27 Ocak 2020 Pazartesi

HAYAT KISA




HAYAT KISA

Adımlarımın telaşlı aceleciliği ile etrafıma bakına bakına yürüyorum. Ankara’da Emek Mahallesi'nin sınırları içinde, günün büyükçe bir bölümünde, yeryüzünün bu kısmını gün boyu durmaksızın adımlıyorum. Adeta bir kapana sıkıştırılmış gibiyim. Mahalle sınırlarının dışına çıkmama zorunluluğum olmadığı halde benim belirlediğim bu alanda, başımda dengede tutmaya çabaladığım bir ağırlık ve burnumun direğini sızlatan hoş bir susam kokusu ile bağıra çağıra dolaşıyorum. Yaklaşık yirmi yıldır aynı kokuyu sanki ilk kez duyuyormuşum gibi aynı hazla ciğerlerimin derinliklerine çekerek, dünyayı yeniden arşınlıyorum.
Benim bir simitçi olduğumu verdiğim ip uçlarından anlamışsınızdır. Bu mahallede namım Simitçi İbo olarak yayıldı. Onca simitçi olmasına rağmen, ne özelliğim var, zaman zaman anlamakta zorlandığım, şaşakaldığım bir üne kavuştum. Sağ olsunlar. Açılan her pencereden beni mahalleli “İbooo”  diye çağırır. Adeta bu insanların bir parçasıyım. Onlar da benim gerçek ailem gibiler. Yılların dostluğu da diyebiliriz buna. O buharı tüten mis ekmeğimi bu yoldan kazanıyorum. Haftanın her günü şafakla birlikte uyanıyor ve saat altı sularında simit fırının önünde soluğu alıyorum.
Bizim işimizin öyle pazarı, bayramı veya hafta sonu yok. Hastalanmak dahi yasaktır. Daha doğrusu bu katı kuralları ben kendi kendime acımasızca uyguluyorum. Benim işimi anlatımımla gören-duyan çok önemli bir makamı işgal ettiğimi sanacak. Varsın olsun. Bu da benim işim. İnsanlar bugün hafta sonu veya bayram diye simit yememezlik etmiyor. O gün bol susamlı çıtır ve de gevrek bir simit yemek istiyorsa, onu yiyebilmeli ve ben bu hizmete soyunmuşsam, iki elim kanda da olsa sunabilmeliyim. Bu da benim işime olan saygım diyebilirsiniz. O tattan ve istekten müşterilerimi mahrum bırakmamalıyım.
Yine bir sonbahar mevsimindeyiz. Mahallenin dört bir yanı sararıp solan ağaç yaprakları ile dolu. Sonbahar bütün renkleri ile sokağa hâkim. Güneş daha az ısıtır oldu. Hayat yeniden yoğunluğunu hissettirmeye başladı. İnsanlar tatilden döndü ve yeniden çalışma temposuna uymak zorunda kaldılar. Ağaçların altından geçerken tablamdaki simitlerin arasına düşen yapraklar doluşuyor. Attığım her adımda yapraklar ayaklarıma dolanıyor. Çöpçülerin işi hayli zor. Har an yağmur veya rüzgârın çıkabileceğini göz önünde bulundurup simitlerimi daha iyi sıralamalıyım. Yağmura karşı da önlemimi alıyorum. Bunun için günlük hava tahmin raporlarını aksatmaksızın takip ediyorum. Ona göre de gardımı alıyorum.
Görmenizi çok isterdim. Tablama bin bir özenle milimlik sıraladığım onlarca simitleri dikkatle başımın üzerine koydum ve ardından avazım çıktığı kadar cıyak cıyak “simitçiiiii…” diye bağırdım. Benden önce caminin Hocası Rükneddin Efendi teknik donanımını kullanarak bağırdı. Ama onun maksadı başkaydı. Aslında bir yerde o da ekmek parası için bağırıyordu. Hani kimseleri hayrına “ Eyy… Cemaati Müslim’in vakit tamam buyurun sabah namazına…” diyecek hali yoktu. Gelse ne olur, gelmese ne olur umurunda olmazdı.
