28 Aralık 2015 Pazartesi

ATEŞ



ATEŞ

"Tanrı görmesin harflerimi
İnsan bir hata diyor durmadan
Ve hatasını düzeltmek için
Acı veriyor
Sadece acı."


Bejan Matur


Hızla geçip giden onlarca bin yıla karşın, Dünyalıların “kelebek ömrü” yaşamlarında; insanlık kavramı bütün zorlamalara karşın keşfedilemeyenlerden olmaktan kurtulamadı. İnsan diye adlandırılan çeşitli renk, ırk, inanç, kültürel ve etnik farklılığı barındıran beşerin; kıyısından, köşesinden, yüreğinden, elinden, beyninden ve de şiş göbeklerinden, bu ulvi kavram adına bir şeyler her daim eksik kalakaldı, bu anlamda bir çentik atılamadı. Gelinen noktada, ateş yeniden mi bulunmalı acaba diye, düşünmeden edemiyor insan. Bir de yeniden, sil baştan yeni ak sakallı peygamberler buyur edip gelecekse; bu kez sakallı olmayan, tıraşlarını güzelce olmuş, mis amber kokularını sürmüş, saçlarını taramış, erkek olmaları da şart değil hani, tercihen alımlı, güzel Tanrıça Afrodit gibi bayanlar olmalı belki de. Tekerlekler menzile tam gaz dönedururken, içinde insani yaptırımların bulunduğu, yeni altın varaklı kalın kitaplar da inmeli mi dersiniz? En son bin beş yüz yıl kadar önce gelip, insanlara Arap çöllerinden işmar eden peygambere kadar, gelenlerin bugüne değin anlatımlarının ve sağlık verdiklerinin, görünen o ki pek de faydası olmamış gibi. Gösterilen yolda, bir arpa boyu gidilmediği de görülmeli artık. O nedenledir ki, şimdilerde çok yeni ve oldukça farklı şeyler söylemenin zamanıdır. Kızıl ateşin aydınlığının ve sıcaklığının biteviye sönmemesi için, avurtlarımızı zurna veya saksafon çalanlar gibi şişirip şişirip, kuvvetlice üflemeli, şavkı gözlerimizi kırpıştıran o muhteşem kızıl güzelliğin kuş misali elimizden kaçıp, gitmesine mahal verilmeden, kor alevler yeni kuru odunlar ile beslenmeli.

Olur ya, gelmelerine gereksinim duyulursa, yeni gelen peygamberler çok farklı nutuklar atmalı. Mesela Tanrının hiç te anlatıldığı gibi cehenneminin olmadığını. O nedenle kimselerin kara katran kuyularına atılmayacağını. Kazanlarda tamtamlar çalıp, kimselerin yanmayacağını, insan bedenlerinin soslanıp, mangal partilerine malzeme olmayacağını anlatmalılar, Kim ne yaparsa yapsın, ne günah işlerse işlesin, salt yaşamı ve yaptıkları doğrultusunda insanlık, onur ve haysiyet çıtasının kertesini, kendi başının dikliği için, daha yukarılara kaldıracağını söylemeli belki de. Korku ile sevginin bir arada olamayacağı belirtilmeli. Tanrının yamyam olmadığının altı çizilmeli. Cehennem diye bir kavramın olmadığı, Tanrının, insanlığın yaşadığı bu gezegenin ilk önce cennete çevrilmesini istediği, doğanın korunması, dünya güzelliklerinin gelecek kuşaklara miras olarak bırakılıp, har vurup harman savrulmaması gerektiği, rant uğruna her şeyin mübah görülmemesi insanlığa ince ince anlatılarak iletilmeli elbette.
Ateş yeniden bulunmalı. Bulunan ateş harlanmalı. Var olan bütün ışıklar yakılmalı. Güneş bütün renkleri ile doğmalı. Kör karanlık aydınlatılmalı. Büyük insanlığın, büyüklerinin baş danışmanlığına belki de “Küçük Prens” mi getirilmeli. İnsanlığa “görmenin göz ile değil, bunun bir yürek işi” olduğu kavratılmalı.
Mesela Nazım yeniden sevda ve aşk şiirleri yazmalı. “Salkım söğütler ağlayıp, karalar bağlamamalı” gayrık. “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi birlikte-kardeşçesine yasanmalı. Bursa’da havlucu Recep’e, Karabük’teki fabrikada tesviyeci Hasan’a, fakir köylü Hatçe Kadına, ırgat Süleyman’a, sana, bana, düşünen insana ve de vatana kimseler düşman” olmamalı, “dolaşbilmeli, hem de elini kolunu sallaya sallaya, bu memlekette ve de tüm dünyada, en şanlı elbisesi ile, yani işçi tulumu ile hürriyet.”
İnce Memet atını incitmeden mahmuzlayıp, yalnızca Çukurova'yı, Anavarza’yı değil, dünyayı, dört nala bir baştan bir başa koşturmalı. Abdi Ağalar kovulmalı dünyamızdan. Memed’ler ince veya kalın olsunlar fark etmez, tarlalarını sürüp, Hatçe’lerini atlarının terkilerine alıp, rahvan yürümeliler. Şair Hasan Hüseyin’in de dizelerinde haykırdığı gibi; Hatçe’ler “çok şükür çok şükür büyüseler de, hem Hatiş olmalılar, hem de istiyorlarsa komünist bile olabilmeliler,” özgür ve hür bir dünyada. Dört bir yanda beyaz güvercinler uçuşmalı.
Güney Yılmaz’lar ki; “kendisinden başka herkesin üzüntüsünü, üzüntüsü, acılarını acıları yapmışlar.” O nedenle hayat kendilerine mutlu olma şansını çok görmemeli. İnsanlığın, “dünyanın öbür ucunda, hiç tanımadığı birisinin gözyaşına içi parçalanabilmeli.” Belki de kediler için ağlandığı, kuşların yası tutulduğu” zaman insan da olunur, insanlık da yeniden keşfedilir.
Ateş yeniden bulunmalı. Tekerlekler hızla dönmeye devam etmeli. Hamingway’in eseri (silahlara veda), insanlar gerçekten de insan ise, film olarak kalmamalı, silahlara gerçekten veda edebilmeli. Aram Tigran’ın dediği gibi tank, tüfek ve toplardan cümbüş yapılmalı. Veysel’in gözleri iyileştirilip, “yürüdüğü ince ve uzun yolu,” asfaltlanıp genişletilmeli belki de. “Sadık yari kara toprağa” bakan gözlerle kavuşmalı Şatıroğlu Veysel. Gönlü alınıp, özür dilenip, küsüp gitmesine müsaade edilmemeli Ertaş Neşet. “mezar arasında harmanın olmayacağı” sözüne kulak verilmeli. “İki büyük nimet olan, anaların ve yarların” kıymeti bilinmeli, her ikisinden de vaz geçilmemeli.
Dostoyevski’nin insancıkları, fakir memur Makar Devushkin, sevdiği uzak akrabası Varvara Alekseyevna’ya sevda mektupları yazmaya devam etmeli. Aşkları dallanıp budaklanmalı ve meyvelerini vermeli. Bu ölümsüz sevgi, salt mektuplaşma düzeyinde kalmamalı. Makar sevdiceği Varvara’nın yumuk ellerini tutup, gözlerinin içine bakarak aşkını, “meleğim, anacağım, Varvara’m” diyerek açıklayabilmeli. Bu kor alevlerle yanan sevda da finalini yaşayabilmeli.
Keza Ahmet Arif; Leyla Erbil’e “Oy sevmişem ben seni” diye, haykırırken; yazıktır, günahtır, şair yüreği platonik bir aşka gark olmamalı. Leyla’sı da aynı tonda ve sevecenlikte avazı çıktığı kadar haykırıp, “ben de seni seviyorum, lo lo  Kürt uşağı” diyebilmeli. Ahmet Arif’in o nadide duygu yüklü yüreğine dokunabilmeli, bazı şeyler yarım kalmamalı.
Mem û Zin, Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun sevdalarını doyasıya yaşamalı. Aşkları için zindanlarda ölmelerine, dağları delmelerine, ne de mecnun olup, çöllerde kaybolmalarına gerek olmamalı.
Ateş yeniden bulunmalı. Dönen tekerlekler, dünya çocuklarını alıp, Güney Afrika’ya götürmeli. Şen şakrak çocuklar, dans ederek, dedeleri Madiba’nın ellerini öpmeliler. Apartheidlerin köküne kibrit suları dökülmeli. “O güzel insanların, o güzel atlara binip gitmelerine” bir daha asla müsaade edilmemeli artık. İnsanlığı keşfeden bu güzel insanların mirası olan insanlık bir tarafa atılmamalı. Bu güzelim, kır çiçeklerinin buram buram koktuğu, ferah, aydınlık yolda kendine yakışır değerlere, kendini keşfetmeye doğru, peygamberlere gereksinim duymadan ilerlemeli insanlık.

Ateş yeniden bulunmalı. Hızla dönen tekerlekler, insanlığı daha iyi insanlar olmaya doğru taşımalı. Bu newroz ateşi dünyayı ipil ipil aydınlatmalı, kızıl alevler insanların yüreklerini ısıtıp, güzelliklere doğru akıp, gitmelerine teşvik etmeli. 
Sonuç olarak, pek de pembemsi olmayan kan revan içindeki hazin tabloya rağmen, yine de bir türkü mırıldanmakta fayda var gibi.
"Ah bir ataş ver cigaramı yakayım.
Sen salın gel ben boyuna bakayım."




