15 Temmuz 2017 Cumartesi

RIFO





RIFO  

    Hayli zor bir doğumla, İç Anadolu'da Kızılırmak boyunca yer alan, bu dev su kütlesinden faydalanamadıkları için kuraklıkla cebelleşen Kürt köylerinin birinde, bin dokuz yüz doksan yılında, bir sonbahar günü dünyaya geldi.
    Doğumu esnasında, köyde bu konuda tecrübeli olan bütün kadınlar annesine yardıma koştu. Kadınlar ellerinden geleni acı duyan bir kadının canhıraş çığlıklarına kulak vermeden, el birliğiyle yapsalar da, en nihayetinde bu beyhude çabalarının bebeğin ve annesinin hayatını tehlikeye sokacağında karar kıldılar. Doğum yapmaya çalışan kadının, ivedilikle yakındaki Kaman ilçesine götürülmesini söylediler. Kaman'da doktorlar bebeğin ters geldiğini görürler ve sezeryanla doğum yaptırırlar. Böylelikle hayatının ters gidişatı daha ilk adımını atacağı andan itibaren başlar. Sanki doğumunu zor kılarak, dünyanın kendisine getireceği güçlükleri, önsezisiyle hissedip, "Kalsın ben almayayım, alana da mani olmayayım." dercesine gelmemekte ayak diretir.
    Zorlu geçen çok sancılı doğumun ardından, bebek kar beyazı pamuk bir beze sarılıp, çektiği acılardan bitap düşmüş olan anne Hatçe'nin kucağına verildiğinde, O ameliyatını unutup, mutluluktan üst üste çığlıklar attı. Sevinçten adeta havaya uçmak istedi. Bebeğini yüz yıl hasret kalmışçasına bağrına bastırıp, kokladı. İki gün boyunca çektiği bütün acıları bir anda tuzla buz oldu. Tarifsiz mutluydu. Oğlunun ağzı, burnu, kaşları, kömür karası kıvırcık görünümlü saçları ve bedenin bütün hatları harikuladeydi. Adeta usta bir ressam kalemiyle kusursuz bir çizim yapmıştı.
    Bu güzeller güzeli bebeğin babası pala bıyıklı Hayri, oğluna çok sevdiği dedesinin adını vermek istedi. Böylelikle dünyaya gözlerini açan bebeğin adı Rıfat oldu. Tirşe gözlü annesi Hatçe Rıfat'ı severken adını kısaltarak kürtçede kulağa daha hoş geldiği için O'nu Rıfo diye sevdi. O nedenle herkes O'nu Rıfo diye çağırmaya başladı. Baba Hayri ve anne Hatçe için dünya bir tek oğullarının etrafında dönüyordu. Rıfo'nun hayatlarına katılımı ile oluşturulan çekirdek aile, İç Anadolu'ki bu köyde onları oldukça mutlu kıldı.
    Rıfo çok geçmeden, küçük yaşta kendisinde bir takım garipliklerin olduğunu sezmeye başladı. Köyünde ilkokula giderken, okulun son yıllarında erkek arkadaşları kızlarla oynayıp, arkadaşlık etmeye can atıyorlar, Rıfo'da ise böylesi içgüdüsel bir dürtü her nedense öne çıkmıyordu. Bu düşüncesi O'nu çok korkuttu. Bu yaşta gelinen durum, bulunduğu toplum ve aile çevresi göz önüne getirildiğinde hiç de iç açıcı değildi. Doğumu esnasındaki terslik hayatının bu evresinde de yakasına gelip yapıştı. Kendi dünyasındaki kuytuluğuna çekilip kendisini dinlediği zaman bunu bütün çıplaklığıyla gördü. Evet, görünen o ki, O'nun ilgisi kızlardan çok erkeklere karşıydı. Bulunduğu ortamda, bu haliyle kendisine yaşam hakkı tanınmıyordu. Bundan sonraki hayat mücadelesi, kişiliğini saklamak ve rolünü her daim çok iyi oynamak olacaktı.
    Yaşı ilerleyip, artık delikanlılık çağlarına geldiğinde, toplumda büyük tabu olarak görülen, yüreğinin en derinlerine korku ile sakladığı duygularını daha bariz hisseder oldu. Artık Ankara'ya taşınmışlardı. Lisede yıllarında derslerinde beklenenden çok daha başarılıydı. O güne kadar etrafındaki arkadaşlarından pek çoğuna karşı platonik aşklar besledi. Odasındaki yalnızlığında umutsuzluk içinde boncuk boncuk göz yaşları döktü. Bu karşılıksız tutkularının bir getirisinin olmayacağını bildiği halde, duygularına yenik düşüyor ve derken yeni bir insana karşı yeni hisler beyninde ve yüreğinde kelebekler misali uçuşuyordu.
