15 Kasım 2010 Pazartesi

MORUK MERKEP


MORUK MERKEP

Sahibim Kuyular Köyü’nden (Gundê Emera) Ömeri Sor’du. Ömeri Sor maddi durumu kötü olmayan, hayat dolu, şen şakrak, çokça çalışkan ve hayli espritüel bir insandı. Ben Kuyular Köyü’ndeyken  sahibim olan bu aile gece gündüz demeden kadın, çoluk çocuk, kız, oğlan, gelin ve damat kısaca herkes günün büyük bir kısmını çalışarak geçirirdi. Büyük bir aile olan Ömeri Sor’un ailesi, akşamları yorgunluktan bitap düştüğünden, herkes kendisini evin bir köşesinde bir yerlere zar zor atardı. Bu evde az bir zaman kaldığım halde acı tatlı pek çok anım oldu. Bunlardan bir tanesini affınıza sığınarak hemen anlatayım.
Bugünmüş gibi hatırlıyorum. O sıralarda sanırım daha altı aylıktım. Zekam ve hafızamla (huyum kurusun) söylemesi ayıp her daim övünmüşümdür. O halde lafı fazla uzatmadan ilginç bulduğum bu anımı izninizle sizlere de aktarayım.
Bunaltıcı bir yaz gecesiydi. Annemle gecenin ilerleyen bir vaktinde, evin duvarının dibinde biz de dinlenmeye çekilmişken, açık olan pencereden televizyonun sesi bangır bangır geliyordu. Tanıyanlar bilir Ömeri Sor çok komik bir adamdı. Televizyonda bir kadın spiker uzun uzadıya o gün de (cehenneme çevirdikleri bu dünyada) insanların birbirlerini nasıl katlettiklerini içeren, dört bir yandan ardı ardına gelen ölümlü haberleri okudu ve peşinden istiklal marşı ile program sona ererken, kapanış için yine aynı spiker:
“Sayın seyirciler yayınımız burada sona ermiştir, hepinize iyi geceler diliyoruz.” deyince; ben ve rahmetli annem boynumuzu olabildiğince ve merakla (fazlası iyi olmasa da) Ömeri Sor ne yapıyor diye uzattık. Spikerin seyircilere iyi geceler dilemesinin ardından, Ömeri Sor şöyle bir etrafına bakındı ve etrafta oğullarının, kızlarının, gelinlerinin, karısının ve torunlarının hepsinin ölü uykusunda olduklarını  görünce dayanamadı ve  herkesin uyuyakalmış olmasına hiddetlenip kalayı bastı:
“Ma ka boqe seyirciya geme (Kürtçede tercüme edilemeyen usturuplu bir küfür), qızım ne olursın sen onların kusuruna bakma, hepsi yatıyor, hadi sana da iyi geceler,” diyerek televizyonu kapatmıştı. Ben  ve rahmetli annem gülmekten kırılmıştık.
Ben mi? Kim miyim? Ha öyle ya kendimi tanıtmadan Ömeri Sor’u tanıttım. Hani Ömeri Sor da tanıtılmayacak gibi değildi. Duyduğuma göre o da Hakkın rahmetine kavuşmuş. Adından da anlaşılacağı gibi, kıpkırmızı bir adamdı. Lakabı da zaten Kırmızı Ömer anlamına geliyordu. Hatırladığım kadarıyla Ömeri Sor’un ve tüm sülalesinin saçları kiremit kırmızısıydı. Zaten bu sülaleye de Male Ser Soran (Kırmızı Kafalılar Sülalesi) diyorlardı. Bu arada ben kendimi tanıtmayı sürekli erteliyorum. Daha iyi, biraz beni merak etmiş olursunuz. Neyse yine de acıdım size.
