15 Kasım 2010 Pazartesi

MORUK MERKEP


MORUK MERKEP

Sahibim Kuyular Köyü’nden (Gundê Emera) Ömeri Sor’du. Ömeri Sor maddi durumu kötü olmayan, hayat dolu, şen şakrak, çokça çalışkan ve hayli espritüel bir insandı. Ben Kuyular Köyü’ndeyken  sahibim olan bu aile gece gündüz demeden kadın, çoluk çocuk, kız, oğlan, gelin ve damat kısaca herkes günün büyük bir kısmını çalışarak geçirirdi. Büyük bir aile olan Ömeri Sor’un ailesi, akşamları yorgunluktan bitap düştüğünden, herkes kendisini evin bir köşesinde bir yerlere zar zor atardı. Bu evde az bir zaman kaldığım halde acı tatlı pek çok anım oldu. Bunlardan bir tanesini affınıza sığınarak hemen anlatayım.
Bugünmüş gibi hatırlıyorum. O sıralarda sanırım daha altı aylıktım. Zekam ve hafızamla (huyum kurusun) söylemesi ayıp her daim övünmüşümdür. O halde lafı fazla uzatmadan ilginç bulduğum bu anımı izninizle sizlere de aktarayım.
Bunaltıcı bir yaz gecesiydi. Annemle gecenin ilerleyen bir vaktinde, evin duvarının dibinde biz de dinlenmeye çekilmişken, açık olan pencereden televizyonun sesi bangır bangır geliyordu. Tanıyanlar bilir Ömeri Sor çok komik bir adamdı. Televizyonda bir kadın spiker uzun uzadıya o gün de (cehenneme çevirdikleri bu dünyada) insanların birbirlerini nasıl katlettiklerini içeren, dört bir yandan ardı ardına gelen ölümlü haberleri okudu ve peşinden istiklal marşı ile program sona ererken, kapanış için yine aynı spiker:
“Sayın seyirciler yayınımız burada sona ermiştir, hepinize iyi geceler diliyoruz.” deyince; ben ve rahmetli annem boynumuzu olabildiğince ve merakla (fazlası iyi olmasa da) Ömeri Sor ne yapıyor diye uzattık. Spikerin seyircilere iyi geceler dilemesinin ardından, Ömeri Sor şöyle bir etrafına bakındı ve etrafta oğullarının, kızlarının, gelinlerinin, karısının ve torunlarının hepsinin ölü uykusunda olduklarını  görünce dayanamadı ve  herkesin uyuyakalmış olmasına hiddetlenip kalayı bastı:
“Ma ka boqe seyirciya geme (Kürtçede tercüme edilemeyen usturuplu bir küfür), qızım ne olursın sen onların kusuruna bakma, hepsi yatıyor, hadi sana da iyi geceler,” diyerek televizyonu kapatmıştı. Ben  ve rahmetli annem gülmekten kırılmıştık.
Ben mi? Kim miyim? Ha öyle ya kendimi tanıtmadan Ömeri Sor’u tanıttım. Hani Ömeri Sor da tanıtılmayacak gibi değildi. Duyduğuma göre o da Hakkın rahmetine kavuşmuş. Adından da anlaşılacağı gibi, kıpkırmızı bir adamdı. Lakabı da zaten Kırmızı Ömer anlamına geliyordu. Hatırladığım kadarıyla Ömeri Sor’un ve tüm sülalesinin saçları kiremit kırmızısıydı. Zaten bu sülaleye de Male Ser Soran (Kırmızı Kafalılar Sülalesi) diyorlardı. Bu arada ben kendimi tanıtmayı sürekli erteliyorum. Daha iyi, biraz beni merak etmiş olursunuz. Neyse yine de acıdım size.
Çünkü bir hayli yufka yürekliyimdir. Kendimi daha fazla anonim göstermeye gönlüm razi olmuyor. Hadi siz de saklamayın elbette biraz da olsa merak etmişsinizdir. Merak edilmeyecek gibi değilim hani. Ben Ömeri Sor’un evinde iken çok güzel kocaman gözleri, incecik sütun gibi bacakları, upuzun kulakları olan bir sıpaydım. Annem Kere Boz (Boz Eşek) daha ben doğmadan adımı hazırlamış ve bana çok sevdiğim “Kercan” adını vermişti. Zavallı anam beni büyütmek için elinden gelen her şeyi yaptı. Yemedi yedirdi, içmedi içirdi. İnsanlardaki gibi giymedi giydirdi de diyeceğim ama bu bize pek uygun düşmüyor. Siz insanlarda kullanılan diğer bir deyimi (anamın fedakarlığını anlatmak için) yerinde ise ve bunu biz eşeklere uyarlayacak olursak; “annem kılını benim için süpürge yaptı.” Biliyor musunuz; bizde babaların hiç bir fonksiyonu yoktur. Tüm yük ne yazık ki annelerin omuzlarındadır. Babalık duygusu diye bir duygu zaten pek gelişmez. Babalık bir yerde kim kime dum dumadır. Ama yine de babamı tanımayı, bir kez olsun yanında şöyle boylu boyunca salınıp, kafamı ona sürtmeyi, gurur ve keyifle kuyruğumu sallamayı ne çok isterdim. Elbette anırmayı da ilk elden ondan öğrenmeliydim. Heyhat olmadı! Ölmüş ile olmuşa çare olmadığına göre, o halde süreyim kendimi Niğde’ye.
Kuyular Köyü’nde daha önce de dediğim gibi iyi tatlı pek çok anım oldu. Ev sahibim doğrusunu söylemem gerekirse, kendisi yok Allah’ı var;  kıymetimizi çok iyi biliyordu. Bir yaşıma kadar bu köyde kaldım. Bir yaşıma girmeme bir gün kalmıştı. Annem benim için büyük bir “anırma partisi” hazırlığı içindeydi. Anırmanın ardından en yakındaki ekinlerden birine gizlice gidip, ziyafet çekecek, bizde felekten bir gün çalacaktık. Anacığımla bir yanda otlanıp, planlar yaparken, kimleri davet edeceğimizi düşünüyorduk. Tam bu sırada köyün çobanlarından biri bizi uzaktan görüp, yanımıza  geldi. Annemi zorla önüne kattı ve ne kadar yükü varsa zavallı anacığımın üzerine attı. Onu koyun sürüsünün yanına götürdü. Gidiş o gidiş. Annem gitmemek için direnip, çifte üstüne çifte attıysa da kâr etmedi. Sanki başına gelecekleri biliyordu. Ben de beraber gitmek için elimden gelen tüm çabayı gösterdim. Hain çoban beni kovalayıp yoğun bir taş yağmuruna tuttu. Ama ben çok atik davranıp, taşların hepsini sektirdim. Annem giderken hüzünlü gözlerle bana uzun uzadıya baktı. Adeta vedalaşır gibiydi. İçim burkuldu. İstemim dışında orada bir başıma kalakaldım.
Ertesi günü kara haberi alınca dünya başıma yıkıldı. Annemi o gece dağda kurtlar yemiş ve ben bu fani dünyada bir başıma kalmıştım. Günlerce zavallı dünyalar tatlısı annem Kere Boz’un matemini tutup ağladım. Fakat yalnız başıma yaşayarak, ayakta kalmasını öğrenmeliydim. Bunun için çok direndim. Fakat işin kötüsü köyün çocukları bana hiç hayır etmiyorlardı. Beni sürekli taşlarla kovalıyorlar ve ardından da henüz pek taze olan cılız
bedenime üç dört çocuk birden biniyordu. Belim kırılacak gibi oluyordu ve bu durum dayanılır gibi değildi. Adeta çocukların sadist duygularını
giderdiği bir yaratık, bir oyuncak haline gelmiştim. Anne ve babaları da, bir gün olsun:
 “Yavrum, evladım yapmayın etmeyin ne istiyorsunuz bu zavallı yetim hayvandan?” demiyorlardı. Bence aile terbiyesi çok önemlidir. Bu konuda annemi her zaman rahmetle anacağım. Büyüklerinizin:
“Hayvan sevgisi olmayanın, insan sevgisi de olmaz.”
Duyumlarıma göre biz eşeklerin cenneti Merzifon’daydı. Bir de on beş kilometre ileride Büyük Camili (Gundê Camiliye Mezin) diye bir komşu köyde de eşeklere büyük bir rağbetin olduğunu duymuştum. Kuyular Köyü’ndeki zulüm ve işkence dayanılır gibi değildi. Sonuçta benim sonum da anneminkinden farksız olmayacaktı. Bu nedenle gidip, Camili Köyüne iltica talebinde bulunmanın planlarını yapmaya başladım. Bir bahar günü Kuyular Köyü’nün tüm çocukları uykudayken, sessizce köyden ayrıldım. Yolum uzun ve engebeliydi. İşin kötü tarafı çok gençtim ve hiç hayat tecrübem yoktu. Yaklaşık bir saatlik yolculuktan sonra, bir ilerideki Dalkıranlar Köyü’ne (GudêHeştiyer) geldim. Yolu çok iyi bilmiyordum. Köyün alt kısmında rastladığım ilk eşeğe Camili’ye giden yolu sordum. Bir hayli yaşlı olan ve tüyleri dökülmekte olan bir eşekti. Oburca otlanmakta olduğu yerden kafasını kaldırıp, ne demek istediğimi anlamadığı her halinden belli olan gözlerle; bana bön bön baktı. Eşekler arasında köylerine göre farklı dillerin olduğunu o zaman anladım. O nedenle kafamı nezaketen hafif saygıyla aşağı doğru sallayıp:“Camili… Camilii…” diye yüksek sesle sordum. Ne demek istediğimi anlamıştı. Kendi köyünün diliyle kafasını yola dönerek anlatmaya başladı.
Ben hiç bir şey anlamamıştım. Sadece dosdoğru, yolumdan sapmamam gerektiğini, bu yaşlı Eşek amcanın kafasını sallayışından çıkarabildim.
İçime bir korku düşmüştü. Kim bilir Camili Köyü’ndeki eşekler hangi dili konuşuyorlardı. Ben oradaki eşeklerle nasıl anlaşacaktım. Yoluma devam
ededururken, bir yandan da kendi kendimi teselli etmeye çalışıyordum. Gencim, yakışıklıyım, zekiyim, kabiliyetliyim. Korkmamı gerektirecek bir şey olmadığı gibi, üstelik yeni bir dil öğrenecektim ve her dil bir eşek demekti.  Kısa bir yolculuktan sonra derince bir dereyi geçip, Bektaşlı (Gudê Rostıka) denilen ikinci bir komşu köye geldiğimi fark ettim. Köyler arasında herhangi bir gümrük falan yoktu. Sanırım bu köyler arasında da gümrük birliği normları geçerliydi.  Bu köyün dışında kuytuca bir yerde boylu boyunca uzanıp, bir güzel dinlendim. Daha yolum vardı. O nedenle fazla oyalanmaktan yana değildim. Camili Köyü’ne yaklaştıkça kalbim adeta yerinden fırlayacak gibi oluyordu. Köy sınırlarından adımlarımı içeri atmıştım ki uzaktan pek çok eşeğin bir ağızdan anırdıklarını duydum. Köyün harman yeri denilen kısmında pek çok eşek kafalarını yukarı doğru kaldırarak anırıyor, birbirleri ile hiç anlamadığım bir eşekçe dilinden konuşuyorlardı. Benim geldiğimi gören liderleri olan iri yarı bir eşek; hemen yardımcısını gönderip, beni buyur etti. Derdimi nasıl anlatacağımı bilemiyordum ve bu kadar cins rengarenk eşeği ilk kez bir arada görüyordum. Doğrusu pek şaşırmıştım. Benim başka bir köyden geldiğimi ve dillerini bilmediğimi hemen anladılar ve anında tercüman bir eşek çağırdılar. Tercüman tıpkı benim konuştuğum dili konuşuyor ve Camili Köyü’nün eşeklerinin diliyle söylediklerimi, oluşturulan iltica heyetine harfiyen aktarıyordu. Çok sıkı ve politik bir ifade hazırlamıştım. Gördüğüm işkenceleri, eşek haklarının nasıl ayaklar altına alındığını ve her türlü haksızlığı harfiyen anlattım. Avukatlığımı karizması yerinde, uzun beyaz yeleli yaşlıca bir eşek üstlenmişti. Dünya Eşekleri Af örgütü ve diğer tüm Eşek Sivil Toplum Örgütleri beni destekliyorlardı. Sağ olsun anacığım genel kültürümün, politik ve sosyal yönlerimin gelişimine ne kadar da önem vermişti. İfademi çok tutarlı bulmuşlardı.  Çok geçmeden oturma iznim ve kalmam için kuytu bir duvar dibi ayarlandı. Mutluydum. Geriye bir tek lisan sorunum kalıyordu. Bunun içinde en kısa zamanda hızlandırılmış olan uyum ve lisan kurslarına katılacaktım.
Dili çok kısa bir zamanda öğrendiğim gibi, adapte olmakta da fazla bir güçlük çekmedim. Buradaki eşeklerin çoğu başı boş eşeklerdi. Fakirlik diz boyuydu ama yine de eşekler arasında hır gür yerine, iyi bir dayanışma hakimdi. Bu arada başka mülteci eşeklerle de tanıştım. Onlar da başka köylerden geliyorlardı. Köydeki tek sorun susuzluk ve kuraklıktı. Bir kıyıda köşede bir tutam ot bulduğumuz zaman dünyalar bizim oluyordu. Aç kalmıyorduk, ama doğrusunu söylemek gerekirse refah içinde de değildik. Fakat yine de kıyaslayacak olursam, Kuyular Köyü’ndeki ortamdan daha demokratik bir ortamdaydık. Baskı, zulüm ve işkence söz konusu değildi.
Yıllardır bu köydeyim. Yaklaşık olarak yirmi dokuz yıl oldu. Bir eşeğin ömrü ortalama otuz yıldır. O halde ben de bu dünyada misafirdim. Ha bugün ha yarın her an ölebilirim.  Şimdilerde benden bahsederlerken  Moruk Merkep diyorlarmış, bir bilseniz ne çok ağrıma gidiyor. Elbette eşek milletinin de ağzı torba değil ki büzesin. Ancak kafasını alıp, saman torbasına koyarsın ama bunlar bu torbanın içinde de söylenirler. Ağzı olan konuşuyor ve böyle kendinden büyük laflar ediyorlar. Oysa ben bir zamanlar rahmetli anacığımın delalı, yani biricik Kercan’ıydım. 
