28 Kasım 2016 Pazartesi

KULIKA


 KULIKA
        

         Öylesine dar, havasız ve kapalı bir yere tıkıldım ki, anlatılır gibi değil. Üstelik de vıcık vıcık garip, bulamaç gibi bir sıvının içindeyim. Burada hiç hareket etmeden daha ne kadar kalacağımı da bilemiyorum. Üstelik gün geçtikçe daha da büyüyor, oramda buramda garip tüyler ediniyor ve kabuğuma sığamayacak bir hale geliyorum. Zaman zaman nefes alamıyor, ayağımı var gücümle, hızla etrafımı çepeçevre kaplayan kabuğa vurup, Berlin duvarı gibi yıkarak, kendimi alabildiğine özgür kılmak istiyorum. Her geçen gün bulunduğum alan daha bir daralıyor ve bazan “nerede ince ise orada kopsun,” kırılsın diyorum.
         Ama bütün bu süreci hiç yaşamayıp, kısmette belki de kızgın bir yağın üzerine, kabuğu çıt çıt kırılıp, “coooss…” diye düşüp, karabiber veya isot ekilerek iştahla, ekmekler bandırılarak, hiç ilintimin olmadığı, tanıyıp bilmediğim birilerinin midesinin ıslak karanlıklarına inmek de vardı.
         Kürtçedeki adı “Kulıka” olan Tepe Köy’deki Topal Fate Teyze’den Allah razı mı olsun desem bilemedim. Aksak olduğu için Allah’ından zaten bulmuş. Bari ben bir hayır duasında bulunayım da, belki Tanrı hayatın başka taraflarında yüzüne güler. Topal Fate Teyzem yaklaşık iki hafta önce kocası Gaso ile aylar sonra ilk defa böylesine o ağzında tat bırakan geceyi yaşamasaydı, kafası başka yerlerde olacak, aklına anacığım Kınalı Tavuk’un gurk olmak üzere olduğu büyük ihtimalle gelmeyecekti. Yumurtalarından biri olan bendenizi ve dokuz tane yumurta kardeşimi kuluçkaya yatırmaya karar vermeseydi, şimdi burada olmayacaktım. Yine de Tepe Köylü Topal Fate Teyzemin çok akıllı bir kadın olduğu kanaatindeyim. Neden derseniz o köylü hali ile günlerin artık uzamaya başladığını, haliyle anacığımın da Camgöz Horoz ile sürekli kırıştırdığını gözlemlemez ve Kınalı’da iş olduğunu görmeyebilirdi. Yılların vermiş olduğu hayat tecrübesinin bir getirisi olsa gerek.
         Hiç unutmuyorum, o gün Gaso Amca ile geçirdiği oldukça debdebeli gecenin ardından, nasıl da  mutluydu. Bütün elektriklenmelerinden arınmış, pır pır eden yüreğindeki duygular kanatlanarak uçup gitmişti. O gün topal ayağında en hafif bir sızlama hissetmedi.  Aldığı gusül abdesti ile var olan topal ayağına rağmen, alımlı bedeninden aşağı sıcacık sular dökünüp, süngeri iyice köpürtüp paklandı. Vücuduna yeni bir zindelik katarak, el ile değdirilen sert bir spiral yay veya başını bir metronom gibi sallayarak kümesten içeri daldı. Anacığımın yumurtalarına nasıl da sevgi ile baktı. Laf aramızda gözleri gülerek en çok da beni o yumuşacık avuçlarının arasına aldı ve kardeşim