29 Temmuz 2011 Cuma

HAM AVRAT

 HAM AVRAT
Üçüncü vitese takıp, gaz pedalına iyice yüklenmişti ki, arka koltukta oturan yüzü yer yer irili ufaklı sivilceler ile kaplı Fehmi usulca ileriye doğru uzanıp, minibüs sürücüsü Şemo’ya seslendi.
“Şemo abi, bi zahmet, ilerideki yol ağzında inecek var.”
“O inecek sen misin? Tamam babam, elbette emrin olur. Hemen duruyorum. Burası uygun mu?”
“Estafurullah abi. Olsa olsa ricamiz olur. Abi biraz daha ileride.”
“Hoppala, babam yol ağzı demedin mi? İşte yol ağzı. Tövbe tövbe…”
“Tamam burası iyidir abi.”
“De hadi buyur in bakalım.”
“Sağollasın Şemo abi. Hadi iyi günler, bol kazançlar.”
“Sen de sağ olasın. Allah zihin açıklığı versin. Derslerini ihmal etme.”
Sırt çantasının askılığından tutan Fehmi, kapıyı inerken hızla çarptı. Şemo;
“Yavaş oğlum, yavaş… vur dedikse, öldür demedik ki, böyle hızla çarpıyorsun.” diye bağırdı. Fehmi’nin aklı onlarca karış havadaydı. O’nu duymadı. Şemo vites kolunu sıkıca kavrayıp, önce birinci, sonra da ikinci vitese takıp, hızla hareket etti. Şemo’nun maviş adını verdiği minibüsü ile Hintli Baba Caddesi’nde hızla ilerlemeye devam ederken, yola sağlı sollu bakıp, daha çok yolcu almak telaşındaydı. Okulların kapanmasına daha iki hafta gibi bir süre vardı. Öğrencilerin tatile girmesi halinde, müşteri sayısında hayli azalma olacaktı. Diyarbakır turistik bir şehir olmadığından, dışarıdan gelen de olmayacaktı. Minibüsün taksitleri zamanında ödenmeliydi. Geçen yıl borç harç bir hayli zorlanmıştı. Bu yıl da aynı sıkıntıları yaşamak istemiyordu. Çektikleri sıkıntı yetmiyormuş gibi, karısı Fate de başının etini yiyor, devamlı çocukları O’nun üstüne salıyordu. Sanki Şemo’nun elinde ne vardı. Gecesini gündüzüne katıp, nafakasını çıkarmaya çalışıyor, günde bin kişinin ağız kokusunu çekiyordu. Şu taksitleri bir bitse belki de biraza daha rahatlardı. Ama daha on dört ay vardı. Yapılacak bir şey yoktu. Bir müddet daha dişlerini ve kemerini sıkacaktı. Bu düşüncelere dalmışken, ön tarafa iki, orta koltukta oturan erkek yolcunun yanını da iki yolcu daha alarak üçleyebilirdi. Elli metre gitmişti ki, iki genç el kaldırdı. Yavaşlayıp, gençleri aldı. Arabanın cd çalarında, sabah sabah artık bir hayli büyümüş olan Küçük Emrah:
“mutluluk nedir hiç bilmezler,
nedense hiç gülmezler,
boynu bükükler….  
Anansız babasız boynu bükükler…” diye ağlamaklı bir ses ile cıyak cıyak bağırıyordu. Gençlerden pala bıyıklı olanı, daha fazla dayanamayıp, çantasından bir cd çıkardı. Şemo’ya döndü:
“Abe mümkünse bu cd’yi çalsan da, biraz kendimize gelsek olmaz mı?” Şemo bozuntuya vermeden ve hemen  yüzüne hafif bir tebessüm kondurup, cd’yi aldı.
