21 Ağustos 2020 Cuma

PAPOŞ’un AŞKI






PAPOŞ’un AŞKI

"Biz senle
            Aynı toprakta yetişen
            Ayrı dallarda yeşeren
            
Aynı rüzgarda devrilen çiçekler gibiyiz."

                                                      Cem Adrian


          Ekin tarlasındaki sayısız buğday filizleri gökyüzüne doğru bir yükselişle, kaşla göz arasında başağa dönüşüyorlar. Buğday tanesi olmaya aday başaklardaki minik torbacıklara sözbirliği ile akın akın süt yürüyor. Başaklar dolup taşıyor. Doğa bütün maharetlerini sergileme cömertliğini bir kez daha gösteriyor. Her başakta yer alan tahıl olmaya aday buğday kellesi, süre edegelen haftalarda bin bir renge bürülü güneş ışını ile uzun uzadıya sevişmelerinin ardından olgunlaşıp sertleşecekler. Değirmenlerde un, fırınlarda sıcacık somun, susamlı çıtır çıtır simit, açılan yufkaların arasına Fadik İneğin sütünden yapılan beyaz peyniri de sarıp sarmalayıp mis bir suböreği, tatlı, kek, un kurabiyeleri ve baklava olarak insanlara ak örtülü, gümüş şamdanlarda mum alevlerinin titrediği masalarda sunulacaklar. İnsanların karınlarını tok ve sırtları pek hale getirecekler.
Ekin tarlasının yola bakan tarafında dolu dolu başağı ve arkadaşlarına kıyasla oldukça kısa kalan boyu ile kendisini “Toktok” olarak adlandıran başak güneşin ilk ışıkları ile gerinmelerin ardından uyandı. Ani çıkan rüzgar perdesi Toktok’un yanı başında belirdi. Güneşe eşlik eder oldu. “Ne oluyoruz?” demeye kalmadan Toktok rüzgarla birlikte bütün endamı ile salınmaya başladı. Ürperdi. Başağında bulunan dolu dolu sütün ağırlığı ile kafasını hafiften eğik bir halde rüzgarla salınmasına engel olamadı. Başı dönse de merakla etrafına bakınmayı ihmal etmedi.
Yağmur özlemi içindeki toprağa sıkıca saldığı köklerinin dibinde son bir haftadır, var olma çabası gösteren bir papatya dikkatini çekiyordu. Toktok papatyanın ne zaman çiçeğe bürüneceğini çok merak ediyordu. Rüzgarla salınmasına devam ederken merakla papatyaya baktı. Evet, beklenen gün gelmişti. En nihayetinde çekilen sancılı dönemin ardından papatya da çiçeğe durmuştu. Sapsarı tepesi güneşi nasıl da andırıyordu. Sarılığın etrafını bezeyen beyaz yaprakların güzelliğinden başı döndü. Sanki kurumaları için güneşin etrafına ak çarşaflar serilmişti.
Toktok tatlı esintili sabah rüzgarı ile birlikte kendisi gibi salınan papatyaya imrenerek bakmaya devam etti. Sonrasında kendisini işmar eder buldu. Ama daha yeni uyanan papatya bunu fark etmedi. Olmadı. Büyülenmiş bir halde gözünü alamadığı papatyaya doğru coşkulu bir sevinç ile fısıldamaktan kendisini alıkoyamadı.
“Hey papatya… Güzel papatya! Günaydın. Ne güzel çiçeklendin sen böyle. Dünyaya güzellik kattın. Hoş geldin. Sefalar getirdin. Nasılsın? Adın ne senin? Benim adım Toktok.”
Günaydın Toktok. Benim adım da Papoş. Ne bileyim kendime böylesi garip bir isim buldum.”
“Yok canım, hiç de garip değil. Güzel bir isim. İyi misin? Senin için yapabileceğim bir şey var mı?”
“İyiyim. Teşekkürler. Çok nazik ve düşüncelisin. Dünyaya gelir gelmez seninle karşılaşmam ne büyük bir onur. Tanıştığımıza çok memnun oldum. Demek çiçeğimi beğendin. Sağ ol. Sen de çok alımlısın. Dolu dolu başağınla çok güçlü ve kuvvetli görünüyorsun. Senin kaderini bilemiyorum ama benimkisi belli. Çok uzun sürmez. Sanırım kısa bir süre birlikte tutunduğumuz bu toprağa tutunurum, ardından da kaderime boyun eğerim. Bir bakarsın ömrümü doldurmadan sevdalı biri gelir, çiçeğimi koparır. Sevdiğinin kendisini sevip sevmediğinden emin olmak için bütün yapraklarımı acımadan koparır. Sevmiyor dersem, öfke ile çiçeğimin kalan sarı göbeğimi yere atar ve ayağı ile çiğneyip ezer. Bu yaşta bu kadar dert diyeceksin. Ama bundan sonrasında sen yanı başımdasın. Senden güç alacağım. İyi ki varsın.”