    Zaman, O'nun hayata karşı olan buruk gücenikliğiyle çocukluğunu doyasıya yaşayamadan hızla yıl yıl geçip gitti. Lise son sınıfta ise olanlar oldu. Sıra arkadaşı Cemal'e tanıştığı ilk anda delicesine aşık oldu. Hem de ne aşk. Gönlü "ferman dizginlerini" koparıp, attı. Önüne set çekemez oldu. Dur durak bilmiyordu. Neredeyse günün yirmi dört saati O'nu düşünmekten kendisini alıkoyamıyor zihninde, kalbinde, hayalinde, rüyalarında ve yaşamının her alanına büyük bir gizlilik içinde sadece O'nu alıyordu. Kulaklarının dibinde O'nun nefesi, derin bakışları, kıllı kolları, çatık kaşları, dolgun dudakları ve tepeden tırnağa bir Yunan heykelini andıran büyüleyici bedeni aklını başından alıp, hayli uzak diyarlara götürüyordu. Başından uçup uzaklara kanatlanan aklı kendisi ile birlikte Cemal'i de koluna takıyor, çok ama çok uzaklara, gözlerden ırak diyarlara, kimselerin ulaşamayacağı onların dünyalarına gidiyorlardı. Rıfo uzun uzadıya dalıp, gittiği hayal dünyasından gerçek hayata döndüğünde, Cemal'in her defasında kendisine büyük bir şaşkınlıkla kendisine baktığını görüyordu. "Önemli bir durumun olmadığı" imasının ardından, tekrar dersini can kulağıyla dinlemeye koyuluyordu. O'nun gönül iğnesinden beyaz bir iplik olup, bir kez daha geçemedi.
    Okulda çok başarılıydı. Rıfo sınıfın en çalışkan öğrencisi olduğu halde, gönlünü fena kaptırdığı Cemal ise derslerinde tam tersine bir o kadar başarısızdı. Bu durumdan faydalanıp, Cemal'e daha yakın durabilmek gayesi ile derslerine yardımcı oluyor, ödevlerini yapıyor ve başarısını tehlikeye atma riskiyle sınavlarda kopya vermeye çalışıyordu. Duygularına kendisini alabildiğine kaptırıp, eşcinsel yönünü Cemal'e belli etmekten ödü kopsa da, birlikte ders çalışırlarken elini farkına varmadan omuzuna veya beline koymaktan kendisini alıkoyamıyordu.
    Ne olurdu, Cemal de O'nunla aynı hislere sahip olsaydı? Yüreğini gök kuşağı renklerinde ipek kumaşlar içinde yatırdığı sevda beşiğini tıngır-mıngır "O" sallasa, kalbinin sevda şarkısını dolgun dudaklarının arasından mırıldansa ve böylelikle gönlündeki is perdesi artık aralansaydı. Kendi hayatlarının bayrağını diledikleri gibi dalgalandırsalardı. Öyle ki, sanki ol bedeninde anlatmakta oldukça zorlandığı bir "mayi" dolaşıyordu. O'nu kördüğüm gibi seviyordu. Her şey ne kadar da güzel olurdu. O zaman mutluluk merdivenlerini ardına bakmadan, durup dinlenmeden nasıl tırmanırdı. Büyük bir özlemle kalbinden ve beyninin kıvrımlarından geçen bu düşünce ve duygular, adeta "Olmayacak bir duaya amin demekten" başkaca bir şey değildi. Yüreği iki ciğerinin arasında daha da sıkıştı. Rıfo da bunu biliyor, ama hayal etmekten de uzak duramıyordu. Halk ozanının bir türküde söylediği gibi;
“Aşkın şarabının ağzını açtım, yar yüzünden içti murt bende kaldı.” Rıfo da Cemal için aşkın şarabını açtı, sevdanın o büyülü kokusu buram buram dört bir yanı sardı. Munis öpücükler konduramadığı, gönlündeki derin kederi dökemediği, her daim erkek erkek bakan Cemal şarabın yüzünden dahi içmedi. Açılan "fena kırmızı renkli" aşk şarabı "murt'u" ile ortada kalakaldı.
