8 Aralık 2016 Perşembe

ÇİFT İBİK




ÇİFT İBİK

         İkindi vaktiydi. Mamoların Hacı Ömer kuş sütünün eksik olduğu kahvaltısını köy yolunun hemen yanı başındaki geniş avlulu, altı odalı evinde bulunan torun kalabalığının o dayanılmaz gürültüleri eşliğinde yaptı. Kahvaltı sonrası acele ile kendisini soluk soluğa zor bela dışarı atabildi. Bayram tatilini fırsat bilen kızı ve iki oğlu, Ankara'dan misafir olarak geldiler. Evi çok büyük olsa da, bir anda her tarafı anneler, babalar ve sürekli kavga eden afacan torunlar kapladı. Sabrı neredeyse son kertesine gelip dayandı. İnsanın kendi evinde de rahat yoktu. Cümbür cemaat topluca sökün etmenin ne lüzumu vardı. “Gidin kardeşim istediğiniz yere gidin. Sizi tutan mı var? Antalya’ya, Marmaris’e, Çeşme’ye veya olmadı Bodrum’a gidin. Ne işiniz var Camili Köyünde. Paranız mi yok sanki. Ciyak cıyak çığlıklardan kafam iyice şişti. Şu iki üç gün geçseydi de, evli evine yolcu da bir an evvel uzun yoluna gitse.” diyesi geldi, ama diyemedi.        
          Keskin ilçesinden aldığı altı köşeli kasketini çıkarıp, duvar dibinde oturduğu hasır kürsüye yaydığı haşmetli kıçını biraz daha iyi yerleştirmek için ileri geri hareket etmesinin ardından, rahatça oturdu. Daha sonra iri parmaklı ellerini uzamış kır saçlarında bir tarak gibi gezdirdi. İri burnunu sol eli ile iyice ovuşturdu. Hali vakti yerindeydi. Köyde bütün akranları Hac’a gidip gelmişlerdi. Varsıldı olmasına varsıldı, ama kendisinin bu taraklarda aslında bezi yoktu. Adet yerini bulsun diye, köylünün ağzını da bir torba gibi büzüp bağlamış olmak için, bir yıl önce karısı Hacı Hüsne’yi de istemeyerek koluna taktı ve o da kutsal topraklara gidip geldi. Böylelikle köyde ileri geri konuşan ağızlar da bağlanmış oldu.
         Gün sabahın çok ilerleyen saatleri olmadığı halde, bin bir çeşit renk ahenginden oluşan, sıcak güneş ışınları toprağa neredeyse dik olarak iniyorlardı. Sıcak da olsa, Çift İbik önce Kara Tavuk’un peşinden bir hayli koşturdu. O’nu bir yerde sıkıştıramayınca, nefes nefese kalıp, dinlenmeye çekilmek isterken, o sırada oradan geçen Loklok Tavuk aklını başından aldı. Derken yeni bir koşuşturmadır başladı. En nihayetinde Loklok Tavuk avlu kapısının yanında pes edip, kanatlarını yere indirdi. Çift İbik büyük bir öz güvenle metresinin üzerinden silkinerek, tekrar piste indi. Bir müddet adeta yerde sürünerek giden Loklok Tavuğu izledi. Ardından da kafasını olabildiğince yukarı kaldırıp, zafer edası ile uzun uzun öttü. Doğanın parlak tüylü kızılkanatlarına yüklediği ve kendisinin de hiç bir şekilde şikâyetçisi olmadığı, bizatihi memnuniyetle icra ettiği, büyük misyonunu yerine getirmişti. “Karada ölüm yoktu.”
         Erken bastıran bunaltıcı sıcağı fark eden Hacı Ömer’in küçük kızı Şengül doldurduğu iki kova suyu ardı ardına mermer terasın dört bir yanına yayarak döktü. Ardından da ne denli çalışkan olduğunu göstermek istercesine üç çocuktan sonra büyümeye iyice yüz tutmuş kalçalarını sallaya sallaya göl halindeki suyu önüne katarak süpürdü. Kızına hafiften yan gözle bakan Hacı Ömer kirli suyun kazara üzerine sıçramaması için kürsüsünü duvar gölgeliğinde iki adım daha ileri aldı. Şengül’den yana gönlü pek razı idi. O diğerlerine pek benzemiyordu. Her ortama uyduğu gibi, eli de her