26 Haziran 2020 Cuma

KÖR ZEWE VE KERKENEZ KUŞU






KÖR ZEWE VE KERKENEZ KUŞU


İrili ufaklı tepeler, zaman zaman geniş ovalar, uçsuz bucaksız buğday, arpa ve bostan tarlalarının görüldüğü İç Anadolu Bozkırında, Kızılırmak yakınında bir kıyıcıktaydı köyü Büyükcamili. Bu köyde bin dokuz yüz otuzlu yıllarda dünyaya gelen, namı diğer Kör Zewe de insanlığa telaş dolu bir hengame yaşatan ve dünyanın üzerine kabus gibi çöreklenen korkuyu kavramakta uzun süre zorlandı.
Çok renkli bir simaydı Kör Zewe. Kendileri başka rakip tanımadığından pek çok öykünün de ana kahramanlığını okuma hızı ile ilerleyen bu satırlarda da kimselere kaptırmaya niyetli değildi. Yaşadığımız gezegeni kapsayan büyük bir salgın problemi söz konusu  olduğu zaman da ana kahraman yine Kör Zewe oldu. Ola ki birileri çıkar da ona dünyada olup biteni kendisinin anlayabileceği dilde anlatırsa işi bir hayli zor olacaktı. Mümkünse anlatılmalıydı. Bekliyordu. Böylece o da bu illetli konuda aydınlanacaktı.
Gün be gün hızla yayılan "Corona salgını" nasıl bir açıklama ile dile getirilirdi? Dünya çapında bir virüs salgınının hızla yayıldığını, her geçen gün bütün yeryüzünü ele geçirdiğini ve bunun ileri yaşlardaki insanlar için çok riskli olduğunu bütün medya kuruluşları ile duyurdular. Altmış beş ve üzeri yaşlardaki insanlara dışarı çıkma yasağı getirildi. Kör Zewe değil altmış beş, neredeyse seksen beş yaş üzeriydi. O nedene durum oldukça vahimdi. Zaten bütün kış mevsimi boyunca Ankara’daki evlerinde hapis kalmışlardı. Bahar güzelim yüzünü tam da göstermek üzereyken ülke çapında alınan bu kararın ardından kocası Haydar ile aylarca evden adımlarını atmamak üzere kapandılar. Üstelik de kimselerin evlerine gelip gitmemesi gerekiyordu. Ömürleri boyunca böylesi bir durumla pek çok insan gibi, onlar da ilk kez karşılaşıyorlardı.
Oysa bahar çıkagelmiş ve Tanrı bütün sevimliliğini takınıp bir yerlerde bütün canlılara, dağa, taşa, denizlere ve dünyada var olan her şeye tatlı tatlı gülümsüyordu. Köyü Camili’ye baharın başlaması ile birlikte Ankara’nın kasvetli havasından kaçıp kurtulmalarının zamanıydı. Eve hapsolmak da nereden çıkmıştı? İnsanları bu denli işlevsiz bırakan felaketin sebebi neydi?
Eve hapsolmanın önemini daha da vurgulamak için neredeyse bütün televizyon kanalları çocukları şebeğe çevirmişlerdi. Bu küçük insanlara dayatma ile bir şeyler söyletiliyor ve televizyonlarda bu imkanla boy gösteren çocukların anne ve babaları oğulları ve kızları ile büyük gurur duyuyorlardı. Ve cılız sesleri ile bağırıyorlardı.
"Evde kallll... Türkiyem. Evde hayat var." Kör Zewe televizyona çıkarılan her çocuğa çıkışıyordu.
"Kızılkurt. Ne hayatı anam-babam, hayat mı kaldı. Yaşına başına bakmadan hangi hayattan bahsediyorsun? Şuna düpedüz hapis desene. Evde kal. Dört duvarın arasında kalmanın neresinde hayat var?"
Şimdiye kadar ekmiş olacağı yeşil soğanlar çoktan boy vermiş olacaklardı. Salatalıklar yuvarlak tüylü yapraklarının ardında önce onlarca sapsarı minik çiçekler açacak ve sonrasında da parlak minik salatalıklar boylu boyunca koparılmak üzere yüzü koyun toprakta uzanıyor olacaklardı. Yalnız salatalıklar mı? Kırmızı kırmızı salkım domatesler, kıvrımlı yeşil biberler, yer altına saklanan patatesler, büyük siyah küpeler misali sarkan patlıcanlar da boy göstermekten geri kalmayacaklardı. Arpa ve buğday tarlaları başağa durmuşlardır. Tabiatın bu muhteşem yeniden var olma evresine şahitlik edememek çok büyük bir burukluk veriyordu. Vaziyet böyle olunca da evde kapalı halde hepten her şeye geç kalıyordu.
