Bu blogda, genelde yöreme ait karakterlerin (büyük saygı duyduğum) kısa hayat öykülerini, zihnimdeki imgeleri kağıt üzerine aktarmaya çalıştım. Yazar ve şair Hulki Aktunç; “yazma eylemi, ölümden bir şeyler koparmaktır” der. Bu “kalleş” olarak da adlandırılan tunç kayadan zerrecikler koparma uğraşısı çok güzel. Umarım "GERÇEK HAYALLERİME DAYANAN" sevda ile nakşetmeye çalıştığım öykülerimden esen tatlı meltem, az da olsa yüreğinize dokunur. Olanca sevgi ve saygımla.
15 Kasım 2010 Pazartesi
MORUK MERKEP
29 Eylül 2010 Çarşamba
TREN GİTME
Amsterdam, 25 Haziran 2010
9 Eylül 2010 Perşembe
Bi Dolu Güneş
Burnumda çiçeğim,
Ceplerimde bi dolu güneşimle,
Hüzün içinde geldim.
Velhasılı;
Soldu çiçeğim,
"Eridi yağım,
Tükendi fitilim".
Ve şimdi,
Uzak olan bu diyarda;
Ceplerimde bi dolu yağmur.
Aman Tanrım!
Ne çok ıslandım,
Ne çok ıslandım.
Amsterdam, 26 Aralık 2003
8 Eylül 2010 Çarşamba
YİTİK DEĞERLER
YİTİK DEĞERLER
Bilindiği gibi Dünyada ve hayatımızda gelişmiş ülkeler oldukça büyük bir öneme
sahiptirler. Bu ülkeler onlarca yıl önce yaşamış oldukları sanayi devrimlerinin
akabinde, gün be gün artan yeni teknolojik gelişmelerini insanlığın hizmetine
kâr amacıyla sunarken, haliyle keselerini de tıka basa dolduruyorlar. Teknoloji
insanlığa pek çok kolaylığı ve refahı getirirken, elbette pek çok değeri de
beraberinde bu getirilerine karşılık olarak alıp götürüyor ve hayatımızı da
allak bullak etmekten geri kalmıyor. En acı olanı da; teknolojinin
çocuklarımızı doğadan, temiz havadan, dünyadan kopartıp dört duvar arasına
kapatması, gözlerini bir ekranı sürekli izlemeye mahkum ederek onları birer
robot haline getirmesidir.
Kızılderili Reisi Dwan 1885’te ABD başkanına yazdığı bir mektupta, teknolojinin
getireceği bu tehlikelerin önseziyle bu mektuptan yapacağımız alıntıda
insanlığa şu mesajı verir:
“Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde
huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kurduğu kentlerde bir çiçeğin taç
yapraklarını açarken çıkardığı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz.
Belki vahşi olduğum için anlamıyorum,...... insan bir su birikintisinin
çevresinde toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini
duymadıkça, yaşamanın ne anlamı ne değeri olur¬?”
Günümüz dünyasında Reis Dwan’in işaret etmiş olduğu bu ve buna benzer
değerlerden hiç birine yer kalmamıştır. İnsanlık dizginsiz bir şekilde
teknolojiyi de adeta araç bilerek, kendi egolarının esaretinde, hırsları uğruna
doğanın köküne kibrit suyu çeker hale gelmiştir.
Benim yaşantımın ancak dörtte biri reis Dwan’ın tasvirine tam yakın olmasa da,
yine de el değmemişliğin, teknolojinin bu denli henüz gelişmediği doğduğum köy
olan Ankara ilinin Bala ilçesine bağlı Büyük Camili Köyü’nde geçti. O sıralar
teknolojinin epeyce uzağında, var olan doğamızla kucak kucağaydık. Sabahları
erkenden kalkar, gece geç saatlere kadar bugün her biri birer kelaynak kuşu
olan bin bir oyunu oynar, sıkılmak nedir bilmezdik. Diğer bölgelerle karşılaştırma
olanağım olmadı, belki de oynadığımız bu oyunların pek çoğu sadece bizim yöreye
aitti.
Oyunlar hep kendi yaratıcılığımızla ortaya koyduğumuz, tamamen tabiattan gelen
materyallerle oynanırdı. Anne ve babalarımızın bütçelerine ihtiyacımız yoktu, onları
hiç bir maddi külfete sokmazdık. Oyunlarımızın çoğu İç Anadolu Bölgesinde
bulunan Kürt çocuklarının fantezilerini kullanarak, yaratıkları oyunlardı.
Türçe’de çelik çomak olarak adlandırılan bir oyun vardı ki, bunun bizde iki
versiyonu vardı. Bunlar “bodrık” ve “kit” oyunlarıydı. Kit oyununda Osmani
Mille dediğim arkadaş oldukça ustaydı. Bu oyun için yere büyükçe bir daire
çizilir, dairenin içine oyunculardan biri girer, uzunca bir sopa ve kısa
kesilmiş bir çubuk parçası ele alınarak, sopa yordamı ile bu küçük çubuk
parçasına hızla dairenin dışında bulunan diğer oyunculara doğru atılırdı. Daire
dışındaki oyuncular, yani sırasıyla bizler bozuk Türkçemizle, daire içindeki
oyuncu çubuğa vurmadan önce, şu an anlamını pek kestiremediğim şu cümleyi
olanca gücümüzle bağırırdık: “Üstüm başım kere çalı her yanıma değerse kabul.”
Bu cümle söylenmemişse havada uçarak gelen çubuk parçası daire dışındaki
oyunculardan eli hariç başka bir tarafına değerse daire içindeki oyuncu
yanmıyordu. Çubuğu eliyle kimse tutamamış veya herhangi bir yere değmemişse
çubuğa en yakın oyuncu çubuk parçasını alıp, dairenin içine atmaya çalışır,
bunu başarırsa daire içindeki oyuncu yanmış olurdu. Fakat daire içindeki oyuncu
da uzun sopası ile atılan bu çubuk parçasına vurarak onun daire içine düşmesini
engellerdi. Bu oyunu ben hep İngilizler ve uzun bir zaman sömürgesi halkalardan
olan Hintliler ve Pakistanlılar tarafından çok oynanan hokey oyununa
benzetiyorum. Kim bilir belki de İngilizler bu oyunu biz İç Anadolu’da ki Kürt
çocuklarından çalarak biraz daha da geliştirerek kendi milli oyunları haline
getirmişlerdir. Fakat bu oyunun orijini bizim bölgeye aittir.
