ÇİFT İBİK
İkindi
vaktiydi. Mamoların Hacı Ömer kuş sütünün eksik olduğu kahvaltısını köy yolunun
hemen yanı başındaki geniş avlulu, altı odalı evinde bulunan torun
kalabalığının o dayanılmaz gürültüleri eşliğinde yaptı. Kahvaltı sonrası acele
ile kendisini soluk soluğa zor bela dışarı atabildi. Bayram tatilini fırsat
bilen kızı ve iki oğlu, Ankara'dan misafir olarak geldiler. Evi çok büyük olsa
da, bir anda her tarafı anneler, babalar ve sürekli kavga eden afacan torunlar
kapladı. Sabrı neredeyse son kertesine gelip dayandı. İnsanın kendi evinde de
rahat yoktu. Cümbür cemaat topluca sökün etmenin ne lüzumu vardı. “Gidin
kardeşim istediğiniz yere gidin. Sizi tutan mı var? Antalya’ya, Marmaris’e,
Çeşme’ye veya olmadı Bodrum’a gidin. Ne işiniz var Camili Köyünde. Paranız mi
yok sanki. Ciyak cıyak çığlıklardan kafam iyice şişti. Şu iki üç gün geçseydi
de, evli evine yolcu da bir an evvel uzun yoluna gitse.” diyesi geldi, ama
diyemedi.
Keskin
ilçesinden aldığı altı köşeli kasketini çıkarıp, duvar dibinde oturduğu hasır
kürsüye yaydığı haşmetli kıçını biraz daha iyi yerleştirmek için ileri geri
hareket etmesinin ardından, rahatça oturdu. Daha sonra iri parmaklı ellerini
uzamış kır saçlarında bir tarak gibi gezdirdi. İri burnunu sol eli ile iyice
ovuşturdu. Hali vakti yerindeydi. Köyde bütün akranları Hac’a gidip
gelmişlerdi. Varsıldı olmasına varsıldı, ama kendisinin bu taraklarda aslında
bezi yoktu. Adet yerini bulsun diye, köylünün ağzını da bir torba gibi büzüp
bağlamış olmak için, bir yıl önce karısı Hacı Hüsne’yi de istemeyerek koluna
taktı ve o da kutsal topraklara gidip geldi. Böylelikle köyde ileri geri
konuşan ağızlar da bağlanmış oldu.
Gün
sabahın çok ilerleyen saatleri olmadığı halde, bin bir çeşit renk ahenginden
oluşan, sıcak güneş ışınları toprağa neredeyse dik olarak iniyorlardı. Sıcak da
olsa, Çift İbik önce Kara Tavuk’un peşinden bir hayli koşturdu. O’nu bir yerde
sıkıştıramayınca, nefes nefese kalıp, dinlenmeye çekilmek isterken, o sırada
oradan geçen Loklok Tavuk aklını başından aldı. Derken yeni bir koşuşturmadır
başladı. En nihayetinde Loklok Tavuk avlu kapısının yanında pes edip,
kanatlarını yere indirdi. Çift İbik büyük bir öz güvenle metresinin üzerinden
silkinerek, tekrar piste indi. Bir müddet adeta yerde sürünerek giden Loklok
Tavuğu izledi. Ardından da kafasını olabildiğince yukarı kaldırıp, zafer edası
ile uzun uzun öttü. Doğanın parlak tüylü kızılkanatlarına yüklediği ve
kendisinin de hiç bir şekilde şikâyetçisi olmadığı, bizatihi memnuniyetle icra
ettiği, büyük misyonunu yerine getirmişti. “Karada ölüm yoktu.”
Erken
bastıran bunaltıcı sıcağı fark eden Hacı Ömer’in küçük kızı Şengül doldurduğu
iki kova suyu ardı ardına mermer terasın dört bir yanına yayarak döktü.
Ardından da ne denli çalışkan olduğunu göstermek istercesine üç çocuktan sonra
büyümeye iyice yüz tutmuş kalçalarını sallaya sallaya göl halindeki suyu önüne
katarak süpürdü. Kızına hafiften yan gözle bakan Hacı Ömer kirli suyun kazara
üzerine sıçramaması için kürsüsünü duvar gölgeliğinde iki adım daha ileri aldı.
Şengül’den yana gönlü pek razı idi. O diğerlerine pek benzemiyordu. Her ortama
uyduğu gibi, eli de her işe yakışıyordu. Kocası olacak adam da iyi birisi idi.