Toktok mayışmış bir halde Papoş’u can kulağı ile dinliyordu. Ne güzel konuşuyordu. Bütün bunları hangi ara öğrendi ve böylesine güzel şakırdarcasına dillendi? Şaşakalmış bir halde dinlemeye koyuldu.
“Galiba, lafı biraz uzattım. Kusuruma bakma. Bu benim ilk sohbetim. Bir canlıya ilk defa yüreğimi açışım. Tanıştığımıza öylesine çok memnun oldum ki, anlatamam. Gevezeliğimi bağışla lütfen. Senden ne haber?”
Tam bu esnada Papoş’un dallarına bir uçuç böceği ve Toktok’un bedenine de bir çekirge tırmanmaya başladı. Her ikisi de bir anda durdu ve birbirlerine şaşkınlıkla baktılar.
Çekirge uğur böceğinin göz alıcı, siyah benekli yarım yuvarlağı andıran nar kırmızısına boyalı güzelliğine vuruldu. Sonrasında kendisinin tırtıllı eğri büğrü bacaklarına baktı. İri patlak gözlerine zaten bakamazdı, ama çok da güzel olmadıklarını biliyordu. Sonra bu güzeller güzeli böcek gibi kanat açıp uçmasını da bilmiyordu. Diyelim ki, o da kendisine gönül verdi. O kanatlanıp metrelerce uzaklaşacak ve kendisi ise beyhude bir uğraşı ile olduğu yerde belki üçten fazla sıçrayacak ama ileri gidemeyecekti.
Çekirge kollarına, eğri bacaklarına ve bütün bedenine doğru bir ılıklığın yayıldığını hissetti. Başı döndü. Patlak bön bakışlı gözlerine perde indi. Kalbi hızla çarpmaya başladı. Boğazı düğümlenir gibi bir hal aldı. Olmayacak duaya hadi hayırlısı deyip amin diyordu. Gönlüne söz geçiremiyordu.
Toktok bütün cesaretini toplayıp tam söze gireceği sıra bedeninde çekirgenin kalp atışlarını duydu. Çekirgenin mest olmuş bir halde uçuç böceğine baktığını görünce durumu anlamakta gecikmedi.
Çekirgenin kendisinin dallarındaki uğur böceğine bakışları Papoş’un da gözlerinden kaçmadı. Bunun nasıl bir duygu olduğunu anlamaya çalıştı. Kendi bedeninde de tuhaf bir hareketlenmenin başladığını şaşkınlıkla gözlemledi. Papoş da sevdalanmıştı. Rüzgarın yardımı ile Papoş Papatya hiç farkında olmaksızın Toktok Başak’ın beline sarılı verdi. “Aman Tanrım… Ne güzel bir güven duygusu bu böyle.” Diye içsesi ile mırıldandı.
Toktok suspus kalakaldı. Lal oldu. Gıkı dahi çıkmadı. Papoş kendisinin dile getiremediği duygularına, medeni cesareti ile nasıl da dilmaç olmuştu. Papoş’a o da sıkı sıkıya sarıldı. Gözleri kamaştıracak bir dansa durdular. Her yaprağına birer öpücük kondurdu. Sarı tepesini sevecenlikle okşadı. Papoş çok alımlıydı. Ona vurulmaması elinde değildi.
Çekirge ol çabalamasına rağmen aşkının karşılığını ne yazık ki, bulamadı. Papoş’un kar beyazı yapraklarını gaddar insanların yaptığı gibi tek tek yolup sevip sevmediğini, kahve falına bakarcasına, anlamak için koparmanın faydası olmayacaktı. “Biz ayrı dünyaların canlılarıyız.” deyip yüreğinde olmadık bir zamanda apansız peydahlanan aşk acısını bastırmaktan başka yolu yoktu. Hayattan koptu. Uğur böceği ise soluğu çoktan uzaklarda aldı. Bir kez olsun dönüp bakmamıştı. Çekirge yüreğindeki buruklukla susuzluktan yarılan toprağın çatlaklarının arasında gözlerden kayboldu. Rüzgar ekinlerden çekildi, dindi. Rüzgarın el etek çekmesinin ardından ortaya çıkan kelebekler, yavaşça bir bir renkli kanatlarını çırpıp dolanmaya başladılar. Çok geçmeden Papoş ve Toktok hakkında dedikoduya koyuldular. Karıncaların işleri başlarından aşkın olduğundan dönüp bakmadılar.
            Güneş ve hemen yakınında bir yerlerde ihtişamlı som altından tahtına oturan Tanrı gözlerini belertip sevgilileri hazla seyre koyuldular. Bu güzel sevdaya gıpta ettiler. Pır pır uçuşan bir melek Tanrı’ya orta şekerli bir Türk kahvesi getirdi. Tanrı kahvesini bir çırpıda höpürtülerle içti. Falına baktırmak üzere kahve fincanını ters çevirdi. Sonrasında "Çok işim var benim." deyip, telaşlı adımlarla çekip gitti. Ortalık sütlimandı. Şimdilik ufukta ne bir biçerdöver, ne de gaddar bir insan görünüyordu.