Amsterdam, 28 aralık 2015

16 Aralık 2015 Çarşamba

MIRMIR IN HOLLAND

MIRMIR IN HOLLAND

Bin bir türlülüğünün yanı sıra, bir o kadar da ihtişamlı rengi barındıran lalelerin, kanalların ve yel değirmenlerinin ülkesi Hollanda’da yaz mevsimi yok denecek kadar az sürüyor. Temmuz ayının ortaları olmasına rağmen, sıcak ve ışıl ışıl bir güneşin hakim olduğu gün yüzünü bu yıl da görmedik. Yaz aylarında böyle olduğu halde, kış mevsiminde de sabahın olmadığı da başka bir gerçek. Bugün Temmuz ayındaki o sıcak ve pırıltılı ender günlerden biri. O nedenle günü bir kuş misali elimden kaçırmaya hiç niyetim yok. Kahvemi aldım ve yirmi metre kareden oluşan bahçeme gelip, emektar hasır sandalyeme kendimi attım. Çok önemli değil elbette, nasıl desem, kahvemi nasıl içtiğimi merak ettiğinizi sanmıyorum, ama belki de bilmek istersiniz diye, kulağınıza fısıldayayım mı? Sade. Kahvemi merak etmiyor olabilirsiniz, ama beni yavaş yavaş merak ettiğinizi sezinliyor gibiyim. Kimim, erkek miyim, kadın mı, kaç yaşındayım, adım ne ve takip edegelen sorular. Belki de “Hayır canım, nereden çıkardınız, ne diye merak edeyim.” de diyebilirsiniz. Hakkınız var.
Bahçem rengarenk ve yemyeşil. Kutu gibi olsa da, var olan alanın uygun yerlerine kuytu ve köşelere olabildiğince çok birbirlerini etkilemeyecek, bir renk harmonisi ve ahengi oluşturacak şekilde çiçekler ektim. Çiçekleri de merak ettiniz değil mi? Evet, şimdi çiçekleri fısıldama sırası. Malumunuz Hollanda’da olduğumu ilk başlarda söyledim. Laleler ilk akla gelenler tabi. Yüzlerce lale, ben pek çoğunun adını öğrenemedim. Bakın burada kapı yanındaki sol köşeden itibaren pembe ve kırmızı olanları var. En sevdiğim lale türü ise papağan dedikleri tür. Diğer adı ile “parrot” lalesi. Değişik renk ve şekillerde. Çiçeği tırtıllı, tam açılmamış ama büyük bir yumru gibi, dolu dolu. Bahçemdekilerin rengi pembe. Papağan lalesinin yanı sıra benim favori lalem, endemik süs bitkilerinden olan Hakkari’nin başı karlı ve bulutlu dağlarında yetişen “ters lale”. Ne yazık ki, bahçemde bunlardan yok. Onları yetiştirmek diğerlerine göre zor olsa gerek. İsimleri genelde latince ama size burada bulunan bir iki tane de kırmızı lalemi tanıtayım. Bakın gördünüz mü bu “Brunello”. Kıpkırmızı değil mi? Bence laleden çok bir gülü daha çok andırıyor. Ve bu da “cefè noir,” yani benim siyah kahvem. Ne güzel değil mi? Gelin gelin sizi ilginç bir lale ile daha tanıştırayım.
Ukalalık gibi algılamayın lütfen. Niyetim salt bu güzellikleri, bu gökkuşağını andıran renk şölenini sizinle paylaşmak. Şimdi sıra sarı kızlarımda. Siyah kahve lalesinin yanındaki sarışın da, bir papağan cinsi. Adı Hamilton. Çiçek yaprakları ne kadar da dikenli dikenli. Dokunun dokunun korkmayın, elinize batmazlar, sadece oldukça sivri tırtıllılar. Ama nasıl da güzel ve sarılar değil mi? Bu sarışın da mı kim? Bunun adı Texas Flame, yani Texas alevi. Sarı gibi görünse de, saçlarına yer yer kırmızı röfleler attırmış gibi değil mi?
Lale bölümümüz bitti. Bundan sonrası hem renk hem de çiçek türü olarak karışık. "cemali güzeller" ile başlayalım mı?. Gördüğünüz gibi sarı, mavi, beyaz bütün renklerden varlar ve iç içeler. Ya bu mor mor "hanım düğmelerine" ne demeli. Nasıl da alımlılar değil mi? Hanımlardan bahsetmişken, bunlar da “hanım sallandı” çiçekleri. Renklerindeki canlılığı görüyor musunuz. Bu güzellik anlatılamaz ki. Gel gelelim “mümüdük” çiçeğine. Aman Tanrım nasıl da mor mor ve salkım salkımlar. Şaşırıp hayran kalmamak elde değil. Baş döndürücü kokuları ile yaseminler, ballı babalar. "Fare kulakları" çiçekleri, masmavi ve dimdik. Daha sonra "ak yıldızlar, çan çiçekleri," ah güzelim "süsenler", muhteşem "peygamber çiçekleri," kar misali bembeyaz dökülen "çoban yastıkları." Bakın bu "kır sümbülünü" mutlaka görmeli ve koklamalısınız. Safir taşı gibi, derin mi derin bir mavilik, okyanusa dalar gibi bir şey. Kırların sümbülü olur da, koca dağların sümbülü olmaz mı? İşte bunlarda başlarında ihtişamlı taçları ile kraliçeleri andıran, "dağ sümbülleri." Pembiş "sütleğenler."  "Hanım elleri;" bembeyaz, narin, ince, estetik, hoşlar ve insanın içini bu kadar çarçabuk ısıtmasını kim öğretti bunlara? "Newroz" çiçekleri. Bunların çizimini tanrı mutlaka ressam Van Gogh’a yaptırmıştır. Yapraklarına serpişen sarıya bakarsanız siz de bana katılırsınız. Nasıl sizce de değil mi? Yine sarı sarı "karahindibalar." Minik minik beyaz "müge" çiçekleri. "Aslan ağzı" çiçeklerine ne dersiniz. Krem rengini andırsalar da, daha çok açık sarı değil mi? Ve son olarak da benim canım “unutmabeni” çiçeklerim. Maviliklerinde pek iddialı olmasalar da, güzellikleri unutulacak gibi değil.
Umarım sizi sıkmamışımdır. Size bir kahve dahi sunmadım. Çiçeklere daldık gitti, yani güzelliklere. Kusuruma bakmayın ne olur. Ne kadar kötü bir ev sahibiyim. Buyurun şöyle oturun, yordum sizi. Biraz önce unutmabeni çiçeklerini gösterirken, kendimi tanıtmayı unuttuğumu hatırladım. Ben Sude hanımın kedisi “Mırmır”. Yalanlarıma aldanmayın. Öyle sade kahveler falan da içtiğim yok. Sude hanım çok içiyor, ben de O’na özeniyorum. Hatta bir keresinde Sude Hanım mutfağa gitmişti ve fincanın dibinde çok az kahve kalmıştı. Güzel sahibem bu kadar çok sevdiğine göre ben de şuracıkta tadına bakayım dedim. Bakmaz olaydım, kahvenin berbatlığına mı yanarsınız, Sude Hanıma yakalanmama mı. Sude Hanımdan ne kadar çok memnunum bilemezsiniz. O kadar hanım hanımcık ki. Kahve içmeme kızıp, terlik falan da atmadı tabi. Sadece garipsedi ve şaşkınlıkla baktı. Telaşlandım, fincanı devirdim. Kalan kahve olduğu gibi kar beyazı tüylerime döküldü. Tüylerimden söz açmışken, kendimi çok beğenirim. Güzelliğim Allah vergisi. Gözlerimin güzelliği dünyanın dört bir yanında konuşulur. Çünkü ben bir Van kedisiyim. Vaktimin çoğunu ya bahçedeki çiçeklerin arasında, ya da cımbızım olmasa da aynanın karşısında geçiririm. Pembe, uzun, ince dilimi çıkarır, bütün tüylerimi tek tek tarayıp, temizlerim. Sude hanım gibi gözlerime sürme çekmeme gerek yok. Güzellikleri malumunuz. Bu konuda mütevazi olmamı beklemezseniz sevinirim. Sude Hanım gözlerine sürmeler çekse de, O’nun da gözleri oldukça güzel. Masmavi derin denizler gibi. Baktığınız zaman bu deryalara, eğer yüzme bilmiyorsanız daha fazla bakamazsınız. Boğulacağınız hissi çok geçmeden gelir sizi bulur. Ardından kendinizi mahcup bir eda ile yere bakar bulursunuz.
Yıllarca önce Türkiye’den buralara kaçmak zorunda kalmış. Şimdilerde altmışlı yaşlar da. Dedim ya hala çok ama çok güzel, "cami de mihrap da yerinde duruyor," hem de dimdik. Hiç bir deprem çatlak dahi oluşturmamış. Ülkesinde gazetecilik yapıyormuş. Bana anlattığı kadarı ile; bir eylül günü asker postallarının sesi ülkenin dört bir yanında duyulur olmuş. Ardından tank sesleri ve her yeri ölüm kusan silahların gölgeleri kaplamış, bütün ülke topraklarında bir şiddet sarmalı hakim olmuş. Sude Hanım şanslıymış bir yolunu bulup, bu laleler, kanallar ve yel değirmenleri ülkesine gelmiş. O barbarca işkencelere maruz kalmamış. Beni beş yıl önce bir arkadaşı ile daha ben yavru iken getirtti. Hayal meyal hatırlıyorum. Uçak denen o devasa kuşlardan birine bindiğimizi ve midemin berbat bir halde bulandığını hatırlıyorum. Ben bildim bileli her gün ve her an yazıyor. Bu yüreğini yıldızlara asmış olan kadın, bütün gün ne yazar ben de bilmiyorum. Yazdıklarından bazılarını bir gün olsun bana okumadı, fikrimi sormadı. Oysa beni ne kadar da çok sever. Yazarken çoğu zaman beni alıp, masasına bilgisayarının yanı başına oturtur. Gözlerime bakarak yazmaya başlar, tabi ben de baygın baygın O‘nun gözlerine.
Size bahçede bir sürü birbirinden alımlı ve mis kokulu çiçek gösterdim, sizleri onlarla tanıştırdım. Ama asıl çiçeğim ile henüz tanıştırmadım. Evet benim en güzel çiçeğim. Bakın dış kapıyı açıyor ve içeri giriyor.
Mırmır… Neredesin kızım? Ben geldim.”
Miyav… miyav.” Evet bu gelen Sude Hanım. Çok güzel değil mi? Anlatımımın ne kadar da eksik kaldığını gördünüz mü? Size bir sır da vereyim mi? Galiba son zamanlarda sevdiği bir adam da var. Kıskansam da, O'nun hayatta daha da mutlu olmasını istediğim kadar, hiç bir şeyi istemiyorum. Sude Hanım mutluluğu hak ediyor, çok mutlu olsun. Lalelerin arasında, kanal boylarında, yel değirmenlerinin etrafında, sevdiğinin kolunda ve tabi ben de kucağında olayım ve sülün gibi dolanan çok mutlu bir kadın olsun.
Tüylerimi okşar mısınız? Korkmayın, tırmalamam. O kadar da vahşi değilimdir, Övünmek gibi olmasın, Van'liyim dedim ya. Sizi öpebilir miyim?





