de olmadığı için tavsiye üzerine aldığım “Tuborg Gold”dan bir yudum alıyorum. Aslında bir kadeh rakı da iyi giderdi ama rakı bir başına içilmiyor. Bira da akşam üzeri boş mide ile iyi gidiyor.
Bira şişesinin üzerinde dikkatimi çeken “Alman Saflık Yasası” diye bir amblem gördüm. Saflık ve yasa, böylesi bir söylemi bugüne değin duymamıştım. Meğerse, bu nadir insanda olan saflıkla ilgili bir yasa değilmiş. Merak ettim. Almanya’da 1516 yılından bu yana yürürlükte olan "Alman Saflık Yasası," dünyanın en köklü tüketici koruma yasası olarak bilinmekteymiş. Bu yasaya göre bira üretiminde kullanılan tüm hammaddelerin doğal, saf ve yüksek kalite standartlarında olması gerekiyormuş. Böylelikle bu merakımı da gidermiş oldum. Galiba, ne kadar çok meraklanırsak o kadar da çok öğreneceğiz.
İki biranın ardından her ne kadar çiş bastırsa da kalkıp tuvalete gitmemekte direniyorum. Çünkü etrafımı gözlemlemeye devam etmem gerekiyor. Bir ara kafenin sahibi Fatma Hanım masaya geliyor. O da şiir yazıyormuş. Annesi hakkında yazdığı şiirleri bir gün okutacağını söyledi. Şiirden çok anladığımı söyleyemem, ama şiir yan yana getirilmemiş sözcüklerden ibaret değilse, beni alıp götürür. Benim de annem hakkında yazdığım kitabim; “Kör Zewe’ye Mektup”u annesine olan sevgisinden dolayı zevkle okuyacağını söylüyor. Fatma Hanım’ın çok ayrıcalıklı bir özelliği var. Mahallenin bütün başı boş köpekleri Charlotte Cafe’nin ayrıcalıklı-kıymetli konukları. Onların büyük bir özelliği var ki; mekanın her alanında diledikleri yere uzanma ve oturma hakkına sahipler. Rahatsız edilmeleri kesinlikle yasak. Yoksa kapı dışarı edilmeniz kaçınılmaz. Hatta öncelikleri ve dokunulmazlıkları da var diyebiliriz.
Yukarıda karamsarca değindiğim toplumumuzun o oldukça nahoş olan hallerine rağmen, Fatma Hanım gibi "endemik insanlar" da var. Uçan sineğe dahi arabasının defalarca klakson öttüren bu ülkedeki insanlara karşı inatla ve aşkla güzel olmaya devam eden insanlar hala yok değil. Allahtan, artık küçük bir grup haline dönüşmüş olan bu insanlar da varlıklarını sürdürme çabasındalar. Onlar da olmasalardı, toplumun travmalı bu ruh haliyle, mevcut koşullarda burada yaşamak daha da çekilmez bir hal alırdı.
Dedim ya, annem hasta. Umarım hakem, yaşantısı esnasında kendisine yapılan onca faullü hareketi değerlendirmeye alır, oyunu daha az acının çekildiği ek uzatmalarla biraz daha sürdürür. Belki de annem kendisinden beklediğimiz sürpriz hamleyle olmadık bir anda, ters köşe atışı ile bir gol atar ve hayatı 1-0 mağlup eder.
Ve bugün takvimler 10 Kasım tarihini gösteriyor. Aklınıza alışılageldiği gibi hemen başka şeyler gelmesin. Ola ki geldi, kastım o değil. Benim meramım başka. Bugün hepsinden çok daha önemlisi, eşimin doğum günü. O, doğum gününde İstanbul’da, ben ise Ankara’dayım. Birlikte nice yıllara diyeyim. DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN AYNUR.

Ankara, 10 Kasım 2022

4 Ekim 2022 Salı

VEDA


             

             VEDA

 

 

             Altmış yıla yakın uzun bir zamana yayılan ve kocası ile aynı yastığa baş koyduğu bu evliliğinden boy boy oğulları ve kızları oldu. Bin bir zorluk içinde olsa da su misali akıp giden bir ömürle birlikte çocuklarının hepsi de büyüdüler, boylandılar, evlendiler ve derken iş güç sahibi oldular, muratlarına erdiler. Artık, belli yaşlara gelen evlatları da anne ve babalarına boy boy torunlar verdiler, böylelikle onların kısmen de olsa sıkıntılarını unutturdular, gönüllerini bi güzel hoş eylediler. Satırların aheste aheste ilerlemesi ile bir öyküye dönüşen, hikayenin kahramanı çilekeş kadın, kelimenin tam anlamı ile çocukları için saçını süpürge eden bir anneydi. Acı-tatlı pek çok anı ve hatıranın olduğu bu uzun soluklu evliliğinin büyük kısmında onca çocuk ve kocasına hizmet ettiği yetmezmiş gibi, bir de kayınbaba ve kaynana kahrı çekmek zorunda kaldı. Hangi birine yetişeceğini zaman zaman şaşırsa da o her zaman insanüstü bir çaba ve güçle kendisine dayatılan zorlukların üstesinden gelmesini bildi. 

             İç Anadolu’nun o geniş bozkırında Kızılırmak boyuna serpişmiş bulunan Heciban Aşireti’nden her Kürt kadının kaderinde olduğu gibi hayatın getirdiği onca zorluk onu ıskalamış olamazdı. Bu sıkıntıları çekmesi, altından alının boncuk boncuk teri ve akı ile kalkmasını elbette ki, en güzelinden bildi. Pes etmedi. Direndi. Bütün ailesini kararlılıkla ayakta tuttu. 

             Her şeyden önce bir anneydi o. Hem de cefakar bir anne. Ömrü hayatında dişini tırnağına takıp nelere katlanmadı ki, saymakla bitmez. Ama, onun bu sıkıntılı, cefa yüklü uzun süreçten dişe dokunur bir şikayeti olmadı, kimselere serzenişte bulunduğu asla görülmedi. Kaderim deyip boyun eğdi. Yeri geldiğinde kelimenin tam anlamı ile " kan kussa da kızılcık şerbeti içtim," dedi. Çocukları büyüyüp serpildikçe, onlarla duyduğu, yüreğini sızlatan gururu da aynı oranda büyüdü. Bütün ailelerde olduğu gibi, onun gözbebeği çocukları da birbirinden farklıydı. Her biri ayrı bir dünya ve ayrı hikayeleri vardı. Ama o bu oldukça kıymetlilerinin dünyalarını da hikayelerini de ölesiye seviyordu. Hiçbir ayrım söz konusu değildi. Her annenin hissettiği gibi, her evladı onun bedenin vazgeçilmez birer parçasıydı.

             En belirgin özelliği de bütün sevecenliği ile baktığı ve İç Anadolu bozkırında Kürt köylerinde bulunan kadınlarda nadir rastlanan zümrüt gözleriydi. Belki biraz ürkekçe, ama yine de insanın içine doğru nasıl da derinlemesine ve güzel bakardı. Bu tropikal orman yeşili gözler bakışları ile yüreğinizi delip geçse de bundan rahatsızlık duymaz ve en küçük bir serzenişte bulunmanıza gerek kalmazdı. Bu bakışların sonrasında insani bir güzellik ve hoşlukla baş başa kalmanız kaçınılmaz olurdu.

             Şerbetli, güzel ve akıcı anlatımlı yöresel Kürtçesi de bir o kadar seçkin ve ayrıcalıklıydı. Bu yıllar yılı baskı görmüş yasaklara maruz kalmış kadim dilde duygularını ne de güzel anlatırdı. Her kelime adeta bal batımına girer çıkar, dinleyenlerin kulaklarında melodiler doluşurdu. Bu arada her ne kadar onun gözleri orman yeşili olsa da kocası Hüseyin’in gözleri de boncuk mavisiydi. Bu evlilik yeşilin ve mavinin o güzelim tonlarının tatlı tatlı bakışmasının birlikteliğiydi. Adeta bir orman ve denizin birbirine kavuşmasıydı. Sanki ormanlar, kırlar, bahçe ve bağlar her tondan yeşilliği kucaklayıp geldi. Gökyüzü, denizler, okyanuslar, dereler ve ırmakların kucağında ise maviliklerinin bütün tonları vardı. Ama birlikteliklerinde bu denli büyük güzellik olmasına karşın, arada büyük bir aşkın olduğu konusunda fazla iddialı olmamak gerekir. Her şey kendiliğinden ve doğaçlamaydı. İç Anadolu’daki, o zamana ait çoğu  evliliklerde olduğu gibi bu birliktelikte de bir bilinmeyenli bir denklem olan aşkın beklenmesi nafile olurdu. Sanki o zamanlar aşk bu diyara pek de uğrak vermemiş gibiydi, insanlar bu büyülü duygu yoğunluğundan bihaberdi.