     Halbuki tamamen biyolojik olan cinsel kimliğini O seçmemişti. Bunu tabiat ana kendisine bahşetmişti. O'na kalsa aslında durumundan hiç de şikayetçi değildi. Ama bulunduğu coğrafyanın insanlarına, herkesten önce bunu ailesine dahi anlatamaz ve bu kabul görmeyeceği gibi, aksine yaşam hakkı da tehlikeye girerdi. Bilinmesi halinde bu hem kendisi, hem de ailesi için utanç meselesi olacaktı. "Gül hicap eder miydi, kendi kızıllığından?" O'nun da utanacağı bir durum yoktu ortada. Ne olacaktı, bütün hayatı boyunca bu duygularını yoğun bir şekilde, kendi içinde büyük bir gizlilikle mi yaşayacaktı? Rıfo'nun hareketlerinde gariplikler sezenler, O'nu "çöle gönderilen bir kutup ayısını süzer gibi" rencide ederek bakıyorlardı.
    Mutluluk merdivenlerini değilse de, başarı merdivenlerini başarı ile çıktı. İyi bir derece ile üniversiteyi bitirdiğinde, iş dünyasının kapıları sonuna kadar açıldı. Okul hayatı, yoğun ama gizlilik içinde yüreğinde yaşadığı duygular, Camal'e karşı duyduğu karşılıksız sevda kendisini çok yormuştu. Tıpkı bir gül misali açmadan solacaktı. Görünen o ki, bu kendisi için kaçınılmaz bir sondu. Kaderine ram olmaktan başka çözüm bulamadı. O nedenle iş hayatına başlamadan önce bir kaç aylığına her şeyden uzaklaşmak maksadı ile Avrupa seyahatine çıktı. Kendisine çok güvendiği, arkadaşı, yakın dostu Semih'in yanında uzun süre kaldı. O'nunla uzun uzadıya dertleşti. İçinde sımsıkı gizlice tuttuğu duygularını aktardı. O'ndan beklenen büyük anlayışı gördü. Hatta Semih bir sohbetleri esnasında, yazar bir arkadaşının haklı olduğu bir düşüncesine değindi. Eşcinsellerin dünyada yapayalnız olduklarını, kendisine "en demokrat benim-biziz" diyen kişi ve örgütlerin dahi onlarla dayanışma içerisine girmediklerini anlatınca, bu arkadaşına bütün yüreğiyle katıldı. Dayanışma amaçlı hiç bir kişi ve örgüt eşcinsellere reva görülen onca gayri insani vahşetin ardından, "Ben de-biz de eşcinseli(m)z-'gay'i(m)z." yazılı bir pankart taşımıyordu.
    Semih ve ailesi ile hoşça vakit geçirdi. Bu tatilde Semih ve ailesinin candan yakınlığı, O'nu bir nebze de olsa kendisine getirdi. Türkiye'ye dönmesine bir gün vardı. Hava oldukça güzeldi. Gökyüzü deniz maviliğinde, güneş her zamanki gibi bal rengindeydi. Son bir kez Semih ile bir kafeye gidip oturdular. Bisikletlerle devamlı hareket halinde olan pek çok insan telaşla pedal çeviriyorlardı. Acep güzergahları ne tarafa doğruydu? Bu Rıfo için bir anlık merak konusu olduysa da, anlaması mümkün görünmüyordu. Terasta oturup köpüklü soğuk biralarını yudumladılar. Karşılarında oturan oldukça güzel bir bayan, sıcaktan bunalmış bir şekilde sandalyesinde sere serpe oturuyordu. İnsanı cezbeden bu güzellik Semih'in de gözünden kaçmadı. Merakla Rıfo'ya döndü.
"Sevgili Rıfo şu an neyi merak ediyorum biliyor musun? Gördüğün gibi karşıda kusursuz güzellikte sarışın bir hatun oturuyor. Baktığım zaman, evli olmama rağmen şahsen benim içim kıpır kıpır oluyor. Şöyle baktığında, senin içinde hiç mi bir karıncalanma olmuyor? Bunu elbette anlayamıyorum. Bana göre eğer hiçbir hareketlenme olmuyorsa, sanki bu hayatta çok şey kaçırıyormuşsun gibime geliyor."
"İyi ama Semih'ciğim, peki sen hemcinsin yakışıklı birine baktığın zaman içinde herhangi bir kıpırtı oluyor mu? Bana göre de; belki de bu hayatta sen çok şeyi kaçırıyorsun." dedi. Semih'in kafası ansızın allak bullak oldu. Dönüş zamanıydı. Rıfo yük olarak gördüğü duygularından hafiflemişti. İlk defa mutluydu. Semih ise arkadaşının ardında bıraktığı kocaman soru işaretine cevap arayışı içinde, "güle güle" derken, sevgiyle yüreği derinden yaralı can dostuna el sallıyordu. Uçak kar beyazı bulutlar arasından hızla Cemal'e doğru yol alıyordu.