Simitlerim çıtır çıtır ve gevrek. Son iki yıldır işime biraz da renk katayım dedim. Artık simitlerimin yanı sıra isteyene "karper peyniri" de satıyorum. Bu mahallede öğrenci sayısı fazla olduğundan satışlar iyi gidiyor. Hijyene oldukça özen gösteriyorum. Ellerime sürekli eldivenlerimi takmayı ihmal etmem. Simitleri mutlaka maşa ile alır ve poşete koyar. Velinimetlerim müşterilerime öylece takdim ederim.
Yıllar yılı bu sokakları arşınlayadururken, olabildiğince yüksek tonlamalı tiz bir sesle Allah’ın her günü binlerce kez bağırıyorum.  Ekmek parası, yaratan bana da böylesi bir rol biçmiş. Mahallede İsrail Evleri denilen kısımdan ilk adımlarımı attım. Çok geçmeden haftada en az dört-beş kez simit alan Asiye Hanım üçüncü kattaki evinin balkonundan içine simit parasını da koyduğu sepetini uzattı. Çok dakik bir teyze. Çoğu zaman tek kelime konuşmasak da anlaşıyoruz. Ama bayram günlerinde mutlaka uğrak verir, hal hatır sorar mübarek ellerini öperim. Aile ile ilgili her şeyi bilirim. Beni yabancı olarak görmediklerinden bana o güzelim yüreklerinin kapılarını sakınca görmeden sonuna kadar açarlar.
Asiye Hanım yine dört simit parasını ve hiç ihmal etmediği iki lira bahşişimi de ekleyip sarkıttığı sepete, ben de dört tane simidini koydum. Tablamı sehpanın üzerine yerleştirdiğim için ellerimi ağzımın etrafında birleştirdim ve “afiyet şeker olsun ablam…” diye sağ elimi kalbimin üzerine getirip sepeti yukarı saldım. Asiye Hanımın (Allah uzun ömürler versin.) elli yıldır Hamit Beyle mus mutlu bir evliliği ve bu evlilikten bir oğlu ve bir de kızları var. Her ikisi de yıllarca önce dünya evine girmişler. Çocukları evlendikten sonra İstanbul’a yerleşmişler. Anne ve baba Ankara'da kalmışlar. Kendileri tam Ankara sevdalıları. Oğlu Nazım’ın Vera adında güzeller güzeli bir kızı var. Uzun dalgalı sarı saçları ile Asiye Hanım torununu civcivlere benzetiyor. Onu severken içi içine sığmıyor. Adeta onu şeker misali alıp ağzında evire çevire erite erite yemek ister gibi bir sevgi seli yaşıyor.
“Ah benim Sarı Civcivim. Ah canımın içi. Ben seni öylesine çok seviyorum ki. İyi ki varsın kuzum. İyi ki benim torunumsun. Tabiatın bana bahşettiği en büyük hediyesin. Tanrı ömrümü alsın senin ömrüne katsın. Bahtın açık olsun yavrum benim.”
Kızı Münevver’in de bir o kadar güzel on yaşında Orhan Veli adında bir oğlu var. Bütün aile sanatın her dalı ile yakından ilgili oldukları için topluma mal olmuş her biri ayrı bir değer olan kişilikleri kendi çocukları ile özdeşleştirmişler. Onların hatırasını kendi çocuklarında sürdürmüşler. Onlar sayesinde ben de kıyıdan köşeden de olsa bir şeyler kapıyor ve okumaya merak salıyorum. Keşke daha çok vaktim olsa. Ama her geçen gün ruhum zenginleşiyor ve kendimi ayrıcalıklı sayıyorum. Dünyaya daha güzel ve geniş pencerelerden bakıyorum. Ben de büyük değişikliklerin olduğunu her geçen gün sezinliyorum. Dünyayı daha iyi kavrayıp yorumlar hale geldiğim gibi, olaylara ve insanlara karşı hoşgörümün arttığını da görüyorum. Eşime de bu güzelliği bildiğim kadarı ile aktarmaya çabalıyorum.