Burada oldukça güçlü dostluklar geliştirdim. Hepsini ardımda bırakıp gideceğim. Evet şu an köyün en yaşlı eşeğiyim. Cam gibi parlak kocaman gözlerimde fer kalmadı. İstanbul Boğaz Köprüsü gibi bacaklarım titrer oldu. İpekten farksız tüylerim dökülür oldu. En ağrıma giden de  insanların biz eşekleri küçümsemeleri oldu. Ona buna küfrederlerken dahi bize sormadan bizim adımızı kullanıp, bizi küçük duruma düşürürken karşısındakini de yerle bir ediyorlar. Yani bizim adımız dahi küfür mahiyetinde kullanılıyor. Bunu bize neden reva görürler bilemiyorum. Bu aşağılamaları ve küçümsemeleri bir türlü hazmedemedim. Bunu insanlardan beklemiyordum. Hele de bu güzel sayılabilecek Camili Köyü’ne komşu köylerin, bizim bu köydeki varlığımızı sürekli buradaki insanlar için alay konusu yapmalarını bir türlü anlayamadım. Ne olmuş yani Camili’nin eşeklerine, çoksa çok. İşleri güçleri Camili’nin eşekleri. Doğrusu merak ediyorum, bunların uğraşacakları başka bir şey yok mu? İyi de biz eşekler neden bu kadar horlanıyoruz? Bir türlü anlamış değilim. Bilmiyorum sizler anlayabiliyor musunuz? Hayvan hayvandır, o kadar. Bir insan neden adını böbürlenerek “aslan” koyar veya başkasına methiyede bulunur da neden “eşek” demek bu kadar hakaret olarak kabul edilir. Bence çok garip ve anlaşılmaz bir ikilem, düpedüz çifte standartlık. Dedim ya ben çoğu zaman bu insanları anlamakta bir hayli zorlanıyorum. Elbette bana hak verenleriniz de vardır. Sağ olun, varolun.
Ömrümün bu son günlerinde kendimde takat buldukça, köyün içinde dolaşıyorum. Bir bilseniz köydeki insanları görünce ne çok anım depreşiyor. Pek çok iyi insanın yanı sıra kötüler de yok değil. Biraz önce tüm kalan gücümü titreyen ayaklarıma verip doğruldum ve yine uzun bir gezintiye çıktım. Yarım saat önce pek nadir olarak yağan yağmurun serinliği hala devam ediyordu. Gökyüzünde Mal Omaların evlerinin arkasından başlayıp, köyün ortalarına doğru bir eğri halinde tüm albenili renkleri ile bir gökkuşağı köye renk katıyordu. Gökkuşağını oldum olası severim. İçime her nedense bir iyimserlik verir. İçim tarifi olmayan kıpırtılarla dolar. Kendimi böylesine iyi hissettiğim bir anda, bu hissiyat yerini allak bullak olan duygulara bıraktı. Köyde dolaşıyordum ki karşıdan upuzun sakallı birinin geldiğini gördüm. Bütün keyfim kaçmıştı. Eşeklerde keyfilerin alasının olduğu insanlar tarafından da bilinir. Evet bu adamı gözüm bir yerden ısırıyordu. Biraz düşündükten sonra hemen aklıma geldi. Şimdi adını vermeyeyim, ayıp olur, yine de eşeklik bende kalsın, o da anonim kalsın. Beş yıl önce, bir Cuma gününün öğle sonrasıydı. Karnım açlıktan  müthiş gurulduyordu. Etrafıma bakındım, yiyecek ne bir gram ot nede saman vardı. Canıma tak etti, ne olursa olsun gidip köyün yakınında bulunan ve rüzgarda yeşil yeşil sallanıp, ağzını sulandıran ekinlerden birine gizlice girdim. Zil çalan karnımı bir güzel doyuracaktım.
Bu benim böylesi ilk ve son girişimimdi. Ekine daldım, tam karnımı doyurmak üzereydim ki, o zamanlar henüz sakal bırakmamış olan bu muhteremin hışımla elinde kafam büyüklüğünde taşlarla bana doğru hücuma geçtiğini gördüm. Bir tek Allah Allah nidası eksikti. Düşman kalesine saldırır gibiydi. Korkudan kalbim duracak sandım. Kendimi her ne kadar sakınmaya çalıştımsa da üst üste yağmur misali insafsızca gelen taşlardan kurtulamamıştım. Bir değil on değildi. O gün ölmediğime şükrediyorum. Sırtım, kafam her bir yanım yara bere olup, kan revan içinde kalmıştım. Oysa bu dini bütün daha on dakika önce Cuma namazını kılmıştı. Elbette kendisine kafamı sallayıp, anlamlı anlamlı  “yaa Hacı” demekten kendimi alıkoyamadım.
Ertesi gün yine gezintiye çıktığımda, gökyüzünde bu seferde sürüler halinde binlerce kuşta oluşan bir turna katarı V harfi şeklinde yüksek sesler çıkararak uçuyorlardı. Bu kuşların bu mevsimde böyle sürüler halinde uçmaları pek hayra delalet değildi. Kim bilir belki de yerlerini beğenmemişlerdi. Doğrusu neden şimdi ve nereye göç ettiklerini çok merak ettim. İçimden kim bilir uçmak ne kadar güzeldir diye geçirdim. Velhasıl onlarla da ayrı dünyaların yaratıklarıydık, onlara ulaşmam olanaksızdı. Diğer taraftan ben beğensem de beğenmesem de yıllardır buraya çakılıp kalmıştım. Elbette daha kötü bir yere de düşebilirdim. Bu karmaşık duygularla gezinedururken aniden karşıma yaşlıca bir kadın çıktı. Çok uzun bir zamandır kendisini görmüyordum, uzun süre hasta olduğu kulağıma geliyordu. Hani bir geçmiş olsuna dahi gidememiştim. Benim ki de laf mı, ama ne yapayım içimden böyle geçiyor.  Bak şimdi iyileşmiş. Buna çok sevindim. Kendisini görür görmez tanıdım. Bu gözlerdeki derinliği nasıl unutabilirdim. Yine yıllarca öncesine gittim. Eşek arkadaşlarla saklambaç oynarken, kazara dikenli bir tele takılmıştım. Başım belalardan hiç kurtulmuyordu. Eşek arkadaşlarımın elinden bir şey gelmiyordu. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Bu kadıncağız tesadüfen, beni bu halde görmüştü. Nasıl da üzülmüş ve bir yas havasında dizlerini dövmüştü. Hemen gidip köyden yardım istemiş ve beni bu illet tellerden kurtarmıştı. Her tarafım bu dikenli tellerden kurtulmak isterken paramparça olmuştu. Ben uğraştıkça, durumum daha vahimleşiyordu. Bir hafta boyunca mekanı Cennet olası bu nur yüzlü muhterem kadın beni ahırlarında misafir etmiş, yaralarıma yumurtalı sabundan merhemler sürüp, beni iyileştirdiği gibi arpamı ve suyumu da hiç eksik etmemişti. Kendisine bir kere olsun iki
bidon su dahi taşımamıştım. Benim ki de bir nevi nankörlüktü.  Duyduğum kadarıyla bu kadın  öyle fazla namazında niyazında olan birisi de değildi. Ama sevgi dolu kalbi her şeye bedeldi. Kendisini gördüğüm zaman uzunca anlamlı gözlerle baktım. Keşke dile gelip ona bir teşekkür edip, ne denli  minnettar olduğumu aktarabilseydim. Bir insan gibi bir demet çiçek alıp kendisine götürmeyi ne çok isterdim. İnanın çiçekleri ne kadar aç olursam olayım, onları kendisine yemeden götürürdüm, böyle bir eşeklik yapmazdım. Fakat kalbimdeki tüm duygularımı gözlerimle onun gözlerine yansıtmasını tüm yeteneğimi kullanıp, sonunda becerdim. O da beni tanımıştı, gelip tozlu sırtımı okşadı, sevecen gözlerle baktı ve bana  gülümsedi. Öylesine mutlu oldum ki sormayın gitsin. Keyifli keyifli kuyruğumu salladım. Başımı aşağı yukarı kaldırıp indirdim. Tam keyfimden anıracaktım ki, son anda kendimi tuttum. Öyle ya terbiyesizliğin lüzumu yoktu. Şimdi ne diye bu kadıncağızın kulaklarının dibinde zırlayacaktım. Eşek de olsam eşekliğimi bilmeliydim. Az daha büyük bir hata işleyecektim. Ne güzel, ne muhterem bir insandı bu insan. İbret olsun Dünya aleme; görün bakın böylesi insanlar da vardı. Dünyanın bu iyi insanların yüzü suyu hürmetine habire dönmeye devam ettiği söyleniyor. Bu insanı tekrar gördükten sonra, galiba insanlar bunda haklılar diye düşündüm. Keşke bu insanların sayısı çok çok fazla olsaydı. Gün geçtikçe azalıyorlar mıydı ne?
Buna benzer yüzlerce anı var elbette. Hepsini sıralamaya gerek var mı bilmem. Bu anılarım arasında beni en çok üzen benim de çoğunlukla tanıklık ettiğim yaşanan hazin aşklar ve ayrılıklar oluyor. Birbirlerini delicesine sevip te bir araya gelemeyen onlarca genç tanıdım. Onları bu köyün içinde boynu bükük mutsuz dolanırken gördüğüm zaman, kalbim parçalanıyor. Dehşetli bir burukluk hissediyorum. Ama benim elimden ne gelir ki? Sevip alamamak çok zor olsa gerek. Ben bunu pek yaşamadım. Ama ne denli güç olduğunu bunu yaşıyan insanlardan biliyorum. Bu ızdırabı çeken gençlere çok acıyorum. Pek çok saçma sapan neden örf, adet, ekonomik eşitsizlik, aile farklılıkları ve benzeri etmenler sevenlerin arasına aşılmaz bentler çekti. Bundan daha büyük bir kötülüğün olabileceğine
ihtimal vermiyorum. Hani derler ya “Sevenlerin arasına girilmez” diye, araya girenler de oğmaz. Bu dünyaya bir kez gelindiği halde, sevenler acımasızca acı çekmeye mahkum edildi, yürekleri hançerlendi. Gönül isterdi ki, insanlar için ölümden daha beter olduğu söylenen ayrılıklar olmasaydı. Ayrılığa katlanmak zorunda olanların, ömürleri boyunca zehir zıkkım bir yaşam sürdürdükleri aha bu kör olası gözlerimden hiç kaçmadı. İnsanın insana yaptığına bakın. Hiç yakışık almıyor. Ne diyebilirim ki; yazık, hem de çok yazık!
Son zamanlarda biz zavallı eşekler hakkında ipe sapa gelmeyen şeyler söyleniyor. Sözde sofunun biri eşekler hakkında bir sav ileri sürmüş. Ona göre eşekler şeytanı gördükleri zaman anırıyorlarmış. Biz şeytan dedektörü müyüz, yoksa eşek mi? Git işine yahu ne şeytanı, aha bu Camili Köyü’nde yüzlerce eşek var ve bunlar bildiğim kadarıyla geceli gündüzlü  durup dinlenmeksizin anırıp duruyorlar. O zaman bu şeytanın günün yirmi dört saati işi ne buralarda? Hayır ben şeytan meytan görmedim bu güne değin. Görsem de niye anıracağım ki. Bana ne, işim mi yok. Gitsin Allah’ından belasını bulsun. İnsanların deyimiyle bana dokunmayan yılan da bin yıl yaşasın. Sonra anırsam da gelip, aha şeytan burada deyip, yakalayıp hapse mi atacaklar? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Benim bildiğim, biz eşekler şeytanı değil de (serde olan romantikliğimizden); sadece sevgilimizi gördüğümüzde anırırız, aşkımızı bir seranad halinde dile getiririz. Napolitanlar ve aryalar döktürürüz. Bu tam bir müzikal opera niteliğindedir. Sadece kur yapmak için anırırız. Aynı kişi horozların da melekleri gördüğü zaman öttüklerini söylemiş. Oysa horozlar sadece sabahları öttüklerine göre; melekler dünyaya günde bir kez mi uğrak veriyorlar? Bir yaşıma daha girdim, daha neler. O zaman vay bu dünyanın haline. İnsanlar bazan neden böyle mantıksız şeyler söylerler,  bu eşek kafamla bir türlü anlayamıyorum. Neden acaba bizimle bu kadar uğraşıyorlar?
“Eşeğe altın palan vursan da eşek eşektir.” Elbette eşek eşektir. Başka bir şey olmak isteyen kim. Aslını inkar eden zaten haramzade değil miydi.
Aslında bir yerde bunların hepsi fasa fiso. Bugüne kadar hangi babayiğit bir eşeğe altın palan vurmuş. Geç bunları demekten kendimi alamıyorum.
Bunların hepsi hep vaat hep vaat, gerisi benim kuyruğumdan da uzun kuyruklu yalan. Sıkıysa vur altın palanı, ondan sonra söyle sözünü. Eşek olarak kalsak da hiç değilse altın palanlı eşeğe çıkar adımız, şanımız dört bir yana yayılır, tüm canlılar bize selama durur. Buyurun size hodri meydan!
Bizimle ilgili fıkralarınız da baydı artık. Anlatıldıkça anlatılır. Hele de Nasrettin Hoca ile eşeği. Anlat babam anlat, insanlar dur durak bilmezler. Belki biliyorsunuzdur ama ben yine de affınıza bir kez  daha sığınıp anlatayım. Eşeklerle ilgili fıkralara kızdığım halde, ne yalan söyleyeyim hoşuma giden bir Nasrettin Hoca fıkrası aynen şöyleydi:
“Hoca bir gün eşeği ile bir yere giderken, eşeğinin yola yayılmış olan diğer bir eşeğin fışkılarını gördükçe sürekli durup kokladığını görür. Bunun üzerine Hoca eline bir torba alır ve eşeğinin kokladığı tüm fışkıları torbaya doldurur. Akşam eve döndüklerinde de yem yerine bu fışkı torbasını yemesi için eşeğinin önüne koyar. Eşek şaşırır ve yememekte direnir. Hoca da:
A be mahluk senin tercihin, sen istedin ben de senin için topladım der.”
Bu fışkılar Hoca’nın eşeğinin tercihiydi. İyi kötü otuz yıldır ben de Camili Köyü’ndeyim ve bu da benim tercihimdi. İyi de olsa, kötü de olsa, bir ömrü
burada tükettik, fazla şikayetçi olmamalıyım. Sayılı gün çabuk gelip, geçti. Sonunda ben Kercan’ın da “tükendi fitili, eridi yağı.” İşte Kercan da geldi ve gidiyor. Kalanlar sağ olsun. Benim çektiklerimi onlar çekmesin. Hakkın hukukun gerçekte olduğu, dünyanın yükünün hayvanlar tarafından değil de marinalar tarafından taşındığı, sırtımıza bindikleri zaman onca yükün altında hızlı gitmemiz için; arabanın gaz pedalına basar gibi çuvaldızların boynumuza habire dürtülmediği, bir tutam ekinini yedik diye kafamız büyüklüğünde taşların bize atılmadığı, insanlar açısından da “sevenlerin mutlaka kavuştuğu” çağdaş bir yerküre de yaşasınlar. Tek dileğim budur. Umarım insanlar bir an evvel dünyanın kötü gidişatına, kendilerine yakışır bir şekilde  bir yön verirler.
Ömeri Sor ve ailesinin tercihi neredeyse günün yirmi dört saati çalışmaktı. Hayat çoğu zaman tercihlerimizin toplamından ibaret olduğuna göre, tercihlerimizi yaparken galiba hassasiyetimizi en iyi düzeyde tutmalıyız. Zaten şu gelip geçici hayatımızın yönünü belirleyen,  gerek biz hayvanların, gerekse insanların çoğu zaman doğru veya yanlış olan tercihlerimiz değil midir? Ben Kercan’ın (Moruk Merkep) ukalalığını bağışlayacağınız umuduyla.



