19 Haziran 2021 Cumartesi

ŞANZELİZE'NİN ŞUKUFE'Sİ




ŞANZELİZE'NİN ŞUKUFE'Sİ

 

“Birde Fransız yazarı öldü.
Gazetede okudum.
Adını bile duymamışsındır.
Çok ihtiyardı zaten,
üstelikte egoist, sinik,
cenabet herifin biri.
Her şeyle alay etmiş ömrü boyunca.
Hiçbir şeyi, hiç kimseyi sevmemiş,
bir köpeklerle kedileri,
ama yalnız kendininkileri.”      N. Hikmet

 

Orta Anadolu’da yer alan, yüz haneli Beycumalı Köyü’nde altmışlı yıllardı. Dini bütünlüğü oldukça büyük hissettiren, kafasında çemberler halinde nur ışıklarının fır döndüğü görülen Hacı Orhan’ın genç kızıydı Fadime. Baba değiştirmek türünden bir lüksü ve isteği de yoktu. Fadime hakkın rahmetine kavuşana kadar da yusyuvarlak bir top bütünlüğünde dini inanışı kale misali sağlammış gibi görünen Hacı Orhan’ın kızı olarak kaldı, hep öyle anıldı ve fani dünyaya gözlerini aynı babanın kızı olarak yumma şerefine nail oldu.

Köylüler arasında yaşı evlilik için artık uygundur diye konuşulmaya başlandığı zaman, Fadime’nin de bir iki talibi oldu. Bunlar ne yazık ki “nice pilotlar, doktorlar ve mühendisler” diyeceğimiz türden değillerdi. Adayların sayısı bir elin parmakları kadar olmasa da yarısından yarım parmak eksikti. Birinci talip zamanında Fadime daha çok küçüktü. İkinci adayın talebinde de Hacı Orhan ayaklarına gelen fırsatı hem kaçırmamak, başlık parası almak ve hem de evde tereyağlı bulgur pilavına sallanan kaşıklardan birini, bir an evvel azaltıp tasarruf etmek istiyordu. O nedenle daha kız isteme faslının yarısındayken, elindeki Osmanlı laleleri ile bezeli kahve fincanını bir tarafa bıraktı. Bir anda ayağa kalktı ve dolu dolu bir ağızla, işaret parmağını sallamalarla sağladığı destekle, iki kelimeden oluşan cümlesini büyük bir şevkle söyledi. Bu güdük cümle, kız isteme ritüellerinde, kız tarafının ailecek oy birliği ile olumlu tavır takınmaları halinde sıklıkla söylenen bir cümleydi. Hacı Orhan'ın gafı sadece zamanlama konusunda biraz aceleci olmasıydı. Söylev zamanını öne almıştı.

“Verdim gitti,” diye yüksek sesle ortalığı çınlattı. Başını hararetle salladığından göbeğinin üzerine doğru düşen kıvırcık, tel tel sakalları titredi. Başının üzerinde dönen nur çemberleri bir anlık iç içe geçtiler. Çakır gözleri iyice belerdi. Ak sakalların çevrelediği çehresinde, Abin Dino’nun dahi çizemeyeceği mutluluk, tomurcuk tomurcuk belirdi. Damat adayı Hüseyin, annesi ve babası da bu acele, ama kendileri açısından olumlu cevaba her ne kadar şaşırmış olsalar da tüm çabalarına rağmen memnuniyetlerini gizleyemediler. Naz evi olarak bilinen kız evinde, böylesi bir emare ile karşılaşmamaları işlerini kolaylaştırdı. Tereyağındaki kıl kolayca çekilip alındı. Tereyağı pis kıldan arındı.

“Biz kendi aramızda bir düşünelim, bir de sevgili kızımız Fadime’ye soralım, fikrini alalım,” o nedenle "bugün gidin-yarın gelin" benzeri bürokratik bir engel çıkmadı. Görünen o ki; Fadime'nin fikri yoktu. Genç sözlüler, yaklaşık iki ay kadar “yatacağız – kalkacağız” diye karşılıklı sayışmalarının ardından, basit bir kutlama ile dünya evine girdiler.