             Her anne gibi çocukları söz konusu olunca kaygılıydı. Üç oğlu ve iki tane de kızı vardı. Hani Ankara’da zamanında evleri veya okutma imkanları olmadığından hiç değilse yaşça da küçük olan iki oğullarını okumaları için mücadele etti. Ankara’nın Balgat semtinde kiraladıkları küçük bir gecekondu evine okula gidecek olan oğulları Nihat ve Fikret ile yerleşti. Onları okullarına büyük kaygılar ve yaralı umutları ile gönderdi. Okul dönüşü telaş içinde dört gözle yollarını bekledi. Onlara yemekler yaptı, elleri ile çamaşırlarını çitileyip yıkadı. Hani ütü gibi herhangi bir lüksü olmasa da en azında ilim irfan yoluna koyulmuş olan oğullarının üst ve de başları temizdi. Karınlarının tok, sırtlarının pek olması için kendince didinip durdu. Bir anne olarak yüreğinin bu konuda rahatlamasını çok önemsiyordu. Evet, çocukları okuyacaklar ve devletin, büyük kurumlarında, büyük adamlar olacaklardı. Bu konuda hiçbir şüphesi yoktu ve oldukça umutluydu. O da bu uzun, ince ve zahmetli yolda anne olarak üzerine düşeni yapmalıydı ve bu uğraşı onu mutlu kılıyordu.

             O zamanlar ellili yaşlardaki zümrüt gözlü bu annenin o sıkıntılı günleri geçen zamanla birlikte kısmen de olsa geride kaldı. Kocasının işleri biraz daha yoluna girdiği gibi oğulları da onun umut ettiği gibi okullarını bitirip iş güç sahibi oldular. Onların iş güç sahibi olmaları ekonomik olarak da ellerinin biraz daha bollaşması demekti. Bu da onların var olan kısıtlı imkanlarını ortadan kaldırıyordu. 

         Derken araya kovalamaca oynayan yıllar girdi. Evlilik çağına giren oğulları Nihat ve Fikret de dünya evine mutlu birer evlilikle adımlarını atıp girdiler. Zamanla da çoluk çocuğa karıştılar. Böylece Bênaz teyze de torun sahibi oldu. Mutluluğuna diyecek yoktu. Nasıl da farklı bir duyguydu torun sahibi olmak. Evet annelik oldukça güzel bir duyguydu, ama sanki torun sahibi olmanın hissiyatı bir tik daha mı ağır geliyordu, ne? Doğrusu bunu tartacak herhangi bir tartı aracı da bildiği kadar ile yoktu. Yine de en iyisi bu karşılaştırmayı yapmamak daha mı iyi olacaktı. Sonuçta en mantıklısı evladın yerinin başkalığı ve torunun da yerinin başka oluşuydu. Bu konu üzerinde kafa yormamak gerektiği gibi, biraz da hassas bir konuydu.

             Torun torba deyip tam rahata erip çocuklarının mürüvvetini, torunlarını büyümesini gözlemleyip bütün bu doyumsuz güzelliklere tanıklık etmek varken. Hiç beklenmedik bir anda amansız bir hastalığa kapıldı. Görünen o ki, bu ağız dolusu bir tatla daha yeni yeni yaşadığı hazdan elini eteğini çekmesi gerekiyordu. Oysa her şey ne kadar da güzel ve aynı zamanda mükemmeldi. Ama kendisinden gizlenen hastalığının vahameti konusunda kulağına ulaşan bilgilerden; durumunun hiç de iç açıcı olmadığını seziyordu. Yapılacak bir şey yoktu. Bu dünyada kendisine sunulan süre buraya kadardı. Anlaşılan yolun sonundaki o meşhur ışık ha göründü, ha görünecekti. Her şeyden bir çırpıda elini eteğini çekmesi gerekiyordu. Çocuklarını, kocasını, akrabalarını, sevdiklerini ve komşularına veda etme zamanıydı. Kaçınılmaz son kendisini nasıl da dayatmıştı. Ötelesen ötelenmez, kovsan kovulmaz, git desen duymaz, gitmezdi.

             Çocukları ve kocası Hüseyin durumu biliyorlardı. O nedenle çocukları annelerine uzun zaman ayırıyorlar, son demlerinde onun dizinin dibinde biraz daha kalmak, o zümrüt gözlerinin içinde biraz daha kaybolmak ve onun annelik şefkatini biraz daha yüreklerine süzülmesini ve ona olabildiğince doymak istiyorlardı.    

             Son saatleri gelmiş yaklaşmıştı. Bu her halinden belli oluyordu. Hastane odasında bütün aile toplanmıştı. Üzüntüleri çok fazlaydı. Her aile ferdi kendisine en yakın bulduğu bir insanı, bir anneyi, bir eşi kaybediyordu. Kanı, canı ve bütün varlığı ile hayatlarında olan bir insan nasıl bir anda yok olurdu? Bunun izahı yoktu. Bugüne değin de olmamıştı. Bu sır perdesi hiçbir zaman için aralanmayacaktı. Her ölüm erken ölümdü. Dünyaya ve yaşama bütün zorluklarına rağmen doyum olmuyordu. 

         En son oğlu Fikret hastanın odasına girdi. Oğlu gözyaşlarına hakim olamıyordu. Ama annesi onu bu halde görmemeliydi. Elini yüzünü yıkadıktan sonra derin bir nefes aldı ve hasta yatağında boylu boyunca oturan annesinin yanına geldi. Bênaz teyze zümrüt gözlerini aralamaya çalıştı. Gelenin oğlu Fikret olduğunu anlamakta gecikmedi. 

             “Fikret... oğlum sen misin?”

             “Evet anne benim.”

             Fikret usulca annesinin yanı başına oturdu. Annesinin elini tuttu.

         Bênaz teyze oğlunun elinin soğuk olduğunu fark etti. Ürperdi. Bakışları usulca oğlunun üzerinde yoğunlaştı.

             “Oğlum elin neden bu kadar soğuk? Sakın hastalanmayasın. Havalar soğuk, çok ince giyiniyorsun. Kurban olurum sana, kendine dikkat et. Gözüm arkada kalmasın!”

             “İyiyim anne bir şeyim yok. Hasta değilim. Sen bunu dert etme şimdi. Bak gör; en kısa sürede iyileşeceksin. Yine en kısa sürede hep birlikte köye gideriz. Bir iki ay kalırız. Köyün temiz havası sana daha iyi gelecektir. Akrabalarımız ve köydeki komşular seni merak ediyorlar. Senin için dua ediyorlar. Peki sen iyi misin, ağrın var mı?”

         Fikret oturduğu yerde dönüp annesinden cevap gelmediğini görünce, telaşlandı. Bênaz teyzenin kolu o an kırılan bir dal gibi usulca yanına düştü. Oğlu olup biteni anlamakta gecikmedi. Bir anda kelimenin tam anlamı ile dünya başına yıkıldı. Dünya durdu. Büyük bir sessizlik oldu. Devasa bir boşluk oldu. Her şey bir anda anlamını yitirdi. Hiçbir şeyin kıymetiharbiyesi kalmadı. Fikret’in içini kasıp kavuran tarifsiz bir acı kapladı. Hayatında kendisini bir anda bu kadar çaresiz, yenik ve yapayalnız hissetmemişti. Annesinden cevap alamamıştı ama annesi son anında, o haliyle oğlu hakkında nasıl da kaygılanmıştı. Anne yüreği durmuş ve bir anda ağlama sesleri ile bütün aile zümrüt gözlerin kapandığı odaya doluşmuşlardı. İnsanlığın acısını bir türlü azaltamadığı dünyaya yeterince doyamadan bir anne daha veda etmişti.   

 

 

Kudelstaart, 6 Eylül 2022

 

5 Ocak 2022 Çarşamba

"İNCİRLER OLANA KADAR"




"İNCİRLER OLANA KADAR"

 

Türkiye ve Yunanistan'ın arasında safir taşı mavi bir gerdanlık misali süzülen Ege Denizi kıyılarında yayılan cennet topraklarda, kış ve bahar mevsimleri ellili yılların son yıllarına denk gelen, o yılda da bu diyarlarda zıt ikili olmadıklarını kanıtlamak için bir kez daha güzelce kol kola girdiler. Kış, gözlerden uzak diyarlarda estirdiği soğukları bir tarafa bıraktı, bu coğrafyadaki nazlı bahara her zamanki gibi içten bir şefkatle "Ooy kıyamam ben sana," deyip kıyamadı, onun coşkusuna dokunmamaya, incitmemeye, üzmemeye ve sarsmamaya özen gösterdi. Nezaketle yere doğru gerdan kırıp baharı buyur etti. Şerbet tadında esen, baskın meltem rüzgarları dört bir yanı dağı, taşı, tepeleri, dereleri, ovaları ve her türlü bitkiyi sevgili gibi okşadı. Kış mevsimi Ege insanını soba, odun ve kömürle uğraşmak gibi bir sıkıntının içine sokmadı. Hele de mart ayında, onların kazma ve küreklerine el insaf deyip yaktırmak gibi bir yeltenmesi hiç olmadı. Bu alet ve edevatın depolarında olduğu gibi kalmasını bir kez daha yeğledi. 