“Hay hay babam, neden olmasın.”  deyip, verilen cd’i koydu. Pala bıyıklı dalgın dalgın minibüsün ön camından, dışarıyı seyre dalmıştı. Diyarbakır ne kadar da değişime uğramıştı. Bu güzelim şehrin o ölümsüz tarihi, beton yığınlarının gölgesinde kalmıştı. Yoğun göçü kaldıramayacak hale gelen şehir, yorgun ve bitkindi. Fukaralığı, saç jölesi gibi bir şeydi Diyarbakır'lının. Belediyenin olanakları ise içler acısıydı. Yeterince hizmet verilemiyordu. Çöpçüler bu çağda hala teneke makası ile kesilen ve uzunca bir sopaya iliştirilen büyük zeytinyağı tenekelerine çöp yığınlarını, çalı süpürgeleri ile süpürmeye çalışıyorlardı. Mogadişu, Nairobi, Asmara, Kinşasa, veya Cibuti belediyelerinin dahi olanakları belki de daha fazla idi. Doğrusu bu denli yoksulluk ve adaletsiz dağılım; ne bu bereketli topraklara, ne de güzelim insanına yakışıyordu. Aniden, kendisini minibüsün içinde olduğunu gören, garip giyimli birilerinin, zıplayarak O’na sevinç ve sevgi ile el salladığını gördü.  İyice bakınca, Bağlar semtinin Qırıklarının lideri Hamlet Hamza, ardında Selâhattin Eyyubi Mahallesinin sorumlusu Brütüs Burhan ve yardımcısı Mısto’dan başkası değildi bunlar. O da sevgi ile onlara doğru el salladı. İşi olmasa hemen iner ve onlara birer çorba ısmarlar, biraz dertleşir ve cebindeki parayı onlar ile paylaşırdı. Ama şanslarına küssünlerdi. Ne kadar gariban insanlardı bunlar. Konuşma ve yaşayış tarzları kendilerine özgü ve çok farklıydı. Onlar, adeta Diyarbakır´ın sembolü ve maskotuydular. Yaşanan iç göç dramı anlatılır gibi değildi. Ya Diyarbakır’ın ‘kuçelerini’ ve ‘eyvanlarını’ ardlarında bırakıp, küskün olarak terk eden, onca Ermeni insanına ne demeli idi. Yazık olmuştu. Diyarbakır biçare, kimsesiz ve öksüzdü. Hançepek, diğer adı ile Gavur Mahallesi, boynu kökünden koparılmış bir lale misali büküktü. Her tarafta tarihin kalıntıları yıkıntılar halinde idi. Hançepek hüzünlüydü, ağlıyor ve tarihi sahiplerini arıyordu.
Şemo, durakta birbirinden biraz uzakça durmaya çalışan iki bayanı görünce ani bir frenle durdu. Pala bıyıklı gencin düşünceleri ani fren ile camdan savruldu ve dağıldı. Bayanlardan biri modern giyimli diğeri ise, tam tersine oldukça kapalı ve bütün kepenkleri indirilmiş vaziyette idi. Orta koltukta iki kişilik yer olduğundan, Şemo iki bayanı orta kapıdan buyur etti. Önce kepenkleri tamamen kapalı olan otuz beş yaşlarında gösteren bayan içeri daldı ardından, diğer modern giyimli bayan bindi. Şemo yavaşça hareket etmek üzere, yeniden vites kolunu avuçladı ve ardından da gaza bastı. Minibüs içinde hafif bir sarsıntı oldu. Bu sırada cd çaların hoparlörlerinden ince kadifesi, duygu yüklü bir ses yükseliyordu.
“……………………………….
  Nelere, nelere baskın gelmez ki
   Seni düşünmenin tadı...
   Hamravat suyu dondu,
   Diclede dört parmak buz,
   Biz kuyudan işliyoruz kaba - kacağa,             
   Çayı kardan demliyoruz.
   Anam sır gibi saklar siyatiğini,
   ‘Yel’ der, ‘Baharın geçer’.
   Bacım, iki canlı, ağır,
   Güzel kızdır, bilirsin.
   İlki bu, bir yandan saklı utanır
   Ve bir yandan korkar
   Ölürüm deyi.
   ...........................................”

Yeni binen yolcular  yarı bükük vaziyette hala ayaktaydılar. Kapalı olan bayan, koltukta oturan, ince bıyıklı, gür kaşlı erkek yolcuyu iyice süzdükten sonra, diğer bayana dönüp;
“Buyurun siz önce oturun, orada oturmak sizin için fark etmez nasıl olsa.”