Amsterdam, 16 Aralık 2015 




13 Aralık 2015 Pazar

PİRO





PİRO

Yaşı kemale erdiğinden olacak, çok yüksek olmasa da tepeleri tırmanmakta, artık bir hayli zorlanıyordu. Oysa belalı başında kavak yellerinin esmekte olduğu zamanlar, değil bu Pur yaylasının kıçı kırık yüz metrelik tepesini; binlerce metre yüksekliğinde, geçit ve adamı saklayıp ele vermeyen sarp dağları, ay ışığında şavkı yüzlerce metre ileriden görülen mavzeri, omuzundan çapraz beline doğru uzanan sıra sıra inci gerdanlıklar gibi dizili domdom kurşunları, kafasını dimdik tutan boynuna sarkıttığı dürbünü, ayağında İzmir efelerinin körüklü çizmeleri ile uçurumları ve kayalıkları bana mısın demez, bir ceylan misali sekerek çıkardı. Şimdilerde ise kendisini adeta kabuğuna iyice çekilmek zorunda kalan bir kaplumbağa gibi, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz, "bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" diyen, miskin bir ihtiyar gibi yaşıyordu.
Henüz yirmili yaşlarda iken kanun ile ters düştü. Hiç istemediği bir öldürme olayında, kendisini savunmak zorunda kaldığından elini İstemeden kana buladı. Olay sonrası çok geçmeden tasını tarağını toplayıp, terki diyar edip, gözlerden ve gönüllerden hayli ırak gitti. İç Anadolu bozkırındaki Kürt köylerinden kaçışı, onu güneyde Çukurova’ya kadar getirdi. Önceleri bölgede dağa çıkan bir kaç eşkıyanın yanında yer aldı. Her defasında kısa aralıklarla eşkıyaların adamı olmayı ret edip, ayrıldı. Çok geçmeden kendine bağlı gözü pek adamlarını toplayıp, başına geçti.
Etekleri neredeyse Akdeniz’den çıkagelen Toroslar, Bolkar, Tahtalı, Ala dağlarının zulalarında saklanıp, kendisini güvende hissettiğinde düzlüğe indiği Anavarza kayalıkları ve Çukurova büklerinde uzun yıllar, “dediğim dedik” hüküm sürdü. Vicdanı hiç bir zaman gaddarlıktan yana olmadı. Zalimin yanında bir dakika olsun yer almadı. Yanındaki adamlarına ve çevre halkına karşı her daim adil olmaya çalıştı. Paylaşımdan büyük mutluluk duydu. Bir kaç kez çatışmalarda hafif sıyrıklar ile postu deldirdiyse de, bedeninin direngenliği ile kefeni her defasında yırttı. Elinden geldiğince mazlumun, fakir-fukaranın, savunmasızın ve halkın yanında yer alarak bu yalçın dağlara adını Kürt Piro Ağa olarak yazdırdı. Yöre halkı, Kürt Piro Ağa ismini her zaman büyük bir saygı ve minnetle andı. Torosların eteklerinde ve Anavarza toprağında yaşayan börtü böcek, bir birinden güzel öten bin bir kuş, kayalıkların üzerinde av peşinde fır dönen kartallar, burcu burcu kokan olabildiğince albenili kır çiçeği, deve dikeni, kengerler, çiğdemler, çamlıklar, mersin ağaçları, kıvrıla kıvrıla süzülen yılanlar, solucanlar, kertenkeleler, kaplumbağalar, tavşanlar, tilkiler, sırtlanlar, kurtlar, çakallar ve bilumum canlı; kendilerini Kürt Piro Ağa’nın koruması altında buldular. Torosların eteklerinde toprağı üzerinden atıp fışkıran, güneşe merhaba diyen her çiçeğin başında dakikalarca durur, onları koklar, kızlarım diye incitmeden okşar ve mis kokularını ciğerlerinin derinliklerine hapsedercesine çekerdi.
Oysa şimdilerde, Philips marka transistörlü radyosunu sırtlanıp, Pur Yaylasının yirmi haneden oluşan yerleşim yerinin karşısındaki tepeye tırmanırken ıhlayıp pufluyordu. Artık yetmişli yaşlardaydı. Yirmi yıl önce çıkan bir genel aftan faydalanıp, sarp dağlardan düzlüğe inip, insanlarının arasına katıldı. Önceleri, sanki ayakları yere basmıyor gibiydi. Yaşama yeniden katılıp, adapte olmakta oldukça zorlandı. Göstermelik bir askerlik sürecinin ardından, baba ocağına döndü. Ne yazık ki o yokken, Anne ve babası da ölmüşlerdi. Cenazelerine dahi gelememişti. Beşikte bırakıp gittiği köyündeki bebekler, büyüyüp askerliklerini tamamlayıp, nişanlanmışlar, evlenmişler ve çoluk çocuğa karışmışlardı. Uzun bir eşkıyalık serüveninin ardından, erken yaşta kocasını kaybeden Zerya ile konu komşu aracılık yapıp, Piro’yu baş göz ettiler. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen pek de şikâyetçisi olmadığı bu evlilikten, pırıl pırıl iki oğlu ve bir kızı oldu.
Pur Yaylası’nın tepesinin doruğuna ulaştığı zaman oturacak düz bir taş aradı. Bir çalılığın arkasına saklanan büyükçe düz bir taşı yerinden kaldırıp uygun bir yere atıp, ayaklarını yaya yaya oturdu. Akşam karanlığı iyiden iyiye çöktü. Alabildiğine berrak görünen gökyüzünde yer yer parlak kırpılmış yıldızlar salınırken, ay gümüş renginin tüm tonları ile çıkageldi. Piro radyosunun düğmelerini tütünden tamamen sararan boğumlu parmakları ile çevirdi. Radyodan art arda anlaşılmaz gürültüler geldi. Uzun bir uğraşıdan sonra Erivan radyosunu bulduğu zaman, ellerini çekti. Radyoyu kendisine doğru sağ ayağının dibine koydu. Erivan radyosunu ancak bu yükseltide dinleyebiliyordu ve Ayşe Şan çok içli bir sesle “Salıho” stranını (Kürtçe türkü) söylüyordu. Elini pantolonunun cebine daldırıp, gümüş tabakasını çıkardı ve Zerya’sının saçlarını andıran bir tutam altın sarısı tütün alıp, sardı. Tütün genzini yaksa da Saliho stranının melodisi yüreğini yaktığı için bu daha baskın geldi. İlkel yapılı yayla evlerinden sönük ışıklar süzülüyordu. Ayşe Şan'dan sonra neşeli bir strana başlayan, Kürt müziğinin gökyüzündeki yıldızı Mehmet Arif Cızrawi, “Kıne” (kısa) adlı bir Kürt dilberine dillere destan aşkını anlatırken, ay elini çenesine götürdü, yanıp sönerek göz kırpan yıldızlar ise uçsuz bucaksız bir halaya durdular. Radyo “dengbej” Mehmet Arif Cizrawi’nin, insanın kalbini dağlayan sesini mucizevi bir şekilde getirip, Pur Yaylası’nın tepesinde Piro’nun hafiften tüylenen kulaklarına aynen şöyle ulaştırdı.
“Kinê
Adın ne güzeldir bu dünyada,
Kinê Kinê
senin başın için,
ah bu yüreğim el vermiyor ki adını söylemeye
yaman, yaman, yaman...
Adın alemin içinde şirindir
yüreğim el vermiyor ki, adını telaffuz edeyim.
Ben şehirlere gitmek mecburiyetindeyim.
Senin aşkın için diyar diyar dolaşmaya oy oy oy Kinê,
mecburum ben şehirlere gidip dolaşmaya.
Humus şehrine, Hama’ya
altın, gümüş, yakut ve zümrütten yapılmış,
bu dünya malı olan bir kemer,
getireyim Kinê me.
Takayım ince beline
yaman yaman yaman....
Düğünlere, halaylara gitmesi için,
yeşilliklere, sazlıklara, dere kenarlarına
o keten elbiseni lo lo yırtmaya..
yaman, yaman, yaman...
……………………”
Piro uzaklara daldı gitti. Tabakasından tutam tutam tütün alıp sardı. Olacak gibi değildi. Bu güzelim dil, güzelim melodiler yasaklıydı. Onca yıl Çukurova’da tüfek çatmış, vurmuş vurulmuş, zalimin ensesine çökmüş, kurt ve kuş ile arkadaş olmuş, çiçeklerle konuşmuş, dağlara hükmetmişti. Doğada ne kurt kuşun ötmesine, ne de kartallar baykuşlara böylesi yasaklamalar getirmemişti. Vakti zamanında dünyaya kafa tutan Piro, melodileri bu yasaklı dilde, gizli, saklı dinledi.
Piro uzun uzadıya dinlediği ve mest olduğu melodiler ile sık sık eşkıyalık yıllarına gitti. Bir taraftan da çok tatlı bir uyku bastırdı. Eriwan radyosu yasaklı bir dilden stranları Pur Yaylası’nın tepesinde özgürce sürdürdü. Piro tepede uyuya kaldı. Ay gökyüzündeki yıldızları toplayıp, gitti. Uzaklardan şaşılası güzellikteki renkleri ile sökün edip, gelen güneş; ışıklarını Piro’nun üzerine serpiştirirken, Eriwan radyosunda coşkulu sesi ile Meryem Xan ve ardından da Tahsin Taha yeni bir stranı yorumluyorlardı. Güneş renkli, sıcak, tatlı ve parlak, yaşlı Kürt Piro uykulu ve mahmur, Pur Yaylası birbirine karışan insan ve hayvan seslerinden dolayı gürültülü, kocası gece eve gelmeyen, acaba başına bir şey mi geldi diye meraklanan, sarı saçlı, üzüm gözlü, yaşı ilerlemiş olsa da güzelliğini sürdüren Zerya ise oldukça telaşlıydı.