İkinci olarak yine aynı sopa ve çubuk parçası ile oynanan oyun da
“bodrık”oyunuydu. (Tabii tamamen bir bozkırdan oluşan köyümüzdeki ağaçlıklı tek
yer olan rahmetli doğa hayranı Nuri Hemenin bağından çalınan ağaç dallarından,
bu oyunun malzemeleri tedarik edilirdi.) Bodrık oyunu için ayrıca küçük bir
kuyu ve ince uzun arkvari bir oyuntu yerde kazılırdı. Çubuk parçası bu arkın
ucuna getirilerek uzun sopa parçasının yardımı ile arkın içine konulan sopa
hızla ittirilir ve çubuk parçasının olabildiğince uzağa gitmesi sağlanırdı.
Yine bu oyunda da “ üstüm başım kere çalı” teranesi atılır ve çubuk parçası
elle tutulmaya çalışılırdı. Eğer karşı oyuncular bunda başarılı olamamışlarsa,
bodrik kuyusunun arkasındaki oyuncu uzun sopasını kuyunun üstüne uzatır, karşı
oyuncuların çubuk parçası ile yatırılan sopaya vurmaları istenirdi.
Hatırladığım kadarıyla bu oyunda da ben oldukça ustaydım. Küçük çubuk sopaya
değmemişse, kuyu arkasındaki oyuncu, çubuk parçasını alarak ayaklarını kuyunun
üzerinde açarak ve çubuğu burun hizasına kadar getirerek, “Boooddırık” diye
uzatmalı bir ses çıkararak çubuğu mümkün olduğu kadar kuyunun içine düşürmeye
çalışır ve kuyuya düşen çubuğun havada kalan tarafına, sopa yardımı ile tekrar
vurularak çubuk kuyudan uzaklaştırılır, oyun böyle devam ederdi. Galip gelen
oyuncu kuyudan itibaren oyunun başında yapılan anlaşmaya mutabık kalarak, elli
adım sayar ve ellinci adımda yenilenin sırtına binerek kuyuya kadar bir günün
beyliği beylik deyip yenilenin sırtında o anlık hükümranlığının tadını
çıkarırdı.
Üçüncü önemli bir oyun da “nelbir” oyunuydu. Bu oyunda ki malzeme de oldukça
basit ve yine tabiat anadandı. Bu oyun için düz ince ve daire şeklinde bir taş
ve yine küçük ama top gibi bir başka taş bulunur ve bunlarla oynanırdı.
Yuvarlak küçük taş bir yere konur ve tüm oyuncular belirli bir çizginin
arkasında durarak oyuna adını da veren nelbir adlı düz taşlarla, küçük yuvarlak
taşa vurarak olduğu yerden uzaklaştırılmaya çalışılır ve bu mesafe ayakla
sayılarak ölçülüp, puan toplanırdı. Oyunun sonunda yine kazanan oyuncu sırta
binerek ödüllendirilirdi. Bu oyunun da günümüzde golf veya Fransızların “boule
de joule” oyunu ile benzer yanları vardır.
Tüm bu oyunlar gündüzleri oynanır, yorgun düşen bedenlerimiz akşam yenilen
“Şorbe keşke” veya İç Anadolu Kürtlerinin oldukça fakir olan yemek
kültürlerinin tek yüz akı olan ve bölgede oldukça iyi pişirilen tereyağlı
bulgur pilavı yenir gerekli enerji tekrar depolandıktan sonra akşam oyunlarına
başlanırdı.
Kelaxlar tüm yıl boyunca biriktirilen hayvan gübresi evin arka tarafında bir
yerde biriktirilir, bahara doğru bundan “kerme”veya “tepik”denilen ve
şekillerine göre adlandırılan tezeklerdi. Görüldüğü gibi zengin bir dil olan
Kürtçe, bu alanda da zenginliğini ortaya koyarak tezeği dahi aldığı şekle göre
ayrı ayrı isimlendirmiştir. Bunlardan kerme kasnak denilen yuvarlak çemberlerin
içine doldurulup bastırılarak şekil
verilir, kalıp olarak kullanılan kasnak çekilir ve böylece kışın yakılmak üzere
bu bol kalorili kermenin üretimi yapılmış olurdu. Kerme içinde her ne kadar
beceri gerekiyorsa da tepik yapmak, her ev kadınının harcı değildi. Tepik için
“Kevani’nin”oldukça becerikli olması gerekli, çünkü tepik ustalık isteyen bir
iştir. Kurutulmak üzere “gom” denilen hayvan barınaklarının duvarlarına
yapıştırılan tepiklerin sergisi, o evin kadının ne denli maharetli olduğunun
bir göstergesiydi. Tepike güzel bir form verilmişse, elbette o kevaniye sergiyi
gözetleyenler tarafından tam puan verilirdi. Tepikin hazırlanması için
kevaninin tepik karışımının oranını bir laborant titizliği ile iyi yapması
gerekmektedir. Burada kullanılacak olan gübre, saman ve suyun oranının önemi ve
kalitesi de çok büyük bir önem teşkil etmekteydi.
Oyunları bir tarafa bırakıp, tepik konusunu fazlaca uzattıksa da tepik olayı da
geçiştirilecek kadar ehemmiyetsiz değildir, tepik deyip geçmemek gerekir. Çünkü
kışın okula giden her öğrenci, sırasıyla bu tepik veya kermelerden birisini bir
kolunun altına, bir kolunun altına da kitap ve defterlerini yerleştirerek okul
yolunu tutar, sınıfa giren öğrencinin eline öğretmen kitap ve defterden önce
kerme veya tepikin olup olmadığına bakardı. Öğrenci tepiki ile sınıfa girmeden
önce sınıftaki gönüllü
ajanlardan kimlerin okul sonrasında kaç defa Kürtçe konuştuğu hakkında gerekli
bilgiler rapor edilirken, ajanın kafası öğretmen tarafından okşanarak
ödüllendirilirdi. Öğretmen tarafından tespit edilen ve Kürtçekonuştuğu bilgisi
alınan öğrenci, eğer tepik te getirilmemişse bu küçücük bedenlerin avuç
içlerine veya birleştirilen parmaklarının uçlarına “cetvel” denilen öğretmen
coplarıyla, öğretmenin insafına ve tespit edilen cezaya göre vurularak,
cetvelin iniş ve kalkışları ona göre belirlenirdi. Eğitimdeki yeri bu denli
büyük öneme sahip olan tepik bu nedenle taktir edersiniz ki üç kelime ile
geçiştirilemezdi.
Akşamları geç vakitlere kadar oynanan diğer bir oyunda ay taşı anlamına gelen
“kevre hiwe”dir. Kevre hiwe için gerekli olan tek malzeme beyaz yuvarlak bir
taş parçasıdır. Oyuncular damların bir tarafına geçer, taraflardan biri taşı
hızla damın üzerinden diğer tarafa hızla atar ve rakip timden çocuklardan,
damın arkasında karanlıkta yerde olan taşın belirlenen bir süre içinde bulunup,
getirilmesi istenirdi. O sürede taşı bulup getiremeyen karşı taraf, belirli bir
cezaya çarptırılırdı.