Modern giyimli bayan neye uğradığını şaşırmıştı. Kendisi öğretmendi ve bir yıl önce tayını Diyarbakır’a çıkmıştı. Turgut Özal Bulvarındaki Fatih Lisesinde  görev yapıyordu. Her gün bir olayla karşılaşıyor ve her defasında da kendisine metanetini koruyup, sakin kalmaya çalışıyordu. Oysa bu kez öyle olmadı. Şenay öğretmenin bütün sinirleri boşaldı ve bedenindeki kanı isyana kalkıp, beynine hucum etti. Elleri ve ayakları titreyen Şenay öğretmen, ani bir refleks ile muhatabı olduğu bayanın kara çarşafından bütün gücü ile tuttuğu gibi aşağı doğru çekti. Kepenklerini açtığı bayana dönüp, avazı bağırdı.
“Al işte şimdi senin için de fark etmez. Buyur sen önce otur. Sen kendini ne sanıyorsun.”  Yolcular ve Şemo olup biteni hayretler içinde izlerken, çarşafı indirilen bayan, bir yandan sol eli ile saçlarını kapatmaya çalışırken, sağ eli ile de tekrar çarşafını kapmaya çalışıyordu. Şenay öğretmen çarşafı arkasında tutup, vermiyordu. Artık başı kapalı olmayan kadın ne yapacağını şaşırmıştı. Şemo minibüsü çoktan durdurmuştu. Artık sürücü olarak olaya müdahale etmesi gerekiyordu. Bu sırada, Şenay öğretmen çarşafı geri verdi. Şemo tekrar çarşaflı olmayı kısa sürede başaran, kepenkleri tamamen kapalı bayana dönüp;
“Hanımefendi, arabamdan hemen inin. Yoksa yola devam etmeyeceğim. Yolcuların bakışları altında, daha da sıkıca örtünmeye çalışan bayan, usulca minibüsten indi. Bakışlarını hepten yere indirip, hızla minibüsten uzaklaştı. Şemo yanında ki, pala bıyıklı gence dönüp;
“Babam vallahi de billahi de, bu senin cd’inde anlatılan ‘ham avrat’ bu avrat. Yalnız o ham avrat, bu yaz ortasında niye donmuş onu da anlamış değilim.” Genç yolcu, Şemo’nun direksiyonu kavramış olan iri, kıllı eline hafifce dokunup:
“Bir gün anlarsın. Fakat iyi yaptın. Umarım dersini almıştır.” Pala bıyıklı genç ineceği durağa gelmişti.
“Size zahmet, bu yol ağzında da ben ineyim.”
“Hay hay babam, emrin olur, buyur. Abe cd’ini al.”
“Sende kalsın, hediyem olsun. Dinlersin. Fakat ham avrat değil. Hamravat Suyu.”
“Haa… şimdi bildim abe, bizim Hamravat Suyumuz.”
“Evet.”
Yerine oturan Şenay öğretmenin tedirginliği devam etse de, Şemo’nun söylediklerine de bir yandan gülmeden edemiyordu. Yanında oturan yolcu, Şenay öğretmene dönüp:
“Kutlarım sizi. Doğrusu eyleminiz çok yerinde ve mükemmeldi.” Şenay öğretmen başını eğip, yanındaki yolcuya teşekkür etmek isterken, siyah bukleli saçları gelip, yüzünü kapattı. Kendisini rahatlamış hissedip, geriye yaslandı. Gözlerini bir müddet kapattı, ardından dünyayı aydınlatmaktan yorulmayan güneşe, hafifçe eğilip minibüsün camından baktı. Cadde boyunca koşuşturmaca devam ediyordu. Şenay öğretmen Diyarbakır'da huzurluydu.