Amsterdam, 21 Ağustos 2020
            

13 Ağustos 2020 Perşembe

PAGANINI





PAGANINI

Sıcaktı. Yaz mevsiminin bu uzak diyardaki hükmü, her yıl olageldiği gibi, bir kelebeğin ömrü kadar kısaydı. Birkaç haftadan ibaret olsa da bu dönem insanları sıcaklardan bunaltmaya yetiyor. Hollanda'nın genel havasındaki nem oranının yüksekliği, hissedilen ısıyı dayanılmaz kılıyor. Bu alabildiğine büyükçe ovada yaşayan her canlı, başa gelen bu durumu kan ter içinde her defasında bedenlerinden boncuk boncuk tuzlu terler akıtarak çekmek zorunda.
Amsterdam şehrinin bir kenar mahallesindeki iki oda bir salondan oluşan, duvarlarının boydan boya kitaplarla kaplı olduğu mütevazi evinde yaşayan Taner Bey bir nefeslik serin havanın girebileceği bütün kapı ve pencerelerini, çok fayda edeceğinden umutlu olmadığı halde sonuna kadar açtı. Daimî bir özlemle aklından hiç atamadığı memleketini, arkadaşlarını, dostlarını ve akrabalarını terk edip buralara geleli tam on sekiz yıl oldu. Şimdilerde o kırklı yılları dahi ardında bırakır oldu. Zaman su misali akıp gitti. Durduramadı. Oysa geldiği zaman henüz çiçeği burnunda bir delikanlıydı. Her şeye rağmen hayatından yine de memnundu. Güzel ve yaşanılır bir ülkedeydi. Bundan daha iyisi olamazdı. Dünya kültürlerinin başkentlerinden biri olan bu şehirde yaşıyor olmaktan oldukça hoşnuttu.
Öğle yemeğini yedi. Yazdıklarına bir iki saat ara verip dinlenmeye geçmenin öncesinde kendi kendisine bir müddet oyalandı. Yeni bir kitap üzerinde çalışıyordu. Bu roman da bittiğinde ki, eli kulağındaydı, altıncı eseri olacaktı. Bunun heyecanını her an bütün hücrelerinde hissediyordu. Bir kuyumcu hassasiyetini aratmayan kılı kırk yaran bir çalışma ile uzun bir zamandır son düzeltmeleri yapmakla meşguldü. Bu kitabın beklediği sesi getireceğinden emindi. Bu çok emek verdiği kitabı elden ele ulaşacak ve çokça okunup onu bulutlarda gezdirecekti. Bu konuda ilk kez bu denli emin ve de oldukça iyimserdi.
Kimi kimsesi yoktu. Başından geçen beş yıllık mutsuz ve talihsiz bir evliliğin ardından yek başına kalakalmıştı. Bu evlilikten çocukları da yoktu. İyi ki de yoktu. Olsalardı belki kısmen de olsa kendisine yarenlik edip can yoldaşı olabilirlerdi. Ama onları da kendi iç karmaşasına ortak etmeye gönlü razı gelmezdi. Buna hiç de hakkı olmadığını biliyordu.
En büyük avuntusu durmadan yazmaktı. Kendi iç dünyasını böylelikle ak kağıtlara döküyor, yazdığı her satır ona adeta can katıyordu. Ayakta kalabilmenin tek çözümü yazmak ve yine yazmaktı. Bu nedenle elinden kalem düşmemeliydi. Bir de iki yıldır bütün uğraşısına rağmen yanına aldıramadığı gönlünü fena kaptırdığı, sevdiceği Sonay’dı. Bu ikili ve yanı sıra klasik müzik kendisine her daim iyi geliyordu. Vakit buldukça konserlere gidiyor, müziği yakından takip etmeye çalışıyordu. Çoğu klasik müzik bestecilerinin hayatını