22 Haziran 2012 Cuma

DONDURMAM KAYMAK



DONDURMAM KAYMAK

          Varsılların akıllarına estikçe yaptıkları seyahatler de, kumar oynamaktan pek farklı deǧildir. Yeşil, mavi, ela, kahve ve kestane rengi parlayan gözlerini, göz kapakları ile perdeleyip, acaba nereye gitsem diye ani bir hareketle, masalarında bulunan bir ayak üzerine oturtulmuş olan, hüzünlü duran küreyi çevirirler. Büyük çoǧunluǧu dev su kūtlelerini sembolize eden maviliklerden oluşan, toprak paçraları haritalarının  yer aldıǧı yuvarlaklar, bilindiǧi gibi dünya kūresi olarak adlandırılıyor. Varsıllar diye adlandırılan kesim, ellerinin yordamı ile, her ne hikmetse onca aǧırlıǧı ile su ve kara parçalarını kolayca ve hızla çevirirler. Güzelim maviliklere kütleler halinde serpiştirilmiş, irili ufaklı birbirinden pek çok yönden farklı yüzlerce kara parçası çeşitli şekiller oluşturuyor. Onların el yordamı ile dūnyamızı kolayca çevirmesinden midir acep derim; hani zaman zaman başımızın olduk yerde dönmesi, depremlerin, tsünamilerin, su taşmalarının, dūz yolda onlarca arabanın birbirine  çarpması, erozyon ve diǧer felaketlerin yer bulması. Ganimet sahibi kişiler, mucizeler yaratan parmaklarının gösterdiǧi yere, hemen uçak biletlerini ayarlayıp, belirledikleri ülkeye doǧru yola çıkarlar.
          Sözünü ettiǧim bu kürede yer alan Avrupa kıtasının kuzey kesiminde, tam olarak belirleyecek olursak, Almanya ve Belçika’nın üst tarafına küçük bir kurbaǧa gibi yapışan, her an zıplayıp, baǧıracak görürünümü ile insanin yüreǧini aǧzına getiren Hollanda, hiç te azımsanmayacak bir güzelliktedir. Oyuncak misali döndürülen kürelere uzanan, parasal kaygılardan uzak; pamuk, ipek, kadife kumaşlarının yumuşaklıǧında olan parmaklardan bazıları, tesadüfen Hollanda’yı da gösterir. Ülkede yeterince güneş olmadıǧı gibi, iklim haliyle iyi bir tatile elverişli deǧildir. Çoǧunlukla yaǧmurlu bir hava hakimdir. Şikayet konusu olumsuzluklara, ülkenin güzel, deǧişik olması ve sınırsız özgürlükler ile tanınması baskın gelir. Bu nedenle su seviyesinden bazı yerleri dokuz metre  kadar aşaǧılarda bulunan, bu nemli küçük kurbaǧa şeklindeki ülkeyi görmek üzere dünyanın dört bir yanından insanlar akın eder.
          Diǧer Avrupa ülkelerinde olduǧu gibi onlarca yıl önce bu kurbağanın bir zamanlar açık olan aǧzından yüzbinlerce göçmen işçi, yüzlerce yıl sürdürdüǧü sömürgecilik geleneǧini, deǧişen dünya ile birlikte ardında bırakmak zorunda kalan bu ülkeye akın etti. Çok sonradan da olsa, tökezleyerek bir hayli tehirli gelen, kılıçsız, ama bavullu akıncılardan biri de benim. Yorgan sıkıntısının olmadıǧı duyumunu aldıǧımdan, sırtım yüklü deǧildi. İzniniz ile, lafı fazla dolandırmadan adımı bahşedecek olursam; bendeniz Çorum’lu Cabbar  Kızıl. Bir altmış beş boyundayım. Övünç kaynaǧım kıvırcık saçlarım, ilerleyen yaşıma raǧmen kömür karalıǧını koruduǧu gibi, güz mevsimini de pek yaşamıyor sayılır. Yaprakların büyük bir kısmı dallarında inatla asılı kalmaya devam ediyor.  Bu da beni ziyadesi ile mutlu kılıyor. Laf aramızda; Cabbar Kızıl denilen zat, ne ulu bir çınar oldu, ne de meyveye duran bir aǧaç. Bundan sonra da olacaǧı oldukça uzak bir ihtimal. Saat kırkından daha ilerilerde yol alırken, serzenişlerde bulunmanın da herhangi bir getirisi yok.                    