Aydın Yılmaz                                            aydin1960@live.nl

Amsterdam, 27 Temmuz 2011


15 Temmuz 2011 Cuma

HENDEK




HENDEK


Büyük bir korku ve ürpertiyle kanatlarını hızla çırpıp, dışı çamur ve pencerelerinin etrafı kireç ile sıvalı, tek katlı evin bacasından yere doğru, annelik telaşı ile hızlı bir dalış yaptı. Minnacık kalbi korkudan duracak gibiydi. Yuva kurduğu evin yarıya kadar yıkılmış olan bacasından yavrularından biri mamasını yerken, kaza ile yere düşmüştü. Anne serçe yerde çırpınıp duran yavrusunun imdadına hızır gibi yetişti. Fakat bütün çabasına rağmen serçecik; canından çok sevdiği güzeller güzeli yavrusunu, minik gagası ile tutup kaldırmaya çalışsa da bunu bir türlü başaramıyordu. En büyük korkusu; ansızın evin büyük kara kedisi Pısreş’in o’nun zavallı yavrusunu görmesi ve bir hamlede yutmasıydı. Tanrıya şükürler olsun, korktuğu başına gelmedi. Pısreş o sırada evin mutfağında iki minik yavrusu ve karısı Zülfiye ile huzur içinde bir hayat sürdüren Fare Murtaza ile köşe kapmaca oynuyordu. Pısreş’in serçe yavruları gibi tatsız lokmalara ayıracak zamanı yoktu, kendileri çok meşguldü.
Cemo gür kıvırcık saçlarını elleri ile ıslatıp ince uzun parmaklarını tarak gibi kullanarak düzeltti. Kapıyı usulca kapatıp dışarı çıktı. Dışarıda oldukça güneşli bir hava hakimdi. Gökyüzü bulutsuz ve masmavi idi. Etraftan çığlık çığlığa kuş sesleri geliyordu. Doğrusu güzel bir bahar günüydü. İçi bir hoş oldu, gülümsedi ve evlerinin kapısının önünü merakla kolaçan etti. Çok geçmeden olup biteni gördü. Hemen oraya doğru yöneldi. Gerek serçeye, gerekse de yavrusuna çok acıdı. Tez elden gidip, minik yavruyu yerden kaldırdı ve minnacık gagasındaki tozları silkeledi. Alçak uçuşlar yapıp, sürekli öten anne serçe, daha da bir telaşlandı. Cemo’nun etrafından telaşla dört dolanıp, uçuşuyordu. Cemo büyük bir şefkatle, incitmeden aldığı serçe yavrusunu, evin damına dayalı olan, kırık dökük tahta merdivende hızla yükselip, bacanın üstündeki serçe yuvasına sevgi ve şefkatle öpücük kondurduğu minik serçeyi bıraktı. Cemo damın diğer tarafına yönelirken, anne serçe büyük bir sevgi coşkusu ile yuvasına korkusuzca uçtu. Kanat çırpışlarıyla adeta Cemo’ya hem teşekkür ediyor gibiydi.
Cemo merdivenden aşağı inmeden önce Buca köyünün derinliklerine doğru göz attı. Köyündeki bir evi özellikle çok merak ediyordu. Bu evde bulunan birileri onu çok ilgilendiriyor ve kalbinin atışını hızlandırıyordu. Bakışlarını o eve odaklandırdı ve daha iyi görebilmek için elini siper etti. Uzun uzadıya baktıysa da kimseleri göremedi. Umudu kırılmış bir halde isteksizce merdivenden aşağıya indi.
Cemo çok gençti. Bıyıkları yeni yeni terlemiş, yaşı gelmiş olmasına rağmen, alımlı yüzünün de bazı kısımlarında sakalları henüz çıkmamıştı. Filinta gibi bir delikanlı, yakışıklı, siyah kıvırcık saçlı, küçük çeneli, düzgün çehreli bir delikanlı. Cıvıl cıvıl olan koyu kahve rengi gözleri ile karşı karşıya gelenlerin içi hemen bir hoş ısınırdı. Köyünde yediden yetmişe herkes tarafından, dürüstlüğü ve ahlakı ile çok seviliyor ve gençlere örnek olarak gösteriliyordu.