inceliyor ve onların o dahi yönüne büyük hayranlık duyuyordu. Keşke bu dahiliğin yazarlık yönü de kendisinde olsaydı. Şimdiye çok tanınmış, eserleri yok satacak ve büyük bir üne kavuşmuş olacaktı. Gönlünden geçen ünlü olmak değildi. Ama daha dişe dokunur üretimlerle daha çok okuyucuyu girdiği bu sonsuz yolda beraberinde sürükleyip iç dünyasını onlarla paylaşabilseydi de oldukça iyi olacaktı. Evet kendisi de seviliyor, zevkle okunuyor ve beğeniliyordu, ancak bu yeterli değildi. İşi yazmak olduğuna göre bu kadarı ile yetinmemeliydi. Daha güzele, daha ulaşılmaza erişebilmeliydi.
Yemek sonrası kahvesini yudumlarken koltuğuna yaslandı. Rutin ambulans sesleri bugün de yok değildi. Bunu geçen yıllarla birlikte kanıksar hale gelmişti. Televizyonda kaç gündür beklediği klasik müzik konserinin başlamasını sabırsızlıkla bekliyordu. Belki de kendisine ilham gelecek ve aynı zamanda kafasını evinin dört bir yanında uçuşacak olan melodiler toparlamasına yardımcı olacaktı. Dışarıdaki sıcaklık iyiden iyiye bunaltsa da bu konser onun hafif kırık gördüğü keyfini de yerine getirecekti. Sonrasında da Sonay’ı arayıp hem konser hakkında hem de bugün yazdıkları ve oradan buradan derken derin bir özlem sohbeti başlatır, yüreğini yaralayan hasretliğe bir nebze de olsa çare olurdu.
Oturduğu mahalle tamamen Türklerin istilasına uğramıştı. Her geçen gün daha da büyük bir gettoya dönüşüyordu. Semtin var olan düzeni Anadolu kırsalından gelen insanlarla alt üst olmuş, kural tanımamazlık diz boyu bir hal almıştı. Oysa yabancı olarak, bu insanlar kendilerini her ne kadar artık burada kalıcı görseler de bu durum var olan misafirliklerini ortadan kaldırmıyordu. Misafir gibi adaplı ve belli bir görgü dahilinde oturup kalkmanın ne yazık ki çok uzağında kalıyorlardı. Daha da kötüsü bunun hiç farkında değillerdi.
Büyük bir kitleyi oluşturan bu kesim köyünde yaşadığı ortamın çok daha kötüsünü bu nezih kente taşımışlardı. Şaşkınlıkla gözlem halinde olan insanlar hoşgörü adına aleni bir şekilde çıkıp yaptıklarının doğru olmadığının uyarısını yapamıyorlardı. Öyle ki, biraz da çekiniyorlardı.
Oysa kendi ülkesinden gelen bu insanlar; daha eğitimli, görgülü, kültürlü, modern ve daha insani özellikleri benliklerinde barındıran bireyler olsalardı, ülkesinin imajı da biraz daha yukarılarda olabilirdi. Ülkenin elçileri bunlardı. Bu durumda onlara sahip çıkmak dahi içinden gelmiyordu.
Bugünkü konser ünlü İtalyan besteci Niccolo Paganini’nin eserlerinden oluşuyordu ve kendisi de bu dahi müzik adamının hayranıydı. Kemanın çalınışına kendince yepyeni bir stil getirmiş ve kemanı çalışmaları ile adeta dile gelmişti. Kemanda dünyaca ünlü Çin ve Tayland karması çekik gözlü Vanessa Mae vardı. İlk eser Paganini’den “La Campanella” dı. Paganini ve Vanessa, bunlar müthiş bir ikiliydi. Bundan daha iyisi olamazdı. Konser bütün muhteşemliği ile başlamıştı. Kendisinden geçti. Pür dikkat kesildi.