Avlu kapısının hemen girişinde her yıl açan mor süsen çiçekleri bu yıl da açmışlar mıydı? Üzerlerine yeteri kadar yağmur düşmüş müydü? Çiçek vermişler miydi? Açtıkları çiçekler yine mor muydu? Daha pek çok çiçek vardı ama süsenlerin nazik yapılarını göz önüne getirip onları daha çok merak ediyordu. Onlar diğer bitkilere göre daha çok ilgi, bakım ve korumaya muhtaçtılar.
Aman Tanrım ne çok da merak ettiği şey vardı. Evin balkonuna gelip kondukça sohbet ettiği “kerkenez kuşu” kendisini arıyor muydu acaba? Onun ötüşünü ne zaman duyacaktı? Ruhuna şenlik getirip içini ferahlatacaktı. O keskin bakışlı büyük gözlerine bir kez daha bakacak ve uçarken havada adeta asılı kalmasına bir kez daha tanıklık edebilecek miydi? Bilemiyordu. Ne yapıp edip çok geç de olsa, gitmeyeli aylar da olsa soluğu yolları tozlu köyü Camili’de bir an evvel almalıydı. Ama bir taraftan da hızla yayılan salgından korkuyordu. Bunun sonu nereye varacaktı? Hayat bütün canlılar için adeta durma noktasına gelmişti. İnsanlığa yazık oluyordu. Bu savaştan beter durum daha uzun zaman almamalıydı.
Aylardır, bütün ömründe ilk defa böylesine uzun süre doğup büyüdüğü ve her daim kendisini iyi hissettiği topraklardan uzak kalmıştı. En nihayetinde çıkan yeni bir ferman ile bir aylığına köyüne gitmesine izin çıktı. Tez elden pılısını pırtısını topladı ve Camili’nin yollarına koyuldu. Üç saatlik bir yolculuğun ardından kocası Haydar ile soluğu köylerinde aldılar. Evlerindeydiler.
Kendisini artık taşımakta son demlerini yaşayan dizlerinin ağrısına bakacak durumda değildi. Oldukça sakınımlı adımlarla evine doğru yürüdü. Varsın ağrısınlar. Zaten sürekli var olan bu sızıların dindiği de yoktu. Merakla etrafa koşturdu. Aklına takılanlara bir an evvel cevap bulmalıydı.
Bahçede hiçbir şey ekilmediğinden her yıl büyük bir sevgi ile baktığı, yapraklarını okşadığı, derin derin kokladığı, konuştuğu, dertleştiği domates, salatalık, yeşil soğan ve patatesler yoktu. Tamamıyla kuruyan toprak ayrık otları ve diğer yabani bitkilerle yeşillikleri birbirine katıp üzerini renklendirmişti. Yarın ilk iş olarak bahçeyi bir adam bulup belletmeliydi. Sonrasında oturduğu yerde de olsa tek tek yeni fideler dikebilirdi. Ektiklerine bolca can suyu verdiği zaman da bir iki haftaya varmaz dilediği bahçeyi bu yıl ertelemeli de olsa edinebilirdi. Toprak bereketli ve koynuna serpiştirilecek olan tohuma gebeydi.
Aniden aklına süsen çiçekleri geldi. Aheste aheste kapıya yöneldiğinde tamamıyla solmuş ve çiçek açmamış süsen dallarını görünce dehşetli üzüldü. Yapılacak bir şey yoktu. Olduğu yere oturdu. Düşünceleri allak bullak olmuştu. Gören tek gözü ile etrafında kerkenez kuşunu aradı, ama ortalarda görünmüyordu. Kim bilir kendisini ne kadar da çok aramış ve beklemiş, bu denli uzun bir zaman görünmeyince de bilinmeyen bir yere doğru umutsuzca kanat çırpmıştı.
Karıncalar her tarafa yuva yapmışlardı. İlk defa görüyormuş gibi üstten bakıp karıncaları inceledi. Ne çalışkan yaratıklardı. Bıkıp usanmaksızın bir taraflara doğru pürtelaş gidip geliyorlardı. Bir an geliş gidişlerini bir otobana benzetti. Hiçbir karınca diğeri için engel teşkil etmediğinden, belli ki aralarında birbirlerine karşı büyük saygı duyuyorlardı.