Çünkü bir hayli yufka yürekliyimdir. Kendimi daha fazla anonim göstermeye gönlüm razi olmuyor. Hadi siz de saklamayın elbette biraz da olsa merak etmişsinizdir. Merak edilmeyecek gibi değilim hani. Ben Ömeri Sor’un evinde iken çok güzel kocaman gözleri, incecik sütun gibi bacakları, upuzun kulakları olan bir sıpaydım. Annem Kere Boz (Boz Eşek) daha ben doğmadan adımı hazırlamış ve bana çok sevdiğim “Kercan” adını vermişti. Zavallı anam beni büyütmek için elinden gelen her şeyi yaptı. Yemedi yedirdi, içmedi içirdi. İnsanlardaki gibi giymedi giydirdi de diyeceğim ama bu bize pek uygun düşmüyor. Siz insanlarda kullanılan diğer bir deyimi (anamın fedakarlığını anlatmak için) yerinde ise ve bunu biz eşeklere uyarlayacak olursak; “annem kılını benim için süpürge yaptı.” Biliyor musunuz; bizde babaların hiç bir fonksiyonu yoktur. Tüm yük ne yazık ki annelerin omuzlarındadır. Babalık duygusu diye bir duygu zaten pek gelişmez. Babalık bir yerde kim kime dum dumadır. Ama yine de babamı tanımayı, bir kez olsun yanında şöyle boylu boyunca salınıp, kafamı ona sürtmeyi, gurur ve keyifle kuyruğumu sallamayı ne çok isterdim. Elbette anırmayı da ilk elden ondan öğrenmeliydim. Heyhat olmadı! Ölmüş ile olmuşa çare olmadığına göre, o halde süreyim kendimi Niğde’ye.
Kuyular Köyü’nde daha önce de dediğim gibi iyi tatlı pek çok anım oldu. Ev sahibim doğrusunu söylemem gerekirse, kendisi yok Allah’ı var;  kıymetimizi çok iyi biliyordu. Bir yaşıma kadar bu köyde kaldım. Bir yaşıma girmeme bir gün kalmıştı. Annem benim için büyük bir “anırma partisi” hazırlığı içindeydi. Anırmanın ardından en yakındaki ekinlerden birine gizlice gidip, ziyafet çekecek, bizde felekten bir gün çalacaktık. Anacığımla bir yanda otlanıp, planlar yaparken, kimleri davet edeceğimizi düşünüyorduk. Tam bu sırada köyün çobanlarından biri bizi uzaktan görüp, yanımıza  geldi. Annemi zorla önüne kattı ve ne kadar yükü varsa zavallı anacığımın üzerine attı. Onu koyun sürüsünün yanına götürdü. Gidiş o gidiş. Annem gitmemek için direnip, çifte üstüne çifte attıysa da kâr etmedi. Sanki başına gelecekleri biliyordu. Ben de beraber gitmek için elimden gelen tüm çabayı gösterdim. Hain çoban beni kovalayıp yoğun bir taş yağmuruna tuttu. Ama ben çok atik davranıp, taşların hepsini sektirdim. Annem giderken hüzünlü gözlerle bana uzun uzadıya baktı. Adeta vedalaşır gibiydi. İçim burkuldu. İstemim dışında orada bir başıma kalakaldım.
Ertesi günü kara haberi alınca dünya başıma yıkıldı. Annemi o gece dağda kurtlar yemiş ve ben bu fani dünyada bir başıma kalmıştım. Günlerce zavallı dünyalar tatlısı annem Kere Boz’un matemini tutup ağladım. Fakat yalnız başıma yaşayarak, ayakta kalmasını öğrenmeliydim. Bunun için çok direndim. Fakat işin kötüsü köyün çocukları bana hiç hayır etmiyorlardı. Beni sürekli taşlarla kovalıyorlar ve ardından da henüz pek taze olan cılız
bedenime üç dört çocuk birden biniyordu. Belim kırılacak gibi oluyordu ve bu durum dayanılır gibi değildi. Adeta çocukların sadist duygularını
giderdiği bir yaratık, bir oyuncak haline gelmiştim. Anne ve babaları da, bir gün olsun:
 “Yavrum, evladım yapmayın etmeyin ne istiyorsunuz bu zavallı yetim hayvandan?” demiyorlardı. Bence aile terbiyesi çok önemlidir. Bu konuda annemi her zaman rahmetle anacağım. Büyüklerinizin:
“Hayvan sevgisi olmayanın, insan sevgisi de olmaz.”
