5 Şubat 2019 Salı

AYNA









AYNA 
"Ayna benim en iyi arkadaşımdır. Çünkü ben ağladığımda, o asla gülmez." 
               Charlie Chaplin 
Sılo açık kahverengi gözlerine sabah güneşinin keskin ışınları apansız düşmesin diye, sağ elini gür kaşlarının hizasında siper etti. Aheste adımlarla evinin terasına çıktı. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, doğup büyüdüğü Heştiyar Köyü’nde de günün berrak, göğün alabildiğine mavi olduğu bir yaz ortasıydı. Keyfi yerindeydi. Halep kumaşı pırıl pırıl siyah takım elbisesi ile onu görenler, elli yaşında olduğuna inanmakta hayli zorlanırlardı. Giyiminin düzgün olması çok önemliydi. İstanbul Kız Kulesi kabartmalı, uzun köstekli-gümüş saatini sekiz düğmeli yeleğinin yan cebine özenle yerleştirdi. Bıyıklarını keyifle çekiştirip boncuk mavisi göğe doğru burdu. Evin tek ağacının terasa doğru sarkan gümüş yapraklı dallarından, haşmetli burnuna buram buram iğde kokusu doluştu. Ağacın üst dallarından birine konan ürkek bir serçe iki kez öttü ve ardından da hızla kanat çırpmaları ile belirsizliğe yöneldi. 
Varlıklıydı. Babadan kalma arazilerine çevre köylerde herkes imrenirdi. Bu yıl da ekinlerinden beklediğinin üzerinde bir verimlilikte mahsul elde etti. Tanrının bu gününe şükürler olsundu. Bir dediğini iki etmiyordu. Oturduğu iki katlı, altı odalı geniş konak çevredeki köylerde parmakla gösterilirdi. Dört bir yanı insanda büyük saygı uyandıran, işinin erbabı Ermeni ustalar tarafından yapılan, el emeği göz nuru ahşap oymalarla bezeliydi. Konağın her kapısı, penceresi, pervazları ve dolapları görülmeye değer birer sanat harikasıydı. 
Diğer yandan bugün onun için oldukça önemli bir gündü. Hayatının yeni bir dönüm noktasıydı. Bu muştulu güne verdiği ehemmiyetten aynanın karşısında uzunca vakit geçirdi. Saçlarına briyantin sürdü, yanaklarına, boynuna avuç dolusu lavanta dökündü. Üç çocuğunun annesi, karısı Makbule yaklaşık bir yıl önce, yakalandığı amansız bir hastalığa yenik düşmüştü. Geçen bunca zaman boyunca yeniden evlenmek maksadı ile kafasını aylarca yordu. Üç çocukla yalnız yapamıyordu. Bu yaştan sonra bir erkek için bir başınalık da katlanılır değildi. Akrabaları ve komşuları sonunda imdadına yetiştiler. Yapılan uzun araştırmaların ardından talihli gelin adayı komşu köy Bektaşlı’da bulundu. 
Edul henüz on beşindeydi. Köylülere göre ise evlenme yaşı çoktan gelip geçiyordu. Sılo’nun akrabaları Edul’ün babasının ‘ağzından girip burnundan çıkarak’ zoraki rızasını aldılar. Her hâlükârda kızları varlıklı bir eve gelin gidecek, ‘bir eli yağda ve bir eli balda’ rahat edecekti. Daha ne isterlerdi ki? Edul’ün gönlünün olup olmadığını sormak akıllarına dahi gelmedi. O, öyle veya böyle, müstakbel kocası ellili yaşlarda da olsa, çocuk yaşında bu evliliği onaylamak zorundaydı. Evlenecek olan kızların fikirlerinin sorulması görülmemiş ve adetten de değildi. Abesti. 
Konak avlusunun orta yerinde paçalı iki ak güvercin yarışırcasına takla atmaya başladılar. Yere konmaları ile birlikte öpüşür gibi gagalarını tokuşturuyor ve tekrar havalanıyorlar. Evin köpeği Kocabaş olup biteni ağzı açık ilgiyle izliyor. Sılo’nun gözleri de bir anda gösteri yapan bu kuşlara ilişti.