          Hanımım ile bu gurbetlik denilen diyarda “bir kör, bir Ayvaz” yaşıyoruz. Aǧzımızın tadı tam. Mutluluǧumuzu; boyumuz kısa da olsa yükseklerde bulunan raflarda tutmaya çalışıyoruz. Rafların her zaman tozları alıyor, kıyısını köşesini hercai menekşeler, boynu bükük olmayan laleler, yanına varılamayan dikenli, genç kız güzelliǧinde güller, mis kokulu sümbüller ve her türlü çiçek ile bezeyip, manzarayı elimizden geldiǧince, bilgi ve görgümüz dahilinde alımlı kılmaya çabalıyoruz.
          Yaban elin zorluklarını saymaya gerek yok. “Doǧduǧun yer deǧil, doyduǧun yer memleketin” dense de, edinilen doygunluǧun tadı tuzu kaçmış durumda. Mideye yollanan lokmalar, köklerimizin saldıǧı topraklarda olduǧu gibi zeytin yaǧı olup, akmıyor. Bir hüzün, bir ezilmişlik, penaltılardan üst üste atılan, küreleri bir kez olsun döndüremeyen, mucizevilik yoksunu parmaklarımızın sayısını geçen oranda yenen goller ile hazin bir yenilmişlik. Alışılageldiǧi üzre, gırtlaǧımızdaki üç boǧumu aşıp, gelen bütün keşkelerin ardından, “vatan saǧ olsun” demek adetten olmuş. Aklıma takılanı hep söylenirim; yahu vatan neden hep saǧ olsun. Dillerimize pelesenk ettiǧimiz bu söylem ile; vatanı da, dünyayı da hepten bütünü ile saǧ eyledik. Oysa o canım vatan bir de sol olsa ne ola ki? Hakikatlisinden olması halinde; kimselerin per perişan, ezik, yıkılmış, yamuk ve yenik olmayacaǧı mutlaktır. Tartışılmaz deǧerde olan insan onuru da, adına yakışan bir seviyede ve daha yūksek raflarda olurdu elbet.
          Hayatımızda yer alan pek çok olumsuzluǧun yegane nedeni, hep geldiǧi gibi giden, sülük misali yapışan “saǧ oldurulan vatanı” gösterirsek, kimselere haksızlık etmiş olmayız kanaatindeyim. Her an zıplayacak bir kurbaǧa göronümündeki bu ülkede, yıllardır gurbeti yaşamamız da, bu olumsuzluklardan biri tabii ki. “Ananı da al git” deyip, ülkeyi saǧ tarafa aldıkları, hasreti ile gönüllerimizin yandıǧı vatanı “hamutu ile götürüyorlar.” 