Duyumlarıma göre biz eşeklerin cenneti Merzifon’daydı. Bir de on beş kilometre ileride Büyük Camili (Gundê Camiliye Mezin) diye bir komşu köyde de eşeklere büyük bir rağbetin olduğunu duymuştum. Kuyular Köyü’ndeki zulüm ve işkence dayanılır gibi değildi. Sonuçta benim sonum da anneminkinden farksız olmayacaktı. Bu nedenle gidip, Camili Köyüne iltica talebinde bulunmanın planlarını yapmaya başladım. Bir bahar günü Kuyular Köyü’nün tüm çocukları uykudayken, sessizce köyden ayrıldım. Yolum uzun ve engebeliydi. İşin kötü tarafı çok gençtim ve hiç hayat tecrübem yoktu. Yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra, bir ilerideki Dalkıranlar Köyü’ne (GudêHeştiyer) geldim. Yolu çok iyi bilmiyordum. Köyün alt kısmında rastladığım ilk eşeğe Camili’ye giden yolu sordum. Bir hayli yaşlı olan ve tüyleri dökülmekte olan bir eşekti. Oburca otlanmakta olduğu yerden kafasını kaldırıp, ne demek istediğimi anlamadığı her halinden belli olan gözlerle; bana bön bön baktı. Eşekler arasında köylerine göre farklı dillerin olduğunu o zaman anladım. O nedenle kafamı nezaketen hafif saygıyla aşağı doğru sallayıp:“Camili… Camilii…” diye yüksek sesle sordum. Ne demek istediğimi anlamıştı. Kendi köyünün diliyle kafasını yola dönerek anlatmaya başladı.
Ben hiç bir şey anlamamıştım. Sadece dosdoğru, yolumdan sapmamam gerektiğini, bu yaşlı Eşek amcanın kafasını sallayışından çıkarabildim.
İçime bir korku düşmüştü. Kim bilir Camili Köyü’ndeki eşekler hangi dili konuşuyorlardı. Ben oradaki eşeklerle nasıl anlaşacaktım. Yoluma devam
ededururken, bir yandan da kendi kendimi teselli etmeye çalışıyordum. Gencim, yakışıklıyım, zekiyim, kabiliyetliyim. Korkmamı gerektirecek bir şey olmadığı gibi, üstelik yeni bir dil öğrenecektim ve her dil bir eşek demekti.  Kısa bir yolculuktan sonra derince bir dereyi geçip, Bektaşlı (Gudê Rostıka) denilen ikinci bir komşu köye geldiğimi fark ettim. Köyler arasında herhangi bir gümrük falan yoktu. Sanırım bu köyler arasında da gümrük birliği normları geçerliydi.  Bu köyün dışında kuytuca bir yerde boylu boyunca uzanıp, bir güzel dinlendim. Daha yolum vardı. O nedenle fazla oyalanmaktan yana değildim. Camili Köyü’ne yaklaştıkça kalbim adeta yerinden fırlayacak gibi oluyordu. Köy sınırlarından adımlarımı içeri atmıştım ki uzaktan pek çok eşeğin bir ağızdan anırdıklarını duydum. Köyün harman yeri denilen kısmında pek çok eşek kafalarını yukarı doğru kaldırarak anırıyor, birbirleri