Öykümüzün geçtiği İzmir’in Tire ilçesinde de kış mevsimi, erkeklere kapılarının arkasına astıkları buruşuk kareli ceketlerini ve kadınlara da çeyiz sandıklarında, kendi el emekleri, göz nurları, ördükleri renk renk yünlü yeleklerini çıkartıp iki hafta, bilemediniz üç hafta giydirdi. Bu kol kola iki mevsim bir yumurtanın ikizi gibi değillerse de adeta az farklılık gösteren iki kardeş gibi benzerlikler gösterdi.

Torbalı yolu üzerinde bir tepeliğin hemen yamacında meşe ormanlarıyla kaplı geniş ovalık bir yerde yaklaşık yüz elli yıl önce buraya göç eden Yörükler tarafından kurulan Karatekeli Köyündendi Halis. Köy gözleri rahatsız edecek kadar yeşillikler içinde kaybolmuş-yeşil, yeşil zümrüttü. Ailenin daha sonraları bu güzel Yörük köyünden Tire'ye taşınmasının ardından, Halis burada itfaiye eri olarak işe başladı. Her ne kadar taşınmanın ardından;

Kendi aralarında, “Tire’ye geldik gari, gari demeyelim gari,” deseler de ailece ayrı gayrı gözetmeden "gari" demeyi sürdürdüler. Artık çakı gibi bir itfaiye eri olan ve evlenmeye hazır olan Halis, Tire’de büyükçe bir bahçeli evde babası Hayrı Efendi, annesi Ganime Hatun, iki erkek ve bir kız kardeşi  ile yaşıyordu. Ganime Hatun, evlilik yaşına gelen büyük oğlu Halis için etrafı kolaçan edip gelinlik kız arayışına girmişti. Oturdukları mahallenin yan mahallesinde bulunan Buğday Dede Camii imamı İsmail Hocanın kızı Saniye’nin methini duydu. Küçük oğlu Hasan ile İsmail Hocanın hanımı Şaziye’ye haber saldı. Ziyaret gününü ayarladı. Yatağında defalarca “Fatiha suresi ve Ayetel Kürsiler” okudu, üfledi. Sabah ola hayır ola! Allah elbette yar ve yardımcısı olacaktı. 

Hayata sıkıca tutunan, tuttuğunu koparan ve kazara yere düşmesi halinde dahi yerden bir avuç toprakla ayağa kalkan bir kadındı, Ganime hatun. Görücüye gitme günü hemen ertesi gündü. Öğle sonrası yola çıktı. Ganime Hatun her ne kadar sigara içmese de İsmail Hocanın evi kendilerine bir değilse de iki sigara içimi uzaklığındaydı, soluğu koştura koştura tez elden İsmail Hocanın evinde aldı. Kapıyı alacaklı gibi tıklattı demek yerinde olur, alacaklıydı, çünkü kızlarını oğluna alacaktı. Maviye boyalı ahşap bahçe kapısını, “Kim ooo? Kim oooo? Geldim... Geldiiimm...” diye söylene söylene Şaziye Hanım açtı. Karşısında uzaktan tanıdığı Ganime Hatunu görünce, söylenmeyi bıraktı. Onun ne için geldiğini anında anladı. 

İsmail Hoca evde değildi. Saniye ve annesi evde yalnızlardı. Ganime Hatunun da geleceğini bildiklerinden anne-kız birlikte çayın yanında sunmak için kek ve kurabiye yaptılar, evlerini temizleyip havalandırdılar. Dışarıdan cam kenarına Vita yağı tenekelerine ektikleri küpe ve selluka çiçeklerine su verip bakımlarını yaptılar. Çiçekler adeta kendilerine geldiler, yaprakları yeniden yeşile boyandı, ev sahiplerinden memnun, gülümsediler. Kedileri Mırmır’ın ayak altında dolanmaması için karnını doyurup bahçeye saldılar. Mırmır canına minnet duvar dibinde yere sıkıca kök salmış olan incir ağacının gövdesine yayıldı ve evi gözetlemeye koyuldu.

Ganime Hatun kendisine gösterilen baş köşeye oturdu. Bu sırada gelin adayı Saniye’de gelip saygıyla elini öptü. Ganime Hatun müstakbel gelinine üsten ve alttan rahatsız eden bakışlarla baştan ayağa bütün hatlarıyla tekrar tekrar süzdü.  İlk izlenimi “Evet, Saniye çok güzel olmasa da çirkin de değildi." Ama oldukça saygılıydı ki, bu onun nezdinde kocaman bir puandı.

 Ganime Hatun göreceğini gördükten sonra ikna olmuş ve evine gitmek üzereydi. 

            “Maşallah ağacınız da çok güzelmiş. Bayağı yaşlı olmalı.”

            “Evet, incir ağacı. İncirleri ballı olur. Kocam İsmail Hoca ona gözü gibi bakar. Keşke incir zamanı olsaydı ve siz de tadabilseydiniz. Artık kısmetinizi incirler olana kadar bekleyeceksiniz. Bundan sonra daha çok görüşürüz nasıl olsa. Hayırlısı ile akraba da oluruz.” Şaziye Hanım, Ganime Hatun'a cevap verdikten sonra geniş bir gülümsemeyle yeniden dinlemeye koyuldu. Kızı Saniye ile ilgili duyacaklarını yüreğinde çarpmalarla merakla beklemeye koyuldu.

            “İnşallah. Ne yalan söyleyeyim, Saniye kızımızı çok sevdim. Belli ki, iyi bir aile terbiyesi almış. Ancak, elimizi bu hayırlı iş için biraz daha çabuk tutalım ve incirlerin olma zamanını beklemeyelim derim.”

            “ Dediğiniz gibi hayırlısı. Kapımız size her zaman açık. Biz de sizi daha iyi tanımayı çok isteriz. Buyurun gelin.”

            Dışarıda gökyüzünün deniz mavisi boyasını birileri silmişti. Boncuk mavisinin yerini göğü pamuk şekerini andıran bir gün batımı kaplamıştı. Mırmır hala incir ağacının gölgesinde uzanıyordu. Kapının açılması ile gözlerini kırpıştırmalarla açtı. Bir an Ganime Hatunla göz göze geldi. Onu daha önce bu evde hiç görmemişti. Her nedense Ganime Hatunun bakışlarından pek hoşlanmadı. Gözlerini yeniden yumdu. Bu sırada bahçe duvarının dibinde çalılıkların altında dinlenmekte olan kirpi Mujik de merakla burnunu yukarılara kaldırıp baktı. Mırmır kediyi incir ağacına serili görünce merakını bastırdı ve yeniden çalılıkların arasına kayboldu. Çünkü Mırmır kedi kendisine biraz kırgındı. Kazara Mırmır kediye dikenleriyle acı vermişti. O nedenle onun bahçede salınmadığı zamanlar, oklarının savaşçı haşmetiyle boy göstermeyi yeğliyordu.  

            İncir ağacının büyüklüğü ve görkemi Ganime Hatunun da dikkatini çekti. En nihayetinde oğlu Halis’i gönül rahatlığı ile baş göz edeceği bir kız bulmuştu. Yol boyu bunun hayalını kurdu. Fakat Şaziye Hanımın evinde içtiği çaylar da onu iyiden iyiye rahatsız etmeye başlamıştı. Keşke evden çıkmadan önce tuvalete gitmiş olsaydı. Eve kadar çişini tutması her zamanki gibi imkansız görünüyordu. O nedenle daha başına bir işler gelmeden uygun bir evde ivedilik gösteren bu lanet bir dayatma halindeki ihtiyacını bir an evvel gidermeliydi. Yoksa sular seller halinde işler sarpa saracak, ele güne rezil olacaktı.

Etrafına bakındı. Bu mahallede de hiç tanıdığı yoktu. Tam başına geleceklerin paniğiyle telaşla etrafına son kez bakınırken, evinden çöp atmak üzere dışarı çıkan genç bir kadını gördü. Utana sıkıla kadının yanına geldi.

“Çok affedersiniz ama size bir şey sorabilir miyim? Benim çok acil bir şekilde tuvalete gitmem gerekiyor. Çişimi daha fazla tutamayacağım. Evim uzak. Aksi halde daha fazla dayanamayacağım.”

“Tabii, buyurun. Evde de kimse yok. Rahat edebilirsin.”

“Sağ olun. Sağ olun...” diye söylenen Ganime Hatun tuvalete kapandı. Çok geçmeden büyük bir rahatlama ile dışarı çıktı. Tam genç kadına ağız dolusu teşekkür ediyordu ki, kapıdan sarışın genç bir kız  içeri girdi. Genç kızın güzelliği karşısında şaşkına dönen Ganime Hatun gözlerini bu güzellikten alamadı. Meraklı bir halde bakan Ganime Hatun’u gören genç kadın kendilerini tanıştırmak zorunda kaldı.

“Teyzeciğim bu yeğenim Aysel. Ben halasıyım. Benim adım da Kezban.”

“Çok memnun oldum. Benim adın da Ganime. Tekrar sağ olasın. Hadi görüşürüz. Sağlıcakla kalın.”