Amsterdam, 13 Aralık 2015


6 Aralık 2015 Pazar

O




O

“Hasret ateşiyle dövülmüş sımsıcak bir demir gibi
Ne güzel şey düşünmek seni.”
                                      Nazım Hikmet

O, benim on dört yaşımın, pırıl pırıl, pır pır atan, duygulu minik-çocuk yüreğimin, sancılı ilk göz ağrısı idi. Başımdan geçen, kalbime derinlemesine musallat ettiğim, pek çoğu da platonik olan aşklarımın, belki de en platonik olanıydı. Uzaktan uzağa kımıl kımıl, hareketlerini, gülüşünü, bakışlarını, konuşmasını pür dikkat izlediğim, kendisine ha bugün ha yarın diye açılacağımı umduğum ve karşılığının alınması ile ölesiye mutlu olacağımı bildiğim zavallı, susuz kalmış kızıl bir gül misali boynu bükük, üzgün, süzgün ve vuslat özlemi ile dopdolu bir aşktı O.
O, ne şaşılası, anlatılamaz bir güzellikti. Buğulu zeytin gözlerinin iriliği, baktığınızda derinliği insanı soluksuz kılan, kirpiklerinin kıvrımlı uzunluğu, kaşlarının o güzelim eğimi, dudaklarının korluğu, gamzeli yanaklarının parlaklığı, saçlarının kömür karası bukleler halinde çağlayanlar misali bedenine dökülüşü ile, var olan aklımı, uzun süre gelmemek üzere, başımdan hepten alıp gidendi O. Her ne zaman gözlerim kendisine ilişmeye görsün, başımdan uçup giden aklım, beraberinde açılan göğsümden fırlayan yüreğimle el ele verip, bu muhteşem güzelliğin karşısında, beni yapayalnız ve biçare bırakırlardı.
Çehresinin inanılmaz güzelliği, yaşayan canlı bir Yunan heykeli gibiydi. O sert kar beyazı mermerdeki fazlalıkları yontup, dünyanın en güzel heykeli olan Afrodit’i yaratan, ünlü heykeltıraş Praksitales, sanki zaman tünelinden geçip, dünyaya yeniden gelerek, O’nun da gizli saklı bir heykelini yapmıştı. Tanrı da verilen bu inanılmaz, şaheser emek karşısında, şapka çıkartmak zorunda kalıp, bu esere can ve kan vermişti. Aynı Tanrı, bununla kalmayıp, sonrasında insanı mest eden o şaşılası gülümsemeyi, nasıl da sihirli bir şekilde, o gamzeli güzelim yüze kondurmuştu.
Bir insana, en sıradan bir giysi dahi, şaşılacak derecede, ancak bu kadar yakışırdı. Takıp takıştırdığı her obje sanki, sadece O'nun üzerinde, var olan değerinin bin katını katlayarak güzelliğine güzellik katar, kıymet bulurdu. Ayakkabı bağcıklarının dahi, çok daha ayrıcalıklı, estetik ve en güzel O’nun ayaklarında durduğuna inanırdım. Vakti zamanında; Yüreğimi yakıp, kasıp kavuran, depremlerle yerle bir eden, virane çeviren, “memleket bakışlı gözlerine saatlerce bakıp, kendimi anlatamadığım” bir aşktı O. “Son hayalim, son hasretim, son sözüm, nar tanem, yutkunuşum, uyanışlarımın en güzeli” idi O.
Çocuk kalbimin ölesiye vurgunu olduğu bu aşka açılabilmek için hep uygun zamanı bekleye durdum. Her gelen an, o an değildi. Lakin ben bekleyedururken, öyle bir an gelmişti ki, çok ama çok geç kalmıştım. Yanında ben yürüyeceğim, elinden ben tutacağım, gözlerinin derinliğinde ben kaybolacağım darken, gördüm ki bunu başkası bütün bu ulaşılmaz güzellikleri, çoktan yapar olmuş. Benim yaşamdan en büyük isteğim olan bu arzumu, elini çabuk tutan en yakın arkadaşıma kaptırmıştım. Dünya başıma yıkıldı. Art arda aylarca şiddetli artçı depremlerim dur durak bilmedi. Yeryüzü ve gökyüzü yer değiştirdi. Kapkara bulutlar yeryüzünde dolaşır oldu. “Kalbimden kalbine giden, görünmeyen büyülü yol” gaddarca kesildi. Ben, ben olmaktan çıktım. Dünyamdan geçtim. Tadım tuzum kalmadı, tükendi. Tutunduğum bütün dallar ansızın koptu. Uçsuz bucaksız uçurumlarda hızla düşer oldum. On dört yaşında olmama rağmen, saçlarım apansız kar beyazı oldu. Esir düştüm, tutuklandım, yüzlerce yıl rutubetli-karanlık hücrelerde unutuldum, işkenceler gördüm, ölüm oruçlarına yattım, sürgün edildim, özgürlüğüm gasp edildi, ellerim kelepçelendi, ayaklarıma prangalar takıldı, yüreğim koparıldı, köyüm yakıldı, ana dilim, kimliğim, kültürüm, gelenek ve göreneklerim yasaklandı, zifiri bir karanlık, afakanlar bastı. “Her yanı çiçekler açmış, yemişlerle dolu bir fidana benzeyen güzel yüzüne hasret yaşar” oldum. “Beni kör kuyularda merdivensiz, denizler ortasında yelkensiz, beni O’suz, beni bensiz bıraktılar.”
Vakti zamanında, “bana memleket, bana su, bana tat, bana uyku, bana rüzgar gibi esen sevgili” idi O. On dördümde, benim gözümde, dimağımda, minik yüreğimde, o taze bedenimdeki bütün hücrelerimle hissettiğim bir tanrıça idi O. Beş yüz yaşıma da gelsem, O benim çocuk masum kalbimin ilk aşkıydı. Yaşayacağım beş yüz yılın inim inim unutulmaz sızısıydı. “Manolya kokulu başını bir kez olsun kollarımın arasına alamadığımdı.” Ve O, şimdi nerelerdeydi? Evlendi mi, çocukları var mı, hayatta mı, ne yapar-ne eder, O hala öyle güzel mi, gamzeleri duruyor mu, gözlerinin derinliğinde hala kayıplar oluyor mu? Yıllar yılı O’nu unutmayıp, hatırladığım gibi, O da beni hatırlar mıydı? Heyhat olan oldu ve onlarca yıl sonra, şimdilerde beynime çöreklenen, salt bir soru yumağı oldu O.

