26 Aralık 2019 Perşembe

NİNA








NİNA

Bir zamanlar gönül verdiğim arkadaşım, hala güzel gördüğüm, nefes kesen o güzelim yüzünde devasa bir gülümseme, sevecenlik ve aşk ile bana “Nina” diye hitap eder, bu sesleniş benim de çok hoşuma giderdi. Nina, İspanyol dilinde küçük kız anlamına geliyormuş. Oldukça zorlu denilecek bir sürecin ardından, acemice daha yeni yeni sahnelerde ayaklarımın birbirine dolanmalarla yer almaya başladığımda, kendime yeni bir solist ismi arayışı içine girdim. Böylelikle ön adımı olan "Eunice'ı" arkadaşımın bana seslendiği gibi Nina olarak değiştirdim. Soyadımı da yine çok sevdiğim Fransız oyuncu Simone Signoret’ten esinlendim. Bundan sonrasındaki hayatımı bildiğiniz üzere Nina Simone olarak devam ettirdim.
Acılarla dolu müzik kariyerimde, yüksek basamakları büyük zahmetlerle çıksam da, caz dünyasında adım kısa sürede çok anılır ve aranılır oldu. Bu alandaki çıtamı yükseltmek için canımı dişime taktım. İşimi hala severek ve büyük bir zevk alarak yapıyorum. Müzik otoriteleri sesimin buğulu olduğunu söylerler. Dolayısı ile buna derin bir hüznün sesi de diyebiliriz. Sahnede şarkı söylerken dünyadan tamamıyla uzaklaşıyorum. Kendimden geçiyor, bedenimin anlam veremediğim bir hafifliğe ulaştığını görüyorum. Bu duygu ile sahnelerde sermest bir halde sahnede yorulmadan saatlerce kalabiliyorum. Hissedilenler öylesine büyüleyici ki, anlatılamaz. Rüyalar alemi bu olsa gerek!
Dünyanın dört bir yanına turnelere çıkıyorum. 1970l' yılların başıydı. Bu turnelerden birinde ilk defa Ankara’ya gittim. Ankara’da verdiğimiz ve caz severlerin büyük beğenisini aldığımız o muhteşem konserimizin ardından, kalabalıklardan her daim kaçışan ben, sakin bir Anadolu köyüne gidip görmeyi çok istedim. Ricam üzerine menajerim kısa sürede yaptığı bir araştırmanın ardından, beni orkestramda bulunan meraklı birkaç kişi ile birlikte Bala ilçesinin Büyükcamili Köyüne götürmeye karar verdi.
Yaklaşık üç saat sürecek bir yolculuğun ardından, uzun bir süre sonra yarım saat içinde Büyükcamili köyünde olacağımız söylendi. Şose yol oldukça bozuk. Menajerimin ayarladığı otobüsle çukurlara gire çıka ilerlemeye çalışıyoruz. Çok az bilindiği söylenen Bala ilçesini geçtikten sonra rehberimiz çok merak ettiğim köy isimlerini tek tek söylüyor. Kulağıma garip gelen bu isimleri tekrarlamaya çalışıyorum, ama telaffuz etmekte hayli zorlanıyorum. Rehberimiz Mısto elimdeki not defterine bütün isimleri itina ile yazıyor. Mısto yol güzergâhında aracımızı bir çeşmede aniden durdurdu. Çeşmenin adının “Verem Çeşmesi” olduğunu söyleyince şaşırmadan edemedim. Bir hayrat çeşmesinin böylesi illet bir hastalıkla ne ilgisi olduğunu kavramakta zorlanınca, kısa boylu yerden bitme, ama minik burnunun altında bir torba bıyığı olan Mısto, yarım yamalak İngilizcesi ile buna bir açıklık getirdi.
Bu çeşmenin suyunun çok lezzetli ve aynı zamanda çok şifalı olduğunu ve hatta söylentiye göre verem hastalarını dahi iyileştirdiğinden dolayı bu suyun adının halk arasında böyle kaldığını anlattı. Bu lezzetli sudan kana kana içip serinledik. Temmuz ayının sabah güneşi karşıdan eğimli de gelse, yakıcı olmaktan geri kalmıyordu. Etrafta irili ufaklı tepeler ve geniş düzlüklerin çok da yeşil olmaması dikkatimi çekti. Yakındaki cılız bir söğüt ağacına konan serçe cıvıltıları doğanın müzikaliydi. Ara sıra öbekler halinde ağaçlar boy gösterse de yeterli değildi. Soluklanıp serinledikten sonra yolumuza yeniden koyulduk. Mısto’nun defterime yazdığı köy isimlerine bakıyorum. Beynam, Büyük Boyalık, Küçük Boyalık, Tol, Kesikköprü, Küçükcamili ve en sonunda da hedefimiz olan Büyükcamili köylerinin adını okudum. Hepsi birbirine benzeyen sonsuz bir bozkırda yer alan küçük yerleşim yerleri. Kesikköprü adlı kasabaya ulaştığımızda yeryüzünün çehresi biraz daha değişir gibi oldu. Kızılırmak dedikleri bir nehir göz kamaştıran maviliği ile bozkırı boydan boya dolaşıyordu. Evlerin önlerinde ve arkasında ağaçlar görünüyordu.
Büyükcamili Köyüne bir gün öncesinden haber salınmıştı. Büyük ihtimalle orada da minik de olsa bir konser verecektik. Bu caz konseri köy halkı ve aynı zamanda benim için de bir ilk olacaktı.
Ziyaret denilen bir tepeye geldiğimizde önce korku ile kabuğuna çekilen ve sonrasında boynunu uzatıp bakan bir kaplumbağanın da aynı yönü kendisine yol eylediğini gördüm. Biz en geç yarım saat içinde orada olacaktık. Sanırım ben ülkeme vardıktan çok sonra o da Büyükcamili Köyünde ancak olurdu. Konsere mi gidiyordu diye merak ettimse de dik yokuşta durup hazreti almak güç olacaktı. Yokuşu tırmanmamızın ardından, karşıdan Büyükcamili Köyünü görünce sahneye adım attığım zamanlardaki ilk heyecanın benzerini bedenime yayılan bir tatlılıkla hissedince, kendi kendime şaşakaldım. Mısto’nun bana sürprizi vardı. Beni köyde çok sevdiği ve uzaktan da akrabası olduğunu söylediği Kör Zewe’nin misafiri yapacaktı. Kadıncağızı tanımam etmem. Onun da beni tanıdığını sanmıyorum. Nereden tanısın Amerika’dan çıkıp gelen kömür karası bir kadını. Mısto Kör Zewe’nin aslında düz burnu ve kalın dudakları ile teni benim kadar kara olmasa da, biraz beni andırdığını söyleyince iyice meraklandım.
Aracımız yol kenarında sarı boyalı iki katlı bir evin önünde durdu. Kör Zewe ve kocası Çıtak Haydar’a öncesinden haber verildiğinden ailecek ve meraklanıp gelen komşularla birlikte bizi bekliyorlardı. Hayatımda hiç bu kadar güzel ve içtenlikle karşılanmadım. Kör Zewe o kısacık kollarını açtığında, karşılama için kollarını arasındaki açıklık bana yüz metre gibi geldi. Kendimden utandım. Bu ne doğal bir insanlıktı. Kollarımız birbirimizin bütün bedenlerinde sevgiyle gezindi. Sanki kırk yıldır tanışıyor ve hiç ayrılmamışız gibi bir duyguya kapıldım.  Ev sahibimizin bedeni benimkine kıyasla biraz daha küçük olduğundan ben onu daha iyi ve sıkıca sarıp sarmalayabiliyordum. Dakikalarca sarıldık. Kaplumbağa ortalarda gözükmüyordu. Büyükcamili'de gündü, güneşti. Gökyüzü yedi renkti.
Beklenmedik bir anda alkış sesleri yükseldi. Köylü erkekler başlarındaki kasketleri saygı mahiyetinde çıkarıp kollarının altına sıkıştırmışlardı. Aynı zamanda misafirperverlik gereği olabildiğince de güzel ve temiz giyinmişlerdi. Etraftan yayılan alkış tufanı devam ediyordu. Birkaç tane köpek meraklı bakışlarla kalabalığın yanı başında ağızlarından salyalar akıtarak bize bakıyorlardı. Kadınlı erkekli ve bütün çocuklar adını dahi duymadıkları bu siyahi kadının adını gırtlaklarını yırtarcasına koro halinde bağırmaya başladılar.
“Ninaaa… Ninaaa… Welkommm… Ninaaa… Ninaaa…” ‘Welkom’ kelimesini Mısto önceden onlara öğretmiş olmalıydı. Şaşkınlığım anlatılır gibi değildi. Bu ne büyük bir güzellik ve paha biçilmez bir armağandı. Bu armağan aldığım onlarca ‘Emmy Müzik’ ödülleri ve diğerlerinden çok daha güzel ve manevi değerdeydi. Beraberimizde getirdiğimiz oyuncakları köylü çocuklara dağıttığımızda, onların mutluluğunu mutluluğum edindim. Hayatımda ilk defa bu kadar huzur ve barış doluydum.
Program gereği Kör Zewe’nin evinde hazırlanan öğle yemeğinden sonra, yine aynı evin balkonunda vereceğimiz küçük bir konserle köylülere seslenecektik. Çıtak Haydar’ın önceden kestiği kuzu etinin suyu ile Kör Zewe’nin yaptığı yöreye özgü bulgur pilavını kurulan dört ayrı yer sofrasının ortasına büyük tepsilere küçük tepecikler halinde yığılmış haldeydi. Bu küçük bulgur tepeciklerinin dört bir yanına kuzu etleri yerleştirilmişti. Bağdaş kurarak oturduğumuz yer sofrasında sunulan tereyağlı ve naneli keşkek çorbasını ön yemek olarak kaşıkladık. Müthiş bir lezzetti. Sonrasında yediğimiz etli bulgur pilavı da aynı şekilde dillere destan bir tattaydı. Bugüne kadar alışık olmadığım ve tatmadığım lezzetlerdi. Köpüklü ayranlarla da susuzluğumuzu giderince karnımız tok-sırtımız pek oldu. Siyah ve kalın dudaklarımı köpüklü ayrana daldıra daldıra içmiş olacağım ki, beyaza boyanmış gibi görünen dudaklarım sofradakilerin gülüşmelerine sebep oldu. Kısa sürede olup biteni anladım ve mahcuplukla dudaklarımı sildim.
İçilen çayların ardından köylüler küçük konserimiz için Kör Zewe’nin balkonunun altına toplanınca orkestra arkadaşlarım enstrümanlarını alıp balkona çıktılar. Ardından ben de alkışlar eşliğinde balkon merdivenlerini Kör Zewe’nin elinden tutarak tırmandım. Konser öncesi bir ara Kör Zewe’yi mutfağa çektim ve bildiği bir türkü olup olmadığını sordum. Çok sıkıldı. Hayır mahiyetinde gören tek gözünün bakışlarını yere indirip omuzlarını silkti. Bunun üzerine kocası Çıtak Haydar devreye girdi.
“Biliyor… Biliyor… Kürtçe bildiği bir türkü var. Onu söylesin.”
“Hangisi?” diye merakla sordum.
“Kürtçe ‘lo berde’ diye bir parçası var. Onu söylesin.” diye ısrar edince güçlükle ikna edip mırıldanmaya başladı. Parçayı birlikte birkaç kez söyleyip mutfakta kısa bir prova yaptık.
Sahnedeki (daha doğrusu balkondaki) yerimizi aldığımızda çevrede yer alan Kesikköprü, Tepeköy, Küçükcamili, Bektaşlı, Heştiyar ve Kuyular adlı Heciban aşiretine mensup olduğu söylenen köylerden gelenlerle birlikte yaklaşık bin kişilik coşkulu bir dinleyicinin karşısındaydık. Muhteşemdiç Tezahuratları yoğundu. Yüreğim bir hoş oldu. Kalbim hızla atmaya başladı. Heyecanım doruklardaydı. Kör Zewe’nin elini tuttuğumdan ve köylülerin yoğun ilgisinden kendimi oldukça iyi ve mutlu hissediyor olacağım ki, içimden “Feeling good – İyi hissediyorum” adlı şarkımı ilk önce seslendirmek geldi. Parçanın sözleri bildiğiniz gibi aynen şöyle ilerliyor.
“İyi hissediyorum.
yükseklerde kuşlar uçuyor, nasıl hissettiğimi biliyorsun
gökyüzünde güneş parlıyor, nasıl hissettiğimi biliyorsun
hafif bir rüzgar esiyor, nasıl hissettiğimi biliyorsun