yumurtalardan daha farklı olduğumu, kabuğumdaki minik benekler ile farklılığımı hayranlık ile seyretti. Tekrar yumuşacık bir hareketle sarı samanların üzerine bıraktı. Kınalı anacığım belki altın yumurtlayan bir tavuk değildi, ama görünen o ki Topal Fate Teyzemin gözünde benekli güzel bir yumurta olan bendenizin de çil bir altından farkım yoktu. Beni avucunda uzun uzadıya tutup, okşayınca ödüm koptu. Aklıma hemen kendisine güzel bir gece yaşatan Gaso’yu ödüllendirmek üzere beni alıp, o cehennem sıcağı tereyağını üzerine el yordamı ile döküp, kızarttıktan sonra kocasına mı sunacak olması geldi. Sarı samanların üzerine yeniden usulca, anacığımın o yumuşacık, sıcacık, bin bir renkli parlak tüylerinin altına bırakılınca, içimden derin bir oh çektim, ama Topal Fate Teyze’min bunu duyup duymadığından pek emin değilim. Aklıma gelen, başıma gelmedi. Allah vurup, bir ayağını topal eylemiş Fate Teyzemin, iyi kadındır, has insandır, yüreği sevgi doludur. Tanrım kalbine göre versin. Varsın mutlu olsun derim. Zaten çocukları da olmadı. Kocası Gaso’yu oldum olası sevmedim. Deyyus kendine hiç toz kondurmadan, çocuk olmamasını hiç araştırmadan Topal Teyzemin üzerine atmış. Hatta üzerine kuma getirmekte diretmiş. Fakat o gün Fete Teyzem bir şahin misali Gaso’nun karşısında durmuş, hem de kardeşleri Millo, Feyzo ve Ali de ablalarının arkasında durmuşlar. Tandırlara yuvarlanasıca deyyus Gaso süt dökmüş kedi misali ayaklarını sürüye sürüye Kemikli Kuyu tarafındaki tarlasına gidip, uzun süre gelmemiş. Aradan uzun süre geçtikten sonra, Fate Teyzem bir gün içini döktü.
         “Eh ne yapayım, kocamdır, yine de bana kaldı. Anası olacak o çatlak Asiye’nin yönlendirmesinin fazla etkisinde kalmadı. Hani benden ve kardeşlerimden zoru görünce diyeceğim ama, ne yapayım. Başka çare bırakmadı bize. Bu saatten sonra benim gibi kör topal giden düzenimi bozamazdım. Bende de bu topallık olunca, kırık olan kıçımı bir kez daha kırıp, Gaso’nun yanında yer almakta karar kılmak zorunda kaldım. Gaso da anası olacak o çatlağın etkisinden uzaklaşınca, daha iyi bir insana dönmedi değil. Ama Gaso’yu elimde tutmak için de bütün dişiliğimi, kadınlığımı kullandım.” Bunları Tepe Köy’e Büyükcamili Köyü’nden İsmetlere gelin gelen, oğulları Yusuf’un hanımı Yeter’e nasihat olarak, kümesin yanı başında anlatırken, ben de ister istemez bu heyecanlı konuşmanın kulak misafiri oldum. Kulaklarıma inanamıyordum. Gagamı hızla vurup, içinde yer aldığım yumurta kabuğunu kırmamak için kendimi zor tuttum. En çok da sırtı sürekli dönük olan Yeter’in yüzünü merak ettim. Gider ayak Yeter geline son bir nasihat vermeyi de ihmal etmedi.