ile hiç anlamadığım bir eşekçe dilinden konuşuyorlardı. Benim geldiğimi gören liderleri olan iri yarı bir eşek; hemen yardımcısını gönderip, beni buyur etti. Derdimi nasıl anlatacağımı bilemiyordum ve bu kadar cins rengarenk eşeği ilk kez bir arada görüyordum. Doğrusu pek şaşırmıştım. Benim başka bir köyden geldiğimi ve dillerini bilmediğimi hemen anladılar ve anında tercüman bir eşek çağırdılar. Tercüman tıpkı benim konuştuğum dili konuşuyor ve Camili Köyü’nün eşeklerinin diliyle söylediklerimi, oluşturulan iltica heyetine harfiyen aktarıyordu. Çok sıkı ve politik bir ifade hazırlamıştım. Gördüğüm işkenceleri, eşek haklarının nasıl ayaklar altına alındığını ve her türlü haksızlığı harfiyen anlattım. Avukatlığımı karizması yerinde, uzun beyaz yeleli yaşlıca bir eşek üstlenmişti. Dünya Eşekleri Af örgütü ve diğer tüm Eşek Sivil Toplum Örgütleri beni destekliyorlardı. Sağ olsun anacığım genel kültürümün, politik ve sosyal yönlerimin gelişimine ne kadar da önem vermişti. İfademi çok tutarlı bulmuşlardı.  Çok geçmeden oturma iznim ve kalmam için kuytu bir duvar dibi ayarlandı. Mutluydum. Geriye bir tek lisan sorunum kalıyordu. Bunun içinde en kısa zamanda hızlandırılmış olan uyum ve lisan kurslarına katılacaktım.
Dili çok kısa bir zamanda öğrendiğim gibi, adapte olmakta da fazla bir güçlük çekmedim. Buradaki eşeklerin çoğu başı boş eşeklerdi. Fakirlik diz boyuydu ama yine de eşekler arasında hır gür yerine, iyi bir dayanışma hakimdi. Bu arada başka mülteci eşeklerle de tanıştım. Onlar da başka köylerden geliyorlardı. Köydeki tek sorun susuzluk ve kuraklıktı. Bir kıyıda köşede bir tutam ot bulduğumuz zaman dünyalar bizim oluyordu. Aç kalmıyorduk, ama doğrusunu söylemek gerekirse refah içinde de değildik. Fakat yine de kıyaslayacak olursam, Kuyular Köyü’ndeki ortamdan daha demokratik bir ortamdaydık. Baskı, zulüm ve işkence söz konusu değildi.
Yıllardır bu köydeyim. Yaklaşık olarak yirmi dokuz yıl oldu. Bir eşeğin ömrü ortalama otuz yıldır. O halde ben de bu dünyada misafirdim. Ha bugün ha yarın her an ölebilirim.  Şimdilerde benden bahsederlerken  Moruk Merkep diyorlarmış, bir bilseniz ne çok ağrıma gidiyor. Elbette eşek milletinin de ağzı torba değil ki büzesin. Ancak kafasını alıp, saman torbasına koyarsın ama bunlar bu torbanın içinde de söylenirler. Ağzı olan konuşuyor ve böyle kendinden büyük laflar ediyorlar. Oysa ben bir zamanlar rahmetli anacığımın delalı, yani biricik Kercan’ıydım. 