                                                 
Amsterdam, 24 Aralık 2006                             
                                                       


29 Eylül 2010 Çarşamba

TREN GİTME





TREN GİTME…

Gece boyu, hafiften kıllı kolunu sevgiyle boynuna doladığı karısı Sultan ile sırt üstü uzandığı yer yatağında, kestane rengi gözlerini kırpıştırarak açmaya çalıştığında; açık sarıya boyalı yatak odalarının loşluğundan, günün hala ışımadığını fark etti. Yün yorganın kenarından usulca tutup üstünden attı. Bu sırada karısı da uyandı ve sabah oldu mu diyen gözlerle kocasına baktı. Bu sabah; yine köyü Camili’de yeni bir güne merhaba diyen Seyfo için farklıydı. Göğüs kafesi yüreğine dar geliyordu. İçi kıpır kıpır ediyordu. Birazdan uzun yıllar sonra yeniden şehre gitmesi gerekiyordu. Yeleğinin cebinden köstekli Devlet Demir Yolları baba yadigarı gümüş saatini çıkarıp uzunca bir süre baktı. Saatin arka kapağındaki tren kabartmasını defalarca okşadı. Trenler hakkında çok şey duyuyordu ama hiç binmemişti. Kısmet olursa çok yakında binecekti. Okuma yazması olmamasına rağmen, saati biliyordu. Fazla zamanının olmadığını anımsadı, o nedenle de acele etmesi gerekiyordu.
İnce uzun bıyıklarını ve gür kaşlarını yer yer çatlamış nasırlı parmakları ile özenle düzeltti. Sekiz köşeli şapkasını öne doğru çekiştirerek kelleşmiş olana kafasına düşmeyecek şekilde iyice yerleştirdi. Daha sonra abdest alıp, sabah namazını acele ile kıldı. Karısından hatır isteyip, hemen yola düştü.
Sabahın köründe köyde hiçbir hareketlilik gözlenmiyordu. Karşı mahallede öten bir horozun zor duyulan cılız sesi ve gecenin bu saatinde yokuşu tırmanmaya çalışan Xello’yi Heci Qoppe’nin otuz beşlik Massey Ferguson traktörünün gürültüsü bu durağanlığı bozdu. Güneş henüz doğmadığından hava serinceydi. Hafiften üşüdüğünü hissettiğinden ellerini, ani bir refleksle pantolonunun ceplerine hızla itti, adımlarını sıklaştırdı. Beş dakika sonra Xelili Tinte’nin dükkanının yanındaydı. Köy mezarlığına geldiğinde evler artık geride kalmıştı. Mezarlığın yanında saygıyla toprağa diz çöküp, ellerini açarak ölülerin ruhuna fatiha okudu. Yolu uzundu. Çok geçmeden art arda sıralanmış olan Heciban Köyleri arasında yılan kıvrımları ile dolanıp, çevre il ve ilçelere yönelen yollara katılan; bol çakıllı şose yolda kendisini buldu. En son iki yıl önce Ankara’ya gitmiş ve bir daha da herhangi bir şehre yolu düşmemişti. Oysa şehir yaşamı olanaklar dahilinde, buralara kıyasla çok daha renkli ve de farklıydı. Belki bir gün, biraz daha çalıştıktan sonra ve çocukları biraz daha büyüyünce, o da şehre göç eder, orada dilediği bir yaşama kavuşurdu.
Neredeyse tüm hayatı kendi köyünde çobanlık yaptığı kırlarda bayırlarda geçiyordu. Hani öyle ha… demeyle de şehre gidilmiyordu. Bu kez yolculuğu Kırıkkale’ye idi. Bu şehre daha önce de bir kez gitmişti. İlk seferinde olduğu gibi, yaklaşık on kilometrelik yolu yürüyüp, maden ocağına gelip, oradan da Kırıkkale’ye demir madeni taşıyan kamyonlardan birine binip, gidecekti. Şose yola girer girmez şehre gideceğinden dolayı, yeni boyadığı kunduraları toza bulandı. Yolda bulunan irili ufaklı çakıl taşlarına basmak zorunda kalırken, kundurasının ince köselesini delecekmiş gibi gelen çakıllar ayağını acıtıyordu. Bundan rahatsızlık duysa da yapılacak bir şey yok gibiydi, bu yolu yürümek zorundaydı. Sabah kahvaltısını da doğru dürüst yapmamıştı. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra az ileride ki Küçük Camili Köyünü aşıp, maden yoluna yaklaştı. Maden ocağına ait kamyonlardan   birine (eğer ön tarafta yer varsa) binip, ver elini Kırıkkale diyecekti. Uzaklardan maden ocağı tarafında bir kamyonun yokuşu zorlanarak da olsa; tozu dumana katarak geldiğini gördü. Ne güzel bu fazla vakit kaybetmeyecek demekti. Hesabına göre kamyon yaklaşık on dakika sonra kendisine ulaşmış olurdu. Yolun kenarındaki rampada gözüne büyükçe bir taş kestirip, taşın sivri olan kısmını alta getirip, sivriliklerin kıçına batmasını bertaraf ettikten sonra, üstüne yayıldı. Eline aldığı küçük bir çöple ayaklarının arasında kalan toprağa daireler çizmeye çalışıyordu. Bu çizikler onu alıp çocukluğuna götürdü. Arkadaşları ile köyde keşfettikleri ıslakça bir yere çömelerek otururlar ve ellerindeki çubuklarla; tıpkı şimdilerde kendisi gibi birer yetişkin insan olan köylülerinin yaptığı gibi, olabildiğince büyük daireler, dikdörtgenler çizip, buraları kendi tarlaları olarak ilan ederlerdi. Elbette o zamanlar, onlar da kendi aralarında kavga ederlerdi. Ama bu hırlaşmalar oyun maksatlı olduğu için, çabukça unutulur ve arkadaşlıkları kaldığı yerden tüm ağız tatlarıyla yeniden devam ederdi. Oysa büyükler de öyle miydi? Tarla sınırlarını çizip, başkalarının hakkını elde etmeye çalışırlarken, çıkan kavgalar zaman zaman gayri insani boyutlara varır ve bu esnada birbirlerini dahi öldürebiliyorlardı. Tüm bunları derin derin düşünüp, köyünde ve çevrede yaşanan bu olumsuzluklardan dolayı kendi kendisine hayıflanırken, kamyonun kendisine iyice yaklaştığını gördü. Sağ elini gözlerine siper edip baktığında bunun kendi köyünden Hemo olduğunu fark etti. Hemo’yu çok severdi, doğrusu o da kendisine karşı saygıda kusur etmezdi. O halde yolculuk keyifli olacak demekti. Yörede kamyon şoförleri yoldan aldıkları yolculara kendi aralarında ‘ördek’ diyorlardı. Her ördek şoförler için ekstra bir cep harçlığı demekti. Hemo kamyonunun frenine tüm gücüyle basıp durdurdu. Araba yüklü olduğu için durmakta biraz zorlandıysa da on metre kadar sonra durdu. Seyfo kamyona yetişmek için koştu ve kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle, bir çırpıda Hemo’nun yanına oturup, aynı hızla selamlaştı. Hâl hatır derken, Kırıkkale’ye neden gittiğini ve oradan da bir günlüğüne Ankara’ya geçeceğini soluk soluğa anlattı. Hemo aniden telaşlanıp;
“Seyfo Amca Kırıkkale öyle çok büyük bir şehir değil ama sakın Ankara’da kaybolayım deme ha.”
“Yok Hemo ya o kadar da değil. Adresi bulamasam Müslümanın birisine sorarım. Sora sora Bağdat dahi bulunur demiyorlar mı? Biz de elbet buluruz.” “İyi Seyfo amca kendine dikkat et de.”
“Sen merak etme. Ama tek sorun bildiğin gibi Türkçeyi fazla bilmiyorum. Belki bu konuda zorlanabilirim.”
“Yok canımmm… Derdini anlatırsın o kadar da değil. Tek kelime Türkçe bilmeyenler dahi hiç zorlanmıyorlar. Sen haydi haydi yolunu bulursun.”
Yaklaşık iki saatlik bir yolculuğun sonunda Kırıkkale kırmızı kiremitli yüksek binaları ile yeşillikler eşliğinde gözükmeye başladı. Seyfo kalbinin daha hızlı atmaya başladığını hissetti. Gülümseyip, Hamo’ya baktı.
“Eee… Kırıkkale’ye geldik.” Hemo kamyonunun uzun vites koluna sarılıp, hızını biraz daha düşürmeye çalışırken;
“Evet Seyfo Amca geldik. Bugün Kırıkkale kazan sen kepçe bakalım ne yapacaksınız.”
“Hemo ne yapacağım biraz gezip, çocuklara elbise falan, evin ihtiyaçlarını karşılarım. Hemo istersen sen beni bu köşe başında indir”
“Tamam Seyfo Amca, buyur.”
Hemo’ya ördek parasını verip, hatır istedikten sonra kamyondan atlayarak indi. Sokağın her iki tarafında da farklı sanatçılardan müzik sesleri ve belediyenin anonsları yükselip birbirine karışıyordu. Bir tarafta Orhan Gencebay, diğer tarafta ise Ferdi Tayfur’un damar şarkıları havada buluşup, anlaşılmayan bir gürültüye dönüşüyordu.
“Buyurun efendim, size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. Seyfo fruko gazozlarından birini gösterdi. Delikanlı hemen fruko şişesine sarılıp, kapağını yankılı bir gürültüyle ustaca açtı. Seyfo şişede yükselen kabarcıkları büyük bir hazla seyretmeye başlamıştı ki, gencin ikinci sorusu sökün etti.
“Başka arzunuz var mı efendim?”
Seyfo yine eliyle tezgâhın arkasında büyükçe bir kutuda bulunan kaymaklı bisküvileri gösterip, onlardan da biraz aldıktan sonra yoluna devam etti. Yolda kese kağıdına elini daldırıp, bir tane bisküviyi alıp, ağzına atarken; şarapçılar gibi fruko şişesini de kafasına dikiyordu.
Bahar güneşi ortalığı iyice ısıtmıştı. Susuzluğunu ve açlığını güzelce bastırdı. Çarşıya geldiğinde kafasında oluşturduğu ihtiyaç listesi ile teker teker mağazalara girip, elinde çantalarla çıkıyordu. Paralar yavaş yavaş suyunu çekiyordu, biriktirmek ve harcamak çok farklı kavramlardı. Yaklaşık iki yıl boyunca dağ tepe demeden gecesini gündüzüne katarak, çobanlık yapmıştı. Aldığı para ile çocuklarının karnını kıt kanaat doyurmaya çalışıyordu. Bunca zaman sonra bin bir güçlükle biriktirmeye çalıştığı parayla da ailesine biraz üst baş almanın zamanı gelmişti. Çünkü giyecek bir şeyleri kalmamış, üstleri başları adeta dökülüyordu. Kim bilir on yaşındaki, siyah bukleli saçlı kızı Bese; uzandığında göz kapakları açılıp kapanan bebeğini gördüğü zaman ne kadar çok sevinecekti. Bebeğinin saçlarını her gün tarayıp, akşamları onunla yatağa gideceğinden emindi. Dokuz yaşındaki alabulus traşlı elma yanaklı oğlu Baran’a da kocaman kırmızı bir traktör almıştı. Baran da alt dudağını titretip tükürükler saçıp, motor sesi çıkararak oynayacaktı. Elbette aynı şekilde karısı Sultan da bu güzelim allı güllü göz kamaştıran fistanlarını giyecek ve Seyfo’sunun karşında salınacak, Seyfo da ona hayranlıkla bakıp; sevinecek, gururlanacak, mutlu olacaktı. Aldığı her hediye Seyfo’nu gözlerinin önünde tatlı bir hayal oluşturuyordu. Derken alışveriş tamamdı. Unuttuğu bir şey yoktu. Bütün çantaları bir araya getirip, sora sora Ankara’ ya gitmek için tren istasyonunun yoluna koyuldu. Elinde onca çantayla Allah’tan istasyon o kadar da uzakta değildi. Büyükçe olan ve hemen arkasında dumanların yükseldiği istasyon binasından içeri daldı ve bilet almak amacıyla insanların sıraya girdiğini görünce, o da sıraya katıldı. Önünde yer alan yolcuların nasıl bilet aldıklarına kulak misafiri olup, bilet almaya hazırlandı. Bu o kadar da zor değildi. İnsanlar sadece gidecekleri şehrin adını söylüyorlardı. Ankara deyip, biletini aldı. Kendisinden bir önceki iri kıyım ince bıyıklı bir adam da Ankara’ ya gidiyordu. Gözleri ile daha uzaklaşmamış olan adamı yakın takibe alıp onun gittiği yöne doğru gitti. Adam hazır bekleyen ve beş dakika sonra kalkmak üzere olan, tepesinden yığınlar halinde dumanlar çıkaran trene bindi. Ardından Seyfo da kendisinden çok emin adımlarla çantalarını özenle kaldırarak trene bindi. Bir kompartımana geçti ve o da çantalarını alıp, tek tek başının üst tarafında bulunan bölmeye yerleştirdi. Acı acı öten düdük seslerinin ardından tren büyük bir gürültü ile yavaş yavaş hareket etti. Tren istasyonda el sallayan insanları, istasyon binasını ve sonra güzel bulduğu Kırıkkale şehrini ardında bırakarak Ankara’ya doğru ilerledi. Açık olan camlardan trenden çıkan simsiyah dumanlar içeri doluşuyordu. Ortalığı bir sis kokusu almıştı. Ellerinin ve yüzünün bu kurum halindeki sisten kirlenip, siyahlaştığını gördü. Cebinden çıkardığı mendiliyle yüzünü sildiyse de pek   payda etmeyeceğe benziyordu. Aniden camlardan yol kenarında bulunan evlerin ağaçların, insanların ve hatta gökyüzünün dahi kaybolduğunu görünce telaşa kapıldı. Uzun ve karanlık bir yerden geçmeye başlamışlardı. Çok geçmeden bunun bir tünel olduğunu anlamakta zorlanmadı. Tünelin sonunun geleceği olmadığı gibi çıkan dumanlar şimdi daha yoğun bir şekilde içeri doluşuyordu. Kendisini göremiyordu ama karşısında oturanların yüzlerinin simsiyah olduğunu fark etti. Kim bilir kendisi nasıl olmuştu. Hay Allah ne diye elin aklına uyup, bu lanet olası trene binmişti. Tren uzunca bir zaman daha yola devam ettikten sonra nihayet Ankara’ya yaklaşmıştı. Binlerce yüksek binanın arasından dumanlar eşliğinde Ankara Garı’na ulaşmışlardı. Uzunca öten bir klaksondan sonra peronlardan birine yanaşan trenden yolcular; garda bulunanların şaşkın bakışlarını hissederek indiler. Seyfo da üstünü başını çırpa çırpa indi. Bir an evvel tren istasyonundan çıkıp, Balgat Mahallesinde oturan amcasının evine gitmek istiyordu. Gider gitmez duş alacak ve ilk yüz yılda hiçbir trene binmeyecekti. Kararı kesindi, bu hayatında bindiği ilk ve son trendi. Lanet olsundu; bu insanı zenciye dönüştüren demir yığınına. Ankara’da bir gün kalıp, akrabalarını gördükten sonra tekrar köyüne gidecekti. Epeyce yürümüştü ki, birden ellerinin boş olduğunu fark etti. Eyvah deyip, telaşla kan ter içinde nefes nefese koşarak tren garına tekrar geldi. Tam perona adımını atmak üzereyken, tren hareket etti. Tüm aksilikler gelip, kendisini buluyordu. Hay aksilik nasıl oldu da eşyasını unutmuştu. Çocuklarına, karısına ne diyecekti şimdi. Hangi yüzle onlara bakacaktı. İki yıllık emeği bir çırpıda yok olmuştu. Onları kırk yılda bir olsa da sevindiremeyecek miydi? Bese’nin, Baran’ın ve karısının yüzünde oluşacak olan o mutluluğu göremeyecek miydi? Hevesi kursağında kalmış, yıllar sonra tekrar şehre gelmiş olmanın tadı aniden kaçmıştı. Seyfo ciğerlerinde toplamaya çalıştığı son nefesini de kullanıp, biçare bir şekilde trene doğru koşarken, gözünde canlandırdığı demir yığını; hiç eksik olmayan kara dumanını da beraberinde alıp, bir hayli yol almıştı. Ankara Garı’nın yüksek kubbelerinde Seyfo’nun insan yüreğini dağlayan hüzünlü sesi yankılanıyordu. Garda bulunan yüzlerce kadın ve erkek Seyfo’nun feryadını anlayamıyordu.
“Treeeen gitme… tıştım (eşyam) kaldıııı… Treeeen gitmeeee… tıştım kaldı. Tren gitmeeee…”




Amsterdam, 25 Haziran 2010
















9 Eylül 2010 Perşembe

Bi Dolu Güneş

Bi Dolu Güneş

Burnumda çiçeğim,
Ceplerimde bi dolu güneşimle, 
Hüzün içinde geldim.
Velhasılı;
Soldu çiçeğim,
"Eridi yağım,
Tükendi fitilim".
Ve şimdi, 
Uzak olan bu diyarda;
Ceplerimde bi dolu yağmur.
Aman Tanrım!
Ne çok ıslandım,
Ne çok ıslandım.