İki ay kadar önce köyün en güzel kızlarından, sırılsıklam aşık olduğu Döne ile nişanlanmış, o nedenle başında insanı yaz ortasında dahi gripten yataklara düşürecek, mutluluktan alabildiğine serin mi serin esen kavak yelleri ile dolaşıyordu. Döne’si al yanakları, bukleli kömür karası saçları ile etrafına her daim gülen zeytin gözleri ile gülücükler saçan, biraz tombulca gencecik, on dokuz ya;ina daha yeni girmiş bir kızdı. Cemo uzunca bir zamandır, gizliden gizliye bu yanıp tutuştuğu komşu kızı Döne ile en nihayetinde; başlık parası, garibanlık, kimsesizlik, fakirlik ve diğer benzeri engelleri birer birer aşıp, nişan takmıştı. Sevincinden hüngür hüngür ağladı. Ardından soluğu köyün camisinde alıp, Tanrısına sığınarak, uzun uzun dualar etti. Şükran duyguları ile yalvardı, yakardı. Büyülendiği bu mekanda, bildiği bütün duaları sıralayıp, alabildiğine bir minnet hissiyatıyla secde etti. Onlarca rekat namaz kıldı, diz çöküp, boyun eğdi. İlk iş olarak kurban kesip, konu ve komşusuna dağıtacaktı. Gönül rahatlığıyla Tanrının huzurundan ayrılıp, koşa koşa evinin yolunu tuttu. Yüce Tanrıya bin şükürler olsun, sonunda O’nun varlığını da görüp, muradına erdirmişti. Aman tanrım, ne şaşılası duygular hissediyordu. O’na göre; keşke her insan sevginin bu büyülü ortamında hayatını sürdürebilseydi. Sevgililer hiç bir engele takılmadan, sevenler sevgilerini gönüllerince yaşasalardı. Dünyanın rengi değişmiş, herkes iyi insan, mavi daha bir deniz mavisi, kırmızı daha bir kan kırmızı, ekmek daha bir ekmek oluvermişti. Köyü daha güzel, babasının bakışları daha yumuşak, annesi daha şefkatlı oluvermişti. Ve o Tanrının sevgili bir kuluydu.
Köyün bu en güzel kızına aşık, sevdalı, körkütük vurgundu. Kalbi sabote edilip yangın yerine çevrilen, bir tek Cemo değildi elbette. Döne’nin adı geçtiği zaman, bütün gençler yüreklerini sıkışmış hissedip, adeta bin ah çekiyorlardı. Süleyman da bu bağrı iyice kavrulmuş olan gençlerden biriydi. Gözü kara, tuttuğunu koparan, biraz da fazla çekincesi olmayan bir gençti. Sevdiği için yapmayacağı yoktu. Günün yirmi dört saati sevdasını düşünüyor, yumruklarını sıkıp duvarlara vuruyor, kendisini kahrediyordu. Göz göre göre bu büyük aşkını en yakın arkadaşına kaptırmıştı. Mümkün olduğu kadar Cemo ile bir araya gelmiyor, O’na içten içe kin bağlıyordu. Cemo O’nun için artık en yakın arkadaş değil, en büyük düşmanıydı. Bir gün öyle veya böyle Cemo ile bunun hesabını mutlaka görecek ve Cemo’nun defterini dürecekti. Döne’nin Cemo’yu tercih etmesini bir türlü anlayamıyordu. Bunu kabullenemiyor, gururuna yediremiyordu. Bu duygular, içini adeta küçük bir kurt gibi kemiriyordu. Daha çok sigara içiyor, sesi kırılıp, çatallaşıyor, boğazında bir şeyler üst üste düğümleniyordu.
Aradan iki ay kadar zaman geçmiş, Cemo hiç değilse haftada bir gün, kayın babasının evde olmadığını sezinlediği zamanlarda kaçamak yapıp, Döne’nin penceresini yüreği ağzında tıklatıyor, cennetine gizlice alınıyordu. Her kaçamak ziyaretinde, Bakkal Kamo’nun dükkanından aldığı lokum, bisküvi ve çerezi bir beze sarıp, cennetine götürmeyi de ihmal etmiyordu. Mutlululuklarına doğrusu diyecek yoktu. Birbirlerini çok seviyorlar, dillere destan Mem û Zin’in sevdasını aratmayacak olan aşklarına sahip çıkıp, onun köklerini daha da derinlere salıyorlardı. Daha iyi yeşermesi, bütün güçlüklere rağmen dimdik ayakta kalması için ellerinden gelen her türlü özveriden kaçınmıyorlardı. Döne ile hayallere dalıyor, geleceğe dair rengarenk planlar yapıyorlardı. Kaç tane çocuk yapacaklarına, çocuklarının adının ne olacağına dahi karar vermişlerdi. Çocukları okuyacak, her biri büyük adam olacak, insanların hayır dualarının yağmuruna tutulacaklardı. En önemlisi de hiç kimseye muhtaç olmadan, kendilerinin çektiği sıkıntıları çekmeden mutlu yaşayacaklardı.