Ganime Hatun yol boyunca gelin adayı Saniye’yi ve Aysel’i karşılaştırdı. Baktığında Aysel, Saniye’den çok daha güzeldi. İyisi mi oğluna Aysel’i istemesi daha iyi olacaktı. Saniye yedekte kalsındı. Hem Aysel oğluna daha çok yakışırdı.

Evine geldiğinde, Şaziye Hanımın bahçesindeki ihtişamlı ağaca kıyasla, kendilerinin cılız kalmış incir ağacına erkenden tüneyen sarı gözleri sürmeli bir İshak kuşu art arda öttü, hemen sonrasında kanatlarını çırpmalarla uzaklaştı. Bu iyiye delaletti. Güzel şeyler olacaktı.

Ganime Hatun tez elden kollarını sıvadı. Bütün becerisini bir araya getirip planlamalarını yapmaya başladı. Bir ay sonra Halis ve Aysel nişanlandılar. Bir kaç ay sonrasında da dünya evine girdiler. Onlara bi güzel düğün eyledi. Kendi eliyle kazanlar dolusu çakıldak, keşkek ve heybeli çorbası yaptı. Kapının önünde bereketli olsun diye koca koca "inarları-narları" yerlere atıp kırdı. Misafirlerini alnının akı ile ağırladı. Damat Halis körüklü çizmelerini çekip zeybek oynadı. Dillere destan bir düğün oldu.  

Ganime Hatun oldukça mutluydu. Bütün dallarına adeta kuşlar konmuş ve onu bulutlarda gezdiriyordu. Düğün sonrası en büyük keyfi, gelini Aysel’e sık sık seslenmek oldu.

“Aysel geliinnn... Huraya (buraya) beri gel gayri. Bene bi gayfe yapıver gayri.” Mutlu çiftin hayatı “gayrilerle” devam etti. En güzeli de çiçeği burnunda damat Halis, karısı Aysel gelinin uzun saman sarısı saçlarını kapıldığı büyük bir aşkla her sabah kendisi tarar ve sevgiyle bakar oldu. Aysel gelin de her sabah kocası Halis'e ve kaynanası Ganime Hatuna zeytin, "topan ve çamur peynirli" mis kahvaltılar hazırladı. Gülümsemeleri hep büyükçe kaldı. 

Ganime Hatunun o an dayatan ve muktedirliği tartışma götürmeyen çişi pek çok güzelliğe vesile oldu. Bu evlilikten üç erkek, dört kız dünyaya geldi. Yine aynı çişin sonucu doğanlar da evlendiler ve Ganime Hatunun çişi yeni evlilikler ve boy boy yeni çocukların doğmasına sebebiyet verdi. Mutlu olmaları için "çok amin" diyen sevenleri olduğundan, çok mutlu yaşadılar, "gari."  

 


Amsterdam, 5 Ocak 2022

20 Aralık 2021 Pazartesi

REBETİKO AŞK





REBETİKO AŞK

 

“Askerler hiç görmedikleri krallar için savaşırlar”  Homeros

 

Deniz, bir anda karşısında kıpırtısız duran Nefeli’nin Ege Denizi’nin maviliğini andıran maviş gözlerinin içine durdu. Gamzelerinin küçük çukurlukları bir anda içini hoş etti. Kendisini kaybetti, uzay boşluğunda olduğu hissi ile nerede ve kim olduğunu unuttu. Kulakları uğuldadı, başı dönmeye başladı. Neye uğradığını kavramakta şaşakaldı. Tüm çabasına rağmen toparlanamadı. Nefeli’nin fersah fersah derinlikteki mavi gözlerinde kulaç attı, üst üste vurgunlar yedi. Bedeni hepten felç oldu. Ayakta duran bir heykele dönüştü. Karşısında bugüne değin görmediği tarifsiz bir güzellik vardı. İlk düşündüğü, kelimenin tam anlamı ile "Hiçbir anne bu güzelliği bugüne değin ne doğurmuş, ne de doğuracaktı." Başka türlüsü olası değildi.

Deniz’in bakışlarından Tanrıça Artemis mi, Afrodit mi, yoksa Hera’nın mı torunu olduğu bilinmeyen tanrıça güzelliğindeki Nefeli de alabildiğine etkilendi. Aynı baş dönmesi, güzeller güzeli on sekiz yaşındaki Yunan kızı Nefeli'yi de sarıp sarmaladı. Karşısında, nereden geldiğini bilmediği, bıyıkları yeni terleyen, filinta gibi genç onun da başının dönmesine ve yüreğinin neredeyse boğazında atmasına, nefes alamaz hale gelmesine neden olmuştu. Yüreğindeki heyecan, kalaylı bakır bir tencerede kaynayan sütün taşması gibi köpürmelerle dolup taştı. Duygularını kontrol altına alamadı. Bütün bu olup bitenlerin apansız nereden ortaya çıktığına anlam vermekte zorlandı. Yaz ortasında soğuktan titreyen bir serçe misali, bütün bedeninin tiril tiril titrediğini hissetti. Süklüm püklüm utandı. Buna bütün gücü ile engel olmaya çalıştıysa da yapamadı. Daha çok bir titreme tuttu. Aynı zorlukları karşısındaki gencin de yaşadığını gördü. Bu onu biraz olsun rahatlamasına yetti. Farkında olmaksızın büyükçe gülümsedi. Deniz de kendisine tatlı tatlı gülümsedi.

Yıllardır yapılageldiğinden, yılın bütün yorgunluğunu sırtlanan yaz aylarında, daha on dokuz yaşına yeni giren, ömrünün baharındaki Deniz, annesi Şule Hanım ve babası Yasin Bey için yaz tatillerinde mutlaka Ege ve Akdeniz tarafında, Türkiye’ye yakın bir Yunan adasına gitmek, bir gelenek halini almıştı. Bu yıl için Sakız Adasını seçmişlerdi.

Karı koca oğulları Deniz ile birlikte Çeşme’den feribotla Sakız Adası’na geçmişler ve Chios’da önceden ayırdıkları mütevazi bir otele yerleştiler. Şehrin birbirine açılan, ancak küçük bir arabanın zorlukla geçebileceği dar sokaklarında, güzel küçük dükkânlar yer alıyordu. Bu dükkânlardan biri de Nefeli’nin babası Spiro’ya aitti. Spiro şarküteri dükkânına mal almak için toptancıya gittiğinden dükkânını kızı Nefeli’ye bırakmıştı. Deniz, ailesinin kaldığı otelin az ilerisinde, Kanalaki sokağındaki Nefeli’nin bulunduğu bu dükkâna bir kaç şey almak için gelmişti. Ama bu geliş öyle sıradan bir geliş olmadı. 

İngilizceyi çok iyi konuştuğu halde kekelemeye başladı. Nefeli de ondan farksız değildi. Sonunda karşılıklı titremeler, kekelemeler ve yüreklerinin gümbürtüleri ile alacaklarını aldı. Tam dükkandan çıkmak üzereydi ki, Nefeli bütün cesaretini topladı ve yine titreyen sesi ile Deniz’e sordu.

“Ada da mı kalıyorsunuz?”

“Eee... Evet az ilerideki Filoxenia Hotelde annem ve babamla kalıyoruz.”

“Ne kadar kalacaksınız?”

“Sanırım iki hafta kadar.”

“Ne iyi. İstersen sana adayı gezdirebilirim. Adayı iyi biliyorum. Ailem adanın yerlilerinden. İlginç yerler göreceğine emin olabilirsin.”

“Gerçekten mi? Çok sevinirim. İstersen aldıklarımı hotele bırakıp hemen gelebilirim. Teklifin için çok teşekkürler. Çok naziksin. Duygulandım!”

“Tamam. Babam da zaten birazdan gelir. Dükkânı ona bırakırım. Seni tanıdığıma çok mutlu oldum. Benim adım Nefeli.”

“Benim adım da Deniz. Ben de çok ama çok mutlu oldum. Bekle lütfen. Koşa koşa gidip geleceğim.” 

Deniz bi koşu anne ve babasına gitti. Aldıklarını onlara verdi. Yüreğindeki coşku ve heyecan çok bariz bir şekilde görülüyordu. Meraklı gözlerle bakan anne ve babasına kısaca kesik kesik nefes alıp verdiği cevabına, büyükçe bir gülümseme de ekledi.

“Yunanlı bir arkadaş edindim. Onunla adayı gezmeye çıkacağız. Ben hemen gidiyorum. Sizi ararım, beni beklemeyin.” Şule Hanım ve Yasin Bey oğullarının heyecanına bir anlam veremediler. Ardından merakla bakakaldılar. 