Burada oldukça güçlü dostluklar geliştirdim. Hepsini ardımda bırakıp gideceğim. Evet şu an köyün en yaşlı eşeğiyim. Cam gibi parlak kocaman gözlerimde fer kalmadı. İstanbul Boğaz Köprüsü gibi bacaklarım titrer oldu. İpekten farksız tüylerim dökülür oldu. En ağrıma giden de  insanların biz eşekleri küçümsemeleri oldu. Ona buna küfrederlerken dahi bize sormadan bizim adımızı kullanıp, bizi küçük duruma düşürürken karşısındakini de yerle bir ediyorlar. Yani bizim adımız dahi küfür mahiyetinde kullanılıyor. Bunu bize neden reva görürler bilemiyorum. Bu aşağılamaları ve küçümsemeleri bir türlü hazmedemedim. Bunu insanlardan beklemiyordum. Hele de bu güzel sayılabilecek Camili Köyü’ne komşu köylerin, bizim bu köydeki varlığımızı sürekli buradaki insanlar için alay konusu yapmalarını bir türlü anlayamadım. Ne olmuş yani Camili’nin eşeklerine, çoksa çok. İşleri güçleri Camili’nin eşekleri. Doğrusu merak ediyorum, bunların uğraşacakları başka bir şey yok mu? İyi de biz eşekler neden bu kadar horlanıyoruz? Bir türlü anlamış değilim. Bilmiyorum sizler anlayabiliyor musunuz? Hayvan hayvandır, o kadar. Bir insan neden adını böbürlenerek “aslan” koyar veya başkasına methiyede bulunur da neden “eşek” demek bu kadar hakaret olarak kabul edilir. Bence çok garip ve anlaşılmaz bir ikilem, düpedüz çifte standartlık. Dedim ya ben çoğu zaman bu insanları anlamakta bir hayli zorlanıyorum. Elbette bana hak verenleriniz de vardır. Sağ olun, varolun.
Ömrümün bu son günlerinde kendimde takat buldukça, köyün içinde dolaşıyorum. Bir bilseniz köydeki insanları görünce ne çok anım depreşiyor. Pek çok iyi insanın yanı sıra kötüler de yok değil. Biraz önce tüm kalan gücümü titreyen ayaklarıma verip doğruldum ve yine uzun bir gezintiye çıktım. Yarım saat önce pek nadir olarak yağan yağmurun serinliği hala devam ediyordu. Gökyüzünde Mal Omaların evlerinin arkasından başlayıp, köyün ortalarına doğru bir eğri halinde tüm albenili renkleri ile bir gökkuşağı köye renk katıyordu. Gökkuşağını oldum olası severim. İçime her nedense bir iyimserlik verir. İçim tarifi olmayan kıpırtılarla dolar. Kendimi böylesine iyi hissettiğim bir anda, bu hissiyat yerini allak bullak olan duygulara bıraktı. Köyde dolaşıyordum ki karşıdan upuzun sakallı birinin geldiğini gördüm. Bütün keyfim kaçmıştı. Eşeklerde keyfilerin alasının olduğu insanlar tarafından da bilinir. Evet bu adamı gözüm bir yerden ısırıyordu. Biraz düşündükten sonra hemen aklıma geldi. Şimdi adını vermeyeyim, ayıp olur, yine de eşeklik bende kalsın, o da anonim kalsın. Beş yıl önce, bir Cuma gününün öğle sonrasıydı. Karnım açlıktan  müthiş gurulduyordu. Etrafıma bakındım, yiyecek ne bir gram ot nede saman vardı. Canıma tak etti, ne olursa olsun gidip köyün yakınında bulunan ve rüzgarda yeşil yeşil sallanıp, ağzını sulandıran ekinlerden birine gizlice girdim. Zil çalan karnımı bir güzel doyuracaktım.
Bu benim böylesi ilk ve son girişimimdi. Ekine daldım, tam karnımı doyurmak üzereydim ki, o zamanlar henüz sakal bırakmamış olan bu muhteremin hışımla elinde kafam büyüklüğünde taşlarla bana doğru hücuma geçtiğini gördüm. Bir tek Allah Allah nidası eksikti. Düşman kalesine saldırır gibiydi. Korkudan kalbim duracak sandım. Kendimi her ne kadar sakınmaya çalıştımsa da üst üste yağmur misali insafsızca gelen taşlardan kurtulamamıştım. Bir değil on değildi. O gün ölmediğime şükrediyorum. Sırtım, kafam her bir yanım yara bere olup, kan revan içinde kalmıştım. Oysa bu dini bütün daha on dakika önce Cuma namazını kılmıştı. Elbette kendisine kafamı sallayıp, anlamlı anlamlı  “yaa Hacı” demekten kendimi alıkoyamadım.