Amsterdam, 26 Aralık 2003





8 Eylül 2010 Çarşamba

YİTİK DEĞERLER

YİTİK DEĞERLER

Bilindiği gibi Dünyada ve hayatımızda gelişmiş ülkeler oldukça büyük bir öneme sahiptirler. Bu ülkeler onlarca yıl önce yaşamış oldukları sanayi devrimlerinin akabinde, gün be gün artan yeni teknolojik gelişmelerini insanlığın hizmetine kâr amacıyla sunarken, haliyle keselerini de tıka basa dolduruyorlar. Teknoloji insanlığa pek çok kolaylığı ve refahı getirirken, elbette pek çok değeri de beraberinde bu getirilerine karşılık olarak alıp götürüyor ve hayatımızı da allak bullak etmekten geri kalmıyor. En acı olanı da; teknolojinin çocuklarımızı doğadan, temiz havadan, dünyadan kopartıp dört duvar arasına kapatması, gözlerini bir ekranı sürekli izlemeye mahkum ederek onları birer robot haline getirmesidir.
Kızılderili Reisi Dwan 1885’te ABD başkanına yazdığı bir mektupta, teknolojinin getireceği bu tehlikelerin önseziyle bu mektuptan yapacağımız alıntıda insanlığa şu mesajı verir:
“Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kurduğu kentlerde bir çiçeğin taç yapraklarını açarken çıkardığı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz. Belki vahşi olduğum için anlamıyorum,...... insan bir su birikintisinin çevresinde toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamanın ne anlamı ne değeri olur¬?”
Günümüz dünyasında Reis Dwan’in işaret etmiş olduğu bu ve buna benzer değerlerden hiç birine yer kalmamıştır. İnsanlık dizginsiz bir şekilde teknolojiyi de adeta araç bilerek, kendi egolarının esaretinde, hırsları uğruna doğanın köküne kibrit suyu çeker hale gelmiştir.
Benim yaşantımın ancak dörtte biri reis Dwan’ın tasvirine tam yakın olmasa da, yine de el değmemişliğin, teknolojinin bu denli henüz gelişmediği doğduğum köy olan Ankara ilinin Bala ilçesine bağlı Büyük Camili Köyü’nde geçti. O sıralar teknolojinin epeyce uzağında, var olan doğamızla kucak kucağaydık. Sabahları erkenden kalkar, gece geç saatlere kadar bugün her biri birer kelaynak kuşu olan bin bir oyunu oynar, sıkılmak nedir bilmezdik. Diğer bölgelerle karşılaştırma olanağım olmadı, belki de oynadığımız bu oyunların pek çoğu sadece bizim yöreye aitti.
Oyunlar hep kendi yaratıcılığımızla ortaya koyduğumuz, tamamen tabiattan gelen materyallerle oynanırdı. Anne ve babalarımızın bütçelerine ihtiyacımız yoktu, onları hiç bir maddi külfete sokmazdık. Oyunlarımızın çoğu İç Anadolu Bölgesinde bulunan Kürt çocuklarının fantezilerini kullanarak, yaratıkları oyunlardı.
Türçe’de çelik çomak olarak adlandırılan bir oyun vardı ki, bunun bizde iki versiyonu vardı. Bunlar “bodrık” ve “kit” oyunlarıydı. Kit oyununda Osmani Mille dediğim arkadaş oldukça ustaydı. Bu oyun için yere büyükçe bir daire çizilir, dairenin içine oyunculardan biri girer, uzunca bir sopa ve kısa kesilmiş bir çubuk parçası ele alınarak, sopa yordamı ile bu küçük çubuk parçasına hızla dairenin dışında bulunan diğer oyunculara doğru atılırdı. Daire dışındaki oyuncular, yani sırasıyla bizler bozuk Türkçemizle, daire içindeki oyuncu çubuğa vurmadan önce, şu an anlamını pek kestiremediğim şu cümleyi olanca gücümüzle bağırırdık: “Üstüm başım kere çalı her yanıma değerse kabul.”
Bu cümle söylenmemişse havada uçarak gelen çubuk parçası daire dışındaki oyunculardan eli hariç başka bir tarafına değerse daire içindeki oyuncu yanmıyordu. Çubuğu eliyle kimse tutamamış veya herhangi bir yere değmemişse çubuğa en yakın oyuncu çubuk parçasını alıp, dairenin içine atmaya çalışır, bunu başarırsa daire içindeki oyuncu yanmış olurdu. Fakat daire içindeki oyuncu da uzun sopası ile atılan bu çubuk parçasına vurarak onun daire içine düşmesini engellerdi. Bu oyunu ben hep İngilizler ve uzun bir zaman sömürgesi halkalardan olan Hintliler ve Pakistanlılar tarafından çok oynanan hokey oyununa benzetiyorum. Kim bilir belki de İngilizler bu oyunu biz İç Anadolu’da ki Kürt çocuklarından çalarak biraz daha da geliştirerek kendi milli oyunları haline getirmişlerdir. Fakat bu oyunun orijini bizim bölgeye aittir.
İkinci olarak yine aynı sopa ve çubuk parçası ile oynanan oyun da “bodrık”oyunuydu. (Tabii tamamen bir bozkırdan oluşan köyümüzdeki ağaçlıklı tek yer olan rahmetli doğa hayranı Nuri Hemenin bağından çalınan ağaç dallarından, bu oyunun malzemeleri tedarik edilirdi.) Bodrık oyunu için ayrıca küçük bir kuyu ve ince uzun arkvari bir oyuntu yerde kazılırdı. Çubuk parçası bu arkın ucuna getirilerek uzun sopa parçasının yardımı ile arkın içine konulan sopa hızla ittirilir ve çubuk parçasının olabildiğince uzağa gitmesi sağlanırdı. Yine bu oyunda da “ üstüm başım kere çalı” teranesi atılır ve çubuk parçası elle tutulmaya çalışılırdı. Eğer karşı oyuncular bunda başarılı olamamışlarsa, bodrik kuyusunun arkasındaki oyuncu uzun sopasını kuyunun üstüne uzatır, karşı oyuncuların çubuk parçası ile yatırılan sopaya vurmaları istenirdi. Hatırladığım kadarıyla bu oyunda da ben oldukça ustaydım. Küçük çubuk sopaya değmemişse, kuyu arkasındaki oyuncu, çubuk parçasını alarak ayaklarını kuyunun üzerinde açarak ve çubuğu burun hizasına kadar getirerek, “Boooddırık” diye uzatmalı bir ses çıkararak çubuğu mümkün olduğu kadar kuyunun içine düşürmeye çalışır ve kuyuya düşen çubuğun havada kalan tarafına, sopa yardımı ile tekrar vurularak çubuk kuyudan uzaklaştırılır, oyun böyle devam ederdi. Galip gelen oyuncu kuyudan itibaren oyunun başında yapılan anlaşmaya mutabık kalarak, elli adım sayar ve ellinci adımda yenilenin sırtına binerek kuyuya kadar bir günün beyliği beylik deyip yenilenin sırtında o anlık hükümranlığının tadını çıkarırdı.
Üçüncü önemli bir oyun da “nelbir” oyunuydu. Bu oyunda ki malzeme de oldukça basit ve yine tabiat anadandı. Bu oyun için düz ince ve daire şeklinde bir taş ve yine küçük ama top gibi bir başka taş bulunur ve bunlarla oynanırdı. Yuvarlak küçük taş bir yere konur ve tüm oyuncular belirli bir çizginin arkasında durarak oyuna adını da veren nelbir adlı düz taşlarla, küçük yuvarlak taşa vurarak olduğu yerden uzaklaştırılmaya çalışılır ve bu mesafe ayakla sayılarak ölçülüp, puan toplanırdı. Oyunun sonunda yine kazanan oyuncu sırta binerek ödüllendirilirdi. Bu oyunun da günümüzde golf veya Fransızların “boule de joule” oyunu ile benzer yanları vardır.
Tüm bu oyunlar gündüzleri oynanır, yorgun düşen bedenlerimiz akşam yenilen “Şorbe keşke” veya İç Anadolu Kürtlerinin oldukça fakir olan yemek kültürlerinin tek yüz akı olan ve bölgede oldukça iyi pişirilen tereyağlı bulgur pilavı yenir gerekli enerji tekrar depolandıktan sonra akşam oyunlarına başlanırdı.
Kelaxlar tüm yıl boyunca biriktirilen hayvan gübresi evin arka tarafında bir yerde biriktirilir, bahara doğru bundan “kerme”veya “tepik”denilen ve şekillerine göre adlandırılan tezeklerdi. Görüldüğü gibi zengin bir dil olan Kürtçe, bu alanda da zenginliğini ortaya koyarak tezeği dahi aldığı şekle göre ayrı ayrı isimlendirmiştir. Bunlardan kerme kasnak denilen yuvarlak çemberlerin içine doldurulup bastırılarak şekil
verilir, kalıp olarak kullanılan kasnak çekilir ve böylece kışın yakılmak üzere bu bol kalorili kermenin üretimi yapılmış olurdu. Kerme içinde her ne kadar beceri gerekiyorsa da tepik yapmak, her ev kadınının harcı değildi. Tepik için “Kevani’nin”oldukça becerikli olması gerekli, çünkü tepik ustalık isteyen bir iştir. Kurutulmak üzere “gom” denilen hayvan barınaklarının duvarlarına yapıştırılan tepiklerin sergisi, o evin kadının ne denli maharetli olduğunun bir göstergesiydi. Tepike güzel bir form verilmişse, elbette o kevaniye sergiyi gözetleyenler tarafından tam puan verilirdi. Tepikin hazırlanması için kevaninin tepik karışımının oranını bir laborant titizliği ile iyi yapması gerekmektedir. Burada kullanılacak olan gübre, saman ve suyun oranının önemi ve kalitesi de çok büyük bir önem teşkil etmekteydi.
Oyunları bir tarafa bırakıp, tepik konusunu fazlaca uzattıksa da tepik olayı da geçiştirilecek kadar ehemmiyetsiz değildir, tepik deyip geçmemek gerekir. Çünkü kışın okula giden her öğrenci, sırasıyla bu tepik veya kermelerden birisini bir kolunun altına, bir kolunun altına da kitap ve defterlerini yerleştirerek okul yolunu tutar, sınıfa giren öğrencinin eline öğretmen kitap ve defterden önce kerme veya tepikin olup olmadığına bakardı. Öğrenci tepiki ile sınıfa girmeden önce sınıftaki gönüllü