          işte yeni bir şafak
işte yeni bir gün
yeni bir hayat
benim için
ve ben iyi hissediyorum

denizde balıklar var, nasıl hissettiğimi biliyorsun
nehir özgürce akıyor, nasıl hissettiğimi biliyorsun
ağaçlar kokular saçıyor, nasıl hissettiğimi biliyorsun

yusufçuk güneşe uçuyor, neden bahsettiğimi biliyorsun, değil mi?
kelebekler neşe içinde, neden bahsettiğimi biliyorsun
günlerin bittiğinde huzur içinde uyumalısın
işte bundan bahsediyorum

ve bu yaşlı dünya yeni bir dünya
ve cesur bir dünya
benim için

yıldızlar parladığında nasıl hissettiğimi biliyorsun
çamların kokusuyla nasıl hissettiğimi biliyorsun
ah, işte özgürüm
ve ne hissettiğimi biliyorum.”
Seyircilerim şarkılarımdan tek kelime anladıklarını anlamadıkları halde aralarında ağlayan ve gözlerini mahcuplukla silen pek çok insan vardı. Ben bunu şarkılarım esnasında yüzümdeki hüznü görüp hissetmelerine yordum. İnsanların bakışları tanıdıktı. Benim kömür karası insanımdan farksız bakıyorlardı. Mahcup, ezik, utangaç, acemi ve güven yoksunu. İkinci sıraya Kör Zewe ile söyleyeceğim Kürtçe parçayı almıştım. Zaten toplamda dört şarkı söyleyip ve böylelikle insanları da hiç anlamadıkları bir dilde ve bilmedikleri müzikle daha fazla sıkmayacaktık. Arkamda bir vokalist gibi duran Kör Zewe’yi yanıma aldım ve sol kolumu onun aşağılarda kalan omuzuna koydum. Birlikte söylemeye başladık, ama ben daha çok nakarat kısımlarında ona eşlik ettim.
“Lo berde
Şevek di nîvê şevê da lo,
Di giraniya xewê da
Şevek di nîvê şevê da lo,
Di giraniya xewê da
Destê xwe da destê min lo,
Di bin roniya hîvê da
Destê xwe da destê min lo,
Di bin roniya hîvê da
De berde de berde,
Lawo destê min berde
Evînî bi kul û derd e lo,
Lawo destê min berde
Evînî bi kul û derd e lo,
Lawo destê min berde
Min tu ditî li hewzê gulan,
Sibê, nîvro û êvaran
Te ez dîtim li hewzê gulan,
Sibê, nîvro û êvaran
Dest avête gerdenê lo,
Xişîn ketiye guharan
Dest avête…”
Kürtçe dilindeki bu muhteşem aşk şarkısının sözlerinin anlamını da ben yazmayayım. Benim gibi bilmeyenler Türkçede araştırıp öğrensinler. Zaten müziğin dilinin olmadığı herkes tarafından bilinen bir gerçek. Yine de öğrendiğim kadarı ile şarkının bir yerlerinde “Aşk yara ve dert doludur, oğlan ne olur, hani daha yol yakınken, beni böylesi zorlu bir yola beraberinde sürükleme.” türünden anlamlı bir şarkı. Doğrusu çok büyük keyif aldım. Beklemediğimiz bir anda, adının Memo olduğunu söyleyen başka bir köylü, içinde benim adımın da geçtiği bir Kürtçe şarkı söylemek istediği ricası ile gelince, hepten şaşırmıştık. Gerçekten de şarkının sözlerinde adım geçiyordu. Kısaca bu şarkının da sözleri şöyleydi.
"Ninna nina ninaye,
çıpkım male dünyaye.
...................................
Ha di içi da içi da
li male ape Heci da
ramisanek bi de min
di qunciki tarıda..."
Bu hareketli parçanın ardından onlarca halkadan oluşan uzun halaylar çekildi. Böylesi bir şenliğie ilk defa tanıklık ediyordum. Şaşkınlığım dudak uçuklatacak türdendi. Söylediğimiz dört parçanın ardından yoğun istek üzerine “Four Woman – Dört Kadın” adlı parçamla konserimizi dünyanın pek de bilinmeyen bir noktasında, coşkulu sevgi gösterileri arasında tamamladık. Ama hiçbir dinleyiciyi dünyanın diğer yerlerinde hep yaptığım gibi; tipik bir Nina Simone olup, kimseleri paylama gereği duymadım. "Otur yerine veya kıpırdama," diye çıkışmadım. Hüznümün altında etli dudaklarımın kenarında sürekli bir gülümseme vardı. Sadece Kör Zewe'ye alkışın az olmasından dolayı daha coşkulu bir alkış istedim. Tam tersine onların önünde yerlere kapandım.
Ayrılık vakti gelip çatmıştı. Çocuklar ayaklarıma dolanıyorlardı. Şaşkındılar. Kör Zewe ve diğer pek çok kadın ve erkeğin gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Serde duygusallık var. Karşımda, adını sanını hiç duymadıkları ve ilk defa gördükleri kömür karası siyahi bir kadın için yaşlar akıtan bir kitle vardı. Kendimi tutamadım. Gözlerimden boncuklar halinde süzülen yaşlar Kör Zewe’nin yüzündeki ıslaklıkla, sular seller halinde birbirine karıştı.
Vedalaşma esnasında ev sahibimiz hemhalim Kör Zewe’ye sıkı sıkıya sarıldım. Mısto aracılığı ile ülkemde “Dışı siyah içi beyaz” olan pek çok insanın bulunduğunu ve bir yandan da sürdürmeye çalıştığım mücadelemin yoğunluklu bir kısmının onlara karşı olduğunu kulağına fısıldadım. Kendilerinin içlerinin ve dışlarının hep böyle kalmasını rica ederek ayrıldım. Anlayıp anlamadığını bilemiyorum. Zamanında Vietnam’da yürütülen savaşın karşıtlığından dolayı hapis yattığımı, ırkçılık ile her daim kavga halinde olduğumu, büyük bedeller ödediğimi anlatamadım. Dediğim gibi anlatsam da beni anlayıp anlamayacağından emin değildim. Bildiğim, gördüğüm bu insanlar pür ve aktılar. Buruk duygularla ardımda gözleri buğulu pek çok insanı el sallamaları ile bıraktım. Kalbim onların avuçlarında kaldı. Aracımız Ankara’ya doğru çukurlara bata çıka yola koyuldu.