Ertesi gün yine gezintiye çıktığımda, gökyüzünde bu seferde sürüler halinde binlerce kuşta oluşan bir turna katarı V harfi şeklinde yüksek sesler çıkararak uçuyorlardı. Bu kuşların bu mevsimde böyle sürüler halinde uçmaları pek hayra delalet değildi. Kim bilir belki de yerlerini beğenmemişlerdi. Doğrusu neden şimdi ve nereye göç ettiklerini çok merak ettim. İçimden kim bilir uçmak ne kadar güzeldir diye geçirdim. Velhasıl onlarla da ayrı dünyaların yaratıklarıydık, onlara ulaşmam olanaksızdı. Diğer taraftan ben beğensem de beğenmesem de yıllardır buraya çakılıp kalmıştım. Elbette daha kötü bir yere de düşebilirdim. Bu karmaşık duygularla gezinedururken aniden karşıma yaşlıca bir kadın çıktı. Çok uzun bir zamandır kendisini görmüyordum, uzun süre hasta olduğu kulağıma geliyordu. Hani bir geçmiş olsuna dahi gidememiştim. Benim ki de laf mı, ama ne yapayım içimden böyle geçiyor.  Bak şimdi iyileşmiş. Buna çok sevindim. Kendisini görür görmez tanıdım. Bu gözlerdeki derinliği nasıl unutabilirdim. Yine yıllarca öncesine gittim. Eşek arkadaşlarla saklambaç oynarken, kazara dikenli bir tele takılmıştım. Başım belalardan hiç kurtulmuyordu. Eşek arkadaşlarımın elinden bir şey gelmiyordu. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Bu kadıncağız tesadüfen, beni bu halde görmüştü. Nasıl da üzülmüş ve bir yas havasında dizlerini dövmüştü. Hemen gidip köyden yardım istemiş ve beni bu illet tellerden kurtarmıştı. Her tarafım bu dikenli tellerden kurtulmak isterken paramparça olmuştu. Ben uğraştıkça, durumum daha vahimleşiyordu. Bir hafta boyunca mekanı Cennet olası bu nur yüzlü muhterem kadın beni ahırlarında misafir etmiş, yaralarıma yumurtalı sabundan merhemler sürüp, beni iyileştirdiği gibi arpamı ve suyumu da hiç eksik etmemişti. Kendisine bir kere olsun iki
bidon su dahi taşımamıştım. Benim ki de bir nevi nankörlüktü.  Duyduğum kadarıyla bu kadın  öyle fazla namazında niyazında olan birisi de değildi. Ama sevgi dolu kalbi her şeye bedeldi. Kendisini gördüğüm zaman uzunca anlamlı gözlerle baktım. Keşke dile gelip ona bir teşekkür edip, ne denli  minnettar olduğumu aktarabilseydim. Bir insan gibi bir demet çiçek alıp kendisine götürmeyi ne çok isterdim. İnanın çiçekleri ne kadar aç olursam olayım, onları kendisine yemeden götürürdüm, böyle bir eşeklik yapmazdım. Fakat kalbimdeki tüm duygularımı gözlerimle onun gözlerine yansıtmasını tüm yeteneğimi kullanıp, sonunda becerdim. O da beni tanımıştı, gelip tozlu sırtımı okşadı, sevecen gözlerle baktı ve bana  gülümsedi. Öylesine mutlu oldum ki sormayın gitsin. Keyifli keyifli kuyruğumu salladım. Başımı aşağı yukarı kaldırıp indirdim. Tam keyfimden anıracaktım ki, son anda kendimi tuttum. Öyle ya terbiyesizliğin lüzumu yoktu. Şimdi ne diye bu kadıncağızın kulaklarının dibinde zırlayacaktım. Eşek de olsam eşekliğimi bilmeliydim. Az daha büyük bir hata işleyecektim. Ne güzel, ne muhterem bir insandı bu insan. İbret olsun Dünya aleme; görün bakın böylesi insanlar da vardı. Dünyanın bu iyi insanların yüzü suyu hürmetine habire dönmeye devam ettiği söyleniyor. Bu insanı tekrar gördükten sonra, galiba insanlar bunda haklılar diye düşündüm. Keşke bu insanların sayısı çok çok fazla olsaydı. Gün geçtikçe azalıyorlar mıydı ne?