          Kendimizce bir yaşam sürdürme uǧraşısı içinde olduǧumuz bu minnacık ülkede öyle bir zaman geliyor ki, insan sıkıntıdan patlıyor. Yeknesaklık omuzlarımızda taşınamayacak kadar aǧır kum torbaları haline geliyor. Minik ülkenin her tarafı, birbirinin tıpkısının aynısı. İçinde bulunduǧumuz vaziyet bu olunca, fellik fellik gidip, içimizdeki buhranı bertaraf edecek, mekanlar aramak zorunda kalıyoruz. Gezilip görülecek bir yer olmasa da, ara sıra dünyaca bilinen “Ikea” maǧazalarına gitmek, son zamanlarda adetten oldu. Geçenlerde yine “hadi ne yapalım” derken, kendimizi bir kez daha Ikea’yı adımlarken bulduk. Almamız gereken bir kaç eşyayı alıp, ödemeyi yaptık. Bendenizde epey zamandır, “üzerinize saǧlık, afiyet” şeker hastalıǧıdır musallat oldu.İllet atsan atılmıyor, satsan satılmıyor. Genetik olduǧu söyleniyor. Ailede bol miktarda var. Şekerli şekerizadeler, şerbetligiller. Şansızlıǧın dik alası bu olsa gerek. Başkalarına yatlar, katlar kalırken, bize de söz konusu hastalık miras olarak gelip, çörekleniyor. Mirasyedi olarak elbette belli bir diyet uygulamak zorundayım. Şekerli gıdalar ile sık muhabbetim olmasa da, ara sıra mideyi hoş tutmak gayesi ile bu organa tatlımsı bir şeyleri, şekerizadeliǧin bir gereǧi olarak, oralarda şerbetlilik yaratmak için gönderiyoruz. Tam maǧazadan çıkarken insanların dondurma sırasına girdiǧini görünce, biz de girelim dedik. Aniden şekerim düşmüştü. Şekerizadeye tatlı takviyesi gerekiyordu. Servis yerinden aldıǧımız külahları, kendimiz makinadan dolduracaktık. Dondurmalarını alanlar dillerini çıkartıp, büyük bir iştahla alttan, üsten, yanlamasına yalıyorlardı. Yalayıcıların yüzlerine aynı anda büyük bir mutluluk yayılıyor, yüzleri gülüyordu. Kıvrımlı dilleri ile beyaz ve yumuşak lezzete üst üste darbeler indirip, doyuma ulaşan ulaşanaydı. Uǧrun uǧrun bakakaldıǧımız, bu muhteşem manzaralar öylesine baştan çıkarıcıydı ki, çok uzun sūredir böylesi bir lezzetten kendisini mahrum bırakmak zorunda bıraktıǧım bedenim beni benden alıp, gitti. Pek biçimli olmasa da, beni iki kulah dondurma uǧruna terk-i revan eden bedenimi yeniden edinmem için, öyle veya böyle, ama olabildiǧince kısa bir zamanda bu mucizevi yiyecekten tatmalıydım. Efendime söyleyeyim, lafı uzatmaya ne hacet. Biz de kulahlarımıza dondurmalarımızı doldurup, iştahla yemeye başladık. Dışarıdan göremediǧim yßzümde hissettiǧim tatlı karıncalanmalar, az önce tanıklık ettiǧim mutluluǧun, benim çehreme de yerleştiǧi kanısına vardırdı. Daha önceleri şekerli gıdaları çok az tüketmem gerektiǧini canım canım anlatan eşimden, dondurma yeme iznini de koparmıǧımdan çarçabuk yarıya kadar yedim. Nasıl yediǧimi isterseniz anlatmayayım. Bunu betimlemek için gözlem gerekir ki, insanın kendisini işine gelmediǧi zamanlar biraz zor mudur, ne! Dondurmalarını bizden önce alanlar, kahve servisinde olduǧu gibi, külahlarını yemeden, dillerini iyice uzatıp, yalıyorlardı. Ardından aynı kulah ile ikinci defa doldurup, var olan iştahlarına dur demeden, devam etmişlerdi. Hanımdan rica minnet, çocuklar gibi yalvar yakar müsade çıktı. “Sol olsun” o da beni ve sih atimi düşünüyor elbet. Büyük bir heves ile fazla zarar vermediǧim kūlahımı makinaya yerleştirdim. Makine külahımı alıp, doldurmak üzere yukarı çıkarırken, şişmanca görevli bir bayan elemanın arkamda belirdiǧini hissedip, ürperdim. Makinada kūlah yavanca yükselirken, izbandut - zebani kulaǧımın dibinde soluyup, iri eli ile külahımın yükselmesine mani oldu.
“Iyi ama beyefendi, bu kural sadece kahve ve meşrubatlarda geçerli. Dondurma için böyle bir şey yok. O yūzden buna izin veremem.” Neye uǧradıǧıma şaşa kalıp, aǧzım açık, külahı yandaki çöp kutusuna attım. Hanımdan okey almış olsam da, Ikea hunharca gaddarlıǧı ile buna engel olmuştu. Boynu bükük, görevli kadın ile o an nutkum tutulduǧundan, “külahları deǧiştirmeden” hiç bir şey diyememiş olmanın da süklüm büklümlüǧünün pişmanlıǧını sırtıma yük edip, kendimi sokakta buldum.