Amsterdam, 26 Aralık 2019


22 Kasım 2019 Cuma

TOHUM






TOHUM

Camili Köyü'nde ve dünyanın diğer pek çok diyarında tan yeri bir kez daha aynı anda ağardı. Şafakla birlikte söken güneş, aynı zamanlama ile yeryüzüne yaydığı ışınlarını ve saçtığı onlarca rengi acele etmeksizin yeniden topladı. Sonrasında Paşa Dağı'nın zirvesinin ardına saklanmalarla kayboldu. Ekim ayıydı. Kibarlığını üzerinden atmayan Sonbahar itina ile fazla rahatsızlık vermeden kapıyı tıklatmaya başlamıştı. Pullukların yardımı ile altı üstüne getirilen ve bozkıra boylu boyunca yayılan binlerce dönüm tarla, şehvetli bir dişi misali, gelecek yıl da yeni bir hasat almak üzere buğday ve arpa tohumları ile buluşturulurken, topraktan yılın son buğuları da dumanlar halinde göğün maviliklerine karışıyordu. 
Tıraşsız yüzleri, tütünden sarıya çalan dişleri, buruşuk giysileri ve dağınık kaşlarına doğru çekiştirdikleri şapkaları ile Camilili erkekler, padişahlar gibi koltuklarına kuruldukları kırmızı, sarı, yeşil ve mavi renklerdeki traktörlerinin ardına bağladıkları mibzer, tohum ve gübre ile doldurdukları Topal Memet imalatı römorkları ile babadan oğula kalan tarlalarından gün kararırken evlerine dönüyorlardı. Hasat sonrası çalışmaya ara verilen işlerin ardından, yeniden hummalı bir çalışmanın içindeydiler. Umutlar tükenmiyordu.
İki kız, iki oğlan babası Salih de traktörü ile Kemikli Kuyu mevkiindeki tarlasından dönüyordu. Bu yıl tohumu biraz daha sık ekti. Gübreden de kaçınmak istemedi. Traktörünün üzerinde, “hobılı hobılı” sallantılar ve apansız takındığı bir zafer edasıyla tozu dumana katarak Camili Köyü’nden içeri girdi. Oysa o, daha biraz önce Kemikli Kuyu’da bulunan tarlasından bu yana yol boyu çocuklarını aklından bir bir geçirmekle meşguldü. Bu zafer edası da olmadık yerde, nereden çıktı? Kendisi de anlayamadı. Duygu ve düşüncelerinin geçişleri çok ani olunca de şaşakaldı. Eve yaklaşması ile birlikte pos bıyıklarının altında geniş bir gülümseme kendiliğinden belirdi.
Evet, çocuklar büyüdü. En büyük kızı yedi yaşındaki Fatma bu yıl okula başladı. Fatma’nın hareketlerinde ne yazık ki, biraz ağırlık söz konusuydu. Köyde onun yaşıtları çatır çatır Türkçe konuştukları halde, onda bu konuda hiçbir ilerleme yoktu. Oysa okulda mutlaka Türkçe konuşması gerekiyordu. Yoksa okula gitmesinin bir anlamı elbette olmayacaktı. Yarım yamalak konuştuğu Kürtçe ile bir yere varamayacağı gün gibi aşikârdı. Bu nedenle okula başlamış olsa da; Fatma biraz değil, tersine çok problem yaratacağa benziyordu. Diğer kardeşleri daha küçük olmalarına rağmen, onlardaki gidişat fena sayılmazdı. Söylemeye dili varmıyordu ama kızındaki bu engeli galiba istese de, istemese de kabullenmek durumundaydı. Acaba bir doktora falan mı götürseydi! Bu darlıkta da doktora gidip gelmeler epeyce masraflı olacaktı. Bunun faydasını görüp görmeyecekleri de belli değildi.
Salih kızına siyah önlük, kenarları dantelli süt beyazı yaka, dalgalı kömür karası saçlarına takması için nar kırmızısı toka, bir çift kırmızı rugan kundura, askılı sırt çantası, defter, kalemtıraş ve renk renk silgili kalemler aldı. Fatma okula gidecek ve okuyacaktı. En geç, iki yıla kalmaz, yakınlarındaki ilçe Kamanlıların konuştuğu gibi kaba değil, İstanbul Türkçesi ile bülbül misali şakıyacak ve bu uçsuz bucaksız bozkırda yer alan Kürt köylerinde parmakla örnek olarak gösterilecekti.
Salih traktörü evinin önüne çekti. Mibzeri çözdü. Kapıda onu karısı Site ve kızı Fatma karşıladı. Yorgun adam kızından günlerdir ayrı kalmışlarcasına uzun uzun sarıldı. Toprak kokulu parmaklarını kızının dalgalı saçlarında gezdirdi. Site elleri yana yana tereyağlı bulgur pilavı tenceresini acele ile yer sofrasının yanına koydu. Mis gibi tereyağı koktu. Salih bir anda çok acıkmış olduğunu fark etti. Midesini ovuşturdu. Sofraya oturmak için sabırsızlanıyordu. Bulgur pilavını hızla ağzına doğru götürüyor ve bir yandan da sofrada yanına oturan Fatma'ya Kürtçe sorular sorup, onunla konuşuyordu.
“Aferin kızıma benim. Bugün okula mı gitmiş? Benim güzeller güzeli akıllı kızım. Türkçe hangi kelimeyi öğrenmiş bakalım?” Fatma, zeytin gözlerini yere indirdi. Ağlamaklı bir sesle;
“Ben Türkçe bilmiyorum ve okula da gitmek istemiyorum. Herkes bana gülüyor. Benimle alay ediyorlar. Ahmet öğretmen de Türkçe bilmediğim için beni sürekli dövüyor. Okula gitmeyeceğim, Türkçeyi de bilmiyorum ve öğrenmeyeceğim de.”
Fatma anne ve babasının zoru ile ileride İstanbul Türkçesi ile şakıyacak olan kızlarının parlak geleceğinin kesintiye uğramasının önüne geçmek maksadı ile onu zorla okula gönderdiler. Fatma’nın parlak geleceğinin heba edilmesine göz yumamazlardı.
Bütün hafta boyunca yaz aylarını aratmayan bir pastırma yazı yaşanıyordu. Camili diyarı yaklaşık bir haftadır günlük güneşlikti. Tohum ekiminin neredeyse sonuna gelindi. Yukarı mahalleden Halil’in ekilmedik iki parça tarlası kaldı. Traktörler ve mibzerler gerekli bakımları yapılıyor ve sonrasında da yeniden garajlarına çekiyorlardı. Onlar üzerlerine düşeni yerine getirmişlerdi. Bundan sonrasını Allah’a havale etmekten başkaca yapılacak bir şey yoktu.
Herhangi bir fırtına çıkmaz, düzenli olarak da rahmet yağarsa yüzlerini güldürecek bir hasat elde edeceklerdi. Böylelikle yeniden dağ gibi biriken borçlar ödenecek, sevdalıları birleştiren düğünlerle kızlar ve delikanlılar evlendirilecek, üst baş alınacak, kışa hazırlık yapılacak ve stokta azalan erzaklar doldurulabilecekti. Aksi halde diz boyu perişanlık kapıda demekti ki, bunun düşmanlarının dahi başına gelmesini istemiyorlardı.
Pastırma yazı devam ediyordu. Fatma, anne ve babasının diretmesi ile yeniden mezarlığın yakınında bulunan Camili ilkokulunun yolunu tuttu. Fatma’nın da artık ilim irfan öğrenmesinin zamanı gelmişti.
Derse her zamanki gibi on dakika kadar geç kaldı. Sınıf kapısının tıklatılmadan açılması ile herkes gelenin Fatma olduğunu anlamakta gecikmedi. Sınıfta bulunan kırk üç çocuğun ve Ahmet Öğretmenin başı Fatma’ya doğru güneşe dönen ayçiçekleri misali bir anda döndü. Çocuklar bir ağızdan kikirdemeye başladılar. Ahmet Öğretmenin sinirleri kısa bir sürede tepesine çıktı.
“Susun diyorum size. Kesin sesinizi. Hepinizi falakaya yatırmayayım. Fatma, hemen geç yerine otur. Bir daha da derse geç kalma. Bu son olsun. Yoksa seninle külahları değişiriz.” Öğretmenin söylediklerinden Fatma hiçbirini anlamadı. “Külahların değişimini” diğer çocuklar da anlamamışlardı. Oysa ne Fatma’nın başında ne de Ahmet Öğretmenin başında değişecek külah vardı. Olsa bile Fatma’nın külahı öğretmenin kafasına nasıl olacaktı ki?
Fatma yerine oturdu. Öğretmen tahtaya alfabedeki bütün harfleri büyük ve küçük halleri ile yazdı. Daha sonra da kısa hecelerle harfleri birleştirdi. Önce kendisi ve sonra da bütün sınıfa hecelemelerini söyledi. Fatma hariç bir ağızdan;
“Gel, al, ye, ev, su, şu, bu, ve…” diye bağırdılar. Fatma’nın arkadaşlarına katılmadığını gören Ahmet Öğretmen onun yanına geldi.
“Fatma kalk.” diye çıkıştı. Ama kalkmadı. Oturduğu yerden öğretmenin söylediğini aynı şekilde tekrarladı.
“Fatmaa kaaalk…” dedi. Bütün sınıfta bir kahkaha tufanı koptu. İyice heyheyleri gelen öğretmen kendisini tutamadı ve Fatma’ya hiç beklemediği bir anda tokadı yapıştırdı. Yanağı alevler içinde al al olan Fatma ağlamaklı oturmaya devam etti. Elini sızlayan yanağına götürdü. Ne yapacağını şaşırdı. Ahmet Öğretmen Fatma’nın tek kelime Türkçe anlamadığını gördü. Çaresiz kalmıştı. Sil baştan ona bu dili nasıl öğretecek ve bunun altından nasıl kalkacaktı. Bu imkânsız gibi gözüküyordu.
Merakla tekrar Fatma’nın yanı başına geldi. Yanağının sızlaması devam eden Fatma olduğu yerden kalkmadı. İstifini bozmadan yanağına elini bastırmaya devam etti. Ahmet Öğretmen yüksek sesle yeniden çıkıştı.
“Eşek Fatma…” diye bağırdı. Önce bir sessizlik oldu. Bütün cesaretini toplayan Fatma elini yanağından çekti. Aynı şekilde;
“Eşşşek Fatmaaa…” diye uzata uzata o da bağırdı. Sınıfta önüne geçilemeyecek ikinci bir kahkaha tufanı koptu. Ol sinirleri kel tepesinde toplanan Ahmet Öğretmen eline aldığı cetvelle, gözleri dönmüş bir halde sıraları tek tek dolanıp, korku içinde titreme ile açılan her minik avuca hızla ikişer kez vurdu. Sıra Fatma’ya gelince ona iltimas geçti. Fatma öğretmeninin kendisine vurmadığını görünce çok mutlu oldu. Artık öğretmeninin kendisini sevdiği duygusuna kapıldı. Fatma mutluydu ve ertesi gün sınıfın kapısını en erken açan o oldu.
Güneş zaman zaman gökyüzüne yapıştırılan pamuk öbeklerinin ardına kısa anlarla saklansa da, varlığını iyice hissettirmekte diretiyordu. İlerleyen zamanla birlikte daha önceleri de olduğu gibi Paşa Dağı’nın ardına önce saklandı ve sonrasında da kayboldu. Bozkır toprağının buğusu dindi. Pastırma yazının daha kaç gün devam edeceği belli değildi. Ama şu da var ki; varsın İstanbul Türkçesi de “bundan kelli” ol kendisini Camilili Fatma’dan kollasındı. Şimdilerde o günden bu yana aradan elli yıl kadar bir zaman geçti. Fatma'nın İstanbul Türkçesi ne denli gelişti, bilinmez. Bu konu da araştırmak yapmak isteyen olursa, varsın, buyursun araştırsın!