Deniz tez zamanda soluğu Nefeli’nin yanında aldı. Nefeli’nin babası kaytan bıyıklı Spiro da gelmişti. Nefeli dışarıda  Deniz’i bekliyordu. Birlikte Spiro'nun arabasına bindiler ve adayı gezmek üzere yola çıktılar. Yol üzeri bir caféden iki tane frappé  kahvesi aldılar. Deniz bu buzlu soğuk kahveyi daha önce de içtiği için biliyordu. Direksiyonda ehliyetini yeni almış olan Nefeli vardı. Dar sokaklardan dikkatle ilerlediler. Nefeli, Deniz’i Chios şehrinin dışında dağlarda küçük köylere götürmek istiyordu. Ona bu hoş kokulu adada sakız ağaçlarını, ağaçlardan akan reçineleri (mastika) ve damla sakızının nasıl yapıldığını gösterecek ve hoşça vakit geçirmek için elinden geleni yapacaktı, ki elinden gelen başka bir şey daha vardı. Bu duygusunu örtbas edemedi. Hiç çekinceye kapılmadan, sol eli ile direksiyonu tutarken, sağ eli ile de Deniz’in elini tuttu. İkirciklenmeden Deniz’in eline sıkıca yapıştı. Sonrasında yanaşıp yanağına tatlı bir öpücük kondurdu. 

Dağlar alabildiğine sarp ve yüksek, yollar kıvrım kıvrım keskin ve virajlıydı. Ehliyetini yeni almasına rağmen Nefeli bu yollarda oldukça deneyimli gibiydi. Virajlara yaklaştıklarında, o zamanında yavaşlıyor ve yola devam ediyordu. Yol boyunca Deniz de taze sevdiğinin eline sıkıca yapışıyor ve büyük bir hayranlıkla ona bakıyordu. Herşeyin bu denli çarçabuk gelişmesi onu şaşırtsa da durumdan oldukça memnundu. Bir süre sonra şehrin tamamen dışına çıktılar. Gözlerinin gördüğü dört bir yan, altları beyaz topraklı sakız ağaçları ile kaplıydı. Dağ taş sakız ağaçlarından geçilmiyordu. Deniz, dere tepe demeden her tarafa serpişmiş küçük küçük köylere hayranlıkla baktı. Beyaza boyalı şiirsi köy evleri, zümrüt yeşilin arasından beyaz inciler gibi ortaya çıkıyordu. Adanın özellikle yükseklerinde Türkçe radyoların sesi daha çok duyuluyordu. Ve Türkçe bir şarkı tatlı tatlı yeni sevgililerin kulaklarına ulaşıyordu.


"Kuşlar içimden, düşümden uçmuş.

Yani derinden, derinden

Dostlar kafamdan, yaşamdan kaçmış

Yani derinden, derinde..."  (Barış Diri)


Bir tepenin zirvesinde durdular. Arabadan inmeleri ile çabukça yan yana geldiler ve birbirlerinden yıllarca yıl ayrı kalmışlar gibi sıkıca sarıldılar. Sanki bir kaç saat önce değil de onlarca yıldır tanışıyorlarmış gibi bir duyguyla, sıcaklıkla el ele sakız ağaçlarından bir tanesinin altına geldiler. 

Nefeli gösterdiği ağacın erkek olduğunu söyleyince, Deniz oldukça şaşırdı. Arkadaşının az ilerideki ağacın da dişi olduğunu söylemesi ile bu her iki ağacın da birbirinden gerçekten erkek ve dişi misali farklı olduğunu gördü ve Nefeli’ye hak verdi. İlk defa bir ağacın erkek veya dişi olduğunu duyuyordu. Köyleri, oradaki yaşantıyı ve insanları çok merak ediyordu. Her köye gidip Nefeli'nin insanlarını ve kendilerine çok da uzak olmayan Nefeli'nin insanlarının kültürünü daha çok tanımak için sabırsızlanıyordu. Nefeli'nin yanında olması ona güven veriyordu. Onu çok sevmişti.

Deniz akşam geç vakit otele döndü. Şule Hanım ve Yasin Bey her ne kadar oğullarını merak ettilerse de onu rahatsız etme taraftarı olmadılar. Oğullarına güvenleri tamdı. Haliyle Deniz otele ağzı kulaklarında çok mutlu döndü. Olup biteni anne ve babasına coşkuyla anlattı. Nefeli’nin kendilerini sabah evlerine, anne ve babası ile kahvaltıya beklediğini söylediğinde her ne kadar şaşırsalar da bir taraftan da bu hoşlarına gitmedi değil. Adadan yeni insanlar tanımak onlara da iyi gelecekti.

Ertesi sabah yaptırdıkları bir çiçek buketi ile kız istemeye gider gibi, Nefeli’nin evinin yolunu tuttular. Baba Spiro ve karısı Zoe Hanım kendilerini çok candan karşıladılar. Anne ve baba çok neşeli, şen şakrak, hoş insanlardı. Spiro gözlerinin içindeki neşe ve gülümseme ile bıyıklarını burdu, onları sevecenlikle buyur etti. Anne Zoe ise kollarını açtı, yüksek sesle, "Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz." dedi. İnsanlar, özlerinde olması halinde, bu kadar güzel de olabiliyorlardı.

Tokalaşmaların ve tanışmaların ardından geciktirmeden hazır olan kahvaltı sofrasına geçtiler. Şule hanım kahvaltı masasında Nefeli’den gözlerini alamadı. Yasin Bey de gözlerinin altından Nefeli’yi süzmeden edemedi. Onların beklediğinden ve Deniz’in anlattığından çok daha güzeldi o. Deniz de Spiro Bey ve Zoe Hanım’ın yüreğinde yer yaptı. Baba Spiro müstakbel damadı ile durmadan şakalaştı, sırtını sıvazladı.

Olayların bu kadar çabuk gelişmesi her iki aileyi şaşırtsa da diğer yandan, gençlerin bu anlatılmaz mutluluğunu görüp durumdan şikayetçi olmak yerine, bizzat memnun olmuşlardı. Her iki aile de birbirlerini çok sevdiler. Onlar da sanki çok önceden tanışıyorlarmış gibi bir duyguya kapıldılar. Bu güven veren bir duyguydu. Spiro, Zoe ve Nefelie en kısa zamanda İzmir’e gelip onları ziyaret edeceklerine dair sözleştiler.

Deniz ve Nefeli iki hafta boyunca her gün akşama kadar birlikte oldular. Sayılı günler pek çok güzellikle çarçabuk geçti. En nihayetinde ayrılık vakti gelip çattı. Çok hazin bir an olsa da İzmir ve Sakız Adası’nın arasındaki mesafenin çok fazla olmaması, onlar için teselli oldu. 

Homeros’un da söylediği gibi; yüzlerce yıldır, Yunan ve Türk halklarından belli kesimlerin oluşturdukları ve görmedikleri kralları için savaşımları, tanrıçalar güzelliğindeki Nefeli’nin ve filinta delikanlı Deniz’in güzelim aşklarına ne muhteşemdir ki, bu kez engel olamadılar. Onlar görmedikleri kralları için değil, yüreklerini kaplayan güzel aşkları için savaştılar. Görmedikleri krallar ve önyargılılar sakız ağaçlarına sakız aksın diye atılan çiziklerden onlara atamadılar. Yüreklerini kanatamadılar, acıtamadılar. Zafer aşkının oldu. 

Her türlü engeli bertaraf ettiler. Bir araya gelmek için insani duygularla dolup taşan yüreklerini ortaya koydular. Bu aşkın güzelliği karşısında bütün engeller geride kaldı. Her iki tarafın anne ve babaları da çocuklarının muhteşem mutluluklarına gölge düşmemesi için onların arkasında dimdik durdular. Nefeli yirmi iki, Deniz de yirmi üç yaşına geldiklerinde evlenip Sakız Adasına yerleştiler. Aileler dost ve akraba oldular. Bir yıl sonra dünya tatlısı bir kızları oldu. Adını Şule Zoe koydular. Dillere destan birliktelikleri esnasında Nefeli Türkçe, Deniz de Yunanca öğrendi. Çokça bir sıklıkla birbirlerine “segapo ve seni seviyorum” der oldular. Böylelikle dünya iki insanın aşkı ve  mutluluğuyla daha bir renklendi, güzelliğe bezendi. Mutlu oldular.

 

 

Asterdam, 21 Aralık 2021

 

25 Kasım 2021 Perşembe

BİLO




BİLO

 

“Elinden geleni yaptıktan sonra,

hala olmuyorsa, sıra ayağından geleni yapmakta;

gitmek gibi mesela.”      Sunay Akın

 

 

Adını her ne kadar ballı şekerlemelere bandırıp kendisini kısaca Bilo olarak tanıtsa da asıl adı Bilal’di. Kendilerinin arzusu, adının kısaltılması, şirin delikanlı olarak şekerlenmesi yönünde olduğuna göre, o halde biz de onun gönlünü hoş tutalım ve öykümüzün başından itibaren kendilerine Bilo olarak hitap edelim. Perde sonuna kadar açılsın ve gurbetçi Bilo’nun hikayesi başlasın. 