Köyde de şehirlerdeki gibi insanlar evlerine kapansalar da hiç değilse bahçelerinde diledikleri kadar oturup temiz hava alıyorlar ve yetiştirdikleri sebzelerle meşgul oluyorlardı. Yaşlılar için böylesi bir dönemde köyde olmaktan daha iyi bir durum olamazdı. Hiç değilse temiz hava alıp gün yüzü görüyorlardı. Doğa ile daha iç içeydiler.
Kastamonu’dan gelen üryani eriği ağacı Camili’de tutunmak için direniyordu. Bu konuda biraz umutsuzluğa kapıldı. Yaprakları cılız ve soluktu. Bakalım yine de onu yaşatabilecek miydi? Sadece bitkiler ve ağaçlar değil, her şey soluk ve kurumaya yüz tutmuştu. Hayatın mutlak süratte yeniden toparlanması gerekiyordu ki, dünya bunu hakketmiyordu.
Kör Zewe yaşlı bir insandı ve hayatta kendisini yormuştu. Tandır damının gölgesinde yere bir mindere oturdu. O sırada kocası Haydar da arabadan eşyalarını indirmiş ve musluğa bağladığı hortumla evin balkonunu ve üst kata çıkan merdiven basamaklarını yıkıyordu. Merdivenin yanı başındaki toprağın ıslanması ile mis gibi bir toprak kokusu yayıldı. Cami hoparlörlerinden evlerde kalınması, ev ziyaretlerinde bulunmamaları anons ediliyordu. Köy muhtarı Hatip'in anonsu aynen şöyleydi.
"Sayın Camililer... Sakın ha sakın dışarı çıkmayın. Evinizde kalın." Bir tek "Evinizden çıkarsanız öcüler sizi hammm... yapar." demediği kaldı. Verilen gözdağı burada da gırlaydı.
Kör Zewe çok geçmeden olduğu yerde uyuya kaldı. Yolculuk da yormuştu. Başındaki eşarbı araladı. Kır saçları eşarbın altından dağınık ve kıvır kıvır beliriyordu.
Uykusu uzun sürmedi. Bir kuşun telaşlı sesi ile uyandı. Uyanıp gözünü açtığında üryani eriğini dalına konan kerkenezini gördü. Sevinçte yüreği neredeyse ağzına geldi. Avazı çıktığı kadar bağırdı.
“Kınalı kuşum benim geldin mi? Ben de seni aranıyordum. Yoksun diye nasıl üzüldüm, bir bilsen. Demek geldin. Bak ben de sana geldim. Seni çok özledim. Tüylerin ne güzel parlıyor yine. Çok güzelsin. Kuyruğun biraz daha uzamış mı, ne? Bundan sonra bir yerlere gitme olmaz mı? Beni yalnız koyma tamam mı? İki elim kanda da olsa her defasında sana geleceğim. Sözüm söz. Bekle beni!”
Merdivenleri tazyikli su ile iyice yıkayan Haydar kerkenezle konuşan karısına alaycı bir gözle baktı. Bir kuşla, sanki birbirlerini anlıyormuş gibi konuşmasına anlam veremedi. Daha fazla dayanamadı ve karısı Kör Zewe’ye yöneldi.
“Bir şey soracağım. Peki sen bu kadar çok sevdiğin kuşun adını biliyor musun? Sence ne kuşu bu?”
“Ne kuşu olacak, kuş işte. Benim kuşum. Benim kuzum.”
“Bu kuşun adı kerkenez. Söyle bakalım, söyleyebilecek misin?” Kör Zewe aynısını söyleyebilmek için epeyce direndi, ama bütün uğraşısına karşın telaffuz edemedi. En son kocası Haydar ile art arda tekrarladıysa da ağzından; “Kerken…” gibi bir sözcük çıktı.
“Söyledim ya, kerken kuşu. Kerken. Ben de senin söylediğini söylüyorum. Kerrr… kennnn…”
Kerkenez kuşunun mutluluğuna diyecek yoktu. Ona hayranlıkla oturduğu yerden bakan Kör Zewe’nin göğünde beş tur attı. Uzun uzadıya sevinçten öttü. Sonrasında tekrar gelip üryani eriğinin soluk yapraklı dalına kondu. Kanatlarını havalandırır gibi art arda açıp kapadı. Kuyruğunu sağlı sollu salladı. Kendisini anacığı Kör Zewe ile koyu bir sohbetin içinde buldu. Kör Zewe'nin gören tek gözü, kerkenez kuşunun iri gözleri ile kenetlendi. Araya camiden yükselen ezan sesi girdi. Ama camiye giden yoktu.  Bahçede karıncalar kendi otobanlarında sırtlarında yükleriyle hızla ilerliyorlardı. Gün akşam oldu. Camili’ye alaca bir karanlık çöktü.