Genelde gündüzleri oynanan başka bir oyun da “bist” oyunuydu. Bist bu oyunun
oynanması için kullanılan kazıkların adıydı ki, bu kazıklar yine rahmetli Nuri
Heme’nin bağından aşırılan ağaç dallarından yapılır ve bunlar kalınlıklarına
göre değerlendirilerek hepsine ayrı ayrı isimler verilirdi. En kalın biste
“galton” , daha incesine “xılç” ve diğer kalanlara da bist adı verilirdi. Bist
oynamaya giden çocuklar bütün galton, xılç ve bistlerini kollarının altına
cephanelik gibi alır, mahalledeki çamurlu ıslak bir yerde bir araya gelerek,
genelde sağ ayak biraz havaya kaldırılarak, sırayla herkes kazıklarından birini
hızla yere ve yan yana çakmaya çalışarak bir diğerinin kazığını düşürmek
suretiyle ona sahip olur,
böylelikle var olan cephaneliğine yeni mühimmatlar katmış olurdu. Bu bir tür
kumar oyunu sayılırdı. Köyde en güzel galton, xılç ve bistlere Nuru Heme’nin
torunu olan Osmani Mille sahipti ki, çocukluğumda hep Nuri Heme’nin torunu
olarak dünyaya gelmemişliğin burukluğunu yaşardım.
Gündüz veya akşam oynanabilen oyunlardan biri de beş taş ve kırk taş
oyunlarıydı. Beş taş adından da anlaşılacağı gibi beş tane küçük misket benzeri
taşla yere iyice bağdaş kurulup oturarak, taşlardan biri havaya fırlatılırken yerdeki
taşlar sırası ile diğer taşlara değmeden bir, iki, üç derken on sayısına kadar
çeşitli şekillerde oynanır, sonuçta elde edilen sayı kadar, yenilen kişi bir o
kadar faresini rakibine yedirmiş olurdu. Her oyundan sonra da “çar, şeş, nehe
mişke mine dewite danı” denilerek gerekli hatırlatma yapılırdı.
Kırk taş oyunu da buna benzer onlarca hatta yüzlerce taşla oynanırdı. Bu oyunda
da yine taşlardan biri havaya kaldırılır, mümkün olduğu kadar yerden taş
toplayarak rakip alt edilmeye çalışılırdı.
Bir diğer oyun da “kab” oyunuydu. Bu oyun bir tür zar atma oyunuydu, genellikle
daha büyük çocuklar veya yetişkinler arasında onanırdı. Kab, büyük baş
hayvanların ayak eklemlerinin arasından çıkarılan dört köşe bir kemikti. Bu
kemik zar gibi yere atılarak, kab’ın yere atılıp duruşuna göre puanlar alınır
ve bu duruşlar da değişik olarak adlandırılırdı. Örneğin duruşa göre şek, çik,
tix veya piştek gibi adlar verilirdi. Her duruşunda kendisine göre getirdiği
bir puan sayısı vardı.
Genelde kışları veya düğün evlerinde gençler bir araya geldiklerinde de yüzük
oyununu oynarlardı. Andersen’in masallarını aratmayacak güzellikte masallar tüm
gece boyunca birbirini kovalar, masalların vermiş olduğu korkuyla gece yarısı
evimize dönerdik.
Yüzük oyunu bir tepsinin üzerine ters olarak konulan kahve fincanlarından
birisinin altına gizlice bir yüzük saklanır ve bu yüzüğün diğer oyuncular
tarafından bulunması istenerek, oyuna devam edilirdi.
Baharın gelmesine yakın, daha doğrusu koyunların kuzulama döneminde,
“Yüzibeyz” denilen bir kutlama günü olurdu ki, bu baharla birlikte yeni yılın
tüm bereketiyle gelişinin kutlanması türündendi. Bunun için köyümüzün gençleri
değişik giysiler giyerek, pamuk veya yünden sakallar yapıp her taraflarına
“zengil” denilen çanlardan takar, büyük gürültülerle ev ev dolaşılırdı. Bu
evlerden genelde buğday veya bulgura benzer tahıllar istenir ve bunlar ertesi
gün köyün bakkalı Kamber Amca’ya götürülerek paraya çevrilir, okula gidenlerse
bununla kalem defter ve benzeri okul ihtiyaçlarını karşılarlardı. Şayet
evlerden biri gençlere herhangi bir yardımda bulunmamışsa, o zaman gençler hep
bir ağızdan; “seri sale bini sale, me ....... .....)” diyerek sonu kafiyeli
olarak biten müstehcenlik içeren sloganlarını atarlardı. Ev kadınları haliyle
gen yapılarında cimrilik olsa dahi, böylesi bir durumun önüne geçmek için cimri
davranmamaya çalışırlardı.
Başka unutulması güç olan bir gelenekte yine bahara doğru toprağın ısınması ile
birlikte kutlanan “Hidrellez”di. Bu gelenek genelde yağmur yağmadığı zaman
baharın kurak geçeceği anlaşıldığı sezildiğinde daha bir ağırlıklı olarak
gündeme gelirdi. O yıl yine ” yaz harmana” deyip yüklü bir borcun altına
girenler, havaların kurak gideceğini görüp, gidişatın pek hayra delalet
olmadığını görürler, böylesi bir günün organize edilmesine önayak olur, bir iki
tane de koyun bulunarak ziyafet vermek için bir cami hocası eşliğinde kırların
yolu tutulurdu. Artık çok büyük bir tesadüf eseri yağmur yağarsa, yapılan
duanın kabul gördüğü, Allah’la iletişimin sağlandığı anlaşılırdı. Ama tüm bu
masraf ve organizasyona rağmen yağmur yağmazsa yapılacak tek şey vardı ki ,o da
tüm bunların üzerine susuzluktan kavrulan köyümüzde su bulabilirsen bir bardak
soğuk su içmekti ve iş sonuçta yine Allah’a havale edilirdi.
Sayılamayacak kadar kaybolan değerlerin ardı arkası gelmez. Günümüzde pek çok
deyim ve atasözü de yok olmak üzeredir. Bu deyimlerden ve ata sözlerinden
birkaçını da gün ışığına çıkarmamız için “hafızayı beşerimizi” biraz yoklamaya
kalkarsak nelerin yitip gittiğini bir kez daha görmüş oluruz.