Seksenli ve doksanlı yılların cazip furyası, bir yolunu bulup tez elden yurt dışına sıvışma modasıydı. Bu moda kaçış furyasına kapılan pek çok insan gibi Bilo da doğduğu toprakları terk etmek zorunda kaldığı yıllar, ülke insanının hayatı alışılageldiği üzere her geçen gün, daha bir zorluklara doğru hızla evriliyordu. Ülkede insan yaşamı tam anlamı ile katman katman halkın üzerine üzerine geliyordu.Varsıl olmayan, büyüklüğü hatırı çokça sayılacak oranda sayılacak olan kesimin çokça aşinası olduğu ise “bugünün, dünü çok bariz bir halde mumla aratmasıydı." İnsanı onursuz kılan şirazesi hepten kaymış yoksulluğa bodoslama gark olan halk huzursuz, mutsuz ve aynı zamanda biçareydi. Zaten ondan öncesinde de hükümranlığını süregelen kömür karası yazgı adaletsizliğiyle bir değişiklik göstermiyordu. Öyle gelmiş ve fora yelken tam gaz öyle de gidiyordu. Yoksul insanların serzenişi ayyuka çıkadururken, işsizlik diz boyu, pahalılık katlanılır gibi değildi. Ülkenin mavi göğünde “gezen tavuklar” misali dolaşım halinde olan kara bulutlar, yumurtlamadıkları bir yana; insanların çehrelerindeki gülümsemeyi hepten siliyor, küçük çukurluklardan oluşan gamzeler yüzlerde kayboluyor ve onları daha da asık suratlı kılıyordu. Bu oldukça karamsar tablonun sergilendiği üç tarafı denizlerle çevrili geniş alanda, daha yirmi beşinde tığ gibi bir delikanlı olan Bilo da soluğu bir Avrupa ülkesinde almak ve mümkünse, bir yerlere kapağı atıp orada kalıcı olmak istiyordu. Burada kalması halinde kendisi için biçilmiş, ama doğru olmayan bir hayatla cebelleşip duracaktı. Bunu yaşanır bir hayat haline getirmek de oldukça zor olacağa benziyordu. Onun da her derde çare olan nane ile limonun dahi iyi gelmediği sıkıntıları vardı. O nedenle gitmeliydi. Belki de uzaklara, ta uzaklara gitmeliydi.

Geçen zamanla birlikte yurt dışına çıkmak üzere gereken koşulların, bir anda oluşması ile Bilo da derin soluğu, daha yeni edindiği gıcır gabardin paltosunun iç cebine koyduğu otuz sekiz sayfalı pasaportunu, anne, baba ve kardeşleriyle helalleşmesinin ardından, bindiği bir Boing 777 Türk Hava Yolları uçağı ile laleler ve sarışın Maria'ların diyarı Hollanda’nın Amsterdam kentinde, elbiselerini tıkıştırdığı siyah bir valizin ağırlığı altında eğilip bükülmelerle aldı.

Bilo’yu havaalanında yakınları karşıladı. Yakınları ile hasretlik gidermesinin ardından, beraberinde getirdiği “pılısı ve pırtısını” geldikleri evde kalması için gösterilen bir odaya yerleştirdi. Artık yaban elde o da soluk alıp veriyordu. Önünde çözmesi gereken çok fazla sorun vardı ki, bunlardan en önemlisi oldukça yabancısı olduğu bu yeni ülkede konumunu legal kılmaktı. Bunun için de sadece iki yol vardı. Ya burada belli nedenlerle iltica etmesi veya bir kadınla evlilik yapmasıydı. Bu iki durumun dışında bir de öğrencilik yolu ile buradaki konumunu geçici olarak kalıcı kılabilirdi, ancak bunun için de belli bir harcama yapması gerekirdi. Bunu yapmaya gabardin paltosunu satsa da imkanları elvermeyeceği gibi yakınlarının da buna durumu çok da elverişli değildi.   

Dünya şehri Amsterdam’da sonbahar mevsiminin son günleriydi. Hollanda’ya geleli iki hafta kadar bir zaman geçmiş, Bilo bulunduğu ortama daha tam olarak alışamamış olmasına rağmen, şans eseri arada bir yüzünü gösteren bir iki son pastırma yazı günleri, onun dışarı çıkmasına ve etrafı biraz tanıyıp kolaçan etmesine yardımcı oldu. Alışık olmadığı, bir anda bıçak gibi inen kara akşamlar ve yağmurun aşık olduğu bu topraklara günlerce durmaksızın usul usul kıl inceliğinde yağması da onu şaşırtmaya yetti. Görünen o ki; henüz yeni adım attığı yaban elde kış sert geçeceğe benziyordu. Çeşitliliği çokça olan ağaçtan düşen sonsuz sayıdaki yaprak yerlerde ve özellikle de parkların içinde birbirleri ile kesişen patika yollarda en usta ressamın tuvallerini kıskandırır cinstendi. Bütün dünyada olduğu gibi bu ressamlar ülkesinde de en büyük ressam doğanın bizzat kendisiydi. Her mevsimde böylesi güzel manzaraların birbirinden güzel farklılıklarla kendiliğinden oluşması ile dünyanın en büyük ressamlarından Vincent van Gogh ve diğerleri gibi dehalar da haliyle eksik olmuyordu. 

Günler hızla geçiyor ve artık Bilo’nun da Hollanda’da kalıcı olmak için bir şeyler yapması zaruri hale geliyordu. Evlilik gibi bir durum, Bilo her ne kadar iyi bir kazanova olsa da bu kısa sürede gerçekleşeceğe benzemiyordu, her şeyden önce hatunların lisanını bilmiyordu. Geriye tek çözüm geçici bir müddet için de olsa öğrencilik yolu ile legal bir statüye kavuşmaktı. Bunun için yoğun bir lisan kursunu takip etmesi gerekiyordu. Gerekli koşulları yakınlarının yardımı ile oluşturdu ve bir yıllık geçici bir oturum sahibi oldu. Hollandaca lisanı oldukça zordu. Gecesini gündüzüne katıp çok çalışması kaçınılmazdı. Ne yapıp edip maddi külfeti de büyük olan öğrenci statüsünden çıkıp kalıcı bir oturma müsaadesini elde etmeliydi. Bunun tek yolu da evlilikti. O nedenle öğrenci konumunu geçici de olsa zorluklarla sürdürüp evlilik için bu diyarda şöyle eli yüzü temiz bir hatunu bütün cazibesini kullanımla ikna etmeliydi. Aynı zamanda bunun zeminini yaratması, kollarını sıvazlayıp,  uygun hatunu bir an evvel bulması şart olmuştu.

Hollandaca kurslarına yoğun devam etti. Kurs boyunca tek ders alıyordu ki, o da malum Hollandacaydı. Fakat bu ders dört ayrı bölüme ayrıldığından Bilo dönem karnesinde çok çabalamasına rağmen bölümlerin hepsinden zayıf notlar aldı. Bu yakınları tarafından “Bilo bir dersten dört zayıf getirdi,” olarak alay konusu oldu. Ama onun umurunda değildi. Zaten bu statüye geçici gözüyle bakıyordu. Bir an evvel evlilik yolu ile konumunu daha sağlam ve kalıcı hale getirmeliydi. Tek çözüm buydu.

Bu nedenle çevresinde bulunan yakınları ve dostları böylesi birisi için etraflarını kolaçan edip aramaya başladılar. Çok geçmeden Hoorn şehrinde bulunan Bilo’yu iyi tanıyan ve ona yardımcı olmak isteyen karı-koca Ahmet ve Zeynep mahallelerinde çocuklarının okulunda müstahdemlik yapan Hollandalı bir bayanı bu birliktelik için uygun buldular. Bu konuyu Bilo’ya da çıtlattılar. Bilo çok sevindi. Bu çöpçatanlığı dostlarından bir an önce yapmaları için sabırsızlıkla beklemeye koyuldu.

Hollandalı bayanın adı Maria idi, güzel yüzlü, ancak dünyada kapladığı hacim boyutu doksan beş kilo ağırlıkla biraz fazlacaydı. Maria’nın gönlü yapıldı ve sonrasında Bilo ile buluşmaları için gerekli randevu ayarlandı. Maria’nın aile boyu olması her ikisi için de fazla bir sorun teşkil etmiyordu. Görüşmenin hemen ardından her ikisinin de gönüllü olduğu görüldü. Bir hafta boyunca her gün görüşen yeni çift kısa süre sonra da Bilo’nun Maria’nın evine taşınması ile de yeni bir boyut kazandı. Mutluydular. İyi vakit geçiriyorlar, gülüyorlar ve eğleniyorlardı. Kısa sürede birbirlerine alışmışlardı. Oturum meselesinin halledilmesi için biraz daha zamana ihtiyaçları vardı. Bu adım atıldıktan sonra gerisi de çorap söküğü gibi gelecekti.  

Lakin bir süre sonra evdeki hesabın çarşıdakiyle hiç de uyumlu olmadığı görüldü. Yaklaşık bir ay gibi bir zaman birlikteydiler.  El ele güle oynaya birlikte evlerine geldikleri bir gün, posta kutusunda buldukları bir mektup bütün huzurlarını kaçırdı, onları tedirgin etmeye yetti. 