Amsterdam, 26 Haziran 2020

  


16 Haziran 2020 Salı

ELLISA VE LEONARD COHEN ATIŞMASI





ELLISA VE LEONARD COHEN ATIŞMASI

(Leonard Cohen "Everybody Knows" şarkısı)


Leonard Cohen:
“Herkes biliyor, zarların hileli olduğunu,
herkes parmaklarını çapraz yapar yuvarlarken
herkes biliyor, savaşın bittiğini
herkes biliyor, iyi adamların kaybettiğini
herkes biliyor, dövüşün hileli olduğunu
fakirler fakir kalır, zenginler zenginleşir
hep böyle gider,
herkes biliyor.”

Ellisa:
“Ben de biliyorum ama hile hurda ile işim olmaz ki benim. Boşuna arayış içine girmeyin, benim tarağımı bu bezlerde bulamazsınız. 'Ben bilmem merkez bilir.' dermiş kadim Anadolu’da zabit türünden birileri. Zarlarla da hiç işim olmaz benim, hele de hileli olanlarla asla. Amsterdam’da yirmi dördünde kendi halinde güzelce de sayılan, tomurcuklu çiçeği burnunda genç bir kızım ben. Adım Ellisa’ dir benim. Uzun, lüle lüle altın sarısıdır saçlarım, serin çam ormanı yeşilidir gözlerim. Alımlı nar alıdır dudaklarım. Akça pakçadır gül tenim. Kuş misali çırpınan bir canım var benim. Delişmen ve şaşılası bir kocamanlıktadır yüreğim. Yüreklerini hoplatırım erkeklerin. Anlatayım mı daha? Üstü kalsın, öyleyse.
Ne o, yanlış duymadım değil mi? Savaş mı bitti dediniz? Hangi savaştan söz edersiniz, kuzum benim? Varsın biten savaş olsun. Oh olsun. İyi de olmuş. Fabrikalarında paslansın, çürüsün, küflensin ve koksun silahları kalın enselilerin. Hem ne diye çıkarırsınız ki savaşları? Ananız ağlamıyor ki sizlerin. Hani derler ya sevişmek varken!
Kaybetmesine kaybedecektir iyi adam elbette, var olan insani kusurlarıdır buna neden. Bıraksın vicdansızlar fakiri fakir, eylesinler kendilerini de zengin, hem de bir ömür boyu kodaman. Yazık, hem de çok yazık, yılan ağzındadır fakirin kısmeti. Yağmalayıp talan etsinler dünyayı. Güzellik boğacak bir gün şiş göbekli tufeylileri. Öyle ki,  böyle gelip böyle gideceği biraz şüpheli. Tekerlerine çomak sokmaya başladı dünyanın dört bir yanında güzel yürekli insanların ileri düşüncelileri. Bu kervan yürümeyecek, suda yüzdürülmeyecek eskisi gibi peynir gemileri. Herkes biliyor artık heykellerinin bir bir yıkıldığını dünya insanlığına zararı olan soysuz haramilerin. Denizlere, göllere ve sokaklara atılıyor sömürgeci ırkçıların bronzdan, tunçtan metreler boyu heykelleri.”