işe yakışıyordu. Kocası olacak adam da iyi birisi idi. Kızının gönlünü hoş tutuyor, O’nu mutlu etmek için elinden geleni yapıyordu. Bütün bunları düşünedururken güneş ortalığı ısıtıyor, Hacı Ömer’e diğer yandan da her daim var olan hayalleri kanat takıp, kendisini uzaklara götürüyordu. Bu hacılık da nereden çıkmıştı. Hacı olalı her istediğinde Ankara’ya gidip çapkınlık yapamıyordu. Oysa eskiden ayda en az iki üç kez Ankara’da o pavyon senin bu pavyon benim demeden gezip tozuyor, eğleniyor, ayran içer gibi rakı kadehlerini tokuşturup, şuh hatunlarla sarmaş dolaş felekten gün çalıyordu. Aslında hacı olduktan sonra da bir kaç kez her zaman gittiği pavyonu ziyaret etmiş, ama her zaman birileri kendisini görüp, “Hacı, hayır ola senin burada ne işin var?” diye soracaklarından ödü koparcasına korkup, boncuk boncuk terliyordu.
         Gece olup da yatağına uzanıp, gecenin karanlığında bakışlarını tavana diker dikmez aklına Fatoş geliyor, Fatoş gözlerinin önünde hayal meyal belirmeye görsün, hemen yüzünü buruşturup, gaga burnu benli Hacı Hüsne’ye sırtını dönüp, hemen horlamalar dâhilinde derin uykulara dalıyordu. Her gece ahu gözlü Fatoş’un, o akça pakça kolları, dolgun dudakları ve hafiften sarkan gerdanı gözlerinin önüne geliyordu.
         Yok, böyle olmayacak. Ben bir şeyleri bahane edip, ne yapıp edip Ankara’ya gitmeliyim diye kafasından geçirdi. Pavyondaki balıketli Fatoş’u nasıl da özlemişti. Fatoş’un yumuş yumuş ellerini bedeninde taze sarmaşıklar gibi dolandığı hissine kapılmıştı ki, farkında olmadığından gölgenin silinmesi ile güneş tam tepesinde durup, gözlerini kamaştırınca kendisine geldi.
         “La havle… Lanet olsun sana kör şeytan” deyip, dizine geçirdiği şapkasını, güneşin geçtiği başına aldı. Hafif bir tökezleme ile ayağa kalkıyordu ki, köy imamı Resul’un ayaklarını sürüyerek kendisine doğru geldiğini gördü. Hoca da tam gelecek zamanı bulmuştu. Fatoş’un üzerinde dolaşan ellerini söküp atar gibi, bedenini silkeleyip, hocanın kendisine yaklaşmasını beklemeye koyuldu.
         “Selamun aleykum Hacı Ömer Amca, nasılsın?” Hacı Ömer kendisini bir çırpıda toparlayıp, ayağa kalktı.
         “Ve aleykum selam. Allahı’mıza şükür. Çok şükür yaşayıp gidiyoruz. Allah dinden imandan etmesin. Hocam buyur, sen nasılsın? Kızım Yeter… Çabuk Resul Hocaya bir kürsü getirin. Tez çay kahve bir şeyler getirin. Hocam sen nasılsın?”
         “Allah’a şükür Hacı Ömer Amca, sağlığınıza duacıyız. Ne olsun işte. Camiye gidip geliyoruz.” Yeter’in ortanca oğlu Bora içerden kaptığı kürsüyü getirip, Resul Hocaya verdi. Bir koşuda gidip, bir tepside iki dilim kek ve nar kırmızısı iki çayı da alıp, dökme korkusu ile getirdi. Dedesinin sevecen bakışlarından kocaman bir aferin aldı.
         Hocanın gelmesi ile Hacı Ömer’in canı hayli sıkıldı. Üstelik sıkı sıkıya sarılı halde dolanan sarmaşıklar da bir anda solup, döküldüler. Kendisini büyük bir boşluk içinde hissetti. Resul Hocanın garip bakışları arasında Fatoş Hatun’un silkelediği ellerini üzerinde aranır gibi yaptı. Gelen şahıs ne de olsa, bir din adamıydı. Kötü davranamaz, kovamaz veya surat edemezdi. Sonra köylü kendisini tefe koyardı. Zaten “adı dokuza çıkmış, sekize inmiyordu.” ona kalsa, rekor zirve dokuzda kalmasından yana bir şikâyeti yoktu. Bu umurunda değildi. Ama adının her kokan ağızda sakız olması da katlanılır gibi değildi. Çocuklarından utanır hale gelmişti. Öyle veya böyle kendisini artık bir yerlerde frenlemesi gerekiyordu.