ajanlardan kimlerin okul sonrasında kaç defa Kürtçe konuştuğu hakkında gerekli bilgiler rapor edilirken, ajanın kafası öğretmen tarafından okşanarak ödüllendirilirdi. Öğretmen tarafından tespit edilen ve Kürtçekonuştuğu bilgisi alınan öğrenci, eğer tepik te getirilmemişse bu küçücük bedenlerin avuç içlerine veya birleştirilen parmaklarının uçlarına “cetvel” denilen öğretmen coplarıyla, öğretmenin insafına ve tespit edilen cezaya göre vurularak, cetvelin iniş ve kalkışları ona göre belirlenirdi. Eğitimdeki yeri bu denli büyük öneme sahip olan tepik bu nedenle taktir edersiniz ki üç kelime ile geçiştirilemezdi.
Akşamları geç vakitlere kadar oynanan diğer bir oyunda ay taşı anlamına gelen “kevre hiwe”dir. Kevre hiwe için gerekli olan tek malzeme beyaz yuvarlak bir taş parçasıdır. Oyuncular damların bir tarafına geçer, taraflardan biri taşı hızla damın üzerinden diğer tarafa hızla atar ve rakip timden çocuklardan, damın arkasında karanlıkta yerde olan taşın belirlenen bir süre içinde bulunup, getirilmesi istenirdi. O sürede taşı bulup getiremeyen karşı taraf, belirli bir cezaya çarptırılırdı.
Genelde gündüzleri oynanan başka bir oyun da “bist” oyunuydu. Bist bu oyunun oynanması için kullanılan kazıkların adıydı ki, bu kazıklar yine rahmetli Nuri Heme’nin bağından aşırılan ağaç dallarından yapılır ve bunlar kalınlıklarına göre değerlendirilerek hepsine ayrı ayrı isimler verilirdi. En kalın biste “galton” , daha incesine “xılç” ve diğer kalanlara da bist adı verilirdi. Bist oynamaya giden çocuklar bütün galton, xılç ve bistlerini kollarının altına cephanelik gibi alır, mahalledeki çamurlu ıslak bir yerde bir araya gelerek, genelde sağ ayak biraz havaya kaldırılarak, sırayla herkes kazıklarından birini hızla yere ve  yan yana çakmaya çalışarak bir diğerinin kazığını düşürmek suretiyle ona sahip olur,
böylelikle var olan cephaneliğine yeni mühimmatlar katmış olurdu. Bu bir tür kumar oyunu sayılırdı. Köyde en güzel galton, xılç ve bistlere Nuru Heme’nin torunu olan Osmani Mille sahipti ki, çocukluğumda hep Nuri Heme’nin torunu olarak dünyaya gelmemişliğin burukluğunu yaşardım.
Gündüz veya akşam oynanabilen oyunlardan biri de beş taş ve kırk taş oyunlarıydı. Beş taş adından da anlaşılacağı gibi beş tane küçük misket benzeri taşla yere iyice bağdaş kurulup oturarak, taşlardan biri havaya fırlatılırken yerdeki taşlar sırası ile diğer taşlara değmeden bir, iki, üç derken on sayısına kadar çeşitli şekillerde oynanır, sonuçta elde edilen sayı kadar, yenilen kişi bir o kadar faresini rakibine yedirmiş olurdu. Her oyundan sonra da “çar, şeş, nehe mişke mine dewite danı” denilerek gerekli hatırlatma yapılırdı.
Kırk taş oyunu da buna benzer onlarca hatta yüzlerce taşla oynanırdı. Bu oyunda da yine taşlardan biri havaya kaldırılır, mümkün olduğu kadar yerden taş toplayarak rakip alt edilmeye çalışılırdı.
Bir diğer oyun da “kab” oyunuydu. Bu oyun bir tür zar atma oyunuydu, genellikle daha büyük çocuklar veya yetişkinler arasında onanırdı. Kab, büyük baş hayvanların ayak eklemlerinin arasından çıkarılan dört köşe bir kemikti. Bu kemik zar gibi yere atılarak, kab’ın yere atılıp duruşuna göre puanlar alınır ve bu duruşlar da değişik olarak adlandırılırdı. Örneğin duruşa göre şek, çik, tix veya piştek gibi adlar verilirdi. Her duruşunda kendisine göre getirdiği bir puan sayısı vardı.
Genelde kışları veya düğün evlerinde gençler bir araya geldiklerinde de yüzük oyununu oynarlardı. Andersen’in masallarını aratmayacak güzellikte masallar tüm gece boyunca birbirini kovalar, masalların vermiş olduğu korkuyla gece yarısı evimize dönerdik.
Yüzük oyunu bir tepsinin üzerine ters olarak konulan kahve fincanlarından birisinin altına gizlice bir yüzük saklanır ve bu yüzüğün diğer oyuncular tarafından bulunması istenerek, oyuna devam edilirdi.
Baharın gelmesine yakın, daha doğrusu koyunların kuzulama döneminde,
“Yüzibeyz” denilen bir kutlama günü olurdu ki, bu baharla birlikte yeni yılın tüm bereketiyle gelişinin kutlanması türündendi. Bunun için köyümüzün gençleri değişik giysiler giyerek, pamuk veya yünden sakallar yapıp her taraflarına “zengil” denilen çanlardan takar, büyük gürültülerle ev ev dolaşılırdı. Bu evlerden genelde buğday veya bulgura benzer tahıllar istenir ve bunlar ertesi gün köyün bakkalı Kamber Amca’ya götürülerek paraya çevrilir, okula gidenlerse bununla kalem defter ve benzeri okul ihtiyaçlarını karşılarlardı. Şayet evlerden biri gençlere herhangi bir yardımda bulunmamışsa, o zaman gençler hep bir ağızdan; “seri sale bini sale, me ....... .....)” diyerek sonu kafiyeli olarak biten müstehcenlik içeren sloganlarını atarlardı. Ev kadınları haliyle gen yapılarında cimrilik olsa dahi, böylesi bir durumun önüne geçmek için cimri davranmamaya çalışırlardı.
Başka unutulması güç olan bir gelenekte yine bahara doğru toprağın ısınması ile birlikte kutlanan “Hidrellez”di. Bu gelenek genelde yağmur yağmadığı zaman baharın kurak geçeceği anlaşıldığı sezildiğinde daha bir ağırlıklı olarak gündeme gelirdi. O yıl yine ” yaz harmana” deyip yüklü bir borcun altına girenler, havaların kurak gideceğini görüp, gidişatın pek hayra delalet olmadığını görürler, böylesi bir günün organize edilmesine önayak olur, bir iki tane de koyun bulunarak ziyafet vermek için bir cami hocası eşliğinde kırların yolu tutulurdu. Artık çok büyük bir tesadüf eseri yağmur yağarsa, yapılan duanın kabul gördüğü, Allah’la iletişimin sağlandığı anlaşılırdı. Ama tüm bu masraf ve organizasyona rağmen yağmur yağmazsa yapılacak tek şey vardı ki ,o da tüm bunların üzerine susuzluktan kavrulan köyümüzde su bulabilirsen bir bardak soğuk su içmekti ve iş sonuçta yine Allah’a havale edilirdi.
Sayılamayacak kadar kaybolan değerlerin ardı arkası gelmez. Günümüzde pek çok deyim ve atasözü de yok olmak üzeredir. Bu deyimlerden ve ata sözlerinden birkaçını da gün ışığına çıkarmamız için “hafızayı beşerimizi” biraz yoklamaya kalkarsak nelerin yitip gittiğini bir kez daha görmüş oluruz.
- Bi fisa hemam germ nabi (yellenmeyle hamam ısınmaz)
- Çev ji çeva reştiri (göz gözden karadır)
- Çev li der (gözü dışarda)
- Çev tirsi (gözü korkmuş)
- Dani bi kevir (bulguru taşlı)
- Dev sist (gevşek ağız)
- Dest giran (eli ağır)
- Dil qetin (ödü kopmak)
- Deste xwe alastin (elini yalamak)
- Dest direj (uzu elli)
- Ji dest derxistin (elden çıkarmak)
- Ker û gej (sersem)
- Rû nerm (yumuşak yüzlü)
- Rep û rut (çırılçıplak)
- Xwelî bi serî kirin (toprak başına)
- Xer nedîn (hayır görmemiş)
Ve daha yüzlerce deyim bugün hiç kimsenin diline almadığı ve unutulmakla yüz yüzedirler.
Anlamları çok büyük olan iki atasözünü de anmadan geçemeyeceğim.
- Beq ne qiri ye biteqi (kurbağa bağırmasa patlar)
- Akle siwik bare girane (hafif akıl ağır bir yüktür)
Bunların anlamları insanlarımız tarafından hala çok iyi bilindiği gibi, sık sık kullanıla gelen ata sözleriydi. Bu atasözleri her ne zaman duyulsa insanlarımızın yüzlerine bir Mona Lisa gülümsemesi yayılırdı.
Nazar ve göz değmesine karşı da insanlarımız oldukça tedarikliydiler. Hayvanların boynuna nazara karşı olduğuna inanılan “kespik” veya ince ağaç dallarından kesilip bir ipe geçirilen “kener”ler takılırdı. Bu kenerlerin yapımı da elbette incelik ve beceri isterdi.
Çok ilginç olan bir gelenek daha vardı ki, o da ineği veya başka bir hayvanı kaybolan köylülerin, hayvanını bulana kadar hatırı sayılır dini bütün birisine gidip dua ile kurdun ağzını bağlamasıydı. Kurdun ağzı sembolik olarak bir çakının ağzı kapatılması ile kapatılır, kayıp olan hayvan bulunduğu zaman da bıçağın ağzı tekrar açılarak, adeta bundan sonra “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” deyiminin gereği yerine getirilerek doğanın dengesinin korunmasına katkıda bulunulurdu. Fakat işin diğer ilginç yanı da dualar okunsa da eğer bu arada kurdun ağzı suya değmişse bizim hatırı sayılır dini bütünün prestjinin sarsılmaması için bu bahane edilerek kurdun ağzının açıldığı söylenirdi. Bu ihtimalde kurt, kayıp hayvanı yemişse duaların yapabileceği bir şey yoktu. Ardı arkası gelmeyen ve tuzla buz olan buna benzer onlarca gelenek, görenek, güzellik ve değer. Elbette bu değerler ortadan kalkacak diye teknolojiye de
sırt çevirmemek gerekir. Ama diğer taraftan da insanın bu değerlerin ortadan kalkmasından dolayı içi ezilmiyor değil. Bence biraz olsun bu durumda yalnız Kızılderililerin değil tüm insanlığın Reisi olan Dwan’a kulak asmak gerekir. Bunları kulağımıza küpe yaparak, elimizden uçup giden güzelliklere de sahip çıkalım ve doğanın dengesi ile daha fazla oynamayalım. Teknolojiye her zaman hoş geldin derken, güzellikler yerli yerinde dursa ve çocuklarımız bilgisayar, playstation ve benzeri oyun araçlarıyla olan zincirlerini koparıp özgürleşerek temiz havayı solumaya, doğayı kucaklamaya daha fazla zaman ayırmaları halinde gelecek nesillerin daha sağlıklı, daha insani düşünen nesiller olacağı uzak bir ihtimal değildir.