Amsterdam, 23 Kasım 2019



12 Kasım 2019 Salı

MOLİTYALI





 MOLİTYALI

"Yarayla alay eder,
Yaralanmış olan.
Bak nasıl da
Sararıp soluveriyor
Tanrıça kederlerden.
Sen çok daha
Parlaksın çünkü.
Sen tüm göklerdeki
Yıldızların ilki.
Sen aydınlatırsın geceyi"

Shakespeare - Sen Aydınlatırsın Geceyi

Daracık ömrümde; durmaksızın zamana atılan çentiklerle, yaşım başım fütursuzca bir danışıksızlıkla aldı yürüdü. İyiden iyiye kabardı yaşım. Herkesler gibi dur diyemedim. Başı köpüklü bir ırmak misali geçip giden ömrümün coşkulu debisinde sıkıntılar, yüreğime yapışan keder kenesi, özlem, acı, hoşluklar, tutunulacak küçük-büyük mutluluklar ve benzeri irili ufaklı güzellikler de yok değil. Yaşlı ve yorgunum artık. Ama bitkin değilim.
Mevsim bir kez daha yaz ortası. Torunlarımı görmeye gidiyorum. Kızım Pervin, bir oğuldan farksız sevdiğimiz damadımız İkram ve çocukları ile birlikte bulunduğum kasabadan otuz kilometre uzaklıkta başka bir kasabada yaşıyorlar. Torunlarımın biri kız ve diğeri de oğlan. Kıvır kıvır sarı perçemli, maviş gözlü kız torunumun adı Pelşin. Dokuz yaşında. Kürtçede yeşil yaprak anlamına geliyor. Bütün dileğim adı gibi hep yeşil ve canlı kalmasıdır. Oğlan torunumuzun adı ise Filinta. Yedi yaşında henüz. İsmi ile müsemma. Güzel mi güzel bir çocuk. Hem anne hem de baba alışılmış olmayan böylesine güzel isimlerden yana karar kıldılar. Doğrusu bu isimlere ilk başlarda alışmak kolay olmadı. Lakin zamanla benimsiyor ve alabildiğine kanıksıyor insan.
Yol üzeri uğradığım devasa zümrüt bulutlardan oluşan ormanda huzur veren bir sessizlik hâkim. Yerden ağaçların köklerinden itibaren yosun benzeri yeşillikler ağaç gövdelerini sarıp bütünü ile kaplamak istiyor. Etrafa taze yeşil yapraklar serili. Güneşten çıkagelen bütün renkler, ağaç dallarının ve yapraklarının yoğunluğu arasından hüzmeler halinde ormanın dört bir yanına serpiştiler. Beklenmedik bir anda ormanın dışından kümeler halinde gelen serçeler yeşilin bin tonunun serpiştirildiği güzellikler arasında telaş içinde kayboluyorlar. Kelebekler kanatlarının muhteşem renkleri ile var olan yelpazeye ayrı bir zenginlik katıyorlar. İnsanda ağırca bir yük olan gamı silip süpüren ormanda duyduğum hazdan çatlıyorum. Kendimi almak ne mümkün. Uzun süre burada sıkılmadan kalabilirim. Solunan her nefesle birlikte ciğerlerime tarifsiz bir huzur doluyor.
Dupduru yüzlü Eşim Gül Naz’ı dört yıl önce kaybettim. Amansız bir hastalığa yenildi, benim iğde kokulum. Avucuma aldığım sıcacık elini, benden aldı. Ellerim yapayalnız, acemice ve yek başlarına kalakaldılar. Bilemezsiniz, nasıl severdim onu. Yokluğuna alışmak ne mümkün. Onca zaman geçti, hayali her daim buğulu yaşlı gözlerimin önünde. Gül Naz her an sadece benim görebildiğim minik bin bir periye dönüşüyor gözlerimin önünde, omuzlarıma, saçlarıma, ellerime, kaşlarımın üzerine ve bütün bedenime konuyor. Kâh sol kulağıma, kâh sağ kulağıma usulca fısıldıyor. Bense bakmakla yetiniyorum, incitir bir yerlerine zarar veririm diye dokunamıyorum. Vurgunu olduğum, bakmaya doyamadığım, beni benden alıp götüren yosun gözleri, kendisine müthiş bir hoşluk katan gamzeli çehresi ile gülümseyip;
“Oldu mu ya şimdi? Üzülmek yok dememiş miydik Nihat’ım? Yelkenleri hepten suya indirmişsin yine. Üzülmekle beni de üzüntüye gark ettiğini biliyorsun. Oysa kavlimiz böyle değildi! Yapma, etme be canım. Bak her daim yanındayım, sana geliyorum. Bana hep derdin. ‘Gülen az Gül Naz.’ Sen de o çoğunluktan olma. Ne olur. Hadi bana, insanlara, kurda, kuşa, ağaca, dala, otlara, dikenlere, çiçeklere, solucana, kirpiye, kaplumbağaya, hayata ve bütün dünyaya gülümse.” diye usulca kulağımın dibinde seslendiğini duyar gibi oluyorum. Yüzümdeki bir gülümseme uzun süre donup kalıyor. Alabildiğine dalgın ve kederliyim. Sen yoksun!
Evet, torunlarıma gidiyorum. Yol kıyısında durduğum ormanlık alanda arabamı durdurdum, usulca geldim, büyükçe bir taşın üzerinde oturuyorum. Dalıp dalıp gitmelerdeyim. Gül Naz’ım bin minik peri halinde etrafımda uçuşuyor. Nasihat eyledikten sonra geldiği gibi gitti. Birazdan tekrar çıkagelir. Biliyorum, gönlü razı gelmez. Yalnız koymaz o beni.
Ormana hafiften bir imbat rüzgârı doluştu. Yüzümü, gözlerimi kırçıl bıyıklarımı hepten yalayıp geçti. İyi de oldu. Biraz olsun serinletti. Az ilerimde ben yaşlarda sakallı bir adam belirdi. İyice yaklaştı. Yüzünü daha iyi seçebiliyorum. Temiz ve bakımlı bir ihtiyar, aynı zamanda şık giyimli ve de uzunca boylu. Siyah takım elbiseli, beyaz gömleğinin üzerinde kırmızı kravatı sarkıyor. Yaklaştıkça yüzündeki hoş gülümsemesi iyice belirdi. Selam verip iki metre ileride başka bir taşa oturdu. Adeta sessizliğin içinden süzülüp gelmişti. Çok geçmeden daha öncesinden tanışıyormuşuz gibi muhabbetle tokalaştık, tanıştık. Etkilendim.
Adının Sermo olduğunu söyleyince, şaşırdım. Böylesi farklı bir ismi duymamış olmanın şaşkınlığının yüzüme yayılmasıyla başladı anlatmaya.
“Nihat Bey ben komşunuz ve aynen bunun gibi bir dünya olan Mellikka adlı yaşanabilir gezegenin Molitya ülkesinden geliyorum. Sizin bulunduğunuz bu dünya da dahil olmak zere ayrı ayrı isimleri olan ve insanların ikamet ettiği elliden fazla diğer gezegenin çoğunun büyük ülkelerini ve şehirlerini gezip gördüm sayılır. Yaşım el verdiği müddetçe de gezip görmeye devam edeceğim.” Yüzümdeki şaşkınlığın belirginliği abartılı bir şekilde ayyuka çıkmış olacak ki, anlatımına ara verip o da şaşkınlıkla benim yüzüme baktı.
“Anlattıklarım sizi şaşırtmış olmalı. Şaşıracak bir şey yok. Bütün bunlar artık bilinen şeyler. Hayatın olduğu elliden fazla dünya da diyebileceğimiz çeşitli gezegenle arasında iletişim kuruldu. Artık kimseler kendi kabuğuna çekilmiş durumda değil. İmkânları olan her insan gezegenler arası seyahate başladı. Ben de onlardan biriyim. Bugüne değin duymamış olmana şaşırmadım. Çünkü bu çok daha yeni. Yakın zamanda gezegenlerimiz arası ithalat ihracat da yapılacak. Her türlü bilgi alış verişi zaten çoktandır gündemde. Yalnız şu da var ki; örneğin biz Mellikalılar, dünyalılardan çok daha ileriyiz. En önemlisi de bizde savaşların hiç ama hiç olmamasıdır. İnsanlarımız arasındaki gelir dağılımında, adalet, eğitim, sağlık ve barınma gibi konularda gözle görülür bir farklılık yoktur. Edindiğim bilgilere göre buralarda gidişat pek de berkemal değil. Dünyadaki hangi ülkeye gidilebilir, nerede savaş yok gibi bir araştırmaya girdiğimizde ortaya çok da iç açıcı sonuçlar çıkmadığından, gönül rahatlığı ile bu diyarlara gelinmiyor. İpin ucunu epeyce kaçırmış gibisiniz. Kalpleriniz adeta sevmeme birikintisi ile dopdolu. Çok anlamsız. Daha çok edinme hırsınızdan, kelimenin tam anlamı ile birbirinizi yiyip bitiriyorsunuz.”
Çok uzunca bir vaazdı. Aniden sustu. Sükûnetle dinlemek zorunda kaldım. Gıkım dahi çıkmadı. Neye uğradığımı şaşırdım. Duyduklarıma inanmalı mıydım? Oluşan sessizliğin ardından bütün bunları bir anda düşünedururken. Yüzüme dikkatle baktı.
“Nihat Beyciyim neden bu kadar müteessirsiniz? Bir mahsuru yoksa sorabilir miyim acaba?” diye sormayı da ihmal etmedi. Artık bir cevap vermeliydim. Kekeleyecek gibi oldum. Ama dilini yutmuş numarası da yapamazdım.
“Ben… Ben dört yıl kadar önce eşimi kaybettim. Onun yokluğuna alışamıyorum. O her an aklımda. Siz çıkagelmeden önce de oturduğum bu taşın üzerinde onu düşünüyordum. Belki de bunu sezinlediniz.”
“Anlıyorum. Ama belki de sevgili eşiniz hala hayattadır. Mesela bizim Mellikka’ya gezmeye gitmiş olamaz mı? Oradan da başka gezegenlere seyahate çıkmıştır belki. Siz hiç üzülmeyin bana eşinizin adını soyadını yazın şu kâğıda. Ben iki gün sonra bizim ülkemiz Molitya ve bütün Mellika’da sizin için araştırırım. Bana adınızı, e-mail ve telefon numaranızı da yazın lütfen. Sizinle bu konu hakkında en kısa zamanda irtibata geçeceğim. Tanıştığımıza çok memnun oldum. Kafanıza takmayın. Yüreğinizi karartmayın. Özellikle de ‘zülfüyârenize, yani ince telinize dokunmayın.’ olmaz mı? Bu tel bu tel bir kere kopmayagörsün, bir daha onaramazsınız. Bana müsaade. Hadi kalın sağlıcakla.” deyip, bilgilerimi yazdığım kâğıt parçasını havada sallaya sallaya uzaklaştı. Çokça yudum kelam eyledi ve gözden kayboldu. Telaffuzunda zaman zaman hatalar da olsa Türkçesi iyi sayılırdı. Şaşırdım kaldım. Türkçeyi nerede öğrenmişti? Merak ettim.
Her şeyi ve herkesi bir anda unutmuştum. Ne kadar da nazik ve kibar bir adamdı. Ben ise adeta “dumura uğramıştım.” Ne yapacağımı ve ne diyeceğimi bilmeden taşın üzerinde uzun uzadıya kıpırtısız bir heykel gibi oturdum.
Nice sonra afacan bir sincabın daldan düşürdüğü at kestanesinin başıma düşmesi ile ayıldım. Başım çok da acıdı. Ama bunu pek de kale almadım. Yola çıkmıştım bir kere, gidip torunlarımı görmeliydim. Beni bekliyorlardı. Gitmemezlik edemezdim.
En nihayetinde torunlarım, kızım ve damadımla sarmaş dolaş olduk. Daha önceki gelişlerimde en az bir hafta kadar kalıyordum. Fakat bu defa en fazla bir gün kaldıktan sonra bir yolunu bulup eve dönmeliydim. Mellika gezegeninden Molityalı Sermo’nun anlattıkları aklımın her zerresine perçinlenmişlerdi. Bunları kızıma ve damadıma anlatamazdım. Anlamazlardı. Büyük ihtimalle onlar da hayatın var olduğu, başka insanların barış ve huzur içinde yaşadığı bu gezegenlerden veya başka dünyalardan bihaberdiler. Bu yaşlı halimle Sermo’yu ve anlattıklarını onlara söylesem, beni haklı olarak “tefe koymaları” kaçınılmazdı. En iyisi bu konuyu hiç açmamalıydım ve bir an önce eve gidip, Mellika’ya gitmek üzere bütün hazırlıklarımı yapmalı ve Gül Naz’ımı bir an evvel bulmalıydım.