- Bi fisa hemam germ nabi (yellenmeyle hamam ısınmaz)
- Çev ji çeva reştiri (göz gözden karadır)
- Çev li der (gözü dışarda)
- Çev tirsi (gözü korkmuş)
- Dani bi kevir (bulguru taşlı)
- Dev sist (gevşek ağız)
- Dest giran (eli ağır)
- Dil qetin (ödü kopmak)
- Deste xwe alastin (elini yalamak)
- Dest direj (uzu elli)
- Ji dest derxistin (elden çıkarmak)
- Ker û gej (sersem)
- Rû nerm (yumuşak yüzlü)
- Rep û rut (çırılçıplak)
- Xwelî bi serî kirin (toprak başına)
- Xer nedîn (hayır görmemiş)
Ve daha yüzlerce deyim bugün hiç kimsenin diline almadığı ve unutulmakla yüz
yüzedirler.
Anlamları çok büyük olan iki atasözünü de anmadan geçemeyeceğim.
- Beq ne qiri ye biteqi (kurbağa bağırmasa patlar)
- Akle siwik bare girane (hafif akıl ağır bir yüktür)
Bunların anlamları insanlarımız tarafından hala çok iyi bilindiği gibi, sık sık
kullanıla gelen ata sözleriydi. Bu atasözleri her ne zaman duyulsa
insanlarımızın yüzlerine bir Mona Lisa gülümsemesi yayılırdı.
Nazar ve göz değmesine karşı da insanlarımız oldukça tedarikliydiler.
Hayvanların boynuna nazara karşı olduğuna inanılan “kespik” veya ince ağaç
dallarından kesilip bir ipe geçirilen “kener”ler takılırdı. Bu kenerlerin
yapımı da elbette incelik ve beceri isterdi.
Çok ilginç olan bir gelenek daha vardı ki, o da ineği veya başka bir hayvanı
kaybolan köylülerin, hayvanını bulana kadar hatırı sayılır dini bütün birisine
gidip dua ile kurdun ağzını bağlamasıydı. Kurdun ağzı sembolik olarak bir
çakının ağzı kapatılması ile kapatılır, kayıp olan hayvan bulunduğu zaman da
bıçağın ağzı tekrar açılarak, adeta bundan sonra “bana dokunmayan yılan bin yıl
yaşasın” deyiminin gereği yerine getirilerek doğanın dengesinin korunmasına
katkıda bulunulurdu. Fakat işin diğer ilginç yanı da dualar okunsa da eğer bu
arada kurdun ağzı suya değmişse bizim hatırı sayılır dini bütünün prestjinin
sarsılmaması için bu bahane edilerek kurdun ağzının açıldığı söylenirdi. Bu
ihtimalde kurt, kayıp hayvanı yemişse duaların yapabileceği bir şey yoktu. Ardı
arkası gelmeyen ve tuzla buz olan buna benzer onlarca gelenek, görenek,
güzellik ve değer. Elbette bu değerler ortadan kalkacak diye teknolojiye de
sırt çevirmemek gerekir. Ama diğer taraftan da insanın bu değerlerin ortadan
kalkmasından dolayı içi ezilmiyor değil. Bence biraz olsun bu durumda yalnız
Kızılderililerin değil tüm insanlığın Reisi olan Dwan’a kulak asmak gerekir.
Bunları kulağımıza küpe yaparak, elimizden uçup giden güzelliklere de sahip
çıkalım ve doğanın dengesi ile daha fazla oynamayalım. Teknolojiye her zaman
hoş geldin derken, güzellikler yerli yerinde dursa ve çocuklarımız bilgisayar,
playstation ve benzeri oyun araçlarıyla olan zincirlerini koparıp özgürleşerek
temiz havayı solumaya, doğayı kucaklamaya daha fazla zaman ayırmaları halinde
gelecek nesillerin daha sağlıklı, daha insani düşünen nesiller olacağı uzak bir
ihtimal değildir.
Amsterdam, 11 Mayıs 2006
SOBE
Söyle á mutluluk,
Abidin' in dahi çizemediği,
Bıçak sırtındaki,
Binnaz mutluluk.
Saklambaç mı oynuyoruz seninle.
Bağırayım mı dersin,
Hani çıktığınca avazımın;
‘Elmaaa... Elmaaa...'
Yeter, yeter artık,
Çık ortaya,
Ortaya çık.
Sobe!!!
Amsterdam, 01 Ağustos 2008
HACIK'IN HAYDAR
Gün gece yarısıydı. Dışarıda uğultulu bir rüzgarın harmonisinde lapa lapa yağan karlar, havada birer kelebek misali uçuşuyorlardı. Bu beyaz kelebekler; köydeki tüm çirkinlikleri, üstü açık akan lağım çukurlarını, evlerin hemen önünde yer alan çöp yığınlarını, susuz dere boylarını, fakir görünümlü evlerin damlarını ve gözle görülebilecek her bir yanı, ak bir çarşafa bürüyerek, geçici de olsa göze hoş gelmeyen tüm görünümleri kamufle ediyordu. Zengin fakir farkı gözetmeksizin süt beyazına bürünen her mekan, yağan karların homojen dağılımıyla, gözleri kamaştırıyordu.
Aynı kar taneleri, geçen baharda kulaklarının yarısı kesilmiş, kocaman gözlü ve özellikle böylesi kış aylarının soğuk gecelerinde, kara ve benekli kafasını yukarıya doğru kaldırarak uluyan, Devreş’ın üzerine yağsa da, o sığınıp, uzanmaya ve arada bir uykuya dalmaya çalıştığı ahır damının kuytuluğunda, iki de bir ayağa kalkıp, üzerine doluşan karları, kendisini hızla sallayıp, silkeliyordu. Uzun dilini çıkarıp, ağzının etrafını yalıyor, keskin dişlerle dolu ağzından büyük bir buhar bulutu çıkarıyor, daha sonra da tekrar ısıtmış olduğu kuru yerine gidip, çömeliyordu. Böyle olunca da yağan karlar onun üstünü örtmüyordu, ki o zaten üstü örtülmeyecek güzellikte bir köpekti. Hizmetinde bulunduğu evin önünde yaz kış demeden, kendi cinsinden beklenen bir sadakatla oturup, sık sık uluyarak, sahibinin istemediği gelişmelerin oluşmaması için gerekli yerlere uyanık, orada hazır ve nazır olduğunun mesajını düzenli olarak veriyordu.