Ak güvercinlerden biri kendisi, diğeri ise yeni karısı Edul oluverdi. Hayal âlemine derinlemesine daldı. Bu manzaradan kendisini koparıp alması kolay olmadı. Evet, güzel ve mutlu günler onu bekliyordu. Özlemle beklediği an her geçen dakika daha da yakınlaşıyordu. Gülümsedi. Gözleri parladı. Tütün tabakasından bir sigara aldı. Muhtar çakmağından sızan gaz ve tütün kokuları birbirine karıştı. Boca ettiği sigara dumanını ciğerlerinin derinlerine doğru çekti. Sonrasında arkaya doğru taralı parıltılı düz saçlarının üzerinde, bir bacayı andıran burnundan gri bulutlar uçuştu. Nikotin hoşlukla genzini yaktı. Konakta 'İn cin top oynuyordu.' Kimsecikler kalmadı. Bir bardak çay olsun verecek tek insan yoktu. Üç gün ve gece süren curcunalı düğün kalabalığının ardından bir başına kalakaldı. Adetler gereği damadın evde beklemesi gerekiyordu. Öyle de yaptı. 
Kadınlı erkekli düğün alayı zılgıtlar, türküler, davullar ve zurnalar eşliğinde Edul gelini almak üzere çok da uzak olmayan Bektaşlı Köyü’nün yolunu tuttular. Akşam karanlığına kalmaz, alıp gelirlerdi onu. Sılo krallara layık bir düğünle ikinci defa dünya evine giriyordu. Düğünün çevre köylerdeki yankısı bir hayli ses getirdi. Şanına şan kattı. Gıpta ettiler. Böylelikle onu kahretmeye devam eden yalnızlığı da son bulacaktı. Kamanlı abdal ustalar tarafından çifte davul olanca güçleri ile dövüldü. Çifte erik zurna kafalar gökyüzüne kaldırılıp öttürüldü. Boy boy halaylar çekildi. Yüreklerindeki kıpırtılarla genç kızlar ve erkekler terli ellerini yeni halaylar için heyecanla birleştirdiler. Karun sofralarını aratmayan yer sofralarında ziyafetler verildi. Koçlar ve danalar kurban edildi. Çevre köylerden yüzlerce davetli düğüne katılımları ile şenlendirdiler. Heştiyar Köyü’nün semaları kadın davetlilerin attığı zılgıtlarla art arda yankılandı. Davul sesi çölü andıran bozkıra yayılan uzaktaki köylerde kulağa hoş geliyordu. 
Sılo’nun en büyük oğlu Mustafa yeni eşi Edul ile aynı yaştaydı. Diğer oğlu Selim on üç ve Arif ise on bir yaşındaydı. Gelin evinin örme taşlı geniş avlusunda onlarca metre uzunluğunda halaylar “Ki zawa? Ki zawa? – Kim damat? Kim damat?” bağrışmaları içinde döndü. Allı, yeşilli, pullu ipek mendiller sallandı. Havaya kurşunlar sıkıldı. Konağın tavan direğine takılan al bayrak nazlı nazlı sallandırıldı. 
Gelin alayı Edul’u Bektaşlı Köyü'ndeki baba evinden zılgıtlar eşliğinde alıp, Sılo’nun konağına doğru yola çıktılar. Damat evinin önünde çekilen son halayların ardından, damat Sılo arkadaşları tarafından sırtına vurulan onlarca yumruktan sonra gerdeğe girdi. Edul odanın bir köşesinde yatağın kenarına korku içinde ilişmişti. Kocasının içeri girdiğini görünce usulca ayağa kalktı.
Başını masumiyetle önüne eğdi. Buğulu ürkek bakışlarla beklemeye koyuldu. Sılo karısının duvağını usulca kaldırdı. Yüz görümlüğü hazırdı. Cebinden çıkardığı ve kırmızı bir kurdeleye dizili beş tane reşat altını karısının boynuna taktı. Sıkıca bağladı. Anlından öptü. Edul titrek elleri ile boynuna takılan altınlara dokundu. Çok da umurunda değildi. Ellerinin titremesi devam ediyor, yüreği hızla çarpıyordu. 
Genç gelin Edul’un bu evlilikten bir kızı dünyaya geldi. Çocukluğunu bir dem olsun yaşayamadan çocuk anne oldu. Annelik nasıl bir şeydi, nasıl yapılırdı? Bilemiyordu. Anne olması, benliğinden çocuksu duygularını alıp götürmeye yetmedi. Yaşayamadığı acı veren bu evreyi yüreğinden söküp atması mümkün değildi. Bu duygu kalbinin derinliklerinde yatıyordu. 