Evliliklerinin üzerinden tam tamına dokuz ay ve inatla bu sürece ilave olmak isteyen birkaç gün geçmişti ki, çok sıcak bir temmuz günü, nur topu demeyelim de esmerce, kömür karası saçları olan bir kızları oldu. Anne ve baba kızlarının adını Şukufe koydular.

Şukufe açmamış çiçek, diğer adı ile tomurcuk anlamına geliyordu. Bir diğer anlamı da çiçek veya çiçek motiflerine dayanan süsleme sanatının da adıydı. Bir de çok az bilinen, nadide isimlerden biriydi. Öyle Ayşe, Fatma, Sultan falan değildi. Biricik ve aynı zamanda ismi ile müsemma kızlarına çok uygundu Şukufe adı.

Şukufe’nin babası Hüseyin yakışıklı bir adamdı. Anne ve babası allem kellem edip onu kaşla göz arasında, albenisi biraz bozkır toprağı ile paralel düzeyde seyreden, yükselti göstermeyen Fadime ile evlendirmiş ve akabinde bir de kızları olmuştu. O sıralarda Almanya ve Avrupa’nın diğer ülkelerine gitme furyasında piyango Hüseyin’e de çıktı. İş ve İşçi Bulma Kurumu'ndan Hüseyin’e ulaşan mektupta, bir an evvel hazırlığını yapıp Fransa’ya çalışmak üzere yolculuğa çıkması isteniyordu. Bu oldukça güzel bir haberdi ve aynı zamanda Hüseyin’i daha iyi bir geleceğin beklediğinin de muştusuydu.

         Müjdeli haber üzerine Hüseyin kısa sürede pasaportunu ve gerekli evrakları hazırlayıp Fransa’ya çalışmak üzere giden kafileye katıldı. Yeni bir dünyaya açılıyordu. Zaten Beycumalı Köyü’nde de kendisine artık gına gelmişti. İş güç yoktu. Tarla tapan da kıt kanaat yetiyordu. Bir an evvel buralardan sıvışma imkanının doğması imdadına yetişmişti.

          Paris’in bir banliyösünde bir oda ve salondan oluşan bir ev tuttu. Artık o da bir Parisliydi. Asla Beycumalı değildi. Allah yazdıysa da en kısa zamanda bozsundu. Lakin Hüseyin, Paris’e bir gitti, pir gitti. İki yıl boyunca ne karısı Fadime’yi, ne annesi, babası ve Şukufe’sini aradı. Tek bir mektup yollamadığı gibi, tek bir Fransız Frangı da göndermedi. Fadime ve Şukufe aç ve açıkta, perperişandı. Yiyecek bir lokma ekmekleri yoktu. Fadime’nin canına tak etti. Daha fazla dayanacak gücü kalmadı. Hani beş kilometre ileride bir köy de değildi ki, yoldan çevirdiği bir eşeğe binip Paris dedikleri soyka yere ayaklarını sallaya sallaya gitseydi. Bulsaydı erini, yakasına yapışsaydı ve hesap sorsaydı. “Öldün mü kaldın mı?” diye kulağının dibinde bas bas bağırsaydı. Yok. Bu kadarını yapamazdı. Korkardı. Şukufe’yi doğuracağı gün bile dövdüğü gibi yine veryansın edip onu pataklardı. Ağzını burnunu gavur ellerinde kan revan eylerdi. Yapamazdı. Kocasından öcü gibi korkuyordu.

         Kızı Şukufe ile kayın babasının yanındaki iki odalı dama sığınmışlardı. Yemek bulmakta zorlanıyorlar ve kayınları da onlara hiçbir konuda el uzatmıyorlardı. Sabah, öğle ve akşam öğünlerinde dönüşümlü olarak dört kayınının evini gözetleyip onların el etek çektiği sofralarını kaldırmadan, arta kalanlar ile karınlarını doyuruyorlardı. Gerek küçük Şukufe’nin gerekse Fadime’nin elbiseleri eski, yırtık, kirli ve döküktü. Bir iplik çekseniz kırk yama düşecek gibiydi.