Dışarıdan yine memleketlilerinin çok rahatsız eden sesleri geliyordu. Pencereleri kapatamazdı. Sıcaktı. Evin içinde boğulur kalırdı.
“Lannn… Omarrr… Gavurun kunnadığı. Geç oldu gel gayri. Omaaarrr… Sana diyom lannnn… Gelirsem yanına bacaklarını ikiye ayırırım. Kafamın tasını attırma.”
Laannn… Hamza, Talhaaa… Ekmelll... Bubanız geldi. Gelin gayrı. Lennn dürzüler. Eşeğin kunnadıkları. Dayak neyim yemek istemiyorsanız hemen eve gelin. Yoksa bubanız yanınıza geliyor. Siz bilirsiniz. Ahan da benden söylemesi. Sonra söylemedi neyim dimeyin.”
Eşeklerin ve gavurların kunnadıkları da “Nuh diyorlar ama peygamber demiyorlardı.” Dışarıda evlerine uğrak vermeden oynamaya devam ediyor, “bubalarından” dayak yeme tehditleri de onlara vız geliyordu.
Taner Beyin evinin kapı ve pencerelerinden rüzgâr esintilerinin yerine bir anda bütün Arap isimleri çöl sıcaklarını da beraberinde alıp evin her yanına doluştu. Zavallı Paganini’den eser kalmadı. Birazdan Rukiye, Nisa, Rabia ve Sümeyye’nin de anne ve babaları “bi yol ünleyivereceklerdi.” Onlar da gelmezlerse tehditler savrulacaktı. Sokak gırla dolu olan Hamza, Talha, Ekmel, Resül, Rabia, Eyüp, Rukiye, Merve ve Enes’lerden geçilmiyordu. 
Vanessa’nın sihirli dokunuşları ile kemanından melodiler duyulmaz oldu. Onun “kara üzüm habbesi” çekik gözleri kırpışadururken Taner Beyin evinin içine uzun etekli tel tel sakallı Araplar doluştu. Ev sihirli bir değneğin dokunuşu ile uçsuz bucaksız bir kum çölüne dönüştü. Çölde develerin ardında Hamza, Talha, Enes ve diğerleri kan ter içinde koşturuyorlardı. Develerin ağızlarından ve burunlarından köpükler akıyordu. Güneş kasıp kavuruyordu. Koca çölde tek bir ağaç yoktu. Develer sinirli, artlarında koşturanlar tedirgindi.
Sıcaktı. Gökyüzünün evin içine doluştuğu; duvarları, masayı, dantel işlemeli örtüyü, duvardaki Gustav Klimt'in altın renkli "öpücük" tablosunu, gramofonunu, koltukları, mutfaktaki dut pekmezini, nar tanelerini, somun ekmeği, fincandaki kahveyi, vazodaki kızıl gülleri, kitapları, Taner Bey'in ellerini, yüzünü, kıvırcık saçlarını ve ela gözlerini gök mavisine boyadığı bir gündü. Mavi evde kılıçlar çekildi ve yeni bir “Kerbela Savaşı” na ramak kaldı. Tekbir ve kılıç sesleri Paganini kemanını çoktan alaşağı etti. Kemanın kellesini yere savurdu. Savaş alanı kan revandı. Kafir orduları bozguna uğradı. Düşman ordusunun mensuplarından çekik gözlü Venessa ve ardında yer alan onlarca müzisyen kaçıp canlarını zor bela kurtarabildiler. Taner Bey oturduğu koltukta küçüldü. Bir noktaya dönüştü. Sustu. Suskunluğu ha patladı, ha patlayacaktı. Bu gezegende kaçabileceği başka bir yer kalmamıştı. Sonay karşısında durmuş büyük bir hüzün içinde biçare sevdiğine bakıyordu. Boncuk maviliği ile gökyüzü eve doluşmuştu. Sıcaktı. Çok sıcaktı.