Amsterdam, 5 Aralık 2015


26 Kasım 2015 Perşembe

BU ALEMDE KAÇ KİŞİYİZ




 BU ALEMDE KAÇ KİŞİYİZ
“Aloo… ah be oğlum Ali… Benim, Hüseyin. Sesimi almadın mı yoksa, hala uyanamadın mı? Ulan kargalar bile uyandı, sabah kahvaltısında boklarını yediler. Akşam ne yiyeceklerinin telaşına düştüler. Sen hala uyanamadın gittin.”
“Hüseyin ya, kardeşim ne kargası, ne boku? Neden bahsediyorsun sen? Uyandım, fakat canım hiç bir şey istemiyor. Moralim berbat.”
“Neden, ne oldu ki?”
“Asiye’yi dün çarşıda gördüm. Arkadaş ben O’nun için yanıp, tutuşurken, hanımefendi dönüp bi yol suratıma bile bakmadı. Anlayacağın halim pek hal değil, daha doğrusunu söyleyecek olursam Hüseyinciğim, tadımdan yenmeyecek durumdayım.”
“Oğlum sen de kafayı taktığın şeye bak hele. Senden iyisini mi bulacak. Bugün olmazsa yarın senin kollarına koşacak Asiye yengemiz. Bak Leyla da başlarda bana karşı aynen böyle idi. Bak şimdi bensiz nefes dahi alamıyor. Kadın kısmı biraz nazlıdır. Öyle biz erkekler gibi tepetaklak atlamazlar. Bekleyip sabredeceksin. Bu arada; ne diyeceğim sana, akşama Murat, Selim ve Memo’yu da çağırsan da bu akşam oldu olacak felekten bir gün çalsak. Bizim Dimitri’nin meyhanesine gideriz, hem sen de biraz açılırsın.”
“Vallahi iyi fikir. Kafayı çekmek belki iyi gelebilir. Biraz olsun üzerimdeki berbatlığı bir tarafa atarım. Ben bizimkileri ararım. Akşam sekiz gibi bende buluşalım mı?”
“Olur bana uyar. O zaman ben sizi gelip alırım. Benim de ihtiyacım var. Biraz kafayı demleriz. Son zamanlarda her şey üstüme üstüme gelmeye başladı.”
“Tamam kardeşim, dert etme. Akşama buluşuyoruz o zaman.”
Hüseyin telefonu kapatıp, mutfağa kahve yapmaya gitti. Gür bıyıklarını çekiştirerek kahve kutusunu aradı. Uzun düz saçları eğildiği için, çağla yeşili gözlerinin önüne bir perde gibi indi. Bugün izin günüydü, taksicilik yapmasına gerek yoktu. Haftada bir gün izin alıyor ve her çalışmadığı günü, eğer arkadaşları da zaman olarak uygunlarsa, onlar ile birlikte geçiriyordu.
Annesinden yadigar kalan, iki fincanlık soğuk su koyduğu bakır cezveyi ateşe koydu. Kokusu mutfağa mis gibi yayılan kahveden ekledi. Kahveyi karıştırırken elinin yanmamasına dikkat etti. Bir yandan da iki yıl önce kaybettiği, tatlı gülümsemeli, kar beyazı boncuk işlemeli tülbendinden taşan kırlaşmış kahkülü gözüken, gün yüzü görmeyen annesi gözlerinin önünde belirdi. Yüreğine, O’nu alıp götüren tatlı bir hüzün dalgası yayıldı. Buğulanan gözlerinden bir damla gözyaşı olabildiğince çabuk özgürlüğüne kavuşmak istercesine, kendisini saldı ve Hüseyin’in karıştırdığı köpüren kahvenin içine düştü.
Gül yüzlü anacığı şimdi olsaydı, nasılda boynuna sarılır, O’nun yumuş ellerinden doyasıya öperdi. Babası O küçük yaşta iken bir trafik kazasında öldüğü için, kendisini sadece resimlerden tanıyordu. Annesi Sultan hem annelik hem de babalık yapıp, dişi tırnağı ile dikenli hayata tutunup, oğlunu büyüttü. Tam rahat edecekleri sırada da anneciği biricik oğlu Hüseyin’i ardında bırakıp yıldızlara uçtu.
Yer yer tüylenen sarı koltuğa oturup, kahvesini yudumlarken, kömür gözlü, gamzeli, süt beyazı ipek tenli ve dalgalı saçlı, yaklaşık altı aydır arkadaşlık yaptığı Leyla’nın çehresi hayal bulutları halinde gelip, bulunduğu odada da dolaşmaya başlayınca, yüreğine çöreklenen kasvet aniden dağılıverdi. İçine üst üste bal damlaları düştü. O şen şakrak hali, kocaman gülümsemesi ve cıvıl cıvıllığı ile ne kadar da hoştu. Üst dudağını kaplayan gür bıyıklarının altında, mutluluğunu ortaya koyan geniş bir gülümseme belirdi.
Dışarıda tatlı bir esinti halinde sonbahar rüzgarı hakim. Rüzgar ağaçlarda yer yer kalan sarı ve kırmızımtırak hazan yapraklarını koparırken, yerlere düşenleri de oradan oraya sürüklüyor. Savrulan sarı ve kırmızının farklı tonlarındaki yapraklar birbirlerine karışarak, kuytuluklarda öbekler halinde toplanıp, oluşturdukları sinerji ile savrulmamak için rüzgara karşı koyuyorlar. Güneş belli belirsiz ışınlarını salıp, canlıların ve yeryüzünün ısınması için herhangi bir gayret göstermiyordu. Penceresinin camında ansızın uçacakmış gibi kanatlarını yarı yarıya kadar açıp kapayan, sonrasında, karar değiştirip, “biraz daha kalayım” der gibi, bundan vazgeçen beyaz bir güvercin belirdi. Kanatlarını çırptıkça camdan sesler geldi. Belli ki açtı. Hüseyin mutfaktan bir avuç bulgur aldı ve camı usulca açmasına rağmen, ürküp korkan güvercin, bahçedeki erik ağacının orta kısmında, iki kızıl yaprağın düşmemek için direndiği dallardan birine kondu. Hüseyin camın dış pervazına avucundaki bulguru ince bir hat halinde döktü. Cam kapandıktan sonra, çok geçmeden tehlikenin ortadan kalktığına gören, beyaz güvercin tekrar geldi. Serpilen bulgur tanelerine gagasını seri vuruşlarla, ahşap pervazda ritmik sesler çıkararak yemeye koyuldu. Esen rüzgarın etkisi ile kanat çırpmakta zorlanan iki minik serçe de gelip, Hüseyin’in sunumundan ürperti ile faydalandılar.
Evin içinde biraz daha oyalandı. Duyduğu derin özlemin dayatması ile daha fazla dayanamadığı Leyla’ya telefon etti.
“Sevgili nasılsın, sesini duyayım dedim. Seni çok özledim.”
“İyiyim canım, ben de seni çok özledim. Ama senin bugün programın vardı. Hani şu felekten gün çalmalar, falan. Bu felekten gün çalma işi neden bir gün de benimle yapılmıyorsa, onu da anlayamıyorum, ama ne ise. Sineye çekiyoruz zorunluluktan.”
“Canımsın. Biraz daha sabır be güzelim. Uzun bir ömür boyu beraber çok mutlu olacak ve birlikte yaşlanacağız. Bu günleri iple çekiyorum ve çoğu gitti azı kaldı biliyorsun. Ve ben seni çok ama çok seviyorum. Sen benim dünyam, her şeyim, hayatım ve de en kıymetlimsin.”
Doğrusu, Leyla’nın yerden göğe kadar hakkı vardı. O’na daha fazla vakit ayırmalıydı. Bir oda ve salondan ibaret olan evini silip, süpürdü. Yemek yapmasına gerek yoktu. Nasılsa arkadaşları ile meyhanede bir şeyler yerdi. Akşam olmak üzereydi, gitme vakti de geliyordu.
Kar beyazı ütülü gömleğini ve üzerine de siyah takım elbisesini giyip, evden çıktı. Arkadaşlarının hepsi Ali’nin evindeydi. O nedenle arabayı Ali’nin evine doğru sürdü. Ali arabanın ön kısmğna, arkaya da Murat, Selim ve Memo yerleşti. Arabanın içinde bir anda gülüşmeler, şakalaşmalar aldı yürüdü. Bir taraftan da arabının teybinden, Ahmet Kaya bangır bangır bağırıp; "kafama sıkar giderim." şarkısı gürültüye karışıyordu. Yirmi dakikalık bir yolculuğun ardından Dimitri’nin meyhanesine geldiler.
Meyhaneden buram buram yemek kokuları yükseldi. İçerisi doluydu. Müzeyyen Senar “makber” şarkısını inlerken, dışı buğulanan rakı bardakları “camiye mi geldik, hadi yarasın, içelim güzelleşelim” mırıldanmaları ile fora olup, bir anda havaya kaldırılarak tokuşturuluyordu.
Beş kafadar meyhaneci Dimitri’nin gösterdiği masanın etrafında bir halka oluşturdular. Çok geçmeden Dimitri alabildiğine masayı donattı. Şerefe kaldırılan kadehlere, beş kafadarın kadehleri de katıldı. Konu dönüp dolaşıp, sevgililere geldi. Hüseyin hariç diğerleri bir nevi platonik aşklar yaşıyorlardı. Sohbet derinlere inmeden, aşklar etrafında dönüp dolaştı. Meyhanedeki kederli erkeklere, böylelikle yenileri katıldı. Masaya çöken hüzün art arda içilen içkiler ile kafaları iyice hoş etti. Ah Asiye, ah Leyla… Zeynep… Rojda… Ahh Aliye nidaları yükseldi. Sohbetin tadı tuzu kalmadığı gibi, zaman da geç olduğundan kalkmak üzere toparlandılar. Hüseyin sevecenlikle Dimitri’nin tombul yanaklarından iki eli ile makas alıp, sallana sallana meyhaneden çıktılar.
Arabaya binip eve doğru yola koyuldular. Hüseyin arkadakilere dönüp;
“Söyleyin bakalım. Ulan kaç kişi kaldık biz bu alemde?” Arabada bulunan beş kafadardan da aynı anda;
“Beş kişi kaldık. Beş” sesleri yükseldi. Hızla ilerleyen araba önce murat’ın evinin önünde durdu. Murat arabadan inip uzaklaştı. Selim;
“Ya bu Murat da yaramaz adam. Pintinin teki.” Ardından da arabada kalanlar;
“Haklısınız ya, aynen dediğiniz gibi” diye onayladılar. Hüseyin tekrar devreye girdi.
“O halde arkadaşlar kaç kişi kaldık bu alemde?” Bu kez de hepsi birlikte;
“Dört kişi… Dört” diye bir ağızdan bağırdılar. Ardından da Selimi evine bıraktılar. Selim de iner inmez, bu kez de Hüseyin devreye girdi.
“Selim de yavşağın teki. Bir dediği bir dediğini tutmuyor. Çok yanar döner biri.”
“Evet ya haklısın, aynen dediğin gibi.” Onaylamaları anında arabanın içinde yankılandı. Bunun üzerine Hüseyin;
“Kaç kişi kaldık bu alemde?”
“Üç kişi kaldık hemşehrim, üç kişi” diye avazları çıktığı kadar bağırdılar. Karanlık ve dar sokaklar aşılarak Ali’yi de evine bıraktılar. Arabada bir tek Memo ve Hüseyin kaldı. Hüseyin Memo’yu da evine bıraktıktan sonra, bir başına kalacak ve evinde oturup, Leyla’sını düşünecekti. Yarın iş günüydü. Belki fazla oyalanmadan uyur ve kim bilir rüyasında da Leyla’sını görürdü.
Memo’nun kapısının önünde durdular. Hüseyin’in hiç beklemediği bir anda, Memo arabadan inmeden, dönüp Hüseyin’in yakasından tutup, çekiştirdi.
“Bana bak oğlum Hüseyin bak en son ben iniyorum. Benim arkamdan da, hakkımda kötü şeyler söylersen kötü olur. Bunu duyarsam çok bozulurum ve seninle yollarımız ayrılır. Evet sen söylemeden, ben söyleyeyim. Bu alemde iki kişi kaldık. Ama, sen sen ol, kendi kendine içinde bile benim arkamdan hiç bir şey söyleme. Yoksa şuracıkta ümüğünü sıkarım senin. Bunu aklının bir köşesine yaz. Tamam mı?” Memo iyi bir arkadaşı idi ve doğrusu O’nun hakkında kötü şeyler söylemeye dili varmazdı. O nedenle memo’nun bu çıkışını oldukça garipsedi.
“Yok babam yok. Senin için ne söyleyebilirim ki. Sen benim kardeşimsin.” Hüseyin tehlikede olduğunu gördüğü ümüğünü telaşla tutarken, Memo evine gitmek üzere, karanlıkta kayboldu, Arabanın farları loş yolları aydınlatarak uzaklaştı.