Bulundukları yöreden ve onun püsküllü cehaletinden yakasını çekip, koparamıyordu. Süleyman’ın kendisine diş bilediğini biliyordu. Ama O'nun başının belası asıl başkaydı. Otuz yıldır devam edegelen bir kan davası gölge gibi peşini bırakmıyordu. Kendisinin suçu veya günahı neydi, buna bir türlü akıl erdiremiyor ve olup biten gayri insaniliğe şaşıp kalıyordu. O zamanlar Cemo daha doğmamıştı bile. Doğumundan onlarca yıl önce yaşananları, bu insanlık dışı olumsuzlukların ceremesini çekiyor ve zaman zaman soğuk terler döküyordu. Hasımları sürekli onlardan birilerini daha devirip, defalarca aldıkları intikamlarını daha katmerli hale getirmek istiyorlardı. Dolayısı ile hedef tahtasında bulunanlardan biri de, daha çiçeği burnunda olan yeni nişanlı Cemoýdu. Onlarca defa onu kıstırdıkları halde, her seferinde postu deldirmeden olay yerinden uzaklaşmayı başarmıştı.
Kötü haber tez yayılıyordu. Oturma odasının bir köşesinde oturmuş, tavşan kanı çayını yudumlarken, bir yandan da annesine belli etmeden cebinden çıkardığı Döne’sinin bir tutam bukleli saçını kokluyordu. Bir anda dışarıda karmaşık gürültülerin yükseldiğini duydular. İnsanlar korku ile bağrışıp, silah seslerinin geldiği yönü gösteriyorlar ve büyük bir panik yaşıyorlardı. Köyün epeyce ilerisinde bir çatışma yaşandığı ve akrabalarından eli silah tutan tüm erkeklerin çatışma yerine ulaşmaya çalıştığını öğrendi. Acele ile atının terkisine binip, ardında dereleri ve tepeleri toz duman içinde bırakan Cemo en kısa zamanda akrabalarının yanında yer almak için atını çatlatırcasına koşturdu. Yıldırım hızıyla gelip sipere yattı. Düşmana göz açtırmadan, mavzerinin kurma kolunu hızla çevirip, yeni mermiler sürüyor ve göz kamaştıran bir hızla silahını yeniden ateşleyip, hasımlarına doğrultuyordu. Sık sık bulunduğu mevziden çıkıp diğer mevzideki akrabalarına haykırıyor, onlara ne yapmaları gerektiğini avazı çıktığı kadar bağırıyor, tekrar sipere giriyordu. Etrafta yüksek toz duman bulutları kalkıyor, tüfeklerden çıkan barut kokuları siperlerdeki tüm öldürücülerin genzini yakıyordu. Küllük tepesinde barış ortamı içinde yaşıyan benekli tavşanlar, tarla fareleri, korkularından yokuş yukarı hızla koşarak, olup bitene bir anlam vermekte güçlük çektiler. Yürekleri kafeslerinden çıkacakmış gibi hızla atıp, yer altındaki yuvalarında soluğu aldılar. Kümes hayvanlarının avına çıkmak isteyen tilkiler, bütün kurnazlıklarına ve sivri zekalarına rağmen olup bitenden hiç bir şey anlamadan, arkalarına bakmadan bölgeyi terk ettiler. Kınalı keklikler hüzünle yuvalarını, kuluçkaya yattıkları yumurtalarını geride bırakıp, içlerinde buruk bir acıyla kanat çırpmalarıyla bölge insanlarına küskün, uzaklaştılar.