         Anne Fadime, aslında zeki bir kadın olduğu halde, geçen zamanın beraberinde getirdiği sıkıntılarla birlikte iyice aptallaştı ve kızına dahi artık annelik yapamaz hale geldi. Şukufe, ortada olmayan babanın ve akıl sağlığı artık iyice normalin altında seyreden anneden sevgi nedir görmedi, tatmadı.

İki yılın ardında Hüseyin yine bir Temmuz gününde, Beycumalı Köyü’ne ilk defa izinli olarak geldi. Geldiğinde de onlarla çok da ilgilenmediği gibi, küçük bir hediye olsun getirmedi, para da vermedi. Bir iki gün köyde zoraki kaldıktan sonra, kalan iznini Ankara ve İstanbul’da geçirdi. Bu da benim kızım Şukufe diye bir kez dönüp bakmadı ve onu kucağına almadı. Şukufe, her ne kadar bu uzun boylu yakışıklı, yabancı adama hayranlıkla baksa da babası ona bir kez sarılmadı, ellerini tutmadı, esmer yanaklarına öpücük kondurmadı, küçük gözlerinin içine bir an durmadı.

İzinli olduğu günlerin bitmesine yakın son bir gün için valizini almak üzere gelen Hüseyin, Fadime’nin zorlaması ile koynuna girdi ve karısı ile beraber oldu. Ertesi günü de gitti ve yeniden sırra kadem oldu.

Fadime kadın doğurgan bir kadındı. Yine hamile kalmasını bilmişti, ama anneliği bir türlü öğrenememişti. Şukufe amcalarının evleri arasında burnundan sümükler aka aka, aç perişan, kir pas içinde büyüyordu. Bu arada yoksulluk içinde geçen dokuz ay ve olmazsa olmaz ilave birkaç günün ardından Şukufe’nin bir erkek kardeşi oldu.

Yıllar, yokluk içinde olsa da su misali akıp gidiyor ve kimseler perişanlık içindeki gidişata dur diyemiyordu. Yaklaşık her iki yılda bir aklına estiği zaman gelip bir uğrak veren Hüseyin, bir iki gün Beycumalı Köyü’nde kalıyor, Fadime’yi hamile bırakıp ardında koyuyor ve Fransa’ya yeniden dönüyordu. İki yılda bir izinlere gidip gele Şukufe’den sonra yarım düzine erkek çocuğu sırası ile dünyaya geldi. Fadime var olan yokluğu daha çok çocukla paylaşır oldu. Zaten annelik yapmaktan bihaberdi. Çocuklarını tamamen başı boş bıraktı. Becerikli bir kız olan Şukufe büyüyor ve annesinin yapamadığı anneliği yapmaya çalışıyordu. Kardeşlerine karşı katı bir disiplin, sertlik ve hiçbir konuda taviz vermeyen tutumu ile hakimiyetini sonuna kadar sürdürüyordu. Öyle ki; çocukların çişlerini yapmaya gitmeden önce Şukufe'den izin almaları gerekiyordu. 

Maddi yokluktan çok anne ve baba sevgisinin zerresinin olmaması, Şukufe dahil yarım düzine erkek çocuğunun boyunlarını büküyor, açlık ve yoksulluk da kamburlarını daha da görünür hale getiriyordu. Babaları Hüseyin, Fransa’da çalışıyor, gününü gün etmenin sınırlarını sonuna kadar zorluyor, tek bir başakta tek tahıl tanesinin kalmamasını istercesine har vurup harman savuruyordu. O artık Parisli dilberlerin kar beyazı çarşaflı yataklarının vazgeçilmez Don Juan’ıydı. Beycumalı Köyü ve oradaki ailesi aklının en minik köşesinden dahi geçmiyordu.

Şukufe edindiği acı hayat tecrübesi ile yokluğun da dayattığı zorluklardan dolayı, oldukça hırslı bir genç kız olma yolundaydı. Tuttuğunu kökünden koparıp hiçbir şeye daha fazla hayat tanımamanın yolunu kendisine şiar edindi. İlkokuldan sonra okuma imkanı olmamasına rağmen, öğrenmeye çok meraklıydı. Kimi zaman kalın kalın dünya klasikleri romanları dahi okuyor, çevresinde öğrenci arkadaşlar ediniyor, onlarla bir araya geliyor ve bir şeyler öğrenmeyi de ihmal etmiyordu.