Amsterdam, 26 Kasım 2015




  






16 Kasım 2015 Pazartesi

MURTAZA



MURTAZA

Ben Murtaza. Bekçi değil. Çetrefil hayatın alabildiğine yorgunu, ince ince düşünen, kılı kırk yaran, yeryüzündeki her beşere karşı nazik ve kibar olan Murtaza. Her daim, elimden geldiğince; aman bu dünyada kimseciklerde gönül kırılmaları olmasın diye özen gösteren, her şeyi, her an, en ince detayına kadar düşünmeye çalışan biriyim. Kimseleri üzmeyi, kırmayı ve hayal kırıklığına uğratmayı, bugüne değin bana yettiğine inandığım, tartıya vuramadığım, avuçlarımın içine alıp, kırpıştırdığım çakır gözlerimle boğumlarını inceleyemediğim, bir sünger gibi sıkamadığım, ne denli büyük olduğunu bilemediğim, ceviz içi görünümlü, köşesiz aklımdan, mümkün olduğu kadar geçirmemeye çalışıyorum. Her durumda, ne olursa olsun, olur ya üzülecek, kırılacak veya hayal kırıklığına uğrayacak birileri varsa, söz konusu kişi bunu çok fazlası ile hak ettiği halde, anında hışımla biçare, hassas yüreğime döner ve paralanmaya layık kişi yine ben olmalıyım derim. "Kendim ediyor, kendim buluyor, gül gibi sararıp, soluyorum. Eyvah... eyvah."  Olan sonuçta ben Murtaza'ya olur.
Gelinen noktada, uzun uzadıya dönüp dolaşılan, ince ve kıvrımlı çizginin ben bekçi olmayan Murtaza’yı mecalsiz bırakıp, artık hayli yorduğudur. Galiba aynı tarz bir yaşantı değişimsiz sürekliliği ile, iyi veya kötü ayırımı olmadan, belli bir süre sonra insanın altından kalkamayacağı, çekilmez ve oldukça sıkıcı bir hal alıyor. Her şeye dikkat eden, hak hukuk gözeten, ölçüp-biçen, kırmayan, üzmeyen, yüreğime sürekli bal damlatan güzel sevdiğim; saçlarını yıkasın diye bakraçlar dolusu yağmur suları biriktiren, her hafta çiçek pazarından “sarı lalaler” alan, ayakkabı çeviren, palto-ceket tutan, kendisine duvar misali geleni dahi sımsıcak bağrına basan, “rica ederim bayım, siz önden buyurun lütfen,” geniş bir gülümseme ile “hoş geldiniz-başım gözüm üstüne” diyen, kabahatli olmadığı gibi bir gelincik misali kırılıp yaprak döken de ben olduğum halde, yine de yerlere eğilerek özür dileyen, başkalarının üzüntüsünü veya mutluluğunu paylaşan, değil anasının, yedi kat yabancının dahi “ekmeğine kuru, ayranına duru” diyemeyen, “aman efendim ne münasebetleri” peş peşe sıralayan, teşekkür eden, nezakete sımsıkı tutunan, gak dediğinde ekmek, guk dediğinde su veren, kul-köle olan, en küçük iyilik karşısında hayatım boyunca minnettarlık duyan, ceketimin düğmelerini ilikleyip, hazır-nazır el pençe duran, eğilmeler dahilinde büklüm büklüm olan, “her hıyarım var” diyene tuzu nemlenmesin deyi Tosya risotto pirinci tanelerinden koyduğum “tuzluğum ile koşan,” sökün edip gelen, beş yaşında çocuk olsa, oturduğu yerden doğrulup, ayağa kalkan, kanadı kırık serçe için ağlayan, ağır bir yük altında iki büklüm olan hamala yardımcı olmaya çalışan, "yarin yanağından" başka her şeyi dünya insanlığı ile paylaşmak isteyen, alabildiğine alttan alan, bahanesi ne armudun sapı, ne de üzümün çöpü olmayan, hoş gören, aldırmayan, bardağın hep dolu tarafından bakan, dostları söz konusu olunca teritoryamdaki çürümeye yüz tutan çitleri bir çırpıda kaldıran, kimselerin değil tavuğuna-serçesine dahi kış demeyen kişiliğim ile, sürdürdüğüm “gayrık yeter-bundan kelli” hepten kabak tadı veren rutin, tekdüze bir yaşantıdır benimkisi. 

Henüz tanık olamama rağmen, söylenen o ki; “tatlı suyun, taş deldiğidir” ama Murtaza’nın cephesinde, bunun getirisi sadece yorgunluk olup, ne yazık ki, tüm çabasına karşın pek de bir şeyleri değiştiremediğidir. Murtaza’nın kendisine ait bir kedisi yok. Her daim ödünç bir kedisi oldu ki, o da konumu gereği hiç fare tutmadı. “Lan gardaş bu nasıl yara?” İncelikten, insanlıktan, güzelliklerden ve her türlü değerden bihaber olanların, nasıl oluyor da; “kelinden kıvırcık saçlılar, köründen gök gözlüler doğuyor.” Oysa ben, lakırtısız dilini saklamaya gereksinimim olmadığı halde, başım her an bilinmeyenden gelen belalara katlanmak zorunda kalıyor.
Murtaza yorgun, argın. Ne olurdu sanki, hak edene, ağız dolusu, büyük bir iştahla ben de “ha siktir” çekebilsem. Ana avrat, yedi düveline, gelmişine-geçmişine ve geleceğine küfredebilsem, “Kimsin lan sen, kimsin?” diye bangır bangır bağırabilsem, puşta puşt diyebilsem, belki de biraz olsun rahatlarım diye düşündü. Hep Ahmet Kaya misali kafama sıkıp gitmesem, onun yerine ne gerekiyorsa onu yapsam. İleride lazım da olsa, “kırılan kolum yen içinde kalsa da” ve ben minnet eylemeyip, kapıyı yine de hızla çarpabilsem, diye düşündü. Ama nafile. Yedisinde ne isen yetmişinde de fark eden, pek dişe dokunur bir şey olmuyor. Neylersin, bütün hayatım boyunca iyi davranmaktan yorulsam da, tiril tiril incelikten kopsam da, bir halt yiyeceğin yok. Gülümse, yorgun Murtaza gülümse!