          O günden beri zaman zaman can sıkıntısı, bu kurbaǧa ūlkede sokūn etse de, aradan geçen uzun zamana raǧmen Ikea tarafına, travmalar yaşamayı göze alamadıǧımdan, yolumu düşürmedim. Bir yerlere sıkıca tutunmak gerekiyor, bazı parmaklar yer küreye uzanmaya görsün, o an yer yerinden oynuyor, art arda felaketler geliyor.
          Ne yapalım, elden ne gelir. Bizler de sıkılmaya devam edelim. Sanırsın dünyanın sonu geldi. Deǧil elbet. Oysa “vatan sol olsun”  demek ne güzel.

Aydın Yılmaz
Amsterdam, 22 Haziran 2012 

8 Haziran 2012 Cuma

HAREMDE BEŞ GÜN



HAREMDE BEŞ GÜN





          Oldukça güç koşullarda, annelerine büyük acılar verdirse de, doğumları ailelerini sonsuz bir mutluluğa boğdu. Hafiften al benizli, geniş alınlı, ince burunlu, iri elli, düzgün kaşlı ve uzun kirpikli olanına zazaca Sosen; esmer tenli, kömür karası düz saçlı, daha zayıfça ve parlak siyah gözleri bir yerlere takılı gibi kalan diğer bebeğe de Kamer adı verildi. Mazgirt ilçesinin Asman Köyünde, o yıl bahar mevsiminin en güzel haftalarından birinde Site ve Zerde analar, zümrüt meşe ağaçları, bin bir renkli kır çiçekleri, başı süt beyazı karlar ile kaplı sarp dağlardan ibaret köyleri ile sınırlı bir diyar olan dünyalarına, birer bebek getirdiler. Her iki anne de köyde birbirinin sırdaşı, yoldaşı ve en yakınıydılar. Yaşam çizgileri hep aynı paralellikte seyredegeldi. Kaderlerinin benzerliklerini belirleyen pek çok olayda olduğu gibi, anne olmaları da aynı haftaya denk gelmişti. Bundan sonra da onların bugüne değin sürdürdükleri can ciğer arkadaşlığının meşalesini, anne ciğerleri olan evlatları Sosen ve Kamer devir alacaktı. Öyle de oldu. Birlikte oynadılar, aynı okullara gittiler, siyasi görüş birliği gösterip, dünyaya aynı pencereden bakıp, kendilerince oluşturduklarıufuklarını, aynı renklere daldırdıkları fırçalar ile boyayıp, ahenk verdiler.
          İki kafadar aceleci adımlar ile havaalanının uçsuz bucaksız, geniş koridorlarında nefes nefese birbirlerine söz yetiştirerek ilerliyorlardı. Yıllar önce geldikleri Hollanda’dan, yüreklerini hüzün ve burukluğa boğan ayrılık zamanını geride bırakıp, ilk kez ülkelerine gidiyorlardı. Site ve Zerde anneleri, onları bağırlarına bastırarak, güç koşullarda, yoksulluk içinde büyütüp, bugüne getirmiş ve büyüyüp belli bir yaşa geldiklerinde de, her iki anne aynı anda göz bebekleri çocuklarının yurt dışına gitmelerine katlanmak zorunda kalmışlardı.
           Sosen ve Kamer başlarını döndürüp, yüreklerini sevinç ile dolduran, devasa bir pamuk yumağını andıran heyecan bulutuna birlikte binmişlerdi. Yerlerinde duramıyorlardı. Kalpleri göğüslerini ha deldi ha delecekti. Uçak ile olan yolculuklarına İstanbul’da aktarma yapmak üzere, Elazığ üzeri memleketleri Tunceli’ye gideceklerdi. Onlarca sevdiği insan dört gözden de pek çok daha çok gözle onları bekliyor, gelmeleri için zamanı ipler, halatlar ve zincirler ile çekiyorlardı. Zaman en çok da Site ve Zerda anneler için katlanılması güç bir kavram halindeydi.