Köyün ortasındaki, Devreş’in sahibi Heciki Heceli’nin tek katlı evinde gecenin ilerleyen bu saatinde, baş döndürücü bir telaş yaşanıyordu. Hecık’in karısı Keve üçüncü doğumunun sancıları içinde kıvranıp duruyordu. Keve, Hecik’le on yıl kadar önce evlenip, bir Türk köyü olan Sırapınar’dan Camili Köyüne gelin gelmişti. Orta boylu, yuvarlak masum yüzlü, koyu kahve rengi gözlerini sık sık kırpıştıran sade bir kadındı. Sırapınar ve çevre köylerde nam salmış olan Kemali Şıxlı’nın kız kardeşiydi. Hecik, kırk kilometre uzağındaki Sırapınar Köyü’nden Keve’nin güzelliğinin methini duymuş, maddi durumunun da pek kötü olmamasının da vermiş olduğu güvenle, çevre Türk köyleri tarafından vahşilik, kıllılık ve kuyruklu olmakla suçlanmalarına rağmen annesi ve babası ile birlikte gidip, Allah’ın emri Peygamberin kavliyle, Keve’yi istetmişti. Keve’nin annesi babası epeyce nazlanmışlarsa da, sonuçta oğulları Kemal’in direnmesine rağmen onun da gönlünü alıp, bu insanların anlatılagelen rivayetlere hiç uymadıklarını, vahşi herhangi bir davranışlarını görmedikleri gibi, görünürde de arkalarında herhangi bir kuyruğun sallanmadığını, üstelik öyle abartılı bir şekilde kıllı olmadıklarını kabullendirerek, bu işe zoraki “hee” demişlerdi. Kız evi naz evidir derler ama bunlar nazda biraz fazla ileri gitmişlerdi. Hatta, neredeyse oğulları Kemal’i ikna etmek için erkeklerden biri gidip, Hecik’in ve babasının arkasına iki büklüm eğilerek, bakıp:
“Bak oğlum bak kuyrukları yok, vallahi de yok billahi de yok, istersen sen de gel bi yol bak, inanmıyorsan gel gör,” diyecekti. Hecik ya sabır diyerek, sineye hiç te çekilmeyecek bu hakaretlere katlanıp, yutulmayacak olan bu hazmı zor, zehir zıkkım lokmayı; salt Keve’nin ve onun güzelliğinin hatırına yutmak zorunda kalıyordu.
Kemal ise hal ve hareketleri, görücülere karşı takındığı tavırlarıyla, söylenenleri aslında hiç te yutmadığını belli eden gözlerle bakıp:
“iyi iyi gördüm, bir şey yok, sizin dediğiniz olsun,” deyip yapılan hakaretleri reva gören tavırlarla, olayı geçiştirir gibiydi.
Keve’nin Sırapınar Köyü’ndeki adı Keklik’ti. Nasıl ki şimdilerde Almanya’da, düştüğü Köln, Münih, Frankfurt ve diğer büyük denizlerde Alman bir koca bulamayan sarışın bomba Maria, koca havliyle Çorum’lu Çörtük Hasan’a sarılıp onunla evlenerek, “Kelimeyi Şahadet” getirdikten sonra, Meryem adını alıyorsa, aynı dinden olmalarına rağmen, zamanla Keklik’in adı da, aynı paralellikte ki konumlar olmasa da, her ne hikmetse Keve’ye dönüşüyordu.
Hecik gecenin bu soğuğunda doğum için içeri doluşan komşu kadınlar kendisini kapı dışarı ettiklerinden, kalın siyah paltosunu giyip, ellerini ovuşturarak, üç gündür kesmediği sakallarının yer aldığı avurtları çıkmış yüzünü, gür kaşlarını ve bir çuval dolusu kalın pala bıyıklarını sıvazlaya sıvazlaya istemeyerek te olsa, istenilmediği evin kapısını açıp, kulaklarında Keve’sinin iniltileriyle, yüreği sızlayıp acıyarak, ayaklarını yerde sürüye sürüye, kendisini dışarıda buldu. Devreş hala uluyordu. Sahibinin bu saatte dışarı çıktığını görünce buna pek şaşırıp, gözlerine inanamadı. Gecenin bu saatinde, karanlığında, soğuğunda ne işi vardı bu adamın? Ulumasını yarıda keserek yanına gitmek istediyse de, bunu çok yorgun ve uykusuz olduğunu göz önüne getirerek, bu sefere mahsuz yapmayayım deyip, yerine çömelip boylu boyunca uzandı. Ön ayaklarını epeyce öne doğru uzattıktan sonra, kafasını sahibini gözlemleyecek şekilde ayaklarının üzerine koyup, Hecik’e bakarken, uzandığı yerden, arada bir kuyruğunu olabildiğince yükseklere kaldırıp sallamayı da ihmal etmiyordu.
Hayırlısı ile bu gelen yolcu, Hacık’in üçüncü çocuğu olacaktı. Sekiz yaşlarında Şixo ve altı yaşında Sultan adlı bir de kızı vardı. Bu sefer kız mı olacak, erkek mı olacak diye çok merak ediyor ve bir taraftan da erkek olması için, içinden tanrıya dua ediyordu. Görünüşe göre bu defa doğum oldukça güç olacağa benziyordu. Daha önceki doğumlar bu denli güç olmamıştı. Yarım saattir dışarıda köpeği Devreş’le birbirlerine bakıp, soğuktan tirtir titreyip, bekliyorlardı. Tam esnemeye başlamıştı ki, en nihayetinde, içerden tiz, viyak viyak gelen bir bebek ağlamasını duyunca, esnemesi yarıda kaldı, titremesi durdu. Üşüdüğünü unutup, bakışlarını hızla Devreş’ten kaçırarak evinin kapısına yöneltti. Kapı açılır açılmaz kardeşi Bahri’nin hanımı, yengesi Bese:
“Hecik, Hecik... Lawike ke te bu (Hecik, Hecik... Bir oğlun oldu),” diye bağırınca, Hecik paltosunun yakalarından iki eli ile sıkı sıkı çekiştirerek tutup, kapıda durarak, kendisinin tepkisini bekleyen yengesi Bese’ye yöneldi.
“Ee rindi, rindi Bese, ma bi xer bi, Xude ji te razi bi, çi muradi te heye bide te. Zariye te ji ji tera bibaxşini...(İyi, iyi Bese, hayırlı olsun, Allah senden razı olsun, ne muradın varsa versin. Çocuklarına sana bağışlasın.)”