Amsterdam, 11 Mayıs 2006


SOBE

SOBE

Söyle á mutluluk,
Abidin' in dahi çizemediği,
Bıçak sırtındaki,
Binnaz mutluluk.
Saklambaç mı oynuyoruz seninle.
Bağırayım mı dersin,
Hani çıktığınca avazımın;
‘Elmaaa... Elmaaa...'
Yeter, yeter artık,
Çık ortaya,
Ortaya çık.
Sobe!!!


Amsterdam, 01 Ağustos 2008

HACIK'IN HAYDAR

HACIK’ IN HAYDAR

Gün gece yarısıydı. Dışarıda uğultulu bir rüzgarın harmonisinde lapa lapa yağan karlar, havada birer kelebek misali uçuşuyorlardı. Bu beyaz kelebekler; köydeki tüm çirkinlikleri, üstü açık akan lağım çukurlarını, evlerin hemen önünde yer alan çöp yığınlarını, susuz dere boylarını, fakir görünümlü evlerin damlarını ve gözle görülebilecek her bir yanı, ak bir çarşafa bürüyerek, geçici de olsa göze hoş gelmeyen tüm görünümleri kamufle ediyordu. Zengin fakir farkı gözetmeksizin süt beyazına bürünen her mekan, yağan karların homojen dağılımıyla, gözleri kamaştırıyordu.
Aynı kar taneleri, geçen baharda kulaklarının yarısı kesilmiş, kocaman gözlü ve özellikle böylesi kış aylarının soğuk gecelerinde, kara ve benekli kafasını yukarıya doğru kaldırarak uluyan, Devreş’ın üzerine yağsa da, o sığınıp, uzanmaya ve arada bir uykuya dalmaya çalıştığı ahır damının kuytuluğunda, iki de bir ayağa kalkıp, üzerine doluşan karları, kendisini hızla sallayıp, silkeliyordu. Uzun dilini çıkarıp, ağzının etrafını yalıyor, keskin dişlerle dolu ağzından büyük bir buhar bulutu çıkarıyor, daha sonra da tekrar ısıtmış olduğu kuru yerine gidip, çömeliyordu. Böyle olunca da yağan karlar onun üstünü örtmüyordu, ki o zaten üstü örtülmeyecek güzellikte bir köpekti. Hizmetinde bulunduğu evin önünde yaz kış demeden, kendi cinsinden beklenen bir sadakatla oturup, sık sık uluyarak, sahibinin istemediği gelişmelerin oluşmaması için gerekli yerlere uyanık, orada hazır ve nazır olduğunun mesajını düzenli olarak veriyordu.
Köyün ortasındaki, Devreş’in sahibi Heciki Heceli’nin tek katlı evinde gecenin ilerleyen bu saatinde, baş döndürücü bir telaş yaşanıyordu. Hecık’in karısı Keve üçüncü doğumunun sancıları içinde kıvranıp duruyordu. Keve, Hecik’le on yıl kadar önce evlenip, bir Türk köyü olan Sırapınar’dan Camili Köyüne gelin gelmişti. Orta boylu, yuvarlak masum yüzlü, koyu kahve rengi gözlerini sık sık kırpıştıran sade bir kadındı. Sırapınar ve çevre köylerde nam salmış olan Kemali Şıxlı’nın kız kardeşiydi. Hecik, kırk kilometre uzağındaki Sırapınar Köyü’nden Keve’nin güzelliğinin methini duymuş, maddi durumunun da pek kötü olmamasının da vermiş olduğu güvenle, çevre Türk köyleri tarafından vahşilik, kıllılık ve kuyruklu olmakla suçlanmalarına rağmen annesi ve babası ile birlikte gidip, Allah’ın emri Peygamberin kavliyle, Keve’yi istetmişti. Keve’nin annesi babası epeyce nazlanmışlarsa da, sonuçta oğulları Kemal’in direnmesine rağmen onun da gönlünü alıp, bu insanların anlatılagelen rivayetlere hiç uymadıklarını, vahşi herhangi bir davranışlarını görmedikleri gibi, görünürde de arkalarında herhangi bir kuyruğun sallanmadığını, üstelik öyle abartılı bir şekilde kıllı olmadıklarını kabullendirerek, bu işe zoraki “hee” demişlerdi. Kız evi naz evidir derler ama bunlar nazda biraz fazla ileri gitmişlerdi. Hatta, neredeyse oğulları Kemal’i ikna etmek için erkeklerden biri gidip, Hecik’in ve babasının arkasına iki büklüm eğilerek, bakıp:
“Bak oğlum bak kuyrukları yok, vallahi de yok billahi de yok, istersen sen de gel bi yol bak, inanmıyorsan gel gör,” diyecekti. Hecik ya sabır diyerek, sineye hiç te çekilmeyecek bu hakaretlere katlanıp, yutulmayacak olan bu hazmı zor, zehir zıkkım lokmayı; salt Keve’nin ve onun güzelliğinin hatırına yutmak zorunda kalıyordu.
Kemal ise hal ve hareketleri, görücülere karşı takındığı tavırlarıyla, söylenenleri aslında hiç te yutmadığını belli eden gözlerle bakıp:
“iyi iyi gördüm, bir şey yok, sizin dediğiniz olsun,” deyip yapılan hakaretleri reva gören tavırlarla, olayı geçiştirir gibiydi.
Keve’nin Sırapınar Köyü’ndeki adı Keklik’ti. Nasıl ki şimdilerde Almanya’da, düştüğü Köln, Münih, Frankfurt ve diğer büyük denizlerde Alman bir koca bulamayan sarışın bomba Maria, koca havliyle Çorum’lu Çörtük Hasan’a sarılıp onunla evlenerek, “Kelimeyi Şahadet” getirdikten sonra, Meryem adını alıyorsa, aynı dinden olmalarına rağmen, zamanla Keklik’in adı da, aynı paralellikte ki konumlar olmasa da, her ne hikmetse Keve’ye dönüşüyordu.
Hecik gecenin bu soğuğunda doğum için içeri doluşan komşu kadınlar kendisini kapı dışarı ettiklerinden, kalın siyah paltosunu giyip, ellerini ovuşturarak, üç gündür kesmediği sakallarının yer aldığı avurtları çıkmış yüzünü, gür kaşlarını ve bir çuval dolusu kalın pala bıyıklarını sıvazlaya sıvazlaya istemeyerek te olsa, istenilmediği evin kapısını açıp, kulaklarında Keve’sinin iniltileriyle, yüreği sızlayıp acıyarak, ayaklarını yerde sürüye sürüye, kendisini dışarıda buldu. Devreş hala uluyordu. Sahibinin bu saatte dışarı çıktığını görünce buna pek şaşırıp, gözlerine inanamadı. Gecenin bu saatinde, karanlığında, soğuğunda ne işi vardı bu adamın? Ulumasını yarıda keserek yanına gitmek istediyse de, bunu çok yorgun ve uykusuz olduğunu göz önüne getirerek, bu sefere mahsuz yapmayayım deyip, yerine çömelip boylu boyunca uzandı. Ön ayaklarını epeyce öne doğru uzattıktan sonra, kafasını sahibini gözlemleyecek şekilde ayaklarının üzerine koyup, Hecik’e bakarken, uzandığı yerden, arada bir kuyruğunu olabildiğince yükseklere kaldırıp sallamayı da ihmal etmiyordu.
Hayırlısı ile bu gelen yolcu, Hacık’in üçüncü çocuğu olacaktı. Sekiz yaşlarında Şixo ve altı yaşında Sultan adlı bir de kızı vardı. Bu sefer kız mı olacak, erkek mı olacak diye çok merak ediyor ve bir taraftan da erkek olması için, içinden tanrıya dua ediyordu. Görünüşe göre bu defa doğum oldukça güç olacağa benziyordu. Daha önceki doğumlar bu denli güç olmamıştı. Yarım saattir dışarıda köpeği Devreş’le birbirlerine bakıp, soğuktan tirtir titreyip, bekliyorlardı. Tam esnemeye başlamıştı ki, en nihayetinde, içerden tiz, viyak viyak gelen bir bebek ağlamasını duyunca, esnemesi yarıda kaldı, titremesi durdu. Üşüdüğünü unutup, bakışlarını hızla Devreş’ten kaçırarak evinin kapısına yöneltti. Kapı açılır açılmaz kardeşi Bahri’nin hanımı, yengesi Bese:
“Hecik, Hecik... Lawike ke te bu (Hecik, Hecik... Bir oğlun oldu),” diye bağırınca, Hecik paltosunun yakalarından iki eli ile sıkı sıkı çekiştirerek tutup, kapıda durarak, kendisinin tepkisini bekleyen yengesi Bese’ye yöneldi.
“Ee rindi, rindi Bese, ma bi xer bi, Xude ji te razi bi, çi muradi te heye bide te. Zariye te ji ji tera bibaxşini...(İyi, iyi Bese, hayırlı olsun, Allah senden razı olsun, ne muradın varsa versin. Çocuklarına sana bağışlasın.)”
Sevincini karanlıkta fazla belli etmeden, şaşkınlıkla ayakkabılarını çıkarmadan evin içine daldı. Mutluluğuna diyecek yoktu. Oğlunun adı hazırdı. Evde sabaha kadar hiç kimse uyumadı. Oğlu Şıxo, kızı Sultan’da babalarının Heyder adını verdiği kardeşlerine sevecen gözlerle, ama birazda çekinerek bakıyorlardı. Babaları Hecik, iki gün öncesinden köyün harman yerinde kuru bir yer bularak, kundak için bir torba dolusu beyaz toprak getirmiş, anneleri Keve bu toprağı burnuna deyen şiş karnı ile eğile büküle elekten geçirip, doğumdan sonrasına hazırlamıştı. Bese toprağı alıp, bir tepsiye koyduktan sonra, saman ve tezekle yanan sobanın üzerine koydu. Eline tahta bir kaşık verip, şaşkın gözlerle bakan Sultan’a sobanın üzerideki toprağı yemek karıştırır gibi karıştırmasını sıkı sıkı tembihledi. Sultan ne olup bittiğini anlamadan, verilen emri yerine getirirken, Bese’de Keve’nin yanı başında uzanan simsiyah saçlı Heyder’ı alıp, biraz ısınmış olan topraktan alıp, yere serdiği kundak bezinin içine serpiştirip, bebeği özenle yatırarak, kundağı üç metre uzunluğundaki kalın ipiyle sıkı sıkı bağladı. Elleri ayakları kundak bezinin içinde kalan Heyder, hareketsiz halde, hazır ola geçmiş, yerde uzanan minik bir askeri andırıyordu. Hecik sevgi dolu gözlerini oğlundan ve daha önceki çocuklarından kalan yer yer sarı, kırmızı, mavi, beyaz ve siyah çizgilerle boyanmış tıngır mıngır sallanacak olan beşiğinden ayıramıyordu. Oğlu birazdan buraya konulacak, burada hayata gülümseyecek, acıkıp susadığı, altı kirlendiği zaman ağlayıp, figan eyleyecekti.
Derken geçen zaman Hecik’in beklentilerini gerçekleştirdi. Heyder oğlan, annesi Keve’den Türkçe birbirinden güzel ninniler, masallar ve hikayeler dinleyerek beşiğinde sallana sallana etrafına gülücükler saçarak büyüdü. Heyder bir yaşına gelmişti ki, İç Anadolu Kürtlerinde adet olduğu üzere, Keve Heyder’i alıp, babasının boynuna (kolüne) bindirdikten sonra, Heyder’in ayaklarına da bir ip bağladı, oğlu ile öylece koşan, Hecık’e büyük oğlu Şıxo yetişip ipi kopardı. İpin kopmasıyla; Heyder düşe kalka ilk adımlarını atmaya başladı. Keve büyük bir tencere nohutlu hedik kaynatıp, bunu tepsilere doldurup, Şıxo ve Sultan’la tüm komşularına gönderip, oğullarının artık yürüdüğü müjdesini verdi. Komşuları da “çam sakızı çoban armağanı,” kimi bir çocuk çorabı, kimi de küçük bir elbise veya evde hediyelik ne buldularsa, bunu gelen tepsiye koyup, hayırlı olması dileğiyle, Keve’nin evine gönderdi.
Annesi Keve geçen zamanla birlikte Kürtçeyi her ne kadar öğrenmeye çalıştıysa da bu hep kırık dökük bir düzeyde kaldı. O nedenle bu dilde konuşurken hep çekine çekine hata yapacağından korkarak konuşuyordu.