           Geçmek bilmeyen saatler kaplumbağa hızı ile ilerleyip, gün akşam maviliğine gömülürken, beraberinde de Sosen ve Kamer adlı iki kafadarı bir koşu alıp getirdi ve sevdiklerinin hasret dolu kollarında buluşturdu. Yürekleri hasret ile dopdolu Site ve Zerde anneler, özlemlerini gidermenin yolunu oğullarına dakikalarca sıkı sıkı sarılıp, boyunlarını koklayarak giderdiler. Daha sonra oğullarının ellerinden tutup, biraz arkalarına doğru gerilerek, uzun uzun tepeden tırnağa yüreklerinin ince sızısı evlatlarını süzdüler. Tanrıya şükürler olsun ki, sağ salim ve sağlıklarıyerindeydi. Gül yüzleri gülüyordu. Bakışları sevecen ve insanın içini ısıtıyordu. Bu yörede hiç kimse “ağzında gümüş kaşık ile doğmadığına” göre, öyle veya böyle insanların ekmeklerini bir yerlerde kazanıp, bir baltaya sap olmaları gerekiyordu. Onların kısmetinde de başka diyarlar vardı. Kalplerini dağlayan ayrılık gelip, dayatsa da; galiba yapılacak bir şey yoktu. Canları sağ olsun da dağların, ovaların, denizlerin ardındaki, tatsız yaban elde, o bilinmeyen ürperti veren uzaklarda olsunlardı.Yakınlık uzaklıktan daha ürperti verici gibi geliyordu Site anneye. Sanki her birlikteliğin bir ayrılığı vardı. Oysa her uzaklık ise; bir kavuşmayı içinde barındırır. Elbet birgün kendi topraklarına dönerlerdi. “Gavurun sünnet düğününe” kadar gurbette kalmayacaklar. En nihayetinde dönüp, dolaşıp gelecekleri yer, yine bu atalarının diyarıydı.
           Sosen ve Kamer köylerinde iki gün kalıp, bütün yakınları ve köylüleri ile hasretlik giderip, uzun uzun bulundukları ülkeden, çalışma koşullarından, insanlarından, evlerinden ve arkadaşlarından söz ettiler. En geç akşam üzeri Tunceli’de olmalıydılar. Ertesi gün merakla bekledikleri Munzur festivali başlayacaktı. Pek çok arkadaşı ile orada sözleşmişlerdi. Anne ve babalarından izin isteyip, köy minibüsü ile Tunceli’nin yolunu tuttular. Çok geçmeden iyi bildikleri bu yolda binlerce meşe ağacını ve inişli çıkışlı onlarca tepeyi toz bulutlarının gölgesinde bırakıp,şehre ulaştılar. Palavra Meydanında diğer yolcular ile birlikte onlar da indiler. Meydana indiklerinde birbirlerine bakıp, gülümsediler. Onlar da bu meydan da pek çok siyasi tartışmaya şahit olmuşlardı. Az ileride Sevuşen’in heykeli dimdik ayaktaydı. Kamer kendi kendine; Tunceli’lerin çok farklı insanlar olduğunu düşünmeden edemedi. Öyle ya şimdiye değin daha hiç bir yerde delilerin heykelinin yapıldığı görülmemişti. Hemşehrilerinin bu farklılığından dolayı bundan gurur duyuyordu. Heykelin yanına gelince bu duygularını can yoldaşı Sosen’a da anlattı. Uzun uzun heykelin etrafında dolanıp, eski günleri yad ettiler. Onlara göre Sevuşen bir deli değildi. O bir veli, bir ermişti. Dünya ile her türlü bağlarını koparmış,mal mülk ve iktidar olma gibi kaygıları olmayan insanlardı. Hacı Bektaşı Veli çocukların ve özellikle de delilerin korunması gerektiğini söylüyordu. Şu an kaldıkları ülkenin büyük filozofu Erasmus, Hacı BektaşıVeli’den daha da ileri adımlar atarak aynen şöyle demiyor muydu;
“Delilik insan olmaktır, çünkü doğasına ve aldığı eğitime uygun olarak yaşayan kimse mutludur. Kendi doğal halinde yaşayan kimseye mutsuz denemez.” Evet mutsuz olan bir deliye rastlamak pek olası değildi. Çünkü onlara her gün ve an bayram.