         “Hani atalarımız boşuna dememişler; Güzellik ondur, dokuzu dondur. Bu atasözü de kulağına küpe olsun.” Yeter gelin ağzı kulaklarında gitmiş olacak. Art arda minnet dolu gözlerle gözlerini kırpıştırarak dönüp dönüp, baktığı için nihayet o alımlı yüzünü görebildim. Fazla tanımasam da, o anda kendisine kanım kaynadı. Bir yandan da yüreğim acıdı. İçim kıyım kıyım burkuldu. Umarım dilediği gibi bir birlikteliği yakalamakta zorlanmaz.
         Kınalı anacığımın şefkat dolu bedenin altında güvende yata dururken, babam Camgöz Horoz kümese gelip, anamın etrafında dört dönse de, O’na yüz vermiyordu. Babamın hareminde daha onlarca tavuk vardı. Ama yine de aklı fikri anamdaydı. Kafasını kaldırıp, uzun uzadıya ötüp, ardından da anama laf atıyordu.
         “Ne o kız, aramıza kara kedi mi girdi? Niye hiç suratıma bile bakmıyorsun? Sana kışşş falan da dediğimiz yok.” Anam gagasını önüne eğip, oralı olmadı. Çok geçmeden babam haremindeki başka tavukların ardında, yüreği ağzında koşturmaya koyuldu. Gagası ile ibiğinden tuttuğu gibi tavukları bir bir altına çekti.
         Tahminim yaklaşık üç hafta sonra nihayet kabuğumu kırarak dışarı çıktım. Güzel ve sıcak bir gün. Güneş Tepe Köy diğer adıyla Kulıka Köyünde bulutları kızıla boyayıp, allayıp pullamak ile meşgul. Tam bu sırada büyük bir istekle, ortaya çıkıp anacığım ile göz göze geldim. Gagası ile beni uzun uzadıya sevgiyle okşadı. Bedenimin her yanını bir bir inceledi. Ardından aynı işlemi kardeşlerime uyguladı.
         Ben hariç dokuz kardeşim daha var. Baktığınızda, ben diğer kardeşlerime kıyasla daha da sarıyım. Tüylerim öylesine parlak ki, sormayın gitsin. Anacığım bütün yavrularını bir araya getirip, Topal Fate Teyze’nin avlusunda görücüye çıkardı. Gaso sigarasından yoğun duman bulutlarını kömür bağlamış ciğerlerinin derinliklerine çekerken, bir yandan da göz ucu ile küçümser bir eda ile bize baktı. Ardından da Fate Teyzeme seslendi.
         “Kaç tane civcivi var, senin bu Kınalı’nın? Yemlerini verdin mi bari?” Topal Teyzem isteksizce cevap verip geçiştirdi. Biz de acemi adımlarla ilk turumuzu başarı ile tamamladık. Teyzemin gözleri gururla bizi takip ederken, babam Camgöz Horoz da turumuzun sonunda gelip bize katıldı. Babamın kafasını göğe değecek şekilde kafaya kaldırmasından, O’nun da en az Fate Teyzem kadar gururlu olduğunu gördüm. Birlikte kümese dalarken, akşamın alaca karanlığı usulca çöktü. Sağ olsun Teyzem akşam yemeğimiz olarak toprak bir kaba bolca darı koymuştu. Yani başında da suyumuz vardı. Ailecek hep birlikte akşam yemeğimizi yedik. Cik cik… Cik cik…Tepe Köy’de büyük bir sessizlik hakimdi.