Amsterdam, 14 Temmuz 2017

1 Temmuz 2017 Cumartesi

FELEK



FELEK

    Hayata sıfırdan başlayan bal kokulu minik bebekler de dahil olmak üzere, geçen her saniye ile birlikte ol canlılar yaşlanmanın amansız pençesinden kurtulamıyorlar. Hayatın bilinen güçlükleriyle ardınızda bıraktığınız her saniyeyi süper starımız Ajda Pekkan misali, yaşlanmayı bütün imkanlarınızla ertelemeye çalışsanız da, bu kişinin kendi kendisini avutmasından başka bir şey değildir. Yaşlanmanın getirdiği güçlüklere ek olarak, hayata yenik başlamış olmak da çoğu insanın kaçınılmaz yazgısıdır. Ayarı bozuk kefelerde tartılmanın getirileri insanoğlu için oldukça ağır oluyor. Kimi insan hayata; adil olmayan hakemin haksız yere verdiği penaltılarla ve kendisi adına başkalarının attığı gollerle 10-0 galip başlarken, kimileri de aval aval baktığı, kalesinden içeri giren meşin yuvarlaktan bihaber 10-0 yenik başlıyor.
        Bütün gün dilime pelesenk olan, "gayri ihtiyari" (ihtiyarlamaya doğru yönelen bendenizin) mırıldadığım güzel bir halk türküsünün sözleri aynen devam edegelen satırlardı. 