Amsterdam, 13 Ağustos 2020



4 Ağustos 2020 Salı

PATLICANIN PERDESİ





PATLICANIN PERDESİ

Yıllardır pek çok öyküsünü okuduğumuz Kör Zewe teyzemiz ile artık iyice aşinalığımız var. Bu kadarcık üne kavuşmayı elbette hak ediyor kendileri. Teyzemizin kim olduğunu hafızaları yenilemek babında, hemen bu giriş bölümüne birkaç cümleciği mavi boncuklu bir gerdanlık misali dizecek olursak, daha iyi hatırlanacaktır. Bu hatırlatma kısmının aramızda kalması iyi olur. Ancak kurda kuşa dost olmasını bilen Kör Zewe’nin hatırlanmaması, onun pek de kabulleneceği bir durum değil. Bundan alınacağı ve gönül koyacağı da kesin.
Orta Anadolu coğrafyasına, bozkıra kıymetli ve geniş bir İran halısı gibi yayılan Heciban aşiretine mensup köylerden Büyükcamili'de iki dünya savaşı arasında kavga, itiş ve kakışın, barbarlığın biraz olsun durulduğu bir tarihte dünyaya geldi. Bütün ömrü boyunca da bu topraklarda yaşadı. Ama hayatı boyunca pek çok şeyi bir kez olsun yapamadı. Sonradan bir gözü göremez hale gelen kendi halinde bir kadıncağızdır Kör Zewe. Yapamadıkları “ah keşke” leri, bütün iyi niyeti ile yapabildiklerine ise “oh olsun iyi ki” leri gözüyle baktı. Ama görünen o ki; yapamadıkları daha çok gibiydi.
Bir kez olsun yapamadığı sıradan şeylere bakıldığı zaman, insanda şaşkınlık yaratacak ne kadar da çok şeyin olduğu görülür. Bir insan ömrünü nasıl da bu kadar azla sınırlı kılar ve bu cüzi edinimlerle yetinilir, doğrusu anlaşılır gibi değil.
Tek bir film seyretmek için de olsa bir gün sinemaya gitmedi. Gören tek gözünü beyaz perdeye odaklayıp Battal Gazi’yi kolunda “citizen” marka saati ile yüksek burçlu kalelerden yere, yerden de burçlara bir maymun misali sıçrar halde göremedi. Onun nasıl da kılıç sallamaları ile “kafirlerin” al kanını akıtıp kellelerini alma vahşetine şahitlik edemedi.
Tiyatroya, bale gösterisine, müzik konserine, operaya, müzikale gittiği hiç görülmedi. Meselenin bir Hamlet oyununda gayet basit bir şekilde yalnızca “To be or not to be.” den ibaret olduğunun bilincinden çok uzak kaldı.
Bir ressamın sergisine gidip karmaşık eserin karşısında “Hımm… Sanatçı burada neyi anlatmak istemiş acaba?” diye bir fikir yürütemedi.
Değil bir kitap, tek bir harfi olsun bacaklarından kavradığı gibi savurmalarla heceleyemedi. Ak bir kâğıda "Kör Zewe" diye adını yazamadı. Bir şiiri, sonunu merak ederek herhangi bir öyküyü, romanı, mektubu okumak şöyle dursun, ömrü hayatında yumuk elleri ile belki de iki veya üç kez, tesadüfen bir kitaba dokunabildi. 
          İnce Memed, Çukurova'da Hatçe ile amansız Abdi Ağa'dan kaçarken, izlerini süren Topal Ali’den önce onları bulmasınlar diye yerde bıraktıkları izlerini silemedi. Kendince, hayata insani incelikleri gizemlemeyi çok iyi bildiğinden, bu kovalamacanın önüne geçebilmek için belirti halindeki en küçük bir izi, Irazca ile bir olup birlikte sevgiden yana olmak adına silmeyi ne çok isterdi. Ne olursa olsun, ama onların gülüşleri dökülmesindi. Olmadı!