Cemo’nun gösterdiği kahramanlık etkisini gösterdi. Karşı taraf en nihayetinde püskürtülmüştü. Cemo gösterdikleri başarıyı görüp, bunu akrabaları ile paylaşmaya giderken, karşı cephede sessiz ve sinsice siperinde yatmaya devam eden hasımlarından birisi tarafından fark edildi. Daha fazla beklemeden; gezden, gözden ve arpacıktan nişan alıp, Döne’sinin aşkı ile minik bir kuş gibi pır pır atan yüreğini bir daha atmayacak şekilde durdurdu. Cemali güzel Cemo’nun dizlerinin bağı çözüldü, sıkıca tuttuğu mavzeri ile olduğu yerde bir çam ağacı gibi devrildi, yığılıp kaldı. Sevgiyi, aşkı, mutluluğu ve insani bütün güzellikleri göğsünden vurdular. Dudaklarının arasından kızıl bir kan göleti akıp, Küllük Tepesi’ndeki çakıl taşlarının arasından derinlere süzüldü. Cemo’nun al kanı kızıl güller halinde toprağa karıştı. Kömür karası bukleli genç bir kızın saçları yüzünü okşarken, ışıldayan gözlerini bir daha açmamak üzere yumdu.
Düşmanının tüfeğinden çıkan yağlı kurşun gelip, Cemo’nun yüreği ile buluştuğu anda Döne’yi ani bir titreme aldı. Kalbi daraldı, yanaklarındaki allıklar kaybolup yerini solgun bir çehreye bıraktı. Gözlerinin feri kaçtı, kalbi sıkıştı. Annesi ne olup bittiğine bir anlam vermeden, kızı için panikleyip, bağırmaya başladı. Bir bardak su alıp, kızına içirdikten sonra anlını ve solgun yanaklarını tütün kolonyası ile bir güzel ovuşturdu. Kendisine yavaş yavaş gelen Döne etrafına anlamsız anlamsız bakmakla yetindi. Sızlayan kalbine elini olanca gücüyle bastırdı. İçi tarifsiz bir şekilde acıyordu. Kötü şeyler olmuş ve içine aniden düşen darlık, büyük bir felaketin habercisiydi.
Cemo’nun ölüm haberi köyün dört bir tarafında, tez duyuldu. Buca köylüleri yiğitlerini yürekleri yerinden eden, hazin bir törenle defnettiler. Şehidin huzurunda tüm köy halkı saygı duruşunda bulundu. Haklarını helal edip, bildikleri bütün duaları okuyup, O’nun layık olduğu yere gitmesi için yaradana bUtUn kalpleriyle dua ettiler.
Döne, insanın bakmaya kıyamadığı kıvrım kıvrım bukleli saçlarını yolup, doğal allıklı yanaklarını kanatarak, yiğidinin ardından yürek dağlayan ağıtlar yaktı. Göğüs kafesini büyük taşlarla kırarcasına yumruklayadurdu. O’nu bu halde görenler, insanlıklarından hicap duyup başlarını suçlular gibi önlerine eğiyorlardı.
Filinta delikanlı Cemo önündeki bütün engelleri aşmasını bilmiş, fakat bu son hendeği aşarken, mertliği asırlardır ortadan kaldıran delikli bir demirden çıkan kurşunla yoncalarla kaplı, bir yükseltinin üzerine yığılıvermişti. Döne’nin yüreğindeki yangın aylarca sönmek nedir bilmedi. Süleyman da dahil, büyük ısrarlarla kapılarına dayanan bütün taliplerini her defasında hıçkırıklara boğularak, geri çevirdi. Bir başına kalan Döne; köyde doğum yapan her anneye koşarak, çocuğunun adını Cemo koyması ricasında bulundu. Ömrünün kalan yıllarını, hayata küskün bir şekilde karalar içinde, kimseye yar olmadan, yüreğindeki tılsımı tamamıyla yitirdi. Hayatla olan bütün bağlarını kökünden kopardı ve güneş O’nun için bir daha doğmamak üzere bozkırda yerde söndü.


Amsterdam, 01 Ağustos 2006







CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...