Bilo’dan önce Maria mafya ayaklarına takılan Şükrü adlı, belalı biri ile üç yıl birlikte olmuştu. Bunu Bilo’ya söylemeyi sakıncalı bulan Maria ketum kalıp bu konuya hiç değinmemişti. Şükrü yaklaşık beş aydır kodesteydi ve daha bir süre orada yatması gerekiyordu. Bilo ile Maria’nın birlikteliğini gören belalı Şükrü’nün yakınları bu durumu hemen kendisine duyurmuşlardı. Şükrü bunu duyar duymaz küplere bindi. Adeta kudurdu. Hücresinin parmaklıklarına var gücü ile asıldı, bu kalın demirleri aralayıp duruma müdahale etmek için saatlerce çırpındı. Lakin bunu başaramadı. Sonunda büyük tehditler içeren bu mektubu kendisinin eski, Bilo’nun yeni yavuklusu Maria’ya yazmıştı. Her an hapisten kaçıp soluğunu bu iki mutlu kaçamağın ensesinde alması an meselesiydi. Maria onu aldatmamalıydı. Bunu kabullenemezdi. O nedenle yeni yavuklu çift ayaklarını denk almalıydılar. Durum bir hayli vahimdi.     

Ayrılmaya karar verdiler. Birlikteliklerinin son günüydü. Kopma vakti yaklaşıyordu. Maria kafasını usulca Bilo’nun kucağına koydu. Boncuk mavisi gözleri ile Bilo’nun kestane gözlerinin derinliklerine durdu. Bilo'nun esmer yüzüne büyük bir gülümseme yayılsa da gözlerinde gidip gelmeyeceğini ifade eden bakışlar vardı. Maria beklemediği bir anda kendisi için çıkıp gelen bu genç adamı çok sevmişti. Bakışları ile onu ne kadar sevdiğini ve olup bitenden dolayı özür dilediğini söyledi. Oldukça üzgündü. Uzun uzadıya büyük bir kederle baktı, baktı... Buraya kadardı. Yapabileceği bir şey yoktu. İstememesine rağmen sevdiceği Bilo, “yolcu Abbas” olmuş, bağlasa da o yanında kalmayacaktı. Haksız da değildi. Çünkü, Şükrü oldukça belalı biriydi. Bu durumu hazmedemez ve başlarına olmaz işler açardı. Bilo’nun uzaklaşması hem kendisi, hem de onun için daha iyi olacaktı. Maceraya atılmaları onlar için kötü sonuçlara doğurabilirdi. Acıyan yüreğini bastırmaktan başka çaresi yoktu. Bilo da üzgündü. Aslında Maria çok iyi bir insandı. Ona da yardımcı olacaktı. "Yandı keten helva!" Şimdi umutlarının sahibinden ayrılıyordu. Yüreğindeki utku son buldu. Birlikte olmalarının önündeki engeller oldukça yüksek burçluydular.

Bilo daha fazla zaman kaybetmek istemiyordu. Bu tehlikenin her an yaklaşması demekti. Tez elden eşyalarını taşımak için uygun bir minibüsü olan ve abisi gibi gördüğü Kerem’i aradı. Kısaca meramını anlattı. Kerem abisi, çok anlayışlı ve yardımseverdi. Onunla hemhal oldu. Eşyalarını elbirliği ile çarçabuk minibüse yüklediler. Zaten fazla da eşyası yoktu. Hepi topu bir kaç kitap, elbiseleri ve ufak tefek eşyalardan ibaretti. Bilo, Maria’sı ile uzun uzun kucaklaşıp vedalaştı. Bu onunla son kucaklaşmasıydı. Ne yazık ki, rengini bilmediği, gözleri kör olası kaderinin önüne bir kez daha geçememişti. Ters bir akıntıya kapılmıştı, bakalım akıntı onu nereye götürecekti. Gabardin paltosunun düğmelerini çözdü. Ön tarafta Kerem abisinin yanına oturdu. Maria yumuk elleri ile durmaksızın el salladı. Bilo da başını önüne eğdi ve o da el salladı. Bir ara Kerem abisinden utanır gibi oldu durakladı ve el sallamayı bıraktı. 

Büyük bir köprüden geçiyorlardı ki, Bilo önce minibüsün arkasına yerleştirdiği eşyalarına ve ardından da direksiyondaki ağabeyi Kerem’e hüzünle baktı. Ardından da geldiği yörede çok revaçta olan Kırşehirli Çekiç Ali’nin bir türküsünü mırıldandı.

“Sarı yazma yakışmaz mı güzele
Sarardı gül benzim de
Döndü gazele of of

Aman ben gidiyom da
Sen yarini tazele, tazele.

…………………………...”

         Sevdiğiceği üzerinde kendisine pek yakışan sarı montu ile geride kalmıştı. Onun belalı da olsa, eskisi ile yeniden tazeleyeceği yari belliydi ve Dersimlilerin dediği gibi; "Maa... Odur orda bekliyordu." Oysa Bilo doksan beş kilo ağırlığında, hacimli sevdiceğine bir karahindiba tüyü gibi üfleyip uzaklaşmıştı. Maria dosyası henüz yeni açılmışken kapanmak zorunda kaldı. Bilo da yeni bir yar tazelemesine açıktı. Adaylar tehlike içermeyen hayat öyküleri, bir fotograf ve ikametgah ilmühaberi ile başvuruda bulunabilirlerdi.                          “Buyurun sıradakiii… Parayla değil sırayla!”

 

Amsterdam, 25 Kasım 2021

 

 





22 Ekim 2021 Cuma

ARPACIK KUMRUSU





ARPACIK KUMRUSU

 

 

“Bir sarhoşun gazete 

kağıdına sararak içtiği 

şarap gibi seviyorum seni.

Ulu orta, ama gizli gizli.”   Can Yücel

 

Hava nasıldı? derseniz. Sıcaktı. Yürüdü... Sıcak havada ağır adımlarla yürüdü. Birkaç adım daha yürüdü ve olduğu yerde apansız çakılıp kaldı. İçinden; “İşte bu olur.” dedi . Sevincinden bir bağırmadığı kaldı. Kollarını çocukça çırptı. Yüzünde görülür görülmez bir tebessüm yayıldı. Olan neydi? Ne olacak? Kopuk bir uçurtma gibi kah uçup kah yerlere çakıla çakıla geldiği harman yerinde, bu sıcak yaz gününde üzerine oturmak için aradığı ve nihayet bulduğu büyükçe bir taştı. Bunu hep yapıyordu. Ne zaman kendisini sıkıntılı hissetse buraya gelirdi. Bu düz ve yoğun ayrık otları ile kaplı düz alan, ona kendisini iyi hissettiriyordu. Üzerine oturmayı planladığı taş düz ve kocamandı. Her yanı bahar aylarından kalma nemin etkisiyle zümrüt rengine donanmıştı. 

Çok vakit kaybetmeden, bir arpacık kumrusu gibi yeşil taşa oturdu. Etrafına usulca bakındı. Kimseler yoktu. İnler ve de cinler belki de top oynuyorlardı. Ama o onları göremedi. Onun göremediği Camili Köyünün harman yerinde inlerin ve cinlerin maçı, 3-0 cinlerin galibiyeti ile devam ediyordu. Maçın bitmesine dakikalar vardı.

Çıt çıkmıyordu. Kendisini boşlukta hissetti. İnsanı içine alan, sarıp sarmalayan sıcak bir boşluk. Etrafta tembelce kanat çırpan birkaç eşek arısının vızıltısı duyuluyordu. Bu vızıltıların haricinde, harman yeri adeta ölü sessizliğindeydi. Eşek arıları buradaydı, ama hatırı sayılır çokluktaki Camili Köyünün cümle eşekleri her ne hikmetse bugün harman yerinde değillerdi. Eşek arılarından biri kulağının ardına konmaya cesaret ettiyse de o zamanında yumuk eli ile onu kovdu. Derken bir diğeri bedenine cesurca konmaya yeltendi, İsmo vızıltılı ve şeffaf kanatlı bu küçük yaratığı bu kez de kovmasını bildi. Aksi halde o sivri iğnesini bir yerlerine sokması halinde günlerce acı çekecekti. Üstelik de annesinden bir güzel azar işitecekti. Öyle ya; “Eşek gibi ne işi vardı harman yerinde? Eşek arısı onu sokmasın da ne yapsın? Çünkü hak etmişti.” Anlat bakalım anlatabilirsen. Yüreğinin sızısını ve hissettiklerini annesine nasıl açabilirdi. Yüreğini annesinin avuçlarına koysa, "Aha anacığım buyur bak. Bak da oğlunun yüreğinde neler oluyor?" Anlamazdı. Annesi ve de babası bunu hiç yaşamamışlardı ki. Birbirlerine yakınları tarafında uygun görülmüşlerdi ve evlendirilmişlerdi. Onun için yüreğini açmanın bir faydası yoktu.  Açsa da o bunu elbette ki anlamanın uzağındaydı. “Oğlum senin daha yaşın başın kaç?" diye küplere binerdi. Belki de hemen babasına yetiştirirdi. Ondan sonra; "Ayıkla ayıklayabilirsen Tosya'nın risotto pirincinin taşını."