Bütün benliği ile inandığı, içeriğinden tamamı ile ne yazık ki onun da bihaber olduğu, bilmeden anlamadan iman ettiği kutsal kitaba dahi dokunduğu olmadı. İman ettiği kitap da olsa bilmediğinden dokunamadı.
Bir elinde cımbız, bir elinde ayna olmadığından olacak dünyayı fazlasıyla umursadı. Lakin Londra konferansı ve atom bombasından haberdar olmadı. Cımbız, fondöten, maskara, ruj, oje, rimel, allık ve diğer makyaj malzemelerinden uzak yaşadı. Kolonyadan başka parfüm bilmedi. Bu malzemelerin birine dahi el sürmedi. Olduğu gibi kalakaldı.
Bir anne olarak çocuklarına ninni söylediği dahi görülmedi. “Bostana giren danaları” kendisi yapamıyorsa, işin erbabı bir bostancıya dahi kovduramadı. Hemen hemen her annenin, eline tutuşturduğu bir sopa ile bu danaları kovmuşluğu olmuştur. Kör Zewe de bu durumdan dolayı kusurlu değildi. Çünkü kuraklık ve susuzluk vardı. Bostan yetişmiyordu ve olmayan bostanda da danaların kovulmasını gerektirecek lahanalar da bulunmuyordu. Bu durumda Kör Zewe’nin de böylesi bir kaygısı olmadı. Varsın danalar diledikleri gibi özgürce dolaşıp dursunlar. Küçük kurbağanın kuyruğunu göremeyince meraklanmadı. Onu da sorma gereği görmedi.
Küçük kurbağanın da kuyruğu olmayıversindi ne olacak ki? Kocası Çıtak Haydar’ın kendisini cennette bir tarafa iteleyip alacağı huri sayısı yediden altıya düşmezdi. Düşse de o gün geldiğinde, varsın o da altı huri ile idare etsin, Küçük kurbağada kuyruk özürlü olsundu. Gittiği bir restoranda kurulduğu masadan, restoranı garsonu ile birlikte satın almadan;
“Evladım bakar mısınız? Ben bir kırmızı şarap, yanında bir madensuyu, birkaç tane de sıcak ve soğuk mezelerinizden rica edecektim. Size zahmet olacak. Arkadaşıma da ne istiyorsa ondan verin, lütfen.” diyemedi.
Ama bütün doğallığı ile bir damla da olsa suya hep büyükçe gülümsedi. Su da ona aynı sıcaklıkla gülümsedi. Yanan ateşi su ile söndürmekten imtina etti. Ona göre suyun da canı vardı. Suya acı vermek doğru değildi.
Köpeği Karabaş’a zamanında yalını ve suyunu vermeyi, başını sevecenlikle okşamayı, kucaklamayı, sevgisini dolu dolu vermeyi ihmal etmedi. Karabaş da her daim ona sadık kaldı. Kapısının önünden bir an olsun ayrılmadı. Onu ve ailesini hep koruyup kolladı. Evini çevreleyen geniş avluda gece gündüz nöbet tuttu. Kör Zewe’nin sahipliğinden duyduğu memnuniyetini kuyruğunu sallamalarla dile getirdi. Kör Zewe’yi hüzünlü görmeyegörsün anında yanı başında bitiverdi. Soru yağmuruna tutan gözlerle ona uzun uzun baktı.
Bozkırda sürekli büyük ustalar tarafından havalandırılan bozlaklar onu da etkilemiş olacak ki, birkaç kez neşesi yerinde olduğu zamanlarda diline pelesenk olan Keskinli Hacı Taşan’ın bir türküsünü onun da mırıldandığı oldu. Bu türküden birkaç mısrayı bölük pörçük de olsa her söylediğinde rahatlıyor, keyfi yerine geliyordu.
“Bugün Ayın Işığı
Elinde Bal Kaşığı
Gine Nerden Geliyon da
Mehlenin Yakışığı