Zaman geçedururken, Şukufe kara kuru bir kız olarak genç kızlığının solgun baharını da yavaş yavaş ardında bıraktı. Bu sıralarda daha yeni Fransa’ya yerleşmiş olan köylüsü Ayhan’ın ailesi evlenme çağına gelen oğulları için Şukufe’ye talip oldular. Annesi ve amcaları hiç direnmediler. Böylelikle Şukufe bu yoksulluktan sıyrılacak ve yurt dışında, çok daha kolay bir hayata adım atacaktı. Bu onun için bulunmaz, çok büyük bir şanstı.

Mütevazi bir düğünün ardından, Şukufe telli duvaklı, taze gelin olarak gidip Paris’e yerleşti. O, özde çok zekiydi. Tez elden kollarını sıvadı. Fransız lisanını öğrenmek için boyacı küpü yerine, zihnini lisan küpüne batırıp çıkardı. O zorlukları ile bilinen Fransız dilini bir sünger misali emdi. Kısa bir süre sonra Honore de Balzac, Gustav Flaubert, Victor Hugo, Alexandre Dumas, Voltaire, Marcel Proust, Montaigne, La Fonteine, Simone de Beauvoir ve Jean Paul Sartre gibi dünyaca ünlü Fransız yazarların, filozofların büyük zahmetlerle edebiyata, felsefeye katkı sağlamak amacı ile kullandıkları melodik aşk dili Fransızcayı hırslı bir çaba ile öğrendi. Edit Piaf, Jacques Brel, Charles Aznavour, Zaz, Mireille Mathieu ve Leonard Cohen gibi ünlü Fransız şarkıcılarla birlikte aynı dilde, karga sesi ile şarkılar mırıldanma şerefine nail oldu. Edindiği hırs, onu için için yiyip bitirse de o durulmak nedir bilmedi. Kocası da kendisine bu konuda yardımcı oldu. Şukufe'nin tekerlerinin önüne gelen taşları kaldırdı. Takoz koymadı.

Babasından zerresini görmediği sevgiyi, haliyle o da başkalarına gösterme yetisini edinemedi. Ama, onun döşediği raylarda yürümesini çok iyi bildi. Hiçbir şeyi, hiç kimseyi sevemiyor ve yakınlık duymuyordu. Derken iyi de bir işe kapağı atan Şukufe’nin üç tane de oğlu oldu. İşinin parasal getirisi azımsanmayacak kadar iyiydi. O nedenle bütün kapılar hazretleri için “buyursunlar Şukufe Hanım,” diye sonuna kadar art arda aralandı. Pervasızlığının önündeki, gözleri gibi küçük çıkıntılar halindeki engeller de ortadan kalktı. Sevgi yoksunluğu ile geçen çocukluğu ve genç kızlığının travmaları her geçen gün, birer boş plastik şişe misali su yüzüne vurdu. Her türlü olumsuzluğu, varlığını sürdüren gırla egosu ve sahte özgüveni ile ardında bıraktı. Ar perdesini milyonlarca parçacık halinde yırtıp karanlık görünmezliğe fırlattı. Hırçınlığı, kendisi ve başkaları ile barışık olamama durumu, insanlar arasında büyük hoşnutsuzlukların oluşmasına neden oluyor ve insanlar; her an patlama noktasında sevimsizliği ayyuka çıkan Şukufe’ye kocasının hatırı için katlanmak zorunda kalıyorlardı.