"Şu yalan dünyaya geldim geleli
Tas tas içtim ağuları, sağ iken
Kahpe felek vermez benim muradım
Viran oldum, mor sümbüllü bağ iken.
                              Karacaoğlan"
         Hal böyle olunca, belki de bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda kültürde köklü bir kavram olan, çoğumuzu inceden inceye yaralayan "amansız felek" hakkında bu bir kaç satırdan oluşan karalamalar ortaya çıktı. Büyük ozanın da yüzlerce yıl önce dile getirdiği gibi; zıkkım ağuları tas tas içtiğimiz dönemler çok oldu. Hele şu kahpe feleğin oburca yediği naneye bakın! Olacak iş mi? Muradımızı her dem neden vermek taraftarı olmaz ki? Haklı olarak dimağımınız bunu bir türlü kavramaz. Acep ne çıkarı ola ki? Mendebur Felek sizi ihya edecek, manevi gidişatınızı düzlüğe çıkaracak olan muradınızı, sürekli içi sürpriz hediyeli çikolatadan bir çocuk yumurtası gibi ardına saklar durur. Bizler telaşla almak üzere ellerimizle çar naçar uzanırız. O da vermemek için olabilecek bütün zorbalığı ve şaklabanlığıyla, olanca zorluğu acımasızca önümüze çıkarır. Bugüne değin, kimi zaman söz konusu, bizi bahtiyar edeceğine pır pır atan kalbinizle inandığınız, toz pembe muradınızı size verecekmiş gibi yaptığı anlar da olmadı değil. Her defasında "işte bu" demenize ramak kala bir kez daha, ne denli yanıldığınızı, aldatıldığınızı görür ve bizimle birlikte yaşlanan, bedenimizde kuş tüyü değilse de, yumuşak bir minder görevini de üstlenmiş olan kutsal kıçlarımızın üzerine otururuz. Üstüne soğuk sularımızı bin bir pişmanlık ve hayal kırıklığı ile içmek zorunda kalırız. Viran olmasına oluruz. Ancak burnumuzun direğini titreten, mor sümbüllerinin rayihaları dört bir tarafı saran bir bağ olup olmadığımız da, altından çıkamayacağımız başkaca bir muamma.
 

"Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı
Beni sensiz bıraktın, beni bensiz bıraktın." der, M. N. Selçuk.
        

          Feleğin ardına sakladığı muradınızı nihayet verdiğini sandığınızda, çoğu zaman yanılgı hayli büyük olur. Bir de bakmışsınız ki; bel bağladığınız, yoluna canınızı koyduğunuz, göklerde ararken yanı başınızda bulduğunuz, canözüm, yarim, yoldaşım, arkadaşım, muradım dediğiniz tarafından atıldığınız kör kuyularda merdivensiz bırakılmışsınız. Dahası denizler ortasına kadar sizi götürüp, yelkeninizi yırttıktan sonra tepenizdeki kavurucu güneşin altında bir başınıza kalakalırsınız. Esen rüzgar sizi hiç bir diyara götürmez. Denizin ortasında çakılı kalır kurda, kuşa, köpek balıklarına yem olur, fırtınalarda hayata elveda edersiniz. İnançlarınız tükenmiş, insanlara olan güveninizin köküne kibrit suyu dökülmüştür gayri. Duyduğunuz o güzelim sevginin getirisiyle, ayrım yapmadan yek vücut olarak gördüğünüz kişilikten, diğer anlamda kendinizden yoksun kalmış olursunuz.
        Feleğin en nihayetinde rıza gösterip, lütfedip verdiğini sandığınız sizi bulutlarda yürütecek, hafiften de olsa çıkıntılı göbeğinizde bin bir renkli kelebekler uçuracak, ayaklarınızı yerden kesecek, düşlediğiniz murat değildir. Yine yapayalnız kalacak ve biçare kollarız yanlarınızda salınacaklardır. Buğu biriktiren kirpiklerinizin ardındaki gözleriniz yere birer kıymık olup çakılacaklardır. Hayatınız boyunca yüreğinizde özenle barındırdığınız umudunuz da, kuruyan bir dere yatağına dönüşüp meçhul bir görünmeze çekilir. Kavun acısı tadındaki umutsuzluk üzerinize karabasan misali abanır. Sonrasında erinç içinde olmanın ve gövermenin çok uzağına düşersiniz. Felaketin varılan bu aşamasında yapılacak tek şey, büyüklerimiz tarafından her zaman sağlık verildiği gibi: "Enseyi karartmamak". Aksi halde; "keskin sirkenin küpe verdiği zarar" hayli büyük olur. Muradınız tez elden ve dilediğiniz gibi olsun!

Amsterdam, 1 Temmuz 2017
   

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...