Leonard Cohen:
“Herkes biliyor, geminin su aldığını.
Herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini,
herkeste bu buruk duygular
sanki babaları ya da köpekleri ölmüş gibi.”

Ellisa:
“Doğrudur, gemi her yerinden çürüdü su alıyor tabii ve dediğin gibi biliyor herkes bunu. Zamanında hiçbir beis görmedi ki bu gidişattan, rantın doymaz efendileri. Teyellemene gerek yok delimtrak aklımı. Çoktan şaşıdır rotası geminin. Demir atamayacak hiçbir limana, karanlık sulara gömülecekler, son seferleridir bu gemilerin. Görünen köy iki adımlık yol, içmiyorum, ama mesafe bir sigara içimi. Kaptanın mumunun yatsı öncesi söndüğü dünya alemin malumu. Sağır Sultan da bundan değildir bihaber.
Burukluk duyulan derin hüzündendir, insanda var olan vicdandandır kendileri. Kötü gidişatın getirisidir bu hissiyat. Dedim ya; ben bilmem merkez bilir. Bildiğim her sabah uyanırım şehri Amsterdam’da. Alırım elime bir faraş, bir süpürge, bir de çöp torbası. Çöplerini topluyorum sokaklarında mahallemin. Gönlüm razı gelmiyor, öteye beriye atılmasına çöplerin. Kızmıyorum kimselere, Ama atıyorlar işte her bir yere çer ve de çöplerini. Temizlediğim her köşe mutlu eder beni.
Kara kızım köpeğim de yanımda. Babacığım Frank, anacığım Marie’nin yanında çok şükür yaşıyor kendileri. Aşıktır anacığıma ilk günkü gibi. Sırılsıklam aşıktır anacığım da ona. Kıskanırım onların burçları yüksek aşklarını. Sevgim ve gururum fazladır onlara dair.”

Leonard Cohen:
“Herkes biliyor, beni sevdiğini bebeğim.
Herkes biliyor, gerçekten sevdiğini.
Herkes biliyor, sadık olduğunu.
Bir iki akşam eksik, fazla
herkes biliyor, ihtiyatlı olduğunu.
Ama tanışman gereken o kadar çok insan vardı ki,
giysilerin olmadan
ve herkes bunu biliyor.”