Sevincini karanlıkta fazla belli etmeden, şaşkınlıkla ayakkabılarını çıkarmadan evin içine daldı. Mutluluğuna diyecek yoktu. Oğlunun adı hazırdı. Evde sabaha kadar hiç kimse uyumadı. Oğlu Şıxo, kızı Sultan’da babalarının Heyder adını verdiği kardeşlerine sevecen gözlerle, ama birazda çekinerek bakıyorlardı. Babaları Hecik, iki gün öncesinden köyün harman yerinde kuru bir yer bularak, kundak için bir torba dolusu beyaz toprak getirmiş, anneleri Keve bu toprağı burnuna deyen şiş karnı ile eğile büküle elekten geçirip, doğumdan sonrasına hazırlamıştı. Bese toprağı alıp, bir tepsiye koyduktan sonra, saman ve tezekle yanan sobanın üzerine koydu. Eline tahta bir kaşık verip, şaşkın gözlerle bakan Sultan’a sobanın üzerideki toprağı yemek karıştırır gibi karıştırmasını sıkı sıkı tembihledi. Sultan ne olup bittiğini anlamadan, verilen emri yerine getirirken, Bese’de Keve’nin yanı başında uzanan simsiyah saçlı Heyder’ı alıp, biraz ısınmış olan topraktan alıp, yere serdiği kundak bezinin içine serpiştirip, bebeği özenle yatırarak, kundağı üç metre uzunluğundaki kalın ipiyle sıkı sıkı bağladı. Elleri ayakları kundak bezinin içinde kalan Heyder, hareketsiz halde, hazır ola geçmiş, yerde uzanan minik bir askeri andırıyordu. Hecik sevgi dolu gözlerini oğlundan ve daha önceki çocuklarından kalan yer yer sarı, kırmızı, mavi, beyaz ve siyah çizgilerle boyanmış tıngır mıngır sallanacak olan beşiğinden ayıramıyordu. Oğlu birazdan buraya konulacak, burada hayata gülümseyecek, acıkıp susadığı, altı kirlendiği zaman ağlayıp, figan eyleyecekti.
Derken geçen zaman Hecik’in beklentilerini gerçekleştirdi. Heyder oğlan, annesi Keve’den Türkçe birbirinden güzel ninniler, masallar ve hikayeler dinleyerek beşiğinde sallana sallana etrafına gülücükler saçarak büyüdü. Heyder bir yaşına gelmişti ki, İç Anadolu Kürtlerinde adet olduğu üzere, Keve Heyder’i alıp, babasının boynuna (kolüne) bindirdikten sonra, Heyder’in ayaklarına da bir ip bağladı, oğlu ile öylece koşan, Hecık’e büyük oğlu Şıxo yetişip ipi kopardı. İpin kopmasıyla; Heyder düşe kalka ilk adımlarını atmaya başladı. Keve büyük bir tencere nohutlu hedik kaynatıp, bunu tepsilere doldurup, Şıxo ve Sultan’la tüm komşularına gönderip, oğullarının artık yürüdüğü müjdesini verdi. Komşuları da “çam sakızı çoban armağanı,” kimi bir çocuk çorabı, kimi de küçük bir elbise veya evde hediyelik ne buldularsa, bunu gelen tepsiye koyup, hayırlı olması dileğiyle, Keve’nin evine gönderdi.
Annesi Keve geçen zamanla birlikte Kürtçeyi her ne kadar öğrenmeye çalıştıysa da bu hep kırık dökük bir düzeyde kaldı. O nedenle bu dilde konuşurken hep çekine çekine hata yapacağından korkarak konuşuyordu.
Kimsenin olmadığı zamanlarda çocukları ile hep Türkçe konuşup, onların ileride bu dilde de zorluk çekmemeleri için, kendince buna önem verdi. Heyder ve kardeşleri böylelikle mülti kültürel bir ortamda, çok dilli olarak büyüyüp her iki dili de konuşmaya gayret gösteriyorlardı. Daha üç yaşına yeni gelmiş olan Heyder, kendilerinden bir kaç yaş büyük olan amca çocukları Kerman, Heci, Selehattin ve diğer komşu çocukların peşine takılıp oynarken, zaman zaman kendisini şaşırıp spontane bir şekilde onlarla Türkçe konuşunca, onlar da garip garip bakıp, kendi kendilerine “çattık ha belaya” deyip, ama yine de akraba olduklarından onu da aralarına alıp, birlikte oynuyorlardı.
Zaman dur durak bilmiyordu. Hecik’in evinde de mutluluğuna gölge düşürecek bir durum olmadığı halde, Heyder daha yeni altı yaşına basmıştı ki, babası Hecik’in sağlık durumu ani bir hızla çok kötüye gitti ve Hecik çok geçmeden, ardında çok sevdiği Keve’sini ve çocuklarını bırakıp, hayata veda etti. Aksilik bu ya Keve’nin de sağlık durumunda belirli aksamalar vardı. Kocasının ardından bir yıl gibi bir süre geçmeden, canını dişine takıp, çocuklarını büyütüp, vatana millete hayırlı birer evlat yetiştirmek istediği halde, ömrü bu istediğini gerçekleştirmeye yetmedi ve o da hayata bir daha açılmamak üzere sürekli kırpıştıradurduğu gözlerini yumdu.
Şixo büyümüş delikanlı olmuştu. Sultan’da bir hayli serpilip gelişmişti. Bir tek küçük olarak ortada Heyder kalıyordu. Heyder’in bu halini gören ve Tol Köyü’nde zengin bir adam olan Çavuş Ahmet’le evli olan teyzesi Kamer; Heyder’e acıyıp büyütmek üzere yeğenini kendi köyüne alıp götürdü. Kamer, Heyder’e kendi çocuğu gibi davranıp, onu kendi çocuklarından her bakımdan ayırmadan; bir annenin yapabileceği her şeyi yapıp, sevgisini ve şefkatını esirgemedi. Çavuş Ahmet’te Heyder’i kendi öz oğlu gibi kabullenip, olanaklarını olabildiğince seferber etti.
Bir kaç yıl aradan sonra ağabeyi Şıxo Küçük Camili ve ablası Sultan da Kuyular Köyü’nden evlenmişlerdi. Heyder ilk kez on yedi yaşındayken kendi köyüne gelip, ağabeyi Şıxo’nun evinde bir kaç gün misafir olduktan sonra yeniden Teyzesi Kamer’in yanına döndü. Tol Köyü her bakımdan kendi köyüne hiç benzemiyordu. Kendisine burada köylüler Hacık’ın Haydar diyorlardı. Konuşulan dil, örf ve adetler, yaşam sitili ve akla gelebilecek her şey farklıydı. Tüm bunlara intiba etmek pek kolay olmadı. Özellikle dilin farklılığı çok ön plandaydı. Zamanla çocukluğunda öğrenmiş olduğu Kürtçeyi konuşmaya konuşmaya unutup gitti. Babasızlık ve annesizlik böylesi bir yaşta, insanın şekillenmeye başladığı bir yaşta oldukça güçtü ve kaçınılmaz bir gereklilikti. Dışarıda arkadaşları ile oynuyor, gülüp koşuyor, fakat yine de yüreğinde var olan bir eksiklik tüm acımasızlığı ile gelip baş köşeye çöreklenip kalıyordu. Oynarken düştüğünde ne “baba” ne de “anne”diye bağırabiliyordu. Kanayan dizini gidip göstereceği bir anne
veya babası yoktu. Bir bayram sabahında uyandığında, saçlarını ıslatıp taradıktan sonra, duvardaki aynada kendisine bakıp yakışıklı olduğuna kanaat getirerek, koşa koşa gidip, elini öpeceği bir anne ve babadan ne yazık ki yoksundu. Her ne kadar başkaları ona anne ve baba olmaya çalıştılarsa da, hiç kimse kendi anne veya babası iyi de olsalar kötü de olsalar bu biyolojik değerlerin yerini tutmuyordu. Yaşanılan burukluk, gariplik ve yüreğindeki boşluk katlanılır gibi değildi. Her şey yarım, anlamsız, yavan ve alabildiğine tatsızdı.