Amsterdam, 28 Kasım 2016
        
        








23 Kasım 2016 Çarşamba

MEKTUP



MEKTUP

Çok sevgili ağabeyim;

Sabah uyku mahmurluğu ile gelen telefonda, hiç beklemediğim bir anda sesini duyunca çok sevindim. Duyduğum mutluluk ile uzun uzadıya pamuk bulutlarda gezinip durdum. Böyle erken bir saatte, memleketimden, uzaklardan çok değer verdiğim birisinin, beni merak edip, ardından da araması ne güzeldi.
Haliyle telefondaki konuşmamız beni olduğum yerde bırakmadı. Kanatlandırdı hemencecik, çok uzaklardan gelen sesin geldiği yere, hem de çok eskilere götürdü. Evet, hayli zaman oldu. Neredeyse bir insan ömrü, otuz yılı aşkın bir zaman öncesiydi. O zamanlar amcamın oğlu ile kapını aşındırır, her hafta sonu rahatsız ederdik. Ankara’da Emek ve Balgat mahalleleri arası, üç dört kilometrelik, kışları oldukça çamurlu olan patika yolu yaya halde, soğuktan titreyerek ayakkabılarımıza bulaşan çamur ile daha bir ağırlaşarak, içimizde ise her daim var olan ezikliği, kıçımıza iyice kenetlenmiş bir kene veya yürek yarası gibi istemimiz dışında bütün benliğimizde taşıyarak gidip gelirdik.
O zamanlar bizim açımızdan çok titiz olduğun gibi, aynı zamanda da idolümüz konumundaydın. Fakir ayakkabılarımıza yapışan bunca çamur ile, örnek aldığımız titiz bir ağabeyin evine nasıl giderdik. Şaşkınlıktan elimiz ayağımız birbirine dolanırdı. Balgat Mahallesinin hemen girişindeki beyaza sıvalı, tek katlı evine yaklaştığımızda ilk yaptığımız iş, hemen bir mıntıka taraması yapıp, bir çubuk veya benzeri bir cisim ile çamurlu ayakkabılarımızı bir güzel temizlemek olurdu. Çatıyı andıran kapalı bir yerden geçip, yol boyunca üzerimizden atamadığımız ezikliğimiz ile ikiye katlanmış bir vaziyette büyükçe bir koridoru geçip, kar beyazı duvarların yer aldığı ve her eşyanın itina ve titizlikle yerli yerine yerleştirildiği oturma salonunda kendimizi bulurduk. İlk göze çarpan, bir yanda rahmetli babanın, diğer tarafta da o günlerin deyimi ile Karaoğlan’ın birer kara kalem portresi oluyordu. Karaoğlan ile o zamanlar ne kadar büyük bir yanılgı yaşadığımızı, çok geçmeden anladık. Bu resimlere hayranlık ile bakar, böylesine çizme yeteneğinden yoksun olduğum için de kendi kendime hayıflanırdım.
Şimdilerde o uzun yıllar öncesini anımsayıp, içinde bulunduğumuz konumu göz önüne getirdiğimde, olanaklarımızın bu denli insan onurunu kıracak kadar yetersiz oluşunu bir türlü kabullenemez ve her defasında içimi derinden ve inceden bir sızı kaplar. Belki de şimdilerde içimiz başka gayri insani haller için sızlasa da, günümüzde hissettiğimiz sızlamalar da azımsanacak türden değil. Deyim yerindeyse, ki yerindeydi; ne üstte vardı, ne de başta. Olsa ne olacaktı ki; kare desenli bir ceketimiz, genelde yine kare bir gömlek ve işin garip tarafı çok uzun boylu olmadığım halde, hep kısa paçalı bir pantolonum olurdu. Amca oğlu ile oluşturduğumuz ikili ile Lorel ve Hardy'den pek fazla farkımız yoktu. Bizlere talebe dendiği için, kısacık ve küçük bir boğum ile bağlanmış olan kravatlarımız da elbette ki olmazsa olmazımızdı. Oluşturduğumuz bu komik ikilinin kravatlarını her ne zaman apansız bir Bolywood filmlerinden birinin karesi olarak gözlerimin önünden geçirdiğimde, acı acı gülümsememin önüne geçemem.
Söz kravatlardan açılmışken, oldu olacak çok tuttuğum, saygısızlık etmek istemem ama biraz da müstehcen olan bir fıkra anlatayım, müsaadenle.