           İki kafadar, Sevuşen’den, kendisine karşı içlerinde duydukları derin minnettarlık duyguları ile ayrıldılar. Bir an önce festival boyunca kalabilecekleri bir otel bulmaları gerekiyordu. Görünen o ki, otel bulmakta biraz zorlanacaklardı. Cadde üzerinde uğradıkları her iki otelde de yer bulmak mümkün olmadı. Başka otellere bakmak üzere Tunceli’de sokakları arşınlamaya koyuldular. Her il veya ilçede olduğu gibi burada da olmayan kavramların veya var olanın yok edildiği değerli kişiliklerin isimleri göze çarpıyordu. Cumhuriyet Caddesi, İnönü Sokak, Ata Sokak, Olof Palme Caddesi, Ahmet Arif Sokak, Çetin Emeç Caddesi, Turan Dursun Sokak, Bahriye Üçok Sokak, Prof. Muammer Aksoy Caddesi ve diğerleri. Festival için şehre yurt içinden ve dışından binlerce kişi gelmişti. Ortalık cıvıl cıvıl ve ana baba günü gibiydi. İlginin bu denli yoğun olması onları mutlu etmişti. Ülkenin dört bir yanından sanatçılar, edebiyatçılar ve konuşmacılar gelmişti.Şehrin her tarafında paneller, konserler ve şovlar düzenlenecekti. İki otele daha baktıktan sonra son bir otele tüm umutları yok olmuş olarak geldiler. Burası da doluydu. Ortalıkta yalnızca kadınlar gözüküyordu. Resepsiyondaki bayan görevli, Festival için gelen bir kadın kuruluşunun bütün oteli kiraladıklarını söyleyince, son umutları da ortadan kalkmıştı. Yalvar yakar, kendilerinin de Tunceli’li olduklarını, yurt dışından geldiklerini ve kimseye zararlarının olmayacağını boyunlarını bükerek, bir kez daha ricada bulundular. Bunun üzerine resepsiyon görevlisi menajeri olan kalın camlı gözlükleri ince ve biçimli burnunun en son noktasında kararlılık ile takılı duran, diğer bir bayan yardımcı olmak üzere çıkageldi. Bizim kafadarları tepeden tırnağa süzdü.
“Tunceli’li misiniz?” Sosen bir adım öne doğru yaklaşarak;
“Evet. Aslen Mazgirt’liyiz. Festival için Hollanda’dan geldik.”
“Öyle mi? Demek ta Hollanda’dan geliyorsunuz. En üst katta küçük bir odamız daha var. Gördüğünüz gibi otelimizde festival boyunca sadece kadınlar kalıyor. Sizlere güveniyorum.” Kendilerini süzmeye devam eden menajerin bu sözlerinden sonra, Sosen ve Kamer büyük bir sevinç ile kimliklerini çıkarmak üzere ellerini ceplerine götürdüler. Odalarına çıkarken, pek çok süslenmiş, birbirinden güzel kadın merdivenlerden gülüşerek, yüksek sesle konuşarak, inip, çıkıyorlardı. Kadınlar şaşkınlık içinde kendilerine bakıyorlar ve gizlice aralarında fısıldaşıyorlardı.
           Odalarına çıkan Sosen ve Kamer oldukça yorgun olduklarını hissettiler. Sabahın erken saatlerinde festival başlayacaktı. O nedenle erkenden yataklarına girip, uyudular.