Amsterdam, 16 Kasım 2015


  

23 Ekim 2015 Cuma

SÜRGÜN


SÜRGÜN

Ne güzel, bir çırpıda; "açık alınla, on yılda on savaştan" tereyağından kıçeker gibi çıkıldı. Anayurt; örümcek ağlarını andıran "demir ağlarla örüldü ". O uzun hummalı çalışmaların ardından ulaşılan nokta, elbette ki, tek kelime ile muhteşem. Artık bu raylar üzerinde dağ, taş, dere ve tepe engeline takılmadan; insanları yığınlar halinde Anadolu’nun bir köşesinden alıp, diğer bir yerine götürecek olan kömür karası trenler var. Kimi yolcularını sevdiklerinden bir süreliğine ayırırken, bir o kadarını da özlem duyduklarına kavuşturacak. Bu demir raylarının uzandığı Elazığ Garı’nda, bekletilen ve lokomotifinden kara dumanlar yükselen, kara yük treninin vagonları balık istifi, tıka basa insan dolduruldu. Elbette kan ter içinde yaptırılan, bunca zahmet ve devlet hazinesindeki onca çil altınına mal olan, yılan kıvrımlı yolların şimdi bir işe yaramalarının zamanı.
Tren lokomotifinin geniş bacasından önceleri göğe doğru yükselen, sonradan yeniden alçalan kara dumanlar etrafı alabildiğine kapladı. Süngü takılı tüfekleri ile haki üniformalı askerler, hareket halindeki insan selini zor kullanarak kontrol etmeye, onları ite kalka eziyet ederek, yük vagonlarının kapılarından içeri sokmaya çalışıyorlardı. Daha çok ezik, yorgun, umudu olmayan yoksul görünümlü insanı, içeri sokmaya zorlarlarken, kurbağa görünümlü eli silahlı askerler bir yandan da dumandan yanan gözlerini ellerinin tersi ile siliyorlardı. Maraş’lı Ökkeş Çavuş bir an önce vagonlardan içeri girmeleri için tüfeğinin dipçiği ile insanların sırtlarına üst üste acımasız darbeler indirmeye başlayınca, emir komutasındaki bütün erler bunu bir komut olarak algıladılar. Onlar da dipçikleri biçare insanların omuzlarına olanca güçlerini ortaya koyup, vurmaya başladılar. Dipçik darbelerinden korunmak maksadı ile ellerini enselerine götürmeye çalıştılarsa da, bunun bir faydası olmadı. Bir an evvel vagonlara doluşmaktan başka çareleri yoktu. Yine de babalar ve anneler, omuzlarına dipçik darbeleri inerken dönüp, aile fertlerinin de aynı vagona bindirilip, bindirilmediğine bakıyorlar, yalvaran yaşlı gözlerle çocuklarını, yürümekte zorlanan ihtiyar anne ve babalarını arıyorlardı. Ellerini uzatıp, çocuklarını ve yakınlarının ellerinden tutup, kendilerine çekiştirirlerken iliklerine kadar hissettikleri acılar ile kolları yanlarına düşüyor tökezleyip, yere yuvarlanıyorlardı.
Düzgünlerin Salman canını dişine takıp, ellerinden yakaladığı gibi, annesini hızla kendisine doğru çekti, güçlükle vagonun içine aldı. Kara dumanlar arasından bir açıklık bulup, ışıldayan güneşe son bir kez baktı. Nisan ayının güneşi daha on yedisine yeni ayak basmış olan, parlak kıvırcık saçlı, açık mavi gözlerini kırpıştıran delikanlının yüzünün güzelliğini ortaya çıkarıp, bir anlık aydınlattı. İçerisi karanlıktı. Vagonların pencereleri yoktu. Sadece insanların doluştuğu kapıdan ışık süzülüyor, ağır bir hayvan gübresi kokusu yükseliyordu. Babası da çok geçmeden yanlarına geldi. Korku ile titreyip, “ya hızır” diye mırıldanarak birbirlerine tedirginlikle bakan insanların arasından süzülüp, vagonun bir köşesinde dineldiler. Güllü’nün sıkıca tutunduğu vagon kapısındaki açıklık parmağını kesti. Serçe parmağından damlalar halinde kanlar, vagon zemininde lekeler bıraktı. Güllü sevgi dolu gözlerle Salman’a bakıp, “önemli değil be oğul... önemli değil” geçer şimdi demek istese de, oğlunu ikna edemedi. Salman iyice kırışmış olan gömleğinin alt tarafından dişleri ile yırttığı parçayı koparıp, annesinin parmağını sıkıca sardı. Akan kan sıkıca bağlanan beze fazla  direnemedi, sadece beyazlığın üzerinde yuvarlak kırmızı bir nokta oluşturdu ve durdu. Babası Haydar derin bir iç çekişi ile karısı Güllü’nün elini avuçlarının içine alıp, usulca okşadı. Güllü bir an da olsa kendisini iyi hissetti. Evinin erkekleri şahin gibi etrafında kol kanat geriyorlardı. Fakat kendi anne ve babasından haber yoktu. Komşu köye on dokuz yıl önce gelin gelmiş, anne ve babasını kardeşleri ile on kilometre uzaklıktaki köylerinde bırakmış, ama onları her bayramda ziyaret edip, hal ve hatırlarını sormayı bugüne değin ihmal etmemişti. Bu düşüncelerden arınıp, kendisine geldiğinde az ileride bulunan komşuları Firfirik Hüseyin ve karısı Cemile ile göz göze geldi. Vagon kapısının yanında komşu ailelerin kızları Güher, Zeyni ve Bevir de sürülenlerdendi. Hayatlarının baharındaki bu gencecik kızların hüzünlü bakışlarını daha fazla yüreğinde hissetmemek için bakışlarını indirdi.

Nazimiye ve Pülümür'den kamyonlarla önce Kutudere,Türüşmek ve ardından Yeniköy'e, oradan da yine kamyonlarla Elazığ Garı’na getirildiler. Haydar Sürgüne gönderildiklerini biliyordu. Jandarmalar kendi aralarında konuşurken trenin Kütahya’ya gittiğini duydu. Dersimlileri yakaladıkları gibi batıya sürgüne gönderiyorlardı. Bu kafile ile de yerlerinden yurtlarından, sevdiklerinden, akrabalarından ve komşularından kopartılıp, sürgüne gönderilme sırası onlardaydı. Kütahya’ya sürgün gidiyorlardı. Çıkarılan mecburi iskan kararı ile sürgüne gönderilenlerin, tekrar kendi topraklarına dönmeleri de yasaklanıyordu.
“Bir yük vagonunda açtım gözlerimi,
Bizi kamyona doldurdular,
Tüfekli iki erin nezaretinde,
Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular,
Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar,
Tarih öncesi köpekler havlıyordu
Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler
Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki.
Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”
Cemal Süreya
Uzun uzadıya acı acı öten trenin harekete gemesi çile birlikte, tıka basa sürgün dolu yük vagonları, yoğun bir duman bulutunu ardında bırakıp gardan ayrıldı. Vagonlardaki insanlar ani kalkışın getirdiği sarsıntı ile ayakta ileri geri gidip geldiler. Vagon duvarlarına ve birbirlerine tutunmaya çalıştılar.
Güllü geride kalan anne ve babasını düşündü. Ne haldeydiler, acaba onlar da sürgün edilmişler miydi? Uçaklarla bombalanan, tüfeklerin ateşine hedef olan ve süngülenen insanlar geldi gözlerinin önüne. Dereler nasıl da kızıla boyanıp, kan akmıştı. Bu travmadan nasıl kurtulacaklardı. Yetmedi, şimdi de sürgüne gönderiliyorlardı. Köyleri Gewrek’teki anne ve babasının, hasta yatalak amcası Tello’nun ve diğer akrabalarının yokluğuna nasıl karşı koyacaktı. Bütün bu olup biteni nasıl anlayacak, unutacak ve kafasındaki sorulara cevap bulacaktı.
“Gizleyemez yüzlerine işlenmiş sürgünleri, pirlerin ak sakalı her teli ayrı bir yaradan beslenir, ‘38’ den beri yürekleri ‘şark çıbanı’, anlatsalar masal, sussalar ağıt. Gözü lal, dili lal, yüreği lal, yol anlatır o susar, su anlatır o dinler bir hüzün anıtıdır dersim sürgünü, yarası gizli, umudu lal.”
Ali Erenler
Gittikleri yerde de dağlar sarp mıydı, kırlarında hangi çiçekler ve otlar vardı, bütün bunlar nasıl kokarlardı? Gelincikleri nazlı mıydı? Papatyalarının yaprakları “seviyor-sevmiyor” diye koparılıyor muydu? Onların kırlarında da kenger, ışgın, alıç, dirike, poxik, kolbizin, beyaz sarımsak, can ve peygamber çiçekleri bulunur muydu? Meşeliklerin arasından hiç beklemediğiniz bir anda, yaban keçisi bir anne yavruları ile aniden yüzünü gösterip, meleyerek boynuzlarını yukarılara doğru kaldırır mıydı? Gittikleri yerde tilkiler, çil keklikleri, kaya kartalları ve su akan derelerinde, tıpkı Munzur Suyundaki benekli alabalıklar da olsaydı, ne iyi olacaktı.
Oradakiler kendilerini ne denli kabul ederler, hangi gözle bakarlar, aşağılayıp hor görürler kaygısı yüreğine oturdu. Uyum sağlamaları elbette zor olacaktı. Bir daha dönebilecekler miydi? Her şey; insanlar, kültürleri, dilleri, yemeleri-içmeleri, giyimleri, örf ve adetleri farklı olmalıydı. Onlar da zerfet, hazırlop köftesi, bişi, keşkek yemeği yerler miydi, acaba? Giyimleri de mutlaka farklıdır diye düşündü. Kafasında birbirine karışan yığınla sorularla bir eliyle kocasının, diğer yaralı eli ile de oğlunun elinden tuttu ve sımsıkı sıktı.
Kara yük treni hızla yaban ele doğru ahenkli sesler çıkararak, başında dumanlarla hareket etmeye devam edip, yüzlerce insanı yerinden, yurdundan, kanayan Dersim topraklarından, ortasından yırtılan bir kağıt gibi, bir daha dönmemek üzere ayırdı. Bu odaları dolu ama "hoş gelmeyen" bir trendi.