Ellisa:
“Yok öyle bir şey. Seninki sadece bir sanrı. Körler pazarında ayna satıyorsun. Gelin güvey oluyorsun kendi kendine, seni gidi kart horoz! Bebeğin falan da değilim. Yüz yaşıma da gelsem ben yalnızca anne ve babamın bebeğiyim. 
Ben bilmiyorsam kimsecikler de bilmiyor demektir. Hadi oradan, nereden çıkardın seni gerçekten sevdiğimi? külliyen yalan, yok öyle bir şey. Ama ne yalan söyleyeyim severim şarkılarını ve sözlerini. Gerçekten sevdiğim tarzın ve sesindir benim. Arama bende daha fazlasını. Vardır benim de bir sevdiceğim. Hem nasıl da döndürür başımı kendileri.
Sadıklığım iyi bir dinleyicin oluşumdandır. İmdi bundan gayrısını arama derim. Olmaz. Her şey tam ve yerli yerinde olmalı. Kaygılıyım, ihtiyatım geleceği içindir dünyanın. Çevre temiz olmalı. Dünya kirletilmemeli derim. İnsanca yaşanmalı. Aslan yattığı yerden belli olmalıdır. İnsanlık onurudur kirletilmemesi yaşadığımız yerin.”

Leonard Cohen:
“ve herkes biliyor, salgının yaklaştığını.
Herkes biliyor, hızlı hareket ettiğini.
Herkes biliyor, çıplak adamın ve kadının
sadece geçmişin parlayan birer kalıntıları olduğunu.
Herkes biliyor, sahnenin öldüğünü.
Ama yatağında bir sayaç olacak,
açığa vuran
herkesin bildiği şeyi.”

Ellisa:
“Evet. Sonunda; 'Hop hemşerim.' dedi dünya. Işık hızıyla sarıp sarmaladı ve yeryüzü oldu hepten iflah olmaz bir salgın yeri. İnsanlar ölüyor. Acaba çok mu hor kullandı insanlar güzelim ışıltılı gezegenlerini? Bir virüsün esaretinde insanlık, yüreklerine sığmayan korkuları. Dokunmak sevmekten gelir, dokundurmuyor parmağının ucunu kendisine kimse kimseleri. Aylardır evlerinde tüneyip kaldı herkes. Fanusundan hapis kalakaldı başlarını dahi çıkaramadı kimsecikler. Devletler gri yüzlerini buruşturup dört koldan yasaklar yağdırdı, yine de yetmedi.
Sahne tepe taklak oldu, sımsıkı kapanıverdi perde. Hani yeni senaryolar nerede?
Ne diye bir sayaç olacakmış ki yatağımda? Alabildiğine özgür ruhlu bir kadınım ben. Savaşmam sevişirim istediğim zaman ve yerde. Sana ne bundan? Her seviştiğimde çentik mi atacak yatağıma koyduğun sayaç. Hayır. Hayır… Her sevişmem derince yüreğime kazınacak. Açığa vuran hiçbir şey olmayacak. Sevdiğimle sevişmelerimiz mahremimiz ve bizde gizli kalacak.”  

Leonard Cohen:
“Herkes biliyor, başının belada olduğunu.
Herkes biliyor, neler yaşadığını.
Calvary’ nin Tepesindeki kanlı çarmıhtan,
Malibu sahillerine kadar.
Herkes biliyor, parçalara ayrıldığını.
Bu kutsal kalbe son bir kez bak.
Patlamadan önce
ve herkes biliyor.”

Ellisa:
“Hiç de değil, neden olsun ki başım belada, değilse de bir elim yağda bir elim balda. Varsın olmasın. Yine de yaşadığım güzelliktir, yoktur ötesi. 
Bilmem Calvay Tepesini ve de kanlı çarmıhını. Gerekmez, uzağımda olsun kan. Malibu bir içkidir bildiğim, bilemem sahilini. Bilinir yekpareliğim. Parçalara falan ayrıldığım yoktur benim. Kendimi sadece parçaladığım; kirletmeleridir insanların salt kendilerinin olmayan dünyalarını.
Kalbine bakan bulunur, merak etme bulunur birileri. Derler ya; vardır her satıcının bir alıcısı. Her kalp kutsaldır elbet, içinde uçuşuyorsa iyilik perileri.”

Leonard Cohen:
“Herkes biliyor, herkes biliyor.
Hep böyle gider,
herkes biliyor.”