           İki yoldaş sabah erken uyanıp, kahvaltı salonuna indiler. Bütün salon kadın doluydu. Yüksek sesle konuşuyorlar ve sabahın bu erken vaktinde kahkahalar ile gülüyorlardı. Salonda bulunan Sosen ve Kamer boş bir masaya ilişti. Bu sırada salonda bulunan resepsiyon görevlisi Hatice hanımda ortalarda dolaşıp, herkese yeteri kadar kahvaltılık verilip verilmediğini kontrol ediyordu. Bir yandan da sürekli Sosen’a bakıp, gülümsüyordu. Sosen da durumu fark etti. Suratı kıpkırmızı oldu ve bakışlarını, elindeki yumurtayı soymaktan vazgeçerek, yere indirdi. Aslında “bayram şekeri gibi” güzel, alımlı, akça pakça bir bayandı. Belki de yanılıyor olabilirdi. Kendi kendisine gelin güvey olmanın bir anlamı yoktu. Böyle olsa dahi hiç de bol olmayan cesaretini toplayıp, bu konuda girişimde bulunacak durumda değildi. Diğer kadınlar da Sosen ve Kamer’e ilgisiz değillerdi. Onlar da göz altından çaktırmadan kendilerini süzmüyor değillerdi. Fakat son şansları olan bu otele kabullerinde, kendilerine güvendiklerini söylemişlerdi. Daha medeni kalıp, bu güveni boşa çıkarmamak gerekiyordu. Bütün bu düşünceleri beyinlerinde taşımanın getirmiş olduğu ağırlık ile dalgın bakışlarının gölgesinde masadan kalkıp, festivale gitmek üzere yeniden, göz bebekleri olarak gördükleri Dersim sokaklarına daldılar.
           Sokaklar büyük bir insan selini; müzikler, dinletiler ve gündemin altını kalın çizgiler ile çizip, teyit eden konuşmalar ile ağırlıyordu. Hareket halindeki bu kitlenin içinde yüreklerinde umut, mutluluk, coşku ve özlem gidermiş olmanın gönül rahatlığı ile yer aldılar. Her şey doyumsuz güzeldi. Ev sahibi Tunceli tek kelime ile muhteşemdi ve kendisine yakışanı asil dokusuna uygun bir biçimde, narin ve alımlı bir gelin edasında diz büküp, başını eğerek en güzel şekilde yapıyordu.
           Gece geç saatlere kadar festivalin bütün etkinliklerini dolaşıp, karşılaştıkları tanıdıkları, arkadaşları ve akrabaları ile sohbet edip, ağızlarında yoğunlaşan tadın, tadını çıkardılar. Bitkin bir şekilde ayaklarını sürüyerek otellerine vardıklarında, resepsiyon görevlisi “bayram şekeri Hatice Hanım” kendilerini büyük bir coşku ve olanca kibarlığı ve sevecenliği ile karşılayıp, özellikle de sorularını Sosen’a yöneltip, uzun kirpilerini kırpıştırdığı gözlerinin derinliğine bakarak, festivali, etkinlikleri ve beğenilerinin ne denli olduğunu merakla sordu. Sosen mahcup bir edayla geçiştirip, yadsıyarak kısaca yanıtlar vermekle yetindi.
           Festival inanılmaz güzellikte, yoğunlukta, büyük bir şölen havasında geçiyordu. Günler ziyaretçilerin ve yerli halkın beğenisini alabildiğine cezp etti. Aynı ihtişamla gelecek yıl daha güzel bir organize ile, daha iyiye ve daha büyük bir kitleye seslenmek umuduyla bitti.
            Festival bitiminin ardından Sosen ve Kamer bir gün daha kalıp, Dersim ile olan özlemlerini giderip, biraz da dinlendiler. Sabah otelden çıkışlarını almak üzere çantalarını toplayıp, resepsiyona indiler. Hatice hanım yine her zamanki gibi, yerindeydi. Sosen’ı görünce gülümsedi, ardından da ağır bir hüzün perdesini getirip, güzelim gülümsemesini gölgeledi. Yapılacak bir şey yoktu. O kadın olduğu halde, Sosen’ın birbirinden güzel hercai menekşenin itina ile korunduğu bahçesine girip, demet demet çiçekler derlemesi için gerekli vizeyi bütün açıklığı ile sunmuştu. Karşı tarafın tepkisizliği kendisini rencide edip, yormuştu. O nedenle buraya kadar deyip, noktayı koymakta da geri kalmadı. Otel ücretini aralarında denkleştirip, ödediler. Kamer çok memnun kaldıklarını, her şey için teşekkür ettiklerini belirtirken, Sosen da “aynen, aynen...” deyip, Kamer’e katıldığını söyledi. Hatice hanım;
“Rica ederim, biz bir şey yapmadık. Biz de sizlerden memnunduk. Hatta sizlere alıştık. Otelimize her zaman için bekleriz. Sizlere birer tane de kartımı vereyim. Bakın Sosen Bey burada benim telefonum da yazılı. Yolunuz düşer veya herhangi bir ihtiyacınız olursa, lütfen çekinmeden arayın.”