İri kıyım kömür karası bir zenci, bir aksam resmi bir tören için yakınındaki bir kiliseye davet edilir. Adamcağız iş çıkışı apar topar kendisini soluk soluğa kilisenin kapısında bulur. Kilise girişinde görevli olan izbandut, zenci adamı baştan aşağı süzer ve kendisini takım elbisesi olmadan içeri alamayacağını söyler. Yalvarıp, yakarsa da görevli “Nuh der ama peygamber demez” ve bizim zenciyi evine gönderir. Evinde gardırobunda takım elbisesi olmadığını bildiğinden, ne yapacağını acele ile düşünür. Sonunda elbise giymek yerine, nasıl ise dışarı karanlık ve benim tenim de geceden karanlık, çıplak gidersem siyah takım elbise giydiğimi sanırlar ve beni de davetli olduğum bu geceye alırlar. Ve derken öyle de yapar. İzbandut efendi, tekrar karşısında bulduğu bizim tatlı zenciyi bir kez daha baştan aşağı süzer;
“Ha şöyle şimdi olmuş, içeri girebilirsin, fakat bence kravatı epeyce aşağıdan bağlamışsın.” der.
Fıkra bu ya, baktığımızda bizim ikilinin durumu belki böylesine zenci yoldaşımız kadar vahim değildi, ama bizde de doğrusu, var olagelen malum çelişkilerin bini bir paraydı.
Okul tatillerinde soluğu, büyük bir özlem duyduğumuz köyümüzde alırdık. Tabi yola koyulurken, o meşhur pantolonumuzu, kareli ceketimizi ve çelişkiye bakın ki bütün bu şıklığın altına spor ayakkabılarımızı giyerdik. Günlerden Pazar olmasına rağmen, koltuğunun altında buruşuk dosyalı vergi memurları gibi “iki dirhem bir çekirdek” ince boğumlu, göbeğimizin üst kısımlarında bir kısalıkta yer alan kravatımızı da takmayı ihmal etmezdik. Ayrıcalıklı olmanın sembolü olan kravatlarımız ile araçta yer alan koyun, tavuk ve hayvanlar aleminden başka canlıların da olduğu köy minibüsüne biner, bütün mütevaziliğimiz ile yöremizin medarı iftarları olan bizler bir yerlere ilişir, turşu, soğan ve sarımsak üçlüsü ve sigara dumanının o dayanılmaz kokularını içimize çekerek yolculuk ederdik. Ailelerimizin ve yakınlarımızın  büyük gururu olan bizler, anne ve babalarımız tarafından büyük bir coşku ile karşılanırken, yerlere kırmızı halının neden döşenmediğine hayretler içinde kalarak, etrafımıza bakınırdık.
Yukarıdaki satırlarda anlatmaya çalıştığım mütevazi evinin penceresinden baktığımızda; hemen karşıda büyük avlusu ile Ömer Seyfettin Ortaokulu, karşı sokakta bir dizi dükkan yer alıyordu. Bu sokak bana hep uzak bir taşra kasabasını andırırdı. Her ne zaman bu sokağa gözüm ilişse,  o an sanki Silopi, Cizre, Kızıldere veya Pervari gibi bir ilçedeymişim gibi bir duyguya kapılırdım. Sokağın hemen başında mavi boyalı duvarına bütün ihtişamı ile hep eğri duran tabelası ve onun yanı başında da bir kasap dükkanı yer alıyordu. Kasap dükkanının tabelasında ciğer, dalak, beyin, işkembe, böbrek, kelle, paça gibi canlı organlarının sergisi ile tam bir canilik ortaya konulurdu. Kasap dükkanının dışında, aynı zamanda vitrin görevi de gören buzdolabında, derileri yüzülmüş koyunlar baş aşağı ayaklarından asılı bir şekilde dururlardı. Koyunlar başlarına gelen bu vahşeti işaret eder gibi, dillerini ısırmış bir şekilde asılı dururlarken, dışarı doğru bakan kıçlarına plastik kırmızı karanfiller konularak, dünyada bugüne değin var olagelen estetiğin çıtası da böylelikle yükseltilmiş olurdu.
Abartı gibi gelecek ama bizim de konumumuz o günün koşullarında kıçlarına kasabın kırmızı karanfiller koyduğu koyunlardan pek de ayrıcalıklı değildi. Bizim karanfillerimiz de kravatlarımızdı ki, Allah’tan takılan yerlerimiz farklıydı.
Sözünü ettiğim uzun yıllar öncesine ait olan arzu halimiz böyle. Bunu çok daha uzatabiliriz, ama ne gerek var, daha fazla yazıp, bu trajikomik halimizle vaktini almaya.
Olanca saygı ve sevgimle…

Aydın


Amsterdam, 20 Şubat 2005 

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...