Öyle bir zaman geldi ki, sırtında bir kambur olarak gördüğü eşi Ayhan’dan da sıyrılıp yollarını ayırması gerekiyordu. Zamanı çoktan gelmişti. Ayhan olacak adamla aynı kulvarda yer almıyorlardı. Artık ayrı dünyaların insanlarıydılar. O artık sınıf atlamış, paralı bir kadındı. Bundan sonrasında tamamen özgür bir kadın olan, sevgi biriktirmek gibi bir lüksü edinemeyen Şukufe'nin cüzdanı kredi kartları ve Fransız Frankları ile dolu doluydu. İş sonrası soluğu Paris’in kalbi Şanzelize’de en lüks kafelerde alıyor, en iyi Fransız şaraplarını yudumluyor ve modanın merkezi Paris’te şık giyimi ile yokluk yıllarında oluşan dipsiz kuyuyu tez elden abartılı doldurmaya çalışıyordu. Haftada birkaç kez kucak dolduracak büyüklükte çiçek buketlerini bizzat kendisi, zat-i alilerine almadan etmiyordu. Kuyu dipsizdi, dolmak nedir bilmiyordu. Fransız arabalarına göz ucuyla dahi dönüp bakmıyor, onlar banaldi. Mercedes arabada karar kılamadığının ertesi günü sıkılıp, BMW arabasına biniyordu.

Gel zaman git zaman Şanzelize Caddesi’nin küçük gözlü, esmer yüzlü müdavimi oldu. Sanat galerilerine gidiyor ve rengini beğendiği her tabloyu oturma odasındaki halıya uyduğu için fiyatına bakmadan sardırıp evine gönderiyordu. Tanıdıkları onu “Şanzelize'nin Şukufe'si” olarak adlandırıyorlardı.

Ayrıcalıklı adı, her ne kadar tomurcuk anlamına gelse de, Şukufe sıkıca kapalı minnacık bir tomurcuk olarak kalmak istemedi. Tomurcukluğa isyan etti. Kabak çiçeği gibi boy boy açıldı, saçıldı. Dur durak bilmedi. Kabak çiçeği dolmasının vereceği lezzeti veremeyeceğinden ve hatta onun açılıp saçılan çiçeğinden iğrenç bir tat ortaya çıkacağından, dolması da yapılmadı. Ama unutulmamalıdır ki, Şukufe adının anlamı aynı zamanda sanatsal bir içeriğe de sahipti. Fransızca mırıldandığı şarkılarla ve evine doldurduğu renk cümbüşü tablolarla, sanat dünyasında da yerini kaptı ve adına müsemma olmayı da başarılarına kattı. Teşekkür ederim yerine, her defasında “mersi” der oldu.

Çocukluk ve genç kızlık yıllarındaki yoksulluğu, amcalarının eşleri ve çocukları ile oturdukları sofradan kalkmalarının hemen ardından arta kalan artıklara hücum ettikleri günlerin üzerine boylu boyunca kalın, gece karası bir çarşaf serdi. Unuttu. Aklının ucundan dahi geçirmedi. Bu evre hiç yaşanmamıştı. O, Şanzelize Caddesi'nin Şukufe'si olarak küçük gözlerini dünyaya açmış, bu ihtişamla sürdürdüğü hayata mümkün olduğu kadar uzun süre daha tutunacak ve yaşama öyle veda edecekti. Var olan dipsiz kuyu doldurulmasa, gözleri açık giderdi. Hayat, kendi elceğizleri ile ona Paris modasına uygun düşen böylesi bir kaftanı biçti.

Sevgisiz kalmasının ceremesini en yakınlarına çektirmeyi büyük bir zevkle başardı. Acıma duygusu, minnettarlık, hoşgörü, empati ve diğer insani erdem ve değerlerle arasına deniz aşırı mesafeler koyarak, elinden geleni ardına koymamak için görülür görülmez büyüklükteki sığırcık yavrusunun gözleri görünümünde,  nokta büyüklüğündeki görme duyularını kırpmadı. İnadında diretti. Hıncını insanlardan acımasızca aldı. 

Şanzelizeli Şukufe olarak dünya şehri Paris’te dört bit yanda nam saldı. Şanzelize Cadde’sinde Şukufe’nin ritmik topuk sesleri her daim duyulur oldu. O, artık şehri Paris’in alacalı bulacalı müstesna bir rengiydi ve bu şehirde mutluydu. En büyük Şukufe idi, başka büyük yoktu. Paris, Paris olalı böylesi bir kişiliğe ev sahipliği yapmamıştı. Paris, topuk sesleri Şanzelize Caddesi'nde eksik olmayan Şukufe ile gurur duyuyordu. Hayat adlı öykü çok garipti.

 

 

Amsterdam, 20 Haziran 2021

 

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...