Amsterdam, 12 Kasım 2019 

23 Ekim 2019 Çarşamba

PAPATYA




 PAPATYA

Görünen o ki; merakınız, benim gibi iri kıyım birisinin kopardığım minnacık bir çiçekle nasıl da uğraş verdiğim yönünde. Anlatayım. Bu gördüğünüz solmak üzere olan zavallı bir kır çiçeği. Solgunluğu mazeret değil elbette. Kopardığım her narin yaprak için içim kıyılmıyor değil. Gönlüm buna her ne kadar rıza göstermese de, kalbimin önüne geçilemeyen o coşkulu atışlarına kendimi kaptırıyor ve papatyanın yapraklarını tek tek koparıyorum. (Birisini öylesine çok seviyorum ki, anlatamam. Anlatsam da anlaşılır mı, doğrusu onu da bilemiyorum. O nedenle bırakın uzun zamandır içimde barındırdığım henüz karşılığı meçhul olan sevdam, kalbimin derinliklerinde cam kırıkları gibi kanatmalarla, acıtmalarla gezinedursun.) Kopan her yaprağın ardından çıkacak olan sonuca merakla bakarken her defasında yüreğim pır pırları ile yerinden çıkacak gibi oluyor. Yaptığım bilimsel bir araştırma değil. Çok bilinen, sevildiğinden emin olmak için benim de yapmak durumunda kaldığım bir aşk araştırması diyebiliriz.
Sevmek ki; nasıl da dehşetli bir duygu. Aman Tanrım; günün yirmi dört saati durmaksızın her haliyle sevdiğimi düşünüyor, hayal ediyor ve onun o buğulu nefesinin her daim kulağımın tam da dibinde alıp vermesini istiyorum. Hayatımda ilk defa bu denli deli divane âşık oluyorum. Onun da beni sevip sevmediğini, her ne kadar mahcup bakışlarından anlasam da, çokça merak ediyorum. Şu an yaptığım papatya testinden çıkacak sonuçla bir nebze rahatlamak istiyorum. O halde neyse "halim çıksın falim." Yüreğim ağzımda son yaprağı koparıyorum. Duymak istediğim ve şu an mırıldandığım “seviyor” sözcüğü. Evet, oldu. Sihirli bir kelimeydi. Ağzım kulaklarımda. Çok mutluyum.
Papatya da onun beni sevdiğini söylüyor. Havaya uçuyorum. Yer çekimi hepten yok oldu. Bir tüy misali havalanıyorum. Aklımın suyu tamamıyla çekiliyor. Bundan daha güzel ne olabilir ki? Ne isteyebilirdim ki? Aman Tanrım, şükürler olsun sana. “Seviyor… O da seviyordu…” Katıksız yalnızlığım tez elden son bulacak. Umarım solgun papatyam doğru söylüyordur. Ya zavallı bir kuşun tüylerini yolar gibi onun yapraklarını koparmış olmamın verdiği kızgınlıktan, kırgınlığından veya bu vahşeti benden beklemediğinden, yalandan böyle söylediyse ben ne yapacağım? İçime bir kurt düşmedi değil. Buna hiç ihtimal vermesem de, ne yapıp edip bu konuda emin olmalıyım. Yüreğimi teskin etmeliyim.
Aradan zamanın biraz daha geçmesiyle kendime geldim. Her şey yerli yerine oturur gibi oldu. Zavallı papatya zaten ölmek üzereydi. Ölüm döşeğinde diyeceğim, ama bu sadece insanlara özgüydü. Bu herkes yatakta ölecek demek değil tabii ki. Hayır. Ayakta dimdik ölenler de yok değil. Hatta papatyalar da ayakta ölürler. Yattığı yerde ölmek papatya için çok yersiz bir yakıştırma olur. Anlayacağınız bunu söylemekten vazgeçtim. Hani demem o ki; papatya da olsa onu küçümsemek değil meramım. Son anlarını yaşadığı bir esnada onca çayır, çimen, ayrık otu, kekik, gelincik, yonca, hemcinsi papatya ve börtü böceğin yanı başında yalan söyleyecek hali yoktu, elbette. Minnacık bir papatya da olsa, onun da kendince bir şanı ve şerefi yok mudur? Tabii ki doğruyu söyledi.
Mevsim hazan yüklü sonbahar da olsa, benim gönlüm sarhoştu. Ormanın dört bir yanında bakmaya kıyamayacağınız altın ve kızıl renkli yapraklarla, bedenimin azımsamayacak ağırlığı ile ben de uçuşuyorum. Ağaç dallarını ıslatan bir yağmur hafiften çiseliyor. Umarsızca yoluma devam ediyorum. Çok geçmeden yağmur duruldu. Ağaç dallarının arasından bin bir renkli güneş huzmeleri sızıyor. Kuş cıvıltıları dünyanın en güzel senfoni orkestrasını aratmıyor. Püskül kuyruklu sincaplar ağaç dallarında korkusuzca dans ediyorlar. Meşe ormanında dillere destan bir renk cümbüşü hakim. Yeri kaplayan çimler ıslak. Nereden estiğini belli etmeyen, apansız çıkagelen tatlı bir rüzgâr esintisi, lop lop etli iri kıyım vücudumu tüy misali hafif kılıyor. Ben bende değilim. Başım bulutlu. Ama yeni bir yağmur yağdırmaya niyetli değilim. Bulunduğumuz kayalığın ardında annemin gizlendiğini ve kendince pek bir mutlu kikirdeyip beni izlediğini biliyorum. Anne yüreği dersem, başka açıklamaya gerek kalmaz. Varsın o da kızı bendeniz Fatoş adına kırk yılın başında mutlu olsun. Mürüvvetimi görmek onun da hakkı.
Koca ormanda kimsecikler yok. Babam Süleyman ormanda yeni keşfettiği bal kovanlarını talan etmek üzere hoplaya zıplaya uzaklaştı. Umarım Fazilet anama ve kardeşlerime de tadımlık da olsa getirmeyi akıl eder. Kız kardeşim Saliha ve erkek kardeşim Serdar daha küçük yaştalar. Öyle tatlılar ki, bakmaya kıyamazsınız. Annemin dizinin dibinden hiç ayrılmıyorlar. Bundan sonrasında o gülen gözlerinin dışında yaşamak istemediğim Reşo’mun bulunduğu kayalığa kâh ayağa kalkarak, kâh dört ayağım üzerinde yürüyerek hızla ilerliyorum. Meğerse sevdalım ayı Reşo da aynı duygularla bana doğru yola koyulmuş. (Evet, ben de bir ayıyım. Ayı ailesindenim. Sizlere hayal kırıklığı mı yaşattım. Özür dilerim. Ama sevmek her canlının harcıdır. Biz ayılar da severiz, seviyoruz, daha çok sevip, sevdalanacağız. Belki de en güzel ve gerçek olanından.) Bugün Reşo ile randevumuz var. Kız kardeşi ile haber saldım kendisine. Umutluyum. Geleceğinden eminim. Papatya falım da öyle söyledi. Ve işte orada.
Birbirimizi uzaktan görünce ormandaki ulu meşe ağaçlarını bütün dallarını sallayan homurtularla karşılıklı koştuk. Sevginin en güzel örneğini sergilediğimizden adım gibi eminim. Onlarca kilodan oluşan yağlı bedenlerimiz iki dağ misali hızla çarpıştı. Yan yana yere yuvarlandık. Pençelerimle Reşo'mun göz kamaştıran parlak tüylerini hayranlıkla okşadım. Ol bedenimi bir anda tatlı bir sıcaklık kapladı. Ürperdim. Başım alabildiğine döndü. Yerde az ilerimizde bulunan papatyalara minnetle baktım. Vurgunu olduğum Reşo’mun ağır ve biçimli bedeninin papatyaları ezmemesi için kendime doğru çektim. Aşkımdan tir tir titreyip homurdandım. Reşo yakışıklı falan, amenna kabulüm, itiraf etmeliyim ki; ona sırılsıklam aşığım. Ama ben de Reşo’mun ağzına layık, hiç de azımsanmayacak iyi bir “deveci” armuduyum desem abartıya kaçmamış olurum. Takdir sevdiceğim Reşo Beylerin.