Yirmisine gelen Hacık’ın Haydar, askere gitmeden önce ikinci defa gidip ağabeyini ve ablasını ziyaret etti ve oradan çok uzak diyarlara, şarkılara konu olan Kağızman’a gitti. Bu uzak ve oldukça soğuk mahrumiyetler diyarında, askerlik umduğundan daha kolay ve çabukça geçti. Uzun boylu ve düzgün bir görünüme sahip olduğu için, askerde kendisini hemen merasim alayına aldılar. Bölüğünde bando şefi olmuştu. Tüm merasimlerde bölüğün en önünde yürüyüp, Viyana Flarmoni Orkestrasının şefliğini yapıyormuşçasına bir edayla, elindeki süslü şef sopasını ileri, geri, yanlara ve yukarı aşağı sallayıp durdu. Bu işi askerliği boyunca sürekli yaptığından, zamanla bu sopa sallama işi kendisinde tik halini almıştı. Sivil yaşamında da Heyder’in normal sokakta yürürken, elinde sopa varmış gibi elini kolunu sallayarak ve sık sık ardına bakıp, bölüğünün ne alemde olduğunu da ihmal etmediğini söylerler.
Askerlikten sonra gelip, kendi köyüne yerleşti. Fakat kısa süre sonra köy yaşantısının kendisine pek bir getirisinin olmayacağını fark edip, kısa bir süre sonra Ankara’ya gidip, iş aradı. Şehir yaşamı oldukça farklı olmasına rağmen, buradaki yaşama tez elden ayak uyduran Heyder, uzun bir aramadan sonra, pek çok gazetenin matbaalarının bulunduğu Ulus Rüzgarlı Sokakta bulunan, o zamanlar Ankara’nin önemli gazetelerinden olan Hakimiyet Gazetesi’nin danışma bölümünde iş buldu. İşi çok rahattı, gelen telefonlara bakıyor, gazeteyi ziyarete gelen misafirlere yol gösterip, gününü gün ediyor, sekreter hanımlarla sohbet edip, çay yudumlamayı da ihmal etmiyordu.
Ankara’nın Bab-ı ali’sine kapağı atan Heyder’in sonunda yıldızı parlamıştı. Geriye bir evliliği kalıyordu. Onu da hal etmek üzere izin alıp köyüne giden Heyder; köyünde amcasının oğlu olan, kendisinden bir kaç yaş küçük yakın arkadaşı Osmani Behri ile gezerken, o zamana kadar kendisine “Xalo – Dayı” diye hitap eden, Zeve Heci Qero, Camili kırlarının yeşerip, binlerce çiçeği ağırladığı bir bahar günü, köyün dışında bulunan ve Heyder’in dedesi Heceli’nin hayratına yaptırmış olduğu kuyuya su getirmeye giderken:
“Xalo tu deheri ku dere, tu bi xer hati. (Dayı nereye gidiyorsun, hoş gelmişsin.)” diye hal hatır sorma sohbetine girmişken, hafif bir elektriklenmenin ardında onunla göz göze gelir. Heyder ayağına gelen bu kısmet üzerinde düşünüp, amcasının oğlu Osman’ın da Zeve hakkındaki övgülerinin ardından gelen diretmenin karşısında, daha fazla dayanamayıp, yelkenleri olduğu gibi suya indirir. Gerçi o hep, Ankara’nın mürekkepli sokağında gördüğü sekreter bayanlara olan sempatisinin de etkisinde kalarak, uzun boylu ve özellikle de uzun boyunlu bir bayan kafasından geçirse de, bu tam tersi olan kısmetinin önüne geçememiştir. Annesi ölen Zeve’yle aynı kaderleri paylaşmaktadır. Kader ortaklığının haricinde Zeve’deki ebatlar, hiçte onun gönlünden geçen verilere yakın değildir. Öyle de olsa kader kısmet kuramı burada da ağırlığını ortaya koyar ve bu iki genç insanın birlikteliğini gündeme getirir. Dolayısı ile evdeki hesapla, çarşıdaki arasındaki fark oldukça büyüktür ve en değme, işinin erbabı muhasebeciler dahi büyük defterdeki bu balans ayarını eşitlemekte zorlanırlar. Biri uzun, biri de kısa olan bu iki insan yan yana geldiklerinde nokta ile virgül imla işaretleri gibi irili ve ufaklıydılar. Ve virgül tüm birliktelikleri boyunca, noktanın kısalığından, tombulluğundan yakınıp durur. Evliliğin ardından virgül, noktayı da beraberine katarak, bu işaretlerin çokça kullanıldığı iş yerinin bulunduğu, her bahtı karanın görmek istediği, Türkiye’nin kalbi Ankara’ya götürdü. Heyder, o zamanlar yeni yeni bir yerleşim yeri haline dönüşen Balgat gecekondu semtinin, halk tarafından Qurduk Mahallesi olarak adlandırılan kısmında, küçük bir ev kiralayarak, evini dayayıp, döşedi. Hakimiyet Gazetesindeki işine gidip gelen Heyder’in aklında aslında hep kendi iş yerini açma planları vardır. Gece gündüz hep bunu hayalleyip, durdu. Uzun araştırmalar sonunda o zamanlar, Ulus’taki meşhur Postacılar Caddesinde bir lokantanın satılık olduğunu öğrenen Heyder gidip, lokantaya müşteri oldu. Sıkı pazarlıklarda usta olan Heyder, uzunca bir tokalaşmanın ardından, anlının akıyla beşi bire indirerek, lokantasının anahtarını aldıktan hemen sonra, ceketini mutfak duvarındaki çiviye asıp, işe başlamak üzre kollarını sıvadı.
Çok kısa bir zaman zarfında, ünü Ulus semtinde dilden dile yayıldı. Lokantada işler umduğundan çok daha iyi gidiyordu. Ankara’nın pek çok tanınmış siması gelip, yemeğini burada yiyor, Heyder gün geçtikçe pek çok ünlünün ikinci adresi haline geliyor, siparişlerin ve iş yoğunluğunun üstesinden zor geliyor, bu nedenle de gecesini gündüzüne katıyordu.