Kimsenin olmadığı zamanlarda çocukları ile hep Türkçe konuşup, onların ileride bu dilde de zorluk çekmemeleri için, kendince buna önem verdi. Heyder ve kardeşleri böylelikle mülti kültürel bir ortamda, çok dilli olarak büyüyüp her iki dili de konuşmaya gayret gösteriyorlardı. Daha üç yaşına yeni gelmiş olan Heyder, kendilerinden bir kaç yaş büyük olan amca çocukları Kerman, Heci, Selehattin ve diğer komşu çocukların peşine takılıp oynarken, zaman zaman kendisini şaşırıp spontane bir şekilde onlarla Türkçe konuşunca, onlar da garip garip bakıp, kendi kendilerine “çattık ha belaya” deyip, ama yine de akraba olduklarından onu da aralarına alıp, birlikte oynuyorlardı.
Zaman dur durak bilmiyordu. Hecik’in evinde de mutluluğuna gölge düşürecek bir durum olmadığı halde, Heyder daha yeni altı yaşına basmıştı ki, babası Hecik’in sağlık durumu ani bir hızla çok kötüye gitti ve Hecik çok geçmeden, ardında çok sevdiği Keve’sini ve çocuklarını bırakıp, hayata veda etti. Aksilik bu ya Keve’nin de sağlık durumunda belirli aksamalar vardı. Kocasının ardından bir yıl gibi bir süre geçmeden, canını dişine takıp, çocuklarını büyütüp, vatana millete hayırlı birer evlat yetiştirmek istediği halde, ömrü bu istediğini gerçekleştirmeye yetmedi ve o da hayata bir daha açılmamak üzere sürekli kırpıştıradurduğu gözlerini yumdu.
Şixo büyümüş delikanlı olmuştu. Sultan’da bir hayli serpilip gelişmişti. Bir tek küçük olarak ortada Heyder kalıyordu. Heyder’in bu halini gören ve Tol Köyü’nde zengin bir adam olan Çavuş Ahmet’le evli olan teyzesi Kamer; Heyder’e acıyıp büyütmek üzere yeğenini kendi köyüne alıp götürdü. Kamer, Heyder’e kendi çocuğu gibi davranıp, onu kendi çocuklarından her bakımdan ayırmadan; bir annenin yapabileceği her şeyi yapıp, sevgisini ve şefkatını esirgemedi. Çavuş Ahmet’te Heyder’i kendi öz oğlu gibi kabullenip, olanaklarını olabildiğince seferber etti.
Bir kaç yıl aradan sonra ağabeyi Şıxo Küçük Camili ve ablası Sultan da Kuyular Köyü’nden evlenmişlerdi. Heyder ilk kez on yedi yaşındayken kendi köyüne gelip, ağabeyi Şıxo’nun evinde bir kaç gün misafir olduktan sonra yeniden Teyzesi Kamer’in yanına döndü. Tol Köyü her bakımdan kendi köyüne hiç benzemiyordu. Kendisine burada köylüler Hacık’ın Haydar diyorlardı. Konuşulan dil, örf ve adetler, yaşam sitili ve akla gelebilecek her şey farklıydı. Tüm bunlara intiba etmek pek kolay olmadı. Özellikle dilin farklılığı çok ön plandaydı. Zamanla çocukluğunda öğrenmiş olduğu Kürtçeyi konuşmaya konuşmaya unutup gitti. Babasızlık ve annesizlik böylesi bir yaşta, insanın şekillenmeye başladığı bir yaşta oldukça güçtü ve kaçınılmaz bir gereklilikti. Dışarıda arkadaşları ile oynuyor, gülüp koşuyor, fakat yine de yüreğinde var olan bir eksiklik tüm acımasızlığı ile gelip baş köşeye çöreklenip kalıyordu. Oynarken düştüğünde ne “baba” ne de “anne”diye bağırabiliyordu. Kanayan dizini gidip göstereceği bir anne
veya babası yoktu. Bir bayram sabahında uyandığında, saçlarını ıslatıp taradıktan sonra, duvardaki aynada kendisine bakıp yakışıklı olduğuna kanaat getirerek, koşa koşa gidip, elini öpeceği bir anne ve babadan ne yazık ki yoksundu. Her ne kadar başkaları ona anne ve baba olmaya çalıştılarsa da, hiç kimse kendi anne veya babası iyi de olsalar kötü de olsalar bu biyolojik değerlerin yerini tutmuyordu. Yaşanılan burukluk, gariplik ve yüreğindeki boşluk katlanılır gibi değildi. Her şey yarım, anlamsız, yavan ve alabildiğine tatsızdı.
Yirmisine gelen Hacık’ın Haydar, askere gitmeden önce ikinci defa gidip ağabeyini ve ablasını ziyaret etti ve oradan çok uzak diyarlara, şarkılara konu olan Kağızman’a gitti. Bu uzak ve oldukça soğuk mahrumiyetler diyarında, askerlik umduğundan daha kolay ve çabukça geçti. Uzun boylu ve düzgün bir görünüme sahip olduğu için, askerde kendisini hemen merasim alayına aldılar. Bölüğünde bando şefi olmuştu. Tüm merasimlerde bölüğün en önünde yürüyüp, Viyana Flarmoni Orkestrasının şefliğini yapıyormuşçasına bir edayla, elindeki süslü şef sopasını ileri, geri, yanlara ve yukarı aşağı sallayıp durdu. Bu işi askerliği boyunca sürekli yaptığından, zamanla bu sopa sallama işi kendisinde tik halini almıştı. Sivil yaşamında da Heyder’in normal sokakta yürürken, elinde sopa varmış gibi elini kolunu sallayarak ve sık sık ardına bakıp, bölüğünün ne alemde olduğunu da ihmal etmediğini söylerler.
Askerlikten sonra gelip, kendi köyüne yerleşti. Fakat kısa süre sonra köy yaşantısının kendisine pek bir getirisinin olmayacağını fark edip, kısa bir süre sonra Ankara’ya gidip, iş aradı. Şehir yaşamı oldukça farklı olmasına rağmen, buradaki yaşama tez elden ayak uyduran Heyder, uzun bir aramadan sonra, pek çok gazetenin matbaalarının bulunduğu Ulus Rüzgarlı Sokakta bulunan, o zamanlar Ankara’nin önemli gazetelerinden olan Hakimiyet Gazetesi’nin danışma bölümünde iş buldu. İşi çok rahattı, gelen telefonlara bakıyor, gazeteyi ziyarete gelen misafirlere yol gösterip, gününü gün ediyor, sekreter hanımlarla sohbet edip, çay yudumlamayı da ihmal etmiyordu.
Ankara’nın Bab-ı ali’sine kapağı atan Heyder’in sonunda yıldızı parlamıştı. Geriye bir evliliği kalıyordu. Onu da hal etmek üzere izin alıp köyüne giden Heyder; köyünde amcasının oğlu olan, kendisinden bir kaç yaş küçük yakın arkadaşı Osmani Behri ile gezerken, o zamana kadar kendisine “Xalo – Dayı” diye hitap eden, Zeve Heci Qero, Camili kırlarının yeşerip, binlerce çiçeği ağırladığı bir bahar günü, köyün dışında bulunan ve Heyder’in dedesi Heceli’nin hayratına yaptırmış olduğu kuyuya su getirmeye giderken:
“Xalo tu deheri ku dere, tu bi xer hati. (Dayı nereye gidiyorsun, hoş gelmişsin.)” diye hal hatır sorma sohbetine girmişken, hafif bir elektriklenmenin ardında onunla göz göze gelir. Heyder ayağına gelen bu kısmet üzerinde düşünüp, amcasının oğlu Osman’ın da Zeve hakkındaki övgülerinin ardından gelen diretmenin karşısında, daha fazla dayanamayıp, yelkenleri olduğu gibi suya indirir. Gerçi o hep, Ankara’nın mürekkepli sokağında gördüğü sekreter bayanlara olan sempatisinin de etkisinde kalarak, uzun boylu ve özellikle de uzun boyunlu bir bayan kafasından geçirse de, bu tam tersi olan kısmetinin önüne geçememiştir. Annesi ölen Zeve’yle aynı kaderleri paylaşmaktadır. Kader ortaklığının haricinde Zeve’deki ebatlar, hiçte onun gönlünden geçen verilere yakın değildir. Öyle de olsa kader kısmet kuramı burada da ağırlığını ortaya koyar ve bu iki genç insanın birlikteliğini gündeme getirir. Dolayısı ile evdeki hesapla, çarşıdaki arasındaki fark oldukça büyüktür ve en değme, işinin erbabı muhasebeciler dahi büyük defterdeki bu balans ayarını eşitlemekte zorlanırlar. Biri uzun, biri de kısa olan bu iki insan yan yana geldiklerinde nokta ile virgül imla işaretleri gibi irili ve ufaklıydılar. Ve virgül tüm birliktelikleri boyunca, noktanın kısalığından, tombulluğundan yakınıp durur. Evliliğin ardından virgül, noktayı da beraberine katarak, bu işaretlerin çokça kullanıldığı iş yerinin bulunduğu, her bahtı karanın görmek istediği, Türkiye’nin kalbi Ankara’ya götürdü. Heyder, o zamanlar yeni yeni bir yerleşim yeri haline dönüşen Balgat gecekondu semtinin, halk tarafından Qurduk Mahallesi olarak adlandırılan kısmında, küçük bir ev kiralayarak, evini dayayıp, döşedi. Hakimiyet Gazetesindeki işine gidip gelen Heyder’in aklında aslında hep kendi iş yerini açma planları vardır. Gece gündüz hep bunu hayalleyip, durdu. Uzun araştırmalar sonunda o zamanlar, Ulus’taki meşhur Postacılar Caddesinde bir lokantanın satılık olduğunu öğrenen Heyder gidip, lokantaya müşteri oldu. Sıkı pazarlıklarda usta olan Heyder, uzunca bir tokalaşmanın ardından, anlının akıyla beşi bire indirerek, lokantasının anahtarını aldıktan hemen sonra, ceketini mutfak duvarındaki çiviye asıp, işe başlamak üzre kollarını sıvadı.
Çok kısa bir zaman zarfında, ünü Ulus semtinde dilden dile yayıldı. Lokantada işler umduğundan çok daha iyi gidiyordu. Ankara’nın pek çok tanınmış siması gelip, yemeğini burada yiyor, Heyder gün geçtikçe pek çok ünlünün ikinci adresi haline geliyor, siparişlerin ve iş yoğunluğunun üstesinden zor geliyor, bu nedenle de gecesini gündüzüne katıyordu.
İş yerinde gidişat çok iyi olduğu halde, evde nokta ile virgül’ün birlikteliğinde ki gidişat pek iç açıcı değildi. Gece yarıları evine gelen Heyder’in yolunu dört gözle bekleyen Zeve’nin ise bu duruma dayanacak gücü ve takati kalmamıştır. Zeve her gün ağlayarak, sorun çıkarmaya başlamıştı. Babasını ve köyünü dehşetlice özlediğini hüngür hüngür
ağlayarak, küçücük evin bir penceresinden diğerine gidip gele haykırıyordu. Heyder’in de zaten askerlikten kalma bir sopa sallama tiki vardı ki, o zaman sopayla Zeve’ye veryansın edip, notadan bihaber olan Zeve’ye her türlü notayı attığı dayakla okuturdu. Gün boyunca yediği dayaktan sonra evde yalnız kalan zavallı noktacık, kırk metre kare Qurduk Mahallesi evinin içinde, dört duvarın arasında yıllarca yuvarlanıp durdu. Hiç kimsecikler yoktu. Kapısını çalacağı, gidip dertleşeceği Allah’ın tek tanıdık bir kulu yoktu. Günler müthiş bir yalnızlık içinde geçiyordu. Vakit geçmek nedir bilmiyor, üstelik uzaklardaki güzel köyü ise gözünde buram buram tütüyordu. Zeve’nin bu ağlamaları, sızlamalarıdır ki, Heyder; Vehbi Koç ile birlikte attığı adımları, yaptığı yatırımları geri çekince, Camili Köyü’nde de bir Vehbi Koç’un çıkma şansı böylece ortadan kalkıyordu.
Rivayete göre Heyder; Rüzgarlı Sokağına o zamanlar “Garipçiler” adıyla anılan Melih Cevdet ve Oktay Rifat’la birlikte gidip gelen, duygu yüklü büyük şair Orhan Veli’ye bir karşılaşmalarında, karısının durumunu anlatınca, ünlü şair aşağıdaki unutulmaz mısraları kaleme alır:

“YALNIZLIK ŞİİRİ
Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler.”
Orhan Veli

Zeve’nin ağlayıp sızlamasından illallah getirip, onu anlamakta zorlanan Heyder, lokantasını tezden elinden çıkarıp, tekrardan köyüne döndü. Boş olan baba ocağına yerleşip, ağabeyi Şixo ile babadan kalma tarlalarını ortaklaşa ekip, biçmeye başladı. Heyder ve Zeve’nin de kendileri gibi uzun ve kısa boylu, kimi nokta kimi virgül gibi iki kızı ve üç oğlu oldu.
Heyder köyde yer aldığı her cemaatte, Ankara’nın Rüzgarlı Sokağını, orada nasıl bir memur olduğunu, daha sonra nasıl gece muhabirliğine yükseldiğini anlatır, ardından lokantasından, o zamanki işlerinin gidişatından dem vurur, gelen müşterilerinin ününü, tanınmışlığını, örneğin Zeki Müren’i, chavrolet marka arabasıyla kapıda nasıl karşıladığını, arabasının kapısını açıp, kendisini nasıl lokantasına buyur ettiğini ballandıra ballandıra anlatırdı.
Bunca anlatımın ardından, bu kez daha gerilere giderek, Tol Köyü’ndeki yaşantısını, oradaki insanları tek tek isim vererek, mübarek insan Kamer Teyzesini, kocası Çavuş Ahmet’i ve oğullarını anlatır da anlatır. O
nedenledir ki, yıllar sonra Aslani Ussi Cummo’nun sarı ford ve Heyderi Ekremi Cuddo’nun mavi magirus marka dolmuşlarına binip, Ankara’ya doğru yol alan Camili’ler; ilçemiz Balâ’nın medari iftihari olan ünlüleri Milli Damat Davulcu Asım, Medya Kralı dünya pot kırma rekortmeni Reha Muhtar, Cüneyt’ten dahi daha Cengaver ve mert delikanlı Deli Yürekli İmirzalıoğlu, Esteregon Kalesi’ni yeniden hortlatmayı başaran belediye başkanımız Turgut Altıntop kadar ünlü olmasa da, yarım asır gibi bir zaman biriminden daha önceleri, bu adamı, diğer anlamda Camili Köyü’nün ilk gazetecisini, yani Heyder’i, Ankara yolu güzergahında bulunan Tol Köyünü gördüklerinde hemen anarak:
“Elo loo, Heydere Hecike işte li vi gündi Tırka mezin biyi, ( Heyderi Hecike işte buTürk köyünde büyümüş) der, herkes meraklı gözlerle dolmuşun penceresinden bakıp, bu köyü ilk defa görüyormuş gibi süzer ve Heyder’li kısa bir sohbetle yollarına devam ederler.
Heyderi Hecikenin, Sırapınar’dan meşhur ağa dayısı Şıhlı Kemal oğulları ile sık sık, o zamanlar o çevrede hiç kimsede bulunmayan “impala” marka yaylı kırmızı arabası ile gelir, yeğeni Heyder’e misafir olurdu. Heyder’in çocukları ve komşu çocuklar, uzaydan bir araç gelmiş gibi, arabanın gelişi ile birlikte, hemen koşup arabanın içinde, arka koltuğun arkasında sabit bir şekilde oturan, küçücük köpeğin arabanın yaylanması ile birlikte yaylı kafasını sallamasına bakmaya giderlerken; Şıxlı Kemal’ın oğulları, bu çocukları yakalayıp, bu kez de başka şüphelerini onlarla gidermeye çalışırlardı. Kuyruk, vahşilik ve kıllılık varsayımları ortadan kalkmış, bu kez bunların müslüman olup olmadığı merak konusuydu. Arabanın içinde bulunan köpeğin kafasının sallanışını pür dikkat ayakları üzerinde yükselerek izleyen çocuklara sorulan soruları, çocuklar da yadsıyıp hiç duymamazlıktan gelirdi.
“Söyle bakalım lan, Kürt müsün, Müslüman mısın?”
Çocuklardan gelen yanıtsa, kısa ve netti:
“Té got çıııııı?.... (Ne dedin?)”





Amsterdam, 10 Ağustos 2006

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...