Amsterdam, 23 Ekim 2019













9 Ekim 2019 Çarşamba

SALAVAT









 SALAVAT

Yaklaşık yetmiş beş yıl kadar öncesi (fazla kelime arayışı içine girmeden) “o zamanlar” diye adlandırılacak olursa, Camili Köyünde susuzluk o zamanlarda da büyük bir sorundu. Günümüzde “devlet babanın” onlarca yıl sonra da olsa uzanmakta hayli geciken kırık eli kısmen çözüm getirse de, aynı çıkmaz başka bir boyutu ile devam ediyor. Kana kana içilecek, ansızın çıkagelen Tanrı misafirine yapılacak bir bardak çay, bunaltan sıcak yaz günlerinde tozlu balkonların serinletilmesi için serpiştirilecek, genç kızların sürmeli güzel gözlerini andıran siyah zeytinlerin resmedildiği zeytinyağı tenekelerinin içine dikilen salkım salkım küpe çiçeklerine verilecek veya nefeslerin tüketilerek sarmaş dolaş yaşandığı şehvetli bir gecenin ardından, çok zaruri olarak alınması gereken gusül abdesti için bir bidon suyun yokluğu, Camili Köyünde sahipsiz bir ölü misali her daim sorun olarak orta yerde kalakaldı.
Yaşanan Afrika kuraklığı diğer komşu köylerin diline pelesenk olup alay konusu olarak gündemdeki yerini her daim korudu. Camililer yakalarına “kader” adı altında bir sülük gibi yapışan susuzluğun getirisi perişanlığı onlarca yıl üzerlerinden silkeleyemediler. Susuzluk belası ile adeta eşleştiler.
Kuraklık söz konusu olunca, bağ ve bahçe işleri de haliyle yapılamıyordu. “Taşıma su ile değirmen dönmediği” gibi, zaten kırılmaya yüz tutmuş değirmeni döndürmeye yakın bir yerlerden taşınacak su da nafileydi. Bazı gereksinimler konusunda dışarıya bağımlı bir ülke misali, Camili ve yörede yer alan diğer Kürt köyleri de sebze, meyve ve diğer bazı zaruri gıdaların edinimi için suların coşku ile çağıldadığı yeşillikler içindeki komşu Türk köylerine göbeğinden bağlıydılar. Hemen yanı başlarındaki komşu ilçe Kaman’ın köylerinden çerçiler cılız iki öküzün koşulu olduğu bir kağnı arabasına doldurduğu sebze ve meyveleri ile tekerlek gıcırtıları eşliğinde yaklaşık beş-altı saatlik bir yolculuğun ardından soluğu tezelden bölgedeki Heciban köylerinde alıyorlardı.
Camili Köyünden Seyfettin de, bu öykünün ilk satırlarında belirtilen ve “o zamanlar” diye adlandırdığımız zaman diliminin bir bahar gününde Küçük Camili Köyünün ileri gelenlerinden Hüseyin ağanın kızı Fayqe ile üç gün üç gece süren bir düğünle dünya evine girdi. Çifte davulun vurulduğu ve çifte zurnanın öttürüldüğü yüzlerce metreyi aşan halka halka halayların çekildiği dillere destan şenlikte bir düğündü.
Fayqe Gelin babasının varlıklı olmasından dolayı oldukça mağrur ve gururlu bir yapıya sahipti. Herkesi aşağılar, aç olarak görür ve her insanı hor görürdü. Ona göre dünyada en asil, varlıklı, soylu ve soplu bir tek onun ailesiydi. Ağa kızıydı ve ondan gayrısının hiçbir ehemmiyeti yoktu. "Gökten zembille inmek" bu olsa gerekti.
Çerçi Sadık Kaman ilçesinin yeşillikler içinde kaybolan Bayramözü Köyünden bir kağnı salatalık ile alaca karanlıkta, daha şafak sökmeden yola çıktı. Ağaçsız da olsa baharla birlikte tepeliklerin ve yer yer düzlüklerin baştanbaşa canlı bir yeşile büründüğü bahar sabahında Kuyular Köyüne ulaştı. Güneş, onun köyü gibi yeşil ama uykusuz olan gözlerine doluşuyor, kağnısının arka tarafına yan ilişmiş bir halde yol alıyordu. Bahar ile birlikte göç eyledikleri uzak diyarlardan gelen bin bir çeşit kuş kendilerine has ötüşleri ile Heciban köylerinin mavi semalarında uçuşuyorlardı. Cılız akan derelerden kurbağa sesleri yükseliyor ve Kızılırmak; yola kaplumbağa hızında devam eden kağnısı ile Çerçi Sadık’ın ardında safir bir gerdanlık gibi kalıyordu.
Sadık bütün tepelikleri aştı. Hirfanlı Barajını olanca güzelliği ile ardında bıraktı. Ter ve kir ile ağırlaşan kasketini bir çırpıda salatalıkların üzerine attı. Yokuşlarda arabasından indi, ekmek teknesinin yanı başında yürüdü. Öküzleri Kazım ve Hamza'nın sırtlarını şefkatle sıvazladı. Kazım güçlü ve atik, Hamza ise tembel ve hilekâr bir öküzdü. O nedenle Hamza'nın koşulu olduğu taraf geride kalıyor ve hep yöne doğru çekiyor, zaman zaman araba yoldan çıkıyordu. Hamza'yı satıp Kazım gibi başka bir öküz almalıydı ama şu an durumu buna hiç de elvermiyordu.
Yokuş aşağı kağnısına tekrar bindi. Elini kulağına götürüp yörede çokça sevilen bozlaklardan birini avazı çıktığı kadar bağıra çağıra yanık bir sesle dile getirdi. Heciban ellerinin bozkırında Bayramözlü çerçinin yanık sesi inledi. Aydınlanmak üzere olan ve umuda gebe güne merhaba dedi. Güneş ışınları ısınmaya yüz tutan kemikleri ile birlikte içine tatlı bir ürperti saldı. Kendisinden alabildiğine geçti. Farkında olmaksızın yukarılara baktı ve art arda bütün şirinliği ile Tanrıya gülümsedi. Bu ticareti iyi olacak ve eve yüklü bir para ile dönecekti.
Yol boyunca uğradığı diğer Heciban köylerinde, arabasını balık istifi doldurduğu yükünün yarısını sattıktan sonra, ikindi üzeri Camili Köyüne ulaştı. Köyde büyük bir düğünün daha bir hafta öncesinde yapıldığını ve komşu köyün ağasının kızının da gelin olarak geldiğini duymuştu. O halde bu gelin kendisi için yağlı bir müşteri olabilirdi. Düğün bitmiş olsa da şenliği hala kulaktan kulağa aktarılıp anlatılıyordu. Çerçi Sadık da bu duyumları köye girer girmez aldı. Düğün dağılmış olsa da, bu şenlik için Küçük Camililerden gelen davetlilerden bazıları akrabalarının yanında birkaç gün daha kalmak istemişlerdi. Sultan da bu kalanlar arasındaydı. Kardeşi Gafur’u ve çocuklarını hayli zamandır görmemişti. Köyler arasındaki mesafe çok uzak değilse de evli ve çoluk çocuk sahibi olunca bunu her istediğinde yapamıyordu. Yaşlılığında onları yeniden gelip görmek ve hasretlik gidermek için yeğeni Fayqe’nin düğünü vesile olmuştu.