İş yerinde gidişat çok iyi olduğu halde, evde nokta ile virgül’ün birlikteliğinde ki gidişat pek iç açıcı değildi. Gece yarıları evine gelen Heyder’in yolunu dört gözle bekleyen Zeve’nin ise bu duruma dayanacak gücü ve takati kalmamıştır. Zeve her gün ağlayarak, sorun çıkarmaya başlamıştı. Babasını ve köyünü dehşetlice özlediğini hüngür hüngür
ağlayarak, küçücük evin bir penceresinden diğerine gidip gele haykırıyordu. Heyder’in de zaten askerlikten kalma bir sopa sallama tiki vardı ki, o zaman sopayla Zeve’ye veryansın edip, notadan bihaber olan Zeve’ye her türlü notayı attığı dayakla okuturdu. Gün boyunca yediği dayaktan sonra evde yalnız kalan zavallı noktacık, kırk metre kare Qurduk Mahallesi evinin içinde, dört duvarın arasında yıllarca yuvarlanıp durdu. Hiç kimsecikler yoktu. Kapısını çalacağı, gidip dertleşeceği Allah’ın tek tanıdık bir kulu yoktu. Günler müthiş bir yalnızlık içinde geçiyordu. Vakit geçmek nedir bilmiyor, üstelik uzaklardaki güzel köyü ise gözünde buram buram tütüyordu. Zeve’nin bu ağlamaları, sızlamalarıdır ki, Heyder; Vehbi Koç ile birlikte attığı adımları, yaptığı yatırımları geri çekince, Camili Köyü’nde de bir Vehbi Koç’un çıkma şansı böylece ortadan kalkıyordu.
Rivayete göre Heyder; Rüzgarlı Sokağına o zamanlar “Garipçiler” adıyla anılan Melih Cevdet ve Oktay Rifat’la birlikte gidip gelen, duygu yüklü büyük şair Orhan Veli’ye bir karşılaşmalarında, karısının durumunu anlatınca, ünlü şair aşağıdaki unutulmaz mısraları kaleme alır:
“YALNIZLIK ŞİİRİ
Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler.”
Orhan Veli
Zeve’nin ağlayıp sızlamasından illallah getirip, onu anlamakta zorlanan Heyder, lokantasını tezden elinden çıkarıp, tekrardan köyüne döndü. Boş olan baba ocağına yerleşip, ağabeyi Şixo ile babadan kalma tarlalarını ortaklaşa ekip, biçmeye başladı. Heyder ve Zeve’nin de kendileri gibi uzun ve kısa boylu, kimi nokta kimi virgül gibi iki kızı ve üç oğlu oldu.
Heyder köyde yer aldığı her cemaatte, Ankara’nın Rüzgarlı Sokağını, orada nasıl bir memur olduğunu, daha sonra nasıl gece muhabirliğine yükseldiğini anlatır, ardından lokantasından, o zamanki işlerinin gidişatından dem vurur, gelen müşterilerinin ününü, tanınmışlığını, örneğin Zeki Müren’i, chavrolet marka arabasıyla kapıda nasıl karşıladığını, arabasının kapısını açıp, kendisini nasıl lokantasına buyur ettiğini ballandıra ballandıra anlatırdı.
Bunca anlatımın ardından, bu kez daha gerilere giderek, Tol Köyü’ndeki yaşantısını, oradaki insanları tek tek isim vererek, mübarek insan Kamer Teyzesini, kocası Çavuş Ahmet’i ve oğullarını anlatır da anlatır. O
nedenledir ki, yıllar sonra Aslani Ussi Cummo’nun sarı ford ve Heyderi Ekremi Cuddo’nun mavi magirus marka dolmuşlarına binip, Ankara’ya doğru yol alan Camili’ler; ilçemiz Balâ’nın medari iftihari olan ünlüleri Milli Damat Davulcu Asım, Medya Kralı dünya pot kırma rekortmeni Reha Muhtar, Cüneyt’ten dahi daha Cengaver ve mert delikanlı Deli Yürekli İmirzalıoğlu, Esteregon Kalesi’ni yeniden hortlatmayı başaran belediye başkanımız Turgut Altıntop kadar ünlü olmasa da, yarım asır gibi bir zaman biriminden daha önceleri, bu adamı, diğer anlamda Camili Köyü’nün ilk gazetecisini, yani Heyder’i, Ankara yolu güzergahında bulunan Tol Köyünü gördüklerinde hemen anarak:
“Elo loo, Heydere Hecike işte li vi gündi Tırka mezin biyi, ( Heyderi Hecike işte buTürk köyünde büyümüş) der, herkes meraklı gözlerle dolmuşun penceresinden bakıp, bu köyü ilk defa görüyormuş gibi süzer ve Heyder’li kısa bir sohbetle yollarına devam ederler.
Heyderi Hecikenin, Sırapınar’dan meşhur ağa dayısı Şıhlı Kemal oğulları ile sık sık, o zamanlar o çevrede hiç kimsede bulunmayan “impala” marka yaylı kırmızı arabası ile gelir, yeğeni Heyder’e misafir olurdu. Heyder’in çocukları ve komşu çocuklar, uzaydan bir araç gelmiş gibi, arabanın gelişi ile birlikte, hemen koşup arabanın içinde, arka koltuğun arkasında sabit bir şekilde oturan, küçücük köpeğin arabanın yaylanması ile birlikte yaylı kafasını sallamasına bakmaya giderlerken; Şıxlı Kemal’ın oğulları, bu çocukları yakalayıp, bu kez de başka şüphelerini onlarla gidermeye çalışırlardı. Kuyruk, vahşilik ve kıllılık varsayımları ortadan kalkmış, bu kez bunların müslüman olup olmadığı merak konusuydu. Arabanın içinde bulunan köpeğin kafasının sallanışını pür dikkat ayakları üzerinde yükselerek izleyen çocuklara sorulan soruları, çocuklar da yadsıyıp hiç duymamazlıktan gelirdi.
“Söyle bakalım lan, Kürt müsün, Müslüman mısın?”
Çocuklardan gelen yanıtsa, kısa ve netti:
“Té got çıııııı?.... (Ne dedin?)”
Amsterdam, 10 Ağustos 2006
CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...
-
HECİBANLARIN HİCRETİ Çetin geçen bir kış mevsiminin ardından; tüm güzelliği ve bereketiyle kendisini iyiden iyiye hisset...
-
VELVEL DERESİ Yıllar önce köy irisi, kasaba küçüğü büyüklüğünde, Bâlâ ilçesine bağlı bozkırın meşhur beldesi Kesikköprü ’ye ko...
-
TOHUM Camili Köyü'nde ve dünyanın diğer pek çok diyarında tan yeri bir kez daha aynı anda ağardı. Şafakla birlikte sök...