Bebeğini doyuruyor ve ev işlerini yapmasının hemen ardından sevinçle dışarı fırlıyordu. Baba evinde yaşayamadığı çocukluğunu, kocasının evinde Sılo’nun oğulları ile oynadığı oyunlar ile gideriyordu. Neler oynamıyorlardı ki; saklambaç, ip atlamaca, seksek, çelik çomak ve en çok da evlerinin önündeki büyük taşın üzerinden atlıyorlardı. Böylesi anlarda Edul kendisini unutuyor, avuntu ile dünyanın kendisi için de var olduğunu hissediyordu. Çok gecikmeli de olsa, biraz olsun çocukluğuna adım atması çiçeği burnunda anneye iyi geldi.  
Onu mutlu kıldı. Kendi yaşındaki üvey çocukları da Edul’u çok sevdiler. Çünkü o kendileri için bir üvey anneden çok, en iyi arkadaşlarıydı. Onun vakit bulup kendileri ile oynaması için can atıyorlardı. Üvey annelerini, aynı zamanda arkadaşları olan bu çocuk kadını üzmemek ve yüreğini hoş tutmak için adeta yarış halinde oldular. 
Edul kızı Sultan’dan ve Sılo’nun oğulları ile oynamaktan arta kalan zamanının büyük bir kısmını odasında duvara asılı altın varaklı aynanın karşısında geçirmeyi çok seviyordu. Onun derinliklerinde uzun uzadıya çehresine bakıyor, gülümsüyor, uzun siyah saçlarını tarıyor ve çoğu zaman kimselerin duymayacağı bir sesle konuşuyordu. Kimseler onun ne konuştuğunu duymadı, anlayamadı. Bu onların arasındaki bir sırdı. Ayna da en az Edul kadar ketumdu. ‘Ser verirler, sır vermezlerdi.’ 
Aynayı kendisine sırdaş edindi. Bu can dostu aracılığı ile Tanrıya yönelik adeta biteviye bir haykırış halindeydi. Karşısında bir insan varmışçasına derdini anlatadurdu. Yüreğindeki ol kanamalı yaraları bir bir açtı ve onunla paylaştı. Belki de daha çok yaşamadığı çocukluğunu, kardeşlerine olan özlemi, yanlış bir karar veren anne ve babasını anlattı. Akarsuya bırakılan rüyalar misali sıkıntılarını aktardı. Kendisini bir tek o anladı. Ona uzun uzun gülümsedi. Görünmeyen iki kol uzandı ve Edul’u bağrına sıkı sıkı bastı. Edul’un kara gözlerinden süzülen masumiyet gözyaşlarını kuruladı, teselli etti. Edul için bu büyülü bir aynaydı. En büyük avuntusu, en yakın arkadaşı ve dostuydu. Bütün hayatını onunla paylaştı. Döktüğü her gözyaşının ardından, aynasının da birlikte ağladığına inanıp ak bezlerle güzelce sildi. Parlattı. Öpücükler kondurdu. Belki de baktığı içinin aynasıydı. Uçsuz bucaksız parlak derinlikte aradığı kendisi ve çocukluğuydu. 
Duvara asılı kalmaya mahkûm edilen dostuna, dünyadaki en güzelin Edul olup olmadığını sormayı, kendisi Pamuk Prenses olmadığından gerek görmedi. Bu tür sıkıcı sorularla sırdaşının canını sıkmadı. En güzel o olsaydı ne olacaktı ki? Elbette fark etmeyecekti. Ama aynası güzel ve parlaktı. Şavkı parıltılarla bütün odasına yansıyordu. Onunla aralarında kimselerin göremeyeceği ve hissedemeyeceği çok güçlü ve sarsılmaz bir bağ vardı. Bunu kimselerin bilmesine de gerek yoktu. 