Ellisa:
“İyisin hoşsun. Sanki; sanırsın akıl kumkuması kendini. Ar dediğin depreşsin biraz sende de. Tiratlarının gelmedi bir türlü sonu. Sende bu ne dizginsiz retorik. Kafidir bu kadar hezeyan. Sesin de güzel ama ne laftan anlamaz adamsın sen. Abes ama körler pazarında ayna satar gibisin. Hiçbir bok bildikleri yok, biliyor dediklerinin. Devran dönecek, yakında çıkacak her şeyi tersine çevirecek bir anafor. Geldi sergüzeştlerin de sonu. Çöpün kısası, uzunundan pek yakında hakkını soracak!
Var git adam var git, başımda durma ne olursun zangoç gibi. Yeter. Daha çok Lafugüzaf etme, işim gücüm var benim. Gel Kara Kızım. Bak bir elimde faraş ve süpürge, öteki elimde çöp torbası. Arındırmalıyım mahallemin sokaklarını çerden çöpten. Kalın sağlıcakla, Aleykümselam cümleten.”  

Amsterdam, 16 Haziran 2020



https://www.youtube.com/watch?v=Lin-a2lTelg



6 Haziran 2020 Cumartesi

KIŞ






KIŞ

Ankara’da tam bir zemheri soğuğu vardı. Günlerdir devam eden kuru ayazda dışarıya adım atmak cesaret gerektiriyordu. Hal böyle olunca da Binnur Hanım günlerdir bir başına, sessizliğe gark olmuş evine kapandı kaldı. Paha biçilmez değerdeki özgürlüğünün elinden alındığı duygusundaydı. Ona göre; dünyaya bir kez gelmişken, insanların da bir kuş olmayı tercih etme şansı olabilmeliydi. Oysa tepeden tırnağa özgürlük timsali olan, hani şöyle kanatlarını çırpmayagörsün güneşten de öteye uçabilen ve yükseklerde hem de en uçlarda, pamuk yumakları süt beyazı bulutları toplayabilen, insanlara, hayvanlara, evlere, bahçelere, çiçeklere, ormanlara, dağlara, denizlere, nehirlere kısacası bütün dünyaya yukarıdan bakan bir kuş olmayı ne çok yeğlerdi. Olmadı.
Yağmur, dolu, kar, fırtına derken kış bitmek bilmiyordu. Belki de bu gidişat insanların doğanın dengesini alt üst etmelerinden kaynaklanıyordu. Ne yazık ki; bahar da kış da eskisi gibi değildi. Özelliklerini kısmen yitirse de baharın gelmesini yine de dört gözle bekliyordu. Hiç değilse kemikleri biraz olsun ısınır, bir parka-bahçeye gider güneşlenir, dinlenirdi. Buluştuğu bir dostu, arkadaşı ile sohbet eder göz göze gelir, gülümseşirdi. Rengarenk küçük lalelere bezeli Kütahya porseleni bir fincanda keyifle yudumladığı kahvesini usulca yanındaki sehpaya koydu. Ela gözleri bir an daldı, gitti.
Camlar hepten buğuluydu. Gri gökyüzünde güvercinler soğuk hava aldırmaksızın beyaz noktalar halinde tur atıyorlardı. Balkon demirlerine konan bir güvercin diğer arkadaşlarının da gelmeleri için seslendiyse de onu hiçbiri kaale almadı. Gelmediler. Güvercin belki de Binnur Hanımın günlerdir evinde bir başına kalmışlığını hissetmişti. Diğer güvercinlerle birlikte kısa süreliğine de olsa ona can yoldaşlığı etmek istediyse de olmadı. O da çok geçmeden arkadaşlarının peşi sıra havada bir takla attıktan sonra kanat çırpmak zorunda kaldı. Onu çağıran arkadaşlarının peşi sıra uzaklaştı. Binnur Hanım avucunun içi ile buğusunu sildiği camdan uzaklaşan güvercinin peşisıra öylece bakakaldı.