Amsterdam, 13 Ekim 2015






















29 Temmuz 2015 Çarşamba

YAZ

         Vondelpark




YAZ

“………………………………………………
Isınsa, iyice ısınsa ortalık ama,
Hele geceler.
Bıktım usandım üşümekten.
Rüyalarımda Afrika'ya gidiyorum.
Cezayir'deydim bir sefer.
Sıcaktı.
Alnımı bir kurşun deldi,
bütün kanım aktı,
ama ölmedim.
……………………………………………….
                   N. Hikmet

Gözlerimiz yollarda kaldı. Gelmek nedir bilmedi yaz. Isınsa havalar, şu yaşlanmaya yüz tutan kırılgan kemiklerimiz de ısınsa, ama küskün yaz bu yıl gelecek gibi değil. Nazın bini bir para. Dünyanın paslı çivisi hepten çıktı yerinden. Amsterdam’da güneş “mah cemalini” hafiften de olsa göstermeye görsün, buraların insanının çehresinde; anında, tarifi zor, gökyüzüne doğru büyükçe bal tatlısı bir eğri. Boncuk gözler cıvıl cıvıl. Cafè terasları alabildiğine dolu. Gençler yüzlerini güneşe dönüp, mavi, yeşil, ela ve kestane gözlerini kırpıştırıp, altın saçlı kızlar etrafındakilere aldırmaksızın biçimli bacaklarını yakmak amacı ile eteklerini biraz daha yukarılara çekiştiriyorlar.
Memleketime de yaz geldi, deniyor. Hem de kavuran cinsinden. Lakin insanların teraslarda oturup, köpüklü biralar içeceği, genç kızların eteklerini biraz daha yukarı doğru kaldıracağı türden bir yaz değil bu elbette. Kış ve zifiri karanlığın kol kola girip, yeniden sökün ettiği bir yaz.

Her gün yürek yakan ölüm haberleri geliyor memleketimden! Yine karın ağrısı; "Vatan, Millet, Sakarya" ve gırla mugalata!

Güneş, yüzünü bugün tesadüfen gösterince, bendeniz de soluğu dışarıda aldım. Çok sıcak değil, ılık, ürpertmeyen bir hava. Geldiğim park, “ana baba günü” gibi cıvıl cıvıl. Her renk, ırk ve ülkeden çocuklar koşturuyor, bağıra çağıra oynuyorlar. Amsterdam’da kocaman bir gölü şefkatli kolları ile oğul-kız gibi kucaklayıp boynundan öpen, kocaman anne bir park burası. Adını ünlü şair ve tiyatro yazarı Joost van den Vondel’dan alan Vondelpark. Sokaklara, köprülere, yollara ve binalara, kendilerinin ve dünyadaki şairlerin, yazarların, müzisyenlerin, sanatçıların ve  bilim adamlarının isimleri veriliyor, bu parkta olduğu gibi. Böylelikle dünya insanlığına büyük hizmetlerde bulunanlar ölümsüzleştirilip, bir nebze de olsa vefa borçları ödeniyor.

Sus pus edilen insanlar oldu yine ve şimdilerde zebaniler tarafından acımasızca konuşturulan; çirkin silahlar, tanklar, tüfekler, bombalar, savaş uçaklarıdır bir kez daha!

Yıllardır istemim dışında uzağında olduğum memleketimdeki gibi, isimleri duyulduğunda insanların beyinlerinde travmalara yol açan, katillerin, katliamcıların, canilerin, diktatörlerin ve işkencecilerin isimleri verilmiyor bu güzelim yaşam alanlarına. İnsanlıktan nasibini iğne ucu kadar alamayan zalimlerin isimleri verilerek, nihayetinde yok olup, gittikten sonra da yaşatılıp, ödüllendirilip, yeni rütbeler takılmaya layık görülmüyor,  bu kanlı ellere sahip kişilikler.

Ve memleketimin dört bir yanına kapakları sıkı sıkıya çivilenmiş tabutlarda gencecik fakir-fukara çocuklarının parçalanmış cesetleri, mektup misali yollanmaya başladı yine!

Vondelpark, Amsterdam şehrinin göbeğinde, şehrin akciğeri görevini gören, şipşirin bir rekreasyon alanı. Ah… Ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim ama sözünü ettiğimiz o havalar ısınmaya görsün, binlerce insan bisikletlerine, beyaz yeleli kır atlara atladığı gibi, sevgililer, yaşlılar, engelliler, çoluk çocuk ve o an zamanı imkan veren herkes buraya doluşuyor, oturuyor kalkıyor, dolaşıyor, spor yapıyor, cafèlerde oturup, kahve, çay, lal şaraplarını ve köpüklü biralarını yudumluyorlar. 1864 da hizmete giren park, 1996 yılından bu yana da, aynı zamanda bir sit alanı.
Göl hafif dalgalı. Kuğular ve yüzlerce ördek yüzüyorlar. Göle dalan yeşil başlı ördeklerde bir telaş sezilse de, kuğular gayet relaks, acelesiz ve güvenle su yüzeyinde aheste aheste süzülüyorlar.

Büyük çoğunluğu kırsal kesimden olan, gün yüzü görmeyen gençlerin anneleri yine bir hiç uğruna kırdırılan evlatlarına yürek dağlayan ağıtlar yakıp, feryatlarla ağlıyorlar yine! Madalyalar ile ödüllendirilmeye başlandı yoksullar sil baştan!

Karşıdan gelen kar beyazı kuğu süzüledururken, yarım metre ilerisindeki kuğuya kur yapıyor. Upuzun kıvrık boynunun bitimindeki biçimli gagalı kafasını sallıyor, dikkatini cezp etmeye çalışıyor ve olmadı biraz daha hızlanıp, gagası ile arkadaşını sırtından dürtüyor. Suda bir dalgalanma oldu. Gölün kenarındaki yedi yaşlarındaki çikolata renkli, kıvırcık saçlı kızın attığı ekmek parçası gelip, kur yapan kuğunun önüne düştü. Kuğu ekmeği kaptığı gibi, bir iki kulaç atarak arkadaşının yanına ulaştı. Ekmeği paylaşan iki sevgili uzun bükük boyunları ile büyükçe muhteşem bir kalp oluşturdular.

Daha çok genç can versin diye yapılan bombalara, duvarları dahi delen yüzlerce bilyeyi yapılan düzeneklere koymaya başladılar tekrar! Silah tüccarları daha çok kazanır oldu, rant çevreleri paralarını saklamak için yen zulalar arar oldular!

Kuğular kursaklarında, verdiği ekmeğin yenmesi ile mutlu olan, annesine mutluluk ile koşan kıvırcık saçlı çikolata kız için yaptıkları gösteriyi sonlandırıp, ayrıldılar. Aceleleri yoktu. Uzaklardan görünmez iplerle su yüzeyinde çekiliyorlarmış gibi süzülmeye devam ettiler. Güneş her renge boyadığı dalgalı saçlarını Vondelpark’ın sularında yıkadı.

Din adına Huri ve Nuriler verme kampanyaları başlatan, pis sakallı, kara giyimli, kara beyinli iğrenç yaratıklar dolaşır oldu, insanlarımız arasında!

Ilıdı, biraz da olsa ısındı havalar. Huzur ve güven içinde insanlar. Görünümleri ve giyimleri güzel insanlar dolaşıyor Vondelpark’ta. Sorunlar yok değil elbette. Bir cennet de değil, lakin sorunların giderilmesi adına en küçük detaylar da düşünülmemiş değil. Isınmak gayesi ile Cezayir’e gitmeye gerek yok. Cezayir’in sıcağı da, dünyadaki islam adı altında hüküm süren, diğer ülkelerde olduğu gibi sıcak değil ve rüyalarda dahi pamuk bulutçuklara binip, bu Afrika ülkesine gitmeye değmez artık.

Ve memleketimde alınları delen kurşunlar, fakir-fukaraların bütün kanını akıtıp, öldürüyor yine. Savaş uçakları kan kusmaya başladı yeniden. En "güzel şiir olan barış" okunmaz oldu hepten!

Isınsa, memleketimin insanlarının yürekleri iyice ısınsa. “Gayrık yeter.” Yaz gelsin, günlük güneşlik olsun artık.
Vondelpark’a alaca bir karanlık inmeye başladı. Kuğular, ördekler, eteklerini yukarılara çekiştiren sarı saçlı kızlar, eteklerini eski konumlarına getirip, evlerinin yolunu tutmaya başladılar. Göl ve park, ana oğul-kız baş başa kaldı. Gölün yüzeyine konan yağmur damlaları, var olan dalgalara küçük dairecikler ekledi.

Amsterdam, 26 Temmuz 2015





    

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...