Kızının gönlünü hoş tutuyor, O’nu mutlu etmek için elinden geleni yapıyordu. Bütün
bunları düşünedururken güneş ortalığı ısıtıyor, Hacı Ömer’e diğer yandan da her
daim var olan hayalleri kanat takıp, kendisini uzaklara götürüyordu. Bu hacılık
da nereden çıkmıştı. Hacı olalı her istediğinde Ankara’ya gidip çapkınlık
yapamıyordu. Oysa eskiden ayda en az iki üç kez Ankara’da o pavyon senin bu
pavyon benim demeden gezip tozuyor, eğleniyor, ayran içer gibi rakı kadehlerini
tokuşturup, şuh hatunlarla sarmaş dolaş felekten gün çalıyordu. Aslında hacı
olduktan sonra da bir kaç kez her zaman gittiği pavyonu ziyaret etmiş, ama her
zaman birileri kendisini görüp, “Hacı, hayır ola senin burada ne işin var?”
diye soracaklarından ödü koparcasına korkup, boncuk boncuk terliyordu.
Gece
olup da yatağına uzanıp, gecenin karanlığında bakışlarını tavana diker dikmez
aklına Fatoş geliyor, Fatoş gözlerinin önünde hayal meyal belirmeye görsün,
hemen yüzünü buruşturup, gaga burnu benli Hacı Hüsne’ye sırtını dönüp, hemen
horlamalar dâhilinde derin uykulara dalıyordu. Her gece ahu gözlü Fatoş’un, o akça
pakça kolları, dolgun dudakları ve hafiften sarkan gerdanı gözlerinin önüne
geliyordu.
Yok,
böyle olmayacak. Ben bir şeyleri bahane edip, ne yapıp edip Ankara’ya
gitmeliyim diye kafasından geçirdi. Pavyondaki balıketli Fatoş’u nasıl da
özlemişti. Fatoş’un yumuş yumuş ellerini bedeninde taze sarmaşıklar gibi
dolandığı hissine kapılmıştı ki, farkında olmadığından gölgenin silinmesi ile
güneş tam tepesinde durup, gözlerini kamaştırınca kendisine geldi.
“La
havle… Lanet olsun sana kör şeytan” deyip, dizine geçirdiği şapkasını, güneşin
geçtiği başına aldı. Hafif bir tökezleme ile ayağa kalkıyordu ki, köy imamı
Resul’un ayaklarını sürüyerek kendisine doğru geldiğini gördü. Hoca da tam
gelecek zamanı bulmuştu. Fatoş’un üzerinde dolaşan ellerini söküp atar gibi,
bedenini silkeleyip, hocanın kendisine yaklaşmasını beklemeye koyuldu.
“Selamun aleykum Hacı Ömer Amca, nasılsın?” Hacı Ömer kendisini bir
çırpıda toparlayıp, ayağa kalktı.
“Ve
aleykum selam. Allahı’mıza şükür. Çok şükür yaşayıp gidiyoruz. Allah dinden
imandan etmesin. Hocam buyur, sen nasılsın? Kızım Yeter… Çabuk Resul Hocaya bir
kürsü getirin. Tez çay kahve bir şeyler getirin. Hocam sen nasılsın?”
“Allah’a şükür Hacı Ömer Amca, sağlığınıza duacıyız. Ne olsun işte.
Camiye gidip geliyoruz.” Yeter’in ortanca oğlu Bora içerden kaptığı kürsüyü
getirip, Resul Hocaya verdi. Bir koşuda gidip, bir tepside iki dilim kek ve nar
kırmızısı iki çayı da alıp, dökme korkusu ile getirdi. Dedesinin sevecen
bakışlarından kocaman bir aferin aldı.
Hocanın gelmesi ile Hacı Ömer’in canı
hayli sıkıldı. Üstelik sıkı sıkıya sarılı halde dolanan sarmaşıklar da bir anda
solup, döküldüler. Kendisini büyük bir boşluk içinde hissetti. Resul Hocanın
garip bakışları arasında Fatoş Hatun’un silkelediği ellerini üzerinde aranır
gibi yaptı. Gelen şahıs ne de olsa, bir din adamıydı. Kötü davranamaz, kovamaz
veya surat edemezdi. Sonra köylü kendisini tefe koyardı. Zaten “adı dokuza
çıkmış, sekize inmiyordu.” ona kalsa, rekor zirve dokuzda kalmasından yana bir şikâyeti
yoktu. Bu umurunda değildi. Ama adının her kokan ağızda sakız olması da
katlanılır gibi değildi. Çocuklarından utanır hale gelmişti. Öyle veya böyle
kendisini artık bir yerlerde frenlemesi gerekiyordu.