Benim de, ellerinizden öper ikisi kız, biri oğlan olan üç çocuğum var. En küçük kızım Saliha daha ilkokulda, oğlum Samet ortaokulda ve büyük kızım Şenay da lise öğrencisi. Bütün uğraşım onlar için. Hanımım Fatma derin gamzeli. Benim gözümde dünya güzeli. Evliliğimizin üzerinden aşk ve sevgi dolu on sekiz yıl geçti. Ve ben ona ilk öpücüğümü verdiğim gün gibi aşığım. Saygı da asla kusur etmez, sevgisi beni benden alır. Bu sokakları hiç yorgunluk duymadan ardımda bırakıyorsam, sihirli bir değnek gibi bana sevgisi ile dokunduğundandır. Bütün gücümü ondan alırım.
Asiye Hanımın simitlerini verdikten sonra sürekli müşterim olan birkaç eve daha uğradım. En son Figen Hanım’a simitlerini verdim. Yavaş yavaş cami sokağına doğru ilerliyorum. Sokağın girişinde İsmail Bey simit istediğinden karşı tarafa geçmem gerekiyor. Benden yaklaşık otuz metre kadar ileride lüks bir aracın hızla bana doğru geldiğini gördüm. Başımdaki simit tablası ile kendimi kaldırıma atamadım. Aracın hızla bana çarpması ile bütün bedenimde korkunç bir acıyla kaldırıma savrulmuşum. Anında bayılmışım. Bana vuran araç durma zahmetinde dahi bulunmamış. Çok zaman sonra gözlerimi hastanede açtığım zaman bütün bedenimin sargılı olduğunu gördüm. Sızlamayan yerim yoktu. Perişan haldeydim. Kimsenin yaşayacağıma dair bir umudu yokmuş. Ama ben çocuklarım, dünyalar kadar sevdiğim eşim ve bu mahalle, yani bu koca ailem için yaşamalıydım. Bu dirençle kefeni yırtmıştım. Olay sonrası bütün mahallelinin başıma toplandığını ve her biri bir tarafa fırlayan simitlerimi topladıklarını anlatıyorlar.
Arabanın bana çarptığı ve sürücünün durmadan aynı hızla yoluna devam ettiğini duyan mahalleli, Asiye Hanım ve Hamit Beyin öncülüğünde bir araya gelip, mahallede benim için bir bağış kampanyası başlatmışlar. Evimizin bütün ihtiyaçları giderildiği gibi, hastane masrafları da ödenmişti. Bunu hak etmiş miydim? Aman Tanrım insanlar bir araya gelince neler de yapıla biliniyor ve her türlü zorluğun üstesinden geline biliniyordu. Bu insanlara karşı öylesine mahcuptum ki, ne yapacağıma onların ayaklarına nasıl kapanacağımı şaşırmıştım. Bütün bunlar da insan sınıfına giriyor ve ne yazık ki acımasızca bana lüks arabası ile çarpıp giden şımarık zengin çocuğu da! Bu büyük bir haksızlık diye düşünüyorum.
 Altı ay kadar sonra eski sağlığıma tekrar kavuştum. Hastalığıma iyi gelir diye evimiz mahallelinin getirdiği bal, reçel, tahin, sucuk, et, balık ve pek çok çeşit yiyecek ile dolup taşıyordu. Ben ise bu büyük ailemin bana gösterdiği ihtimam karşısında mahcubiyetimden küçülüyordum.
Yeniden bahar geldi. Mahalleme ve bana da baharla birlikte büyük bir güzellik geldi. İnsanlar güzel, ben güzelim, çocuklarım güzel, hanımım Fatma çok güzel. Belki de arabasıyla çarpan genç de güzeldi. Ama o durmadı. Kaçtı. Şairin dediği gibi: “Hayat kısa, kuşlar uçuyor.”
“Simitçiii…. Taze, gevrek simitlerim var. Simitçi geldi, simitçiii….”
“İbooo… Bana beş tane simit getirir misin?”
“Emriniz olur Selvi Abla. Hemen en gevreğinden, beş tane simit. Afiyet, bal, şeker olsun ablama.”


Erkelenz / Almanya, 26 Ocak 2020



CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...