Buna benzer yüzlerce anı var elbette. Hepsini sıralamaya gerek var mı bilmem. Bu anılarım arasında beni en çok üzen benim de çoğunlukla tanıklık ettiğim yaşanan hazin aşklar ve ayrılıklar oluyor. Birbirlerini delicesine sevip te bir araya gelemeyen onlarca genç tanıdım. Onları bu köyün içinde boynu bükük mutsuz dolanırken gördüğüm zaman, kalbim parçalanıyor. Dehşetli bir burukluk hissediyorum. Ama benim elimden ne gelir ki? Sevip alamamak çok zor olsa gerek. Ben bunu pek yaşamadım. Ama ne denli güç olduğunu bunu yaşıyan insanlardan biliyorum. Bu ızdırabı çeken gençlere çok acıyorum. Pek çok saçma sapan neden örf, adet, ekonomik eşitsizlik, aile farklılıkları ve benzeri etmenler sevenlerin arasına aşılmaz bentler çekti. Bundan daha büyük bir kötülüğün olabileceğine
ihtimal vermiyorum. Hani derler ya “Sevenlerin arasına girilmez” diye, araya girenler de oğmaz. Bu dünyaya bir kez gelindiği halde, sevenler acımasızca acı çekmeye mahkum edildi, yürekleri hançerlendi. Gönül isterdi ki, insanlar için ölümden daha beter olduğu söylenen ayrılıklar olmasaydı. Ayrılığa katlanmak zorunda olanların, ömürleri boyunca zehir zıkkım bir yaşam sürdürdükleri aha bu kör olası gözlerimden hiç kaçmadı. İnsanın insana yaptığına bakın. Hiç yakışık almıyor. Ne diyebilirim ki; yazık, hem de çok yazık!
Son zamanlarda biz zavallı eşekler hakkında ipe sapa gelmeyen şeyler söyleniyor. Sözde sofunun biri eşekler hakkında bir sav ileri sürmüş. Ona göre eşekler şeytanı gördükleri zaman anırıyorlarmış. Biz şeytan dedektörü müyüz, yoksa eşek mi? Git işine yahu ne şeytanı, aha bu Camili Köyü’nde yüzlerce eşek var ve bunlar bildiğim kadarıyla geceli gündüzlü  durup dinlenmeksizin anırıp duruyorlar. O zaman bu şeytanın günün yirmi dört saati işi ne buralarda? Hayır ben şeytan meytan görmedim bu güne değin. Görsem de niye anıracağım ki. Bana ne, işim mi yok. Gitsin Allah’ından belasını bulsun. İnsanların deyimiyle bana dokunmayan yılan da bin yıl yaşasın. Sonra anırsam da gelip, aha şeytan burada deyip, yakalayıp hapse mi atacaklar? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Benim bildiğim, biz eşekler şeytanı değil de (serde olan romantikliğimizden); sadece sevgilimizi gördüğümüzde anırırız, aşkımızı bir seranad halinde dile getiririz. Napolitanlar ve aryalar döktürürüz. Bu tam bir müzikal opera niteliğindedir. Sadece kur yapmak için anırırız. Aynı kişi horozların da melekleri gördüğü zaman öttüklerini söylemiş. Oysa horozlar sadece sabahları öttüklerine göre; melekler dünyaya günde bir kez mi uğrak veriyorlar? Bir yaşıma daha girdim, daha neler. O zaman vay bu dünyanın haline. İnsanlar bazan neden böyle mantıksız şeyler söylerler,  bu eşek kafamla bir türlü anlayamıyorum. Neden acaba bizimle bu kadar uğraşıyorlar?