Hoca
acaba ne diye gelmişti. Bir an evvel ağzındaki baklayı çıkarsa da çekip
gitseydi. Hoca da Hacı Ömer’in sabırsız bakışlarından bunu sezinlemiş olacak
ki, anında konuya girme gereği duydu.
“Hacı
Ömer Amca bu köyde hali vakti yerinde bir insansın çok şükür. Allah tutuğunu
altın yapsın, var olanı daha da ziyade etsin. Bizim caminin üç tane hoparlöre
ve ses yükselticisine ihtiyacı var. Cami olarak düşündük taşındık bu hayrı
ancak sen işleyebilirsin diye düşündük.” Hacı Ömer’in yüzüne aniden hiç
beklenmedik büyük bir gülümseme gelip oturdu. Kalkıp hocayı öpmemek için
kendisini zor tuttu.
“Aman
hocam ne iyi düşünmüşsünüz. Üç değil, altı tane hoparlör alayım. Bu sevaba da
Allah´ın izni ile ben gireyim. Ahiretimiz için bizim de biraz yatırımımız
olsun, değil mi? Bu hayrın yapılmasına beni münasip gördüğün için çok mutlu
oldum. Allah senden ve cami cemaatinden razı olsun. Cami bizim ibadet yerimiz,
Allah’ın evi. Hatta hemen bugün Ankara’ya gider istediğin hoparlörleri ve ses
yükselticisini alır, yarın getiririm. İstediğin bu olsun.” Hoca her ne kadar
araya girip;
“Hacı
Ömer Amca acelesi yok, sen parayı ver, biz de gelecek hafta gittiğimizde
alırız.” dediyse kendisini dinletemedi.
Hemen
karısı Hüsne’ye ve çocuklarına seslendi.
“Hüsne,
Asım, Yeter, Şengül… Bakın hele. Ben Ankara’ya gidiyorum. Köy camisine çok acil
hoparlörler alınması gerekiyormuş. Hadi bana müsaade. Ben bir hayır işi için
gidiyorum. Kalın sağlıcakla!” Arabasına atladığı gibi karısı Hacı Hüsne,
çocukları, torunları ve Resul Hocanın garip bakışları altında, gaz pedalına
asıldı. Doğa Hacı Ömer’i de Çift İbik gibi unutmamış, O’nun omuzlarına da hacı
olmasına rağmen büyük bir misyon yüklemişti. Bunu yerine getirmek boynunun
borcu idi. Doğanın terazisindeki o ince dengenin bozulmaması için Hacı Ömer
köyde ziyarete gelen oğullarını, kızlarını ve torunlarını evde bırakıp,
herhangi bir gecikmeye mahal vermeden yollara düştü. Klakson sesleri arasında
bir çırpıda köydeki kırmızı kiremitleri beyaz bir toz bulutu altında bıraktı.
Ardından arabanın camını iyice indirip, köy mezarlığını geçerken;
“Bekle
beni Fatoş’um aç o beyaz kollarını. Ben geliyorum…” diye avazı çıktığı kadar
büyük bir mutlulukla bağırdı.
Loklok
Tavuk kümeste kar beyazı bir yumurtayı ardında bıraktıktan sonra, Çift İbik ile
göz göze geldi. Avluda aheste adımlar ile dolaşmaya koyuldu. Çift İbik hiç
oralı olmadı. Yerde bulduğu ölü bir çekirgeyi iştahla kursağına indirdi. “Âlem
bu ise, kral şimdilik o idi.” Resul Hoca her zamanki gibi elini kulağına götürüp,
ikindi namazı için yanık bir sesle ezan okudu. Hacı Ömer’in Ankara yolunu
tutmasının ardından, sesi daha bir gür çıktı. Ama Hacı Hüsne’nin verdiği Loklok
ve Kara Tavuğun yumurtalarını çığ yutmanın da bunda payı yok değildi. Güneş
ışınlarını dikine salmaktan yorulmuş olacak ki, biraz daha aşağılara kayıp,
aydınlığını daha yatay saldı. Sarı sıcak yerini, pembe sıcağa bıraktı.
Amsterdam, 9 Ekim 2016