Çerçi Sadık tekerlek gıcırtıları eşliğinde öküzlerini ucunda küçük bir çivi bulunan gürgen ağacından yaptığı değneğini dürte dürte taze gelin Fayqe’nin evine yaklaştı. Aynı esnada Sultan da misafirlikte bulunduğu kardeşi Gafur’un evinden çıkıp aheste adımlarla, düğün sonrası görmediği yeğeni taze gelin Fayqe’yi gelip görmek istedi. Fayqe’nin evine geldiğinde, yeğenin Çerçi Sadık’tan aldığı kocaman bir kasnak* dolusu salatalıkla evine doğru yürüyordu. Ardından kendisine yetişti. Yeğenin lütfedercesine kendisi ile hal hatır sormasının ardından, iri kıyım burnunun deliklerinden salatalıkların o dayanılmaz kokusu ciğerleri ile buluştu. Güzelim koku biraz da mide kazıntısından olacak ki, bir anda başını alabildiğine döndürmeye yetti. Çok geçmeden bütün cesaretini topladı. Yanı sıra eve doğru yürüdüğü yeğeni Fayqe’nin aldığı ve iki eli ile zorlanarak taşıdığı, canının o an çok çektiği salatalıklardan bir hamlede birisini sormadan kaptı. Tam ağzına götüreceği sırada elindeki salatalıkları hışımla yere koyan Fayqe, halasına beklenmedik bir şiddetle saldırdı. Onu, büyük bir öfke ile itip yere düşürdü. Sultan yaşlı haliyle neye uğradığına şaşırıp kalma fırsatını dahi bulamadan yan tarafta yerde bulunan büyükçe bir taşın üzerine düştü. Feryat figan eyleyip duyduğu acıyı bas bas iniltilerle dile getirdi. Çok geçmeden komşular Sultan’ı yerden kaldırdıklarında, dört kaburgasının kırıldığını anlamakta zorlanmadılar.
Fayqe süt dökmüş kedi konumunda süklüm püklüm evinin kapısından salatalıkları ile içeri girdi. O da böyle olsun istememişti. Nasıl olduysa bir an kendisini tutamamıştı. Bu açlar da hep kendisini mi buluyorlardı. Yine de varsın olsun, akrabası da olsa bu tür aç insanlar onun asaletine gölge düşürüyorlardı. Elbette bir ağa kızı olmanın getirmiş olduğu ayrıcalıkla bu durum da kabullenilecek gibi değildi. Böylelikle ona da dersini vermiş oldu. Değil izinsiz salatalık almak, yanına yöresine dahi yaklaşmamalıydı. Herkes haddini bilmeliydi. Yoksa bu açlar ordusu ile başa çıkılamazdı.
Sultan'ın tedavisi için köyde böylesi sağlık sorunlarının oluşması halinde becerisi ile bilinen Keklik Kadını çağırdılar. Gafur’un evine götürdükleri Sultan’a gerekli bakım yapıldı. Keklik Kadın kendi el yapımı olan sabun ve yumurta karışımı bir merhemi sürdü. En az bir hafta süre ile hastanın hareket etmemesi gerekiyordu. Bütün hafta boyunca Keklik Kadın her gün gelip gerekli bakımı yaptı. Bir hafta sonra da Sultan’ı bir at arabası ile Küçük Camili’deki evine götürdüler.
Aradan yıllar geçti. Fayqe aynı gurur ve mağrurlukla etrafındakileri hor görmeye devam ederek, taze gelinliğini önüne geçilmez bir mağrurlukla ardında bıraktı. Halası Sultan birkaç aylık sıkıntının ardından iyileşmişti. Ama aradan geçen yılların ardından Sultan’ın yaşı da bir hayli ilerledi. Artık bir ayağı derin bir çukurdaydı. Hastaydı. Bir yerde son anlarını yaşıyordu. Etrafın baskısı ile Fayqe de kocası Seyfettin’i de yanına aldı, halasının ve kendisinin eski köyü Küçük Camili’nin yolunu tuttu.
Kocası Seyfettin ile halasının evine geldiğinde, torunları Hediye ve Meryem onları ağlamaklı ve üzüntülü karşıladı. Babaannelerinin ölmek üzere olduğunu söyledi. Fayqe ve Seyfettin başları önlerinde üzüntü ile kendilerinin helallik almaya geldiklerini söylediler. Hediye usulca Sultan’ın kapısını araladı ve odaya girdi.
“Babaanne, Fayqe ve Seyfettin Camili Köyünden geldiler. Seni görmek istiyorlar. Müsaaden olursa senden helallik istemek için gelmişler. Sultan nefes almakta zorlanıyordu. Gözleri kapanıyor ve hayata tutunmak için bir hayli çırpınıyordu. Gözlerini aralayıp, gelsinler mahiyetinde başını hafifçe salladı.
Fayqe ve Seyfettin olabildiğince bir suçluluk edası ile başları yere düşecekmişçesine önlerinde inik tutmaya devamla odaya girdiler. Faqke ellerini göbeği üzerinde birleştirip titrek bir sesle (O an iyi tarafından kalkmış olacak ki, kendisinden beklenmeyecek bu saygı gösterisi, dudaklara apansız uçuklar konduracak kadar şaşırtıcıydı.) söze girdi.
“Sultan Hala senden helallik istemeye geldik. Üzerimizde çok hakkın var. Hakkını helal et. Varsa kusurumuz görmezlikten gel. Bize hakkını helal ediyor musun?”
Sultan’ın derin iki çukuru andıran gözlerine bir anda ağırlık çöktü. Ellerini çırpar gibi yaptı. Sanki birileri boğazına bastırıyordu. Nefes alamaz oldu. Önce yeğeni Fayqe’ye cevap vermesi gerekiyordu. Son salavatını daha sonra getirse de olurdu. Boğazına yapışan görünmez elleri son bir çaba ile iteledi. Ardından inilti halinde, sitem dolu bir hırıltıyla;
“Hıyar…  Hıyar… Hıyar…” diyebildi. Salavat getiremeden gözlerini bir daha açılmamak üzere yumdu. Camili Köyünde zeytinyağı tenekelerinde boy veren küpe çiçekleri susuzluktan kurudu. Balkonlar tozlarından arınamadılar. Gusül abdesti almak için su zor bulundu, ama yaşanan şehvetli gecelerin tadı ağızlarda kaldı. Hayat olarak adlandırılan su yoktu. Hayat yoktu.


Amsterdam, 9 Ekim 2019


*Kasnak: Buğday ve arpa elemek için kullanılan büyük gözenekli bir tür elek.