Harman yeri köyün hemen dışındaydı. Camili Köyünün eşekleri de dünyanın diğer kısımlarında yer alan arkadaşları misali, iştahla otlanmaları esnasında burunlarından art arda “fırrr fırrr” sesleri çıkarıp, bu saatlerde ayrık otlarını büyük eşek dişleri ile çatırtılarla koparıyor olmaları gerektiği halde, bu denli dalgın ve üzgün olmasına rağmen İsmo'nun da dikkatini çekmiş ve bugün görünürlerde bir tanesi dahi yoktu. İsmo elini siper edip eşekleri arandı. Çimlerin yüzeyinde kestane gözlerine tatlı bir menevişlenme belirdi. Bir an ürperdi. Az ileride bulunan köy ilkokulunun gölgelik duvar dibinde birkaç tanesini tembel tembel uzanır halde gördü. Görünen o ki; cümle eşeğin karnı toktu. Uzandıkları yerde keyifleri yerindeydi. Büyük cam gözleri ile birbirlerini süzüyor ve aynı zamanda sohbet ediyorlardı. Sohbet esnasında Katran Eşeğin anlattıkları ile hemfikir olmayan Kercan'ın serde olan eşekliği tuttu, ardından yüksek sesle uzun uzadıya anırıp konuya müdahale etti ve itirazda bulundu. 

“Hayır. Hayır bu asla kabul edilecek bir durum değil. Bence ortada büyük bir haksızlık var. Bendeniz Kercan Eşek olarak nerede bir haksızlık varsa, bunun karşısında durmayı şiar edindim. Güçlü dört ayağım üzerinde dimdik durur, kuyruğumu sallar, kulaklarımı diker, billur gözlerimi belertir ve gerekli olan tavrımı sonuna kadar koyar, direnirim. Kimseler kusura bakmasın. Sonra vay ben görmedim, vay ben duymadım, türünden sızlanmalar hiç olmasın derim. Hepinizin karşısında bunu söylüyor ve bunu duvarının dibinde olduğumuz ilim irfan okulunun bu gri duvarına da toynağımla altını çize çize yazıyorum. Katran Efendi bu tavrından bir an evvel vazgeçmelisin. Bunun sana zararı büyük olur. Kim alınırsa da alınsın. Vız gelir tırıs gider. Eşeklik büyüklüğü bende kalsın.” türünden uzun bir tiratta bulundu. Çok hiddetli görünüyordu. 

Sıcaktı. Yakıcı güneşin etkisiyle İsmo’nun dolgun yanakları İzmir narı gibi kızardı. Ama sıcaklık onun umurunda değildi. Daha on beş yaşına yeni girmiş ve bu yaşında Ankara’da oturan ve akrabalarının kızı Aslı’ya gönlünü kaptırmıştı. Aslı köyde evlerinde annesi ile bir hafta kalmış sonrasında da Ankara’ya evine dönmüştü. Bir hafta boyunca onunla dışarıda oynamış, gülmüş, sevinmiş, koşmuş ve çok çok mutlu olmuştu. Ama Aslı şimdi yanında değildi. Uzaklardaydı. Öyle ki sanki onu yüzyıl öncesinden tanıyor, ama daha dünkü gidişiyle de beş yüz yıldır ondan ayrıydı. Şu an elini uzatsa onun dalgalı saçlarında yumuk eli kaybolmayacaktı. Hayranlıkla baksa, harman yerinde üzerinde oturduğu yeşil taşı andıran Aslı’nın gözlerine duramayacak ve bu bozkırda beliren uçsuz bucaksız bir ormanı andıran gözlerinde kaybolmayacaktı. İşte bu harman yerinde şimdi, onsuz, bir taşın üstüne tünemiş halde yapayalnız ve bir başına kalakalmıştı. Dünya sanki boğazına yapışmıştı. O nedenle soluğu, kendisine iyi geleceğine inandığı bu harman yerinde almıştı. Burası her zamanki gibi genç, ama kederli ruhuna iyi geliyordu. 

Aslı’yı aklından atamıyordu. O her an, her saniye gözlerinin önündeydi. Gülümsüyordu. Çok uzun bir geçmişi olmayan hayatında hiç bir zaman bu denli mutlu olmamıştı. Mutluluğa boğuluyor, denizler ve ırmaklar gibi coşuyor, çağlıyor akabinde de derin bir yardan köpükler, sular ve seller halinde hızla aşağılara düşüyordu. Her düşüşün ardından ürpertilerle kendisine geliyor ve yeni coşma, çağlama ve uçurumlardan aşağı intiharı andıran düşüşlerinin önüne geçemiyordu. Mutluluğu her defasında zirve yapıyordu. Bir saniyesinin dahi geçmesini istemediği, birlikte oldukları bu hafta boyunca Aslı sürekli yanı başındaydı. Yumuk elleri onun kumral dalgalı saçlarında kayboluyor ve zümrüt gözlerinde kayboluyor ve o tutunamadan düşüyordu.

Çok sevmişti onu. Her ne kadar, ona sevdiğini söyleyemediyse de bunu hareketleriyle belli etmişti. O da onu sevmişti. Onunla aynı yaştaydı. Aslı’nın da onu sevdiğinden emindi. Sevmese o kadar kendisine yakın olur muydu? Bir de giderken o ok kirpikleri gizlediği gözyaşları ile top top olur muydu? Olmazdı elbette. O da kendisine karşı güzel şeyler hissediyordu. Aslı'nın kalbindeki yerini kapmıştı. O da seviyordu. Hem de yüreğinin en derininden. Bütün bunları düşünedururken nar gibi kızaran yanaklarının yanı sıra gevrek bir gülümseme de gelip yüzüne oturdu. Dünya o an bir bahar bulutu misali yumuşadı. Harman yeri güllük gülistanlık oldu. Dört bir yanı rengi renk kır çiçekleri sardı. Papatya, gelincik ve bin bir çiçeğe bezeli bir tarlanın ortasındaydı. Kendisine geldiğinde ne yazık ki, Aslı yine yanında değildi. 

Zorunlu okulların açılmasını bekleyecekti. Okulların yeniden açılmasıyla birlikte, o da Ankara’ya gidecek ve böylece yüreğini yangın yerine çeviren Aslı’sını her fırsatta görebilecekti. Böylece giden gelmez olmayacak. Bu korkudan da bir an önce arınmış olacaktı. O nedenle, ilk defa okulların bir an önce açılması için can atıyordu. Yaz tatilinin bir an evvel bitmesini istedi. 

Harman yerinde yavaş yavaş hareketlenmeler görüldü. Uzun bir karınca konvoyu dört bir yandan bulduğu tahıl ağırlıklı ganimetleriyle, askeri bir disiplin dahilinde yuvalarına dönüyordu. Okul duvarının gölgesinde pinekleyen eşekler tartışmalarına noktayı koydular. En nihayetinde aralarında uzlaşı sağlandı. Kercan Eşek liderleri olarak, diğerlerine haksızlıklar karşısında suspus kalmamaları konusunda uyarılarda bulundu, gerekli göz dağını verdi. Sessizce, Camili köyünde olup bitenlere bir kez daha göz atmak için merakla evlerin arasında kayboldular.  Ama İsmo’da herhangi bir hareketlenme olmadı. Tünediği taşın üzerinde, al yanaklarıyla kıpırtısız oturmaya devam etti. 

Akşam vakti sökün etmek üzereydi. Güneş bugün de telaşlı bir vedalaşma hazırlığındaydı. Karşıdaki irili ufaklı tepelerin ardına önce kızıl ışınlarını alabildiğine yaydı ve ardından da her tepeyle şehvetli öpüştü. Helallik istedi. Öyle ya, ola ki; “Gidip gelmemek, gelip görmemek vardı.”

İsmo’nun annesi Fate oğlunu her yerde saatlerce arandı. Konu komşuya sordu. Gören duyan olmamıştı. Bulamadı onu. En son harman yerine bakmak aklına geldi. Küplere binmiş halde, harman yerine doğru köy evlerini ardında bırakmıştı ki, oğlunu ileride karartı halinde gördü. Avazı çıktığı kadar kızgınlıkla bağırdı, çağırdı, küfürler savurdu. Duyan olmadı. Şaşkınlıkla oğlunun yanına geldi. Kulağına hızla yapıştı, koparırcasına kıvırdı. İsmo sol kulağının acı ile yandığını hissetti. Aslı’nın sıkıca tuttuğu elini, duyduğu acıya rağmen bırakmadı. Az ileride dikeldiği yerde İsmo’yu gözetleyen bir tarla faresi Fate’nin korkusuyla yuvasının derinliklerinde kayboldu. Akşam ezanı cami minaresinden köye dalga dalga yayıldı. Büyükcamili Köyünde bir kez daha gün akşam oldu.

 

 

Amsterdam, 22 Ekim 2021

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...