Evliliklerinin üzerinden çarçabuk dört yıl kadar bir zaman geçti. Hiçbir belirti göstermediği halde, oldukça sağlıklı görünen kocası Sılo ani bir hastalığa yakalandı. Kapısı tıklatılmayan doktor kalmadı. Hastane hastane dolaşıldı. Her türlü tedavi için gidilmedik yer kalmadı. Ancak hastalığına çare bulunamadı. Dört ay gibi bir zaman geçmeden de hayata gözerini kapadı. Ardında karısı Edul’u dul, üç oğlunu ve küçük kızları Sultan’ı babasız bıraktı. Edul sonradan da olsa Sılo’yu 'kaderim' deyip kabullenmiş ve sevmeye de başlamıştı. Onun için kocası bir yerde koruyucu ve baba şefkati veren birisiydi. O nedenle üzüntüsü büyüktü. Kızı Sultana ve oyun arkadaşları ve aynı zamanda üvey çocukları Mustafa, Selim ve Arif’e sarılıp yürekleri dağlayan ağıtlar yaktı. 
Dul kalan Edul daha çok gençti. Sılo’nun kardeşleri bir araya gelip abilerinin dul eşinin istemesi halinde baba evine gitmesinde karar kıldılar. Sılo’nun çocukları buna karşı direndilerse de Edul’un da gitme yanlısı olduğunu görünce kabullenmek zorunda kaldılar. Sultan’a da kimsenin bakamayacağı düşünüldüğünden, Edul kızını da beraberinde alabilecekti. 
Ayrılık günü gelip çattı. Bunu öncesinde Sılo’nun kardeşleri Edul ile konuştular. Mal varlıklarının azımsanmayacak kadar çok olduğunu, kendisine istediği kadar para veya ne arzu ediyorsa verebileceklerini, buna hakkı olduğunu, ağabeylerinin ve çocuklarının üzerinde çok hakkı olduğunu söylediler. Dolayısıyla bunu hak ediyordu. Ancak Edul hiçbir şey istemediğini söyleyince, çok zorlamalarına rağmen kabul ettiremediler. 
O oyun arkadaşları üvey oğulları ile ayrılacağından dolayı çok üzülüyordu. Onları beter özleyecekti. Tek tek kucaklaşmalarla, hüzünle vedalaştı. Sevgi ile sırtlarını sıvazladı. Kendisini unutmamalarını ve mümkünse sıkça ziyaretine gelmelerini sıkıca tembihledi. İleride güzel kızlarla evlenmelerini, çok mutlu olmalarını ve babalarının mezarına gitmeyi ihmal etmemelerini söyledi.  
Rüzgâr uğultulu bir solukla esiyor. Bir sonbahar sabahıydı. Boynu bükük Edul sağ eli ile sıkıca kızının elini tuttu. Sol kolunun altına sıkıştırdığı altı varaklı ayna ile ağlamaklı, buruk duygularla Sılo’nun evinden, içinde ezilmiş bir gülün hüznü ile ayrıldı. Onu görenler kıymeti harbiyesi olmayan bir aynayı yanında götürmesine anlam veremediler. Ama bu ayna belki de onun tek umuduydu. Onu da beraberinde götürmek istemişti. Rüzgârın etkisi ile hafiften sallanan ayna etrafına güneşten aldığı ışıkları yansıttı. Bu genç dul kadını uğurlayanların gözleri kamaştı. Rüzgâr apansız dindi. Kocasının atı Bozo ahırda sesini yükselterek hüzünlü kişnedi. Kocabaş kuyruğunu sallayadurdu. "Gitme, ne olur." dercesine kırpıştırdığı parlak gözleri ile baktı. Olduğu yere çöktü. Bu sırada Edul’un kulaklarının dibinde bir fısıltı duyuldu. 
“Ağlama Edul ağlama! Yazık günah sana. Harap ettin kendini. Kazara beni de elinden düşüreceksin. Şuracıkta paramparça olacağım. Yeter. Senin için çok üzülüyorum. Ama yalvarıyorum ağlama artık!”
Gözyaşlarını sular seller akıtan Edul çok ilerlemeden hüznün de verdiği dalgınlıkla, köyünün yolunda aynasını elinden düşürdü. Paramparça olan ayna ile birlikte hayalleri de onu terk etti. Yüreğinin kapılarını sonuna kadar açabileceği, acısını ve dertlerini paylaşacağı kimsesi kalmamıştı. Kırılan aynanın her parçasına ağlayan anne ve kızın oldukça hüzünlü onlarca çehresi yansıdı. Boncuk boncuk akaduran yaşlarla cam kırıkları ıslandı. Kim bilir, bu belki de yaşanan acıya daha fazla dayanamayan, beraberinde götürdüğü dert ortağının intiharı idi.

Amsterdam, 5 Şubat 2019  
 
 

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...