“Eşeğe altın palan vursan da eşek eşektir.” Elbette eşek eşektir. Başka bir şey olmak isteyen kim. Aslını inkar eden zaten haramzade değil miydi.
Aslında bir yerde bunların hepsi fasa fiso. Bugüne kadar hangi babayiğit bir eşeğe altın palan vurmuş. Geç bunları demekten kendimi alamıyorum.
Bunların hepsi hep vaat hep vaat, gerisi benim kuyruğumdan da uzun kuyruklu yalan. Sıkıysa vur altın palanı, ondan sonra söyle sözünü. Eşek olarak kalsak da hiç değilse altın palanlı eşeğe çıkar adımız, şanımız dört bir yana yayılır, tüm canlılar bize selama durur. Buyurun size hodri meydan!
Bizimle ilgili fıkralarınız da baydı artık. Anlatıldıkça anlatılır. Hele de Nasrettin Hoca ile eşeği. Anlat babam anlat, insanlar dur durak bilmezler. Belki biliyorsunuzdur ama ben yine de affınıza bir kez  daha sığınıp anlatayım. Eşeklerle ilgili fıkralara kızdığım halde, ne yalan söyleyeyim hoşuma giden bir Nasrettin Hoca fıkrası aynen şöyleydi:
“Hoca bir gün eşeği ile bir yere giderken, eşeğinin yola yayılmış olan diğer bir eşeğin fışkılarını gördükçe sürekli durup kokladığını görür. Bunun üzerine Hoca eline bir torba alır ve eşeğinin kokladığı tüm fışkıları torbaya doldurur. Akşam eve döndüklerinde de yem yerine bu fışkı torbasını yemesi için eşeğinin önüne koyar. Eşek şaşırır ve yememekte direnir. Hoca da:
A be mahluk senin tercihin, sen istedin ben de senin için topladım der.”
Bu fışkılar Hoca’nın eşeğinin tercihiydi. İyi kötü otuz yıldır ben de Camili Köyü’ndeyim ve bu da benim tercihimdi. İyi de olsa, kötü de olsa, bir ömrü
burada tükettik, fazla şikayetçi olmamalıyım. Sayılı gün çabuk gelip, geçti. Sonunda ben Kercan’ın da “tükendi fitili, eridi yağı.” İşte Kercan da geldi ve gidiyor. Kalanlar sağ olsun. Benim çektiklerimi onlar çekmesin. Hakkın hukukun gerçekte olduğu, dünyanın yükünün hayvanlar tarafından değil de marinalar tarafından taşındığı, sırtımıza bindikleri zaman onca yükün altında hızlı gitmemiz için; arabanın gaz pedalına basar gibi çuvaldızların boynumuza habire dürtülmediği, bir tutam ekinini yedik diye kafamız büyüklüğünde taşların bize atılmadığı, insanlar açısından da “sevenlerin mutlaka kavuştuğu” çağdaş bir yerküre de yaşasınlar. Tek dileğim budur. Umarım insanlar bir an evvel dünyanın kötü gidişatına, kendilerine yakışır bir şekilde  bir yön verirler.
Ömeri Sor ve ailesinin tercihi neredeyse günün yirmi dört saati çalışmaktı. Hayat çoğu zaman tercihlerimizin toplamından ibaret olduğuna göre, tercihlerimizi yaparken galiba hassasiyetimizi en iyi düzeyde tutmalıyız. Zaten şu gelip geçici hayatımızın yönünü belirleyen,  gerek biz hayvanların, gerekse insanların çoğu zaman doğru veya yanlış olan tercihlerimiz değil midir? Ben Kercan’ın (Moruk Merkep) ukalalığını bağışlayacağınız umuduyla.



                                                 
Amsterdam, 24 Aralık 2006                             
                                                       


CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...