“Tabi, Hatice hanım elbette geliriz. Tekrar teşekkürler.” deyip, Sosen kartı titrek eller ile alıp, mavi ve beyaz çizgili gömleğinin cebine koydu. Tam gitmek üzereydiler ki, Hatice hanım tekrar bir şeyler söylemek istediğini belirtti.
“Bildiğim çok güzel bir fıkra var. Giderayak sizlere bu fıkrayı anlatmadan edemeyeceğim, yoksa içimde kalır. Ha bu arada bazı şeyler vardır ki söylenmesi gerekir. Bu konuda Oğuz Atay şöyle der; 
"Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler; Ağzına dolar insanın. Sussan acıtır, konuşsan kanatır." Fıkraya gelecek olursak;
-Adamın biri bir gün uzak diyarlarda bir yere yolu düşer. Tanrı misafiri olarak en yakındaki bir evin kapısını çalar. Kapıyı evin beyi açar. Adam yatacak yeri olmadığını, kendisinin Tanrı misafiri olduğunu belirtip, kabul edilmesini söyler. Evin beyi, memnuniyetle kabul edip, adamı evine buyur eder. Yemekler yenilip, çaylar içildikten sonra sıra yatmaya gelir. Evin beyi, misafire kalması için üç seçeneğinin olduğunu söyler. İsterse kendi yatak odalarında, yani karı koca ile aynı yerde, ikinci alternatif olarak; misafir odasında veya bebeğin odasında da kalabileceğini söyler. Misafir, adamların odasında kalmak uygun olmaz. Bebeğin odasında da kalsam, bebek ağlar rahatsız olurum. En iyisi misafir odasında kalayım der. Sabah uyandığında evi güzel bir kahvaltının kokuları sarmış. Misafir elini yüzünü yıkamak üzere aranırken, güzeller güzeli bir içim su misali genç bir kız elinde ibrik leğen ve havlu ile çıkagelir. Misafirin gözleri kamaşır. Bakışlarını büyük bir şaşkınlık içinde genç kızdan alamadan; sen kimsin diye sorar. Kız da benim adım Bebek der. Tanışmak maksadı ile Bebek de misafirin adını sorar. Misafir başını sallayıp, ard arda; eşşekkk...eşşekk. der.”
Fıkrayı büyük bir ilgi ile dinleyen iki arkadaş, gülmekten kendilerini alıkoyamadılar. Sosen;
“Hakikaten de eşşekmiş.” deyip, yeniden hatır istediler. Köylerine gidip anne ve babaları ile vedalaşmak üzere köy minibüsüne binen Sosen ve Kamer, araç ince şose yolu zorlanarak tırmanıp, köyleri uzaktan gözükmeye başladığında, derin düşüncelere dalan Sosen, Kamer’e dönüp;
“Kamer, Hatice hanım o fıkrayı ve Oğuz Atay’dan alıntıyı anlatmakla ne demek istedi. Bir şey mi ima etmeye çalıştı, acaba. Sen öyle bu tür bir şey sezdin mi?”
“Yok Sosen, nereden çıkartıyorsun bunları. Kadın sadece bizi biraz neşelendirmek istedi, o kadar. Öküz altında buzağı aramanın alemi yok.”diyerek, köy meydanında duran araçtan indiler.
           Köy meydanında kendilerini bekleyen anne ve babalarına araya yeniden uzun yıllar girmiş gibi, uzun uzadıya özlem giderdiler. Site ve Zerda annelerin yüzü gülüyordu. Mazgirt ilçesinin Asman Köyünde küçük çaplı bir kavuşma bayramı yaşanıyordu. Sosen ve Kamer Amsterdam havaalanında bindikleri, özlem, heyecan ve mutluluk bulutuna yeniden binmişlerdi. Ama Sosen’in sağ eli sürekli gömleğinin cebinde, tam da yüreğinin üstünde yer alan kuşe bir kağıdı okşar haldeydi.


           

Amsterdam, 8 Haziran 2012






CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...