11 Ağustos 2019 Pazar

ÇİÇEK GÖBEĞİ







ÇİÇEK GÖBEĞİ

İtalya'da aşk şehri olarak bilinen Venedik sakinlerinin verimli topraklarından dolayı “Flora di Levente (Doğu’nun çiçeği)” adını verdikleri, Yunanistan'ın güneyindeki Zante adasında; 1798 yılında düz, kömür karası saçları alabildiğine gür, çehresi ince uzun, kaşları yay ve kirpikleri ok, güzel mi güzel bir bebek kestane gözlerini kırpıştırmalarla dünyaya açtı. Mutluluktan uçan anne ve baba, dünya güzeli oğullarının adını Dionysios koydular.
Yaklaşık 155 yıl sonra, yani 1953 yılında, başka bir coğrafyada, Siverek ilçesinde Viranşehirli bir aşirete mensup bir ailenin de, Dionysis’a benzeyen bir oğlan çocuğu dünyaya geldi. Anne Zaza, baba ise Kürt kökenlidir. Tıpkı Dionysios misali güzel bir çehresi olan bebeğe Uzun ailesi Mehmet adını verdi. Kahverengi gözleri çakmak çakmak, düz, katran karası ve gür saçlıdır minik bebekleri. Etrafına durmaksızın gülücükler saçan Mehmet ailesinin bir anda neşe kaynağı oluverdí.
Aralarında çok “kız alıp vermemişler ve tavukları birbirlerine karışmamış” olsalar da her iki bebeğin memleketleri asırlardır yaka yakaya komşudur. Çok sonraları; biri Türkiyeli Kürt bir yazar ve şair, diğeri Yunanlı bir şair olarak dört bir yanda ünlenirler. Her iki edebiyat emekçisinin doğduğu komşu topraklar, asırlar boyu pek çok medeniyete beşiklik edip birbirinden kopmaksızın, yan yana ve kol kola birlikte Ege’nin boncuk maviliklerine ayaklarını uzatırlar. Bu coğrafyada yer alan halklar kültürleri, yemekleri, gelenek ve göreneklerinin biri diğerinden çok farklılık göstermez. Her şey aynı sıcaklık, samimiyet, içtenlik ve güzelliktedir. Öyle ki: Mehmet Uzun Yunanistan’da, Dionysios Solomon’un misafiri veya tam tersi Solomon Türkiye’de Mehmet Uzun’un konuğu olsaydı, kendilerini hiç yabancı hissetmeyeceklerdi. Hiçbir şeyi garipsemeyeceklerdi. Aynı zaman dilimine denk gelen bir evrede yaşasalardı, elbette birbirlerini şeref misafiri olarak kabul edip ağırlayacaklardı. Lakin Mehmet Uzun kader ortağı Solomon’dan yüz yıldan fazla bir zaman sonra hayata çakmak çakmak gözlerini açtığı dünyada, çileli bir hayat sürdürdüğü bir süreçte bu buluşma sağlanamadı.
Mavinin en güzel tonlarının hakim olduğu dünya güzeli Zante adasında yerleşik olan Solomon ailesi, belli bir yaşa gelen Dionysios'un daha iyi bir eğitim alması için karşılarındaki komşu çizme İtalya’ya gönderirler. Dionysios İtalya’da iyi bir eğitim alır. Genç yaşta yıllarca öncesinde ülkesinden ayrıldığı için ana dilini unutur. İtalyancaya hakimdir. Yıllar yılları kovalar. Takvim yaprakları 1821 senesini gösterdiğinde Osmanlı-Yunan savaşı başlar. Savaş 125 yıl aralıksız devam eder. Dionysios ülkesi adına üzgündür. Tatlı bir imbat rüzgârının estiği bir yaz gecesinde rüyasında gözlerinde tüten annesini görür. Annesi beyaz bir gelinlik içindedir. Üzgün ve ağlamaklıdır. Yosun yeşili gözlerinden zümrüt tanesi yaşlar süzülmektedir. Mırıltılar halinde oğluna yalvar yakar olur. Çaresizdir.
“Dionysios… Oğlum gel artık. Özledim seni oğul. Hasretine dayanacak gücüm kalmadı. Kolum kanadım kırıldı. Yalvarırım gel artık. Helen toprağında büyük bir savaş var. Eli ayağı tutan herkes cephede. Savaş acımasız. Her gün yüzlerce insan ölüyor. Gel oğlum, gel artık.” der.
Mehmet yedi yaşında Siverek’te okula başladığında tek kelime Türkçe bilmemektedir. Okulun ilk günlerinde çok bozuk bir Türkçe ile okunan andın ardından, arkadaşı ile biraz olsun bildiği tek dil olan Kürtçe ile konuşurken, öğretmenlik görevi yapan bir asteğmenin attığı tokat ile cılız yanağı allanır. İncinir. Çok acı duyar. Öğretmen ise hiddetlidir.
“Kürtçe konuşmak yasak demedik mi? Türkçe konuş.” Bilse Türkçeyi konuşacak. Lakin bilmediği bir dili nasıl konuşur! Gökten vahiyle “Türkçe konuş ya Mehmet” diyen de olmamıştır ki, konuşsun. İçi yanağından çok daha fazla acımıştır. Tokadın acısı on dakika sonra geçse de, ancak yüreğindeki sızı ömrü boyunca her daim varlığını sürdürür.
Dionysios ait olmadığı topraklarda daha fazla kalamayacağına karar verir. Tez elden Venedik’ten bir tekneyle ardında bıraktığı adası Zante’ye döner. O bir şairdir. Savaşta bir şair ne eyler ki? Olsa olsa var olan isyan için şiirler yazar, özgürlüğü haykırır. Böylelikle kendi insanının yanında yer alır.
Kendi adasında insanlar tanıdık olsa da konuştukları dil, kendisine alabildiğine yabancıdır. Halkını yüreklendireceği, özgürlük şarkıları yazacağı dilden tek kelime bilmeyen, bihaber olan bir şair ne yapabilir ki? Büyük bir azimle halkının arasına katılır. Duyduğu bütün kelimeleri tek tek not eder. Öğrendiği her kelime umutlandırır kendisini. Hatta ilk kez kulağına gelen kelimeler için kelime sahiplerine para öder. Böylece adanın dört bir yanında adı; “kelime satın alan adam” olur. Kelime avcısıdır artık o.
Mehmet Uzun yaşamını 1977 yılına kadar Türkiye’de sürdürür. Genç yaşta can güvenliği nedeni ile İsveç’e gitmek zorunda kalır. Sürgünlük hayatında, ana dilini çok da iyi bilmediğini fark eder. Tıpkı Solomon gibi, o da Kürtçe dilinde doğduğu toprakların çok uzağında kelime avcılığına çıkar. Dengbejlere koşar. Onları can kulağı ile saatler, günler boyu dinler. Duymadığı, bilmediği kelimeleri yakalamaya çalışır. Sürekli notlar edinir. Kafasını üst üste yığılı sözlüklerin birinden kaldırıp bir diğerine gömer. Büyük bir kırıma uğramış olan dilini en iyi şekilde eksiksiz öğrenir.
Zante Adasında Solomon’un kelime satın aldığı dilden dile dört bir yana ulaştığından, para kazanmak isteyen fakirler kelime satmak için şaire koşarlar. Şair sürekli yeni sözcükler satın alır. Aşk, sevgi, sevda, koku, serçe, kaplumbağa, kalp, gökyüzü ve binlerce kelimenin ne anlama geldiğini uzun bir uğraşının ardından öğrenir.  Şiir yazmanın zamanı gelmiştir artık. Uzun soluklu olacaktır yazacağı şiir. Dünyanın en uzun şiirini, 156 kıtadan oluşan “Özgürlük İlahisini” kaleme alır ve şiir Yunan milli marşı olarak kabul edilir. Böylelikle Solomon savaş halindeki halkının yanında yerini alır.
Kollarını sıvayıp yazma sırası Mehmet Uzun’dadır artık. Ve Mehmet Uzun yaralı-yasaklı bir dilde art arda büyülü romanlar yazar. Yaşar Kemal meslektaşının yazım sanatını aynen şöyle tanımlar.
“Mehmet, kaynakları tüketilmiş ve damarları koparılmış olan bir dile can vererek dikenli yolları aşan bir yazardır.” Hummalı bir çalışma ile sancılı bir dilde yazdığı romanların sayısı kısa sürede yediye ulaşır.
Yunanlı usta yönetmen Theo Angelopoulos “Sonsuzluk ve Bir Gün” adlı filminde kelime avcısı şair Dioynsios’un yaşamını uzun uzadıya işler. Filmde Alexondros adlı yaşlı ve ölümcül bir hastalığa yakalanan bir şair ve Arnavut kaçak göçmen bir çocuk vardır. Alexondros Arnavut çocukla Solomon’un yaptığı gibi kelime oyunlarına girerler. Böylelikle Solomon’un yarım kalan “Hür Esir” şiirini tamamlamaya çalışır. Çocuktan her defasında kelimeler satın alır. Üç kelime çok önemlidir.
Çocuk ilk önce “çiçek göbeği” anlamına gelen “korfulamu” kelimesi ile ayakları birbirine dolana dolana Alexondros’a koşar. Sözcük aynı zamanda anne kucağında uyuyan bebeğin duyduğu iç huzur, şefkat ve sevgi anlamlarını da içerir.
İkinci olarak “xenitis” sözcüğünü satın alır. Her yerin yabancısı ve daimi sürgünü anlamındadır.
Ağır bir hastalığa yakalanan Mehmet Uzun da en nihayetinde doğduğu topraklara döner. Yakalandığı ölümcül hastalıktan kurtulamayacağını bildiği için gözlerini dünyaya kendi insanlarının arasında kapatmak ister. Diyarbakır'da "Veni Vidi" hastanesinde tedavi görür. Hastanenin adının anlamında olduğu gibi, "Gelir Görür" ama Viçi kelimesi gerçekleşmez.
Diğer yanda kaçak Arnavut çocuğu bir gemi ile Amerika'ya gönderen Alexondros sürekli bağırır.
"Yarın nedir? Zaman nedir? İnsanlar nasıl seveceğini neden bilmez, anne?"
“Zaman sahilde çakıl taşları ile oynayan çocuktur.” gibi yüreklere burukluk veren bir tümce ile başlayan film, en son Selanik limanında yürüyen kalabalığın arasına dalan çocuğun getirdiği “argathini” kelimesi ile devam eder. Filmin başlangıcındaki burukluğu burada da hissedersiniz. Çünkü bu kelime; karanlığın derinliği veya her şey için geç kalınmış olmayı anlatır. Arnavut çocuğun, bir polis arabasının çarpması ile ölen arkadaşı Selim’in ardından yaktığı bir ağıtla kareler filmin sonunu getirir.
Nefes aldığı halde gün geçtikçe birer gölgeye dönüşen, düşünen ama ne abestir ki; hissetmenin çok uzağına düşer mi oldu günümüz insanı? Öyleyse, yazık! Hayıflanmadan edilemiyor. Üstümüze sinmiş olan bütün duyarsızlığa karşın, Ege Denizi'ne birer “kısrak başı gibi uzanan” komşu iki ülkenin büyük şairi Dionysios ve biricik yazarı Mehmet Uzun’nun dayattıkları hüznün bütün bedenimizi kaplamasına engel olamayız. Türküde “hey Selim” diye seslenilse, ağıt yakılsa da, duygularımızın önüne geçmekte zorlanıp kendimizi belki de: “Hey Dionysios… Hey Mehmet…” diye seslenir ve sorulanlara cevap arar buluruz.
"Hey! Selim!
Bu gece bizimle olamaman ne acı
Hey! Selim!
Çok korkuyorum, Selim.
Deniz o kadar büyük ki!
Gittiğin yerde bizi ne bekliyor Selim?
Hepimizin gideceği o yer neye benziyor?
Dağlar mı var, vadiler mi?
Polisler mi var orada askerler mi?
Hiç geriye bakmadık ki biz.
Şimdi tek görebildiğim, deniz, uçsuz bucaksız deniz.
Rüyamda annemi gördüm gece
kapının eşiğinde durmuş, ağlıyordu.
Noel'di, çanlar çalıyordu.
Dağlara kar düşmüştü.
Keşke burada olaydın
bize eskisi gibi
o limanlardan,
Marsilya'dan, Napoli'den,
Şu koca dünyadan bahsedeydin
Hey! Selim, anlat, anlat bize
Şu koca dünyadan bahset.
Hey! Selim, konuş, konuş bizimle... "

Amsterdam, 11 Ağustos 2019


CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...