         Hoca acaba ne diye gelmişti. Bir an evvel ağzındaki baklayı çıkarsa da çekip gitseydi. Hoca da Hacı Ömer’in sabırsız bakışlarından bunu sezinlemiş olacak ki, anında konuya girme gereği duydu.
         “Hacı Ömer Amca bu köyde hali vakti yerinde bir insansın çok şükür. Allah tutuğunu altın yapsın, var olanı daha da ziyade etsin. Bizim caminin üç tane hoparlöre ve ses yükselticisine ihtiyacı var. Cami olarak düşündük taşındık bu hayrı ancak sen işleyebilirsin diye düşündük.” Hacı Ömer’in yüzüne aniden hiç beklenmedik büyük bir gülümseme gelip oturdu. Kalkıp hocayı öpmemek için kendisini zor tuttu.
         “Aman hocam ne iyi düşünmüşsünüz. Üç değil, altı tane hoparlör alayım. Bu sevaba da Allah´ın izni ile ben gireyim. Ahiretimiz için bizim de biraz yatırımımız olsun, değil mi? Bu hayrın yapılmasına beni münasip gördüğün için çok mutlu oldum. Allah senden ve cami cemaatinden razı olsun. Cami bizim ibadet yerimiz, Allah’ın evi. Hatta hemen bugün Ankara’ya gider istediğin hoparlörleri ve ses yükselticisini alır, yarın getiririm. İstediğin bu olsun.” Hoca her ne kadar araya girip;
         “Hacı Ömer Amca acelesi yok, sen parayı ver, biz de gelecek hafta gittiğimizde alırız.” dediyse kendisini dinletemedi.
         Hemen karısı Hüsne’ye ve çocuklarına seslendi.
         “Hüsne, Asım, Yeter, Şengül… Bakın hele. Ben Ankara’ya gidiyorum. Köy camisine çok acil hoparlörler alınması gerekiyormuş. Hadi bana müsaade. Ben bir hayır işi için gidiyorum. Kalın sağlıcakla!” Arabasına atladığı gibi karısı Hacı Hüsne, çocukları, torunları ve Resul Hocanın garip bakışları altında, gaz pedalına asıldı. Doğa Hacı Ömer’i de Çift İbik gibi unutmamış, O’nun omuzlarına da hacı olmasına rağmen büyük bir misyon yüklemişti. Bunu yerine getirmek boynunun borcu idi. Doğanın terazisindeki o ince dengenin bozulmaması için Hacı Ömer köyde ziyarete gelen oğullarını, kızlarını ve torunlarını evde bırakıp, herhangi bir gecikmeye mahal vermeden yollara düştü. Klakson sesleri arasında bir çırpıda köydeki kırmızı kiremitleri beyaz bir toz bulutu altında bıraktı. Ardından arabanın camını iyice indirip, köy mezarlığını geçerken;
         “Bekle beni Fatoş’um aç o beyaz kollarını. Ben geliyorum…” diye avazı çıktığı kadar büyük bir mutlulukla bağırdı.
         Loklok Tavuk kümeste kar beyazı bir yumurtayı ardında bıraktıktan sonra, Çift İbik ile göz göze geldi. Avluda aheste adımlar ile dolaşmaya koyuldu. Çift İbik hiç oralı olmadı. Yerde bulduğu ölü bir çekirgeyi iştahla kursağına indirdi. “Âlem bu ise, kral şimdilik o idi.” Resul Hoca her zamanki gibi elini kulağına götürüp, ikindi namazı için yanık bir sesle ezan okudu. Hacı Ömer’in Ankara yolunu tutmasının ardından, sesi daha bir gür çıktı. Ama Hacı Hüsne’nin verdiği Loklok ve Kara Tavuğun yumurtalarını çığ yutmanın da bunda payı yok değildi. Güneş ışınlarını dikine salmaktan yorulmuş olacak ki, biraz daha aşağılara kayıp, aydınlığını daha yatay saldı. Sarı sıcak yerini, pembe sıcağa bıraktı.



Amsterdam, 9 Ekim 2016 


CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...