Vay Nerdesin Nerdesin
Kaldır Camın Perdesin
Diyeceğim Çok Amma da
Pek Kalaba Yerdesin.” Bu türküyü mırıldanırken “Kaldır camın perdesi”
yerine o “baldırcanın perdesi” olarak söylüyordu. Böyle algılamış, böyle biliyordu. Patlıcan diyeceğine baldırcan dediği için de telaffuzu bu şekilde oluyor ve ortaya dünyada eşi benzeri olmayan perdeli bir patlıcan çıkıyordu. Belki de patlıcanlar bu diyarda çok utangaç ve sıkılgan olduklarından perdelerin ardına saklanmayı yeğliyorlardı.
Türkünün başlarında “Gine nerden geliyon da mahlenin yakışığı” diye mırıldanırken de anında gerçekten de yakışıklı gördüğü kocası Çıtak Haydar’a göz altından belli bir gurur ve gülümseme ile bakmayı da unutmuyordu.
Yakışıklı gördüğü ve de gurur duyduğu ama kuyruksuz kurbağadan ötürü Cennette altı huri ile yetinip yetinmeyeceğini kestiremediği kocasının, üstü hafif kıllı büyükçe ellerinin sıcaklığına, ellerinden birisini bırakamadı. Eteklerini savura savura, o sokak senin bu sokak benim diyerek bir gün olsun kocası ile birlikte dolanmadı.
Güne her defasında yeniliksiz başladı. Sıkıntılarını kendi özünden dahi sakladı. Umutsuzluk kara bir sis gibi üzerine üzerine çöreklense de bu karanlıktan her defasında sıyrılmasını yine de bildi. Uçsuz bucaksız keder denizlerinde boğulmadı. Güneşi aratmayan gülüşünü hiçbir zaman terk etmedi. 
Güneşin dünyanın herhangi bir denizine dalıp dalıp çıkmasını göremedi.
         “Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil
dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan.
Delilik mi dedin? Kim bilir...Belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? Kim ne diyebilir ki?” *
Gökyüzünü kimseler öpemedi. Kör Zewe de öpemedi. Bundan sonrasında da bu pek mümkün gözükmüyordu. Yüreğinin boşluğunda payına düşen üzüntü ve mutluluğu kendisince doyasıya tattı, yaşadı. Küçük şeylerden büyük mutluluklar çıkarmasını ustalıkla bildi. Gönül kapılarını, kendisine dost yaklaşımı gösteren her canlıya son kertesine değin açtı. Dost, yar ve yaren hüznünde gözleri buğulandı. Neşelenmelerinde o da onlarla gülü gülüverdi. Her iki durumda da sırtlarını şefkatle sıvazladı. Yanlarında olduğunu en iyi şekilde hissettirdi.
Bütün bunlar Anadolulu çoğu kadının keşke ve iyi kilerden ibaret ortak kaderiydi. Kadınların güçlükler gergefindeki zorlu yaşam örgüleri bütün çabalara rağmen değişmiyordu. Kör Zewe’nin mırıldandığı türküdeki patlıcanlar gibi kadınların da perdesi vardı ve o perdenin önüne çıktıkları pek görülmüyordu.


Amsterdam, 4 Ağustos 2020


*Şükrü Erbaş – Ömür Hanımla güz konuşmaları


CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...