Kahve iyi gelmişti. Oturduğu koltukta çantasında el yordamı ile yuvarlak gümüş çerçeveli aynasını aradı, buldu. Aynaya baktı ve saç diplerinin boyasının yine çarçabuk geldiğini gördü. Kendisini iyi hissetmemesine neden olan beyaz saçlardan kurtulmak için en kısa zamanda kollarını sıvaması gerekiyordu.
Ayna kocasından armağandı. Aradan geçen uzun yıllar boyu onu bir gün olsun yanından ayırmadı. Otuz yıl önce doğum gününde kocası Hikmet Bey bu ayna ile birlikte iş sonrası, her zamanki gibi çarçabuk kendisine doğru koşmuş ve bir buket papatya ile birlikte evlilik yıldönümlerinde armağan etmişti. Bu aynanın içine defalarca birlikte bakıp mutlu çehrelerini sığdırmaya çalışmışlardı. O nedenle; Binnur Hanım onun için paha biçilmez olan bu hediyeye sık sık bakar ve mutluluğun görüntüsünü sanki bu aynaya saklamış gibi arar, nar çiçeği alı dolgun dudaklarına hoş bir gülümseme yayar ve uzun uzadıya bakardı. Her ikisi de aynı anda bu küçük yuvarlak aynanın içine sığardı. Zaman zaman aynada gördüğü kocası ile konuşur. Gününü anlatır. Sıkıntılarından, o gün haz duyduklarından, dünyada olup bitenden, onu ne kadar sevdiğinden, kahreden özleminden, hayatın zorluklarından, insanların vefasızlığından, yaşanan pahalılıktan, siyasi gelişmelerden, yaşanan savaşlardan, aklına gelen her şeyden söz eder, bu gümüş çerçeveli tek tesellisi hatıra ile oturur ve onunla kalkardı. 
Hikmet Beyin papatyaları kısa bir süre sonra soldu. Yaklaşık altı yıl sonra da  ani bir kalp krizi sonucu delicesine sevdiği eşi hayata veda etti. Binnur Hanımı onun olmadığı kocaman bir dünyada yalnız koydu.
Dışarıda kulakları tırmalayan uğultusu ile esen sert rüzgar, tüy hafifliğindeki kar tanelerini önüne katıp oradan oraya savurdu. Balkonunun bir köşesinde silme kar yığıldı. Oysa güneş artık özlenen o yüzünü bir gösteriverse, karlar aynı anda tuzla buz olacaktı. Ama yakın zamanda ufukta güneş gözükmüyordu. Dünyayı günlerce öncesinden küskün terk etmiş gibiydi. Bu devasa ışık ve ısı kütlesi kutsal yüzünü bir an evvel göstermeliydi. Küskünlük son bulmalıydı. Aksi halde süregelen bu durum katlanılır gibi değildi. Sanki kış mevsimi insanları daha bir mahzunlaştırıyor ve yalnızlaştırıyordu.
Hikmet Beye nasıl da aşıktı. Abartısız, hayatında tanıdığı en kibar, nazik, centilmen, romantik mi romantik, empati sahibi, güzel gülen-güldüren-gülümseyen, hoş kokan, giyinmesini bilen, güzel düşünen-konuşan, yazan, şiirler okuyan, şarkılar söyleyen, mis yemekler yapan, hayata bağlayan, fedakar, mutlu kılmak için her an çırpınan, onun sevdiği güzel bir adamdı. Bu güzel adam onu her şeyi ile sahiplenendi. Aşkıydı, biriciğiydi, kısacası her şeyiydi. Hepsinden öte onun Hikmet’iydi.
İyiden, güzelden, haklıdan, adaletli olandan, paylaşandan, eşitlikten, barıştan, kardeşlikten, gülümseyenden, insani olandan, merhametten, doğadan, yaşanılır bir dünyadan, yeri geldiğinde hayvanlardan, bitkilerden, börtü böcekten, dalında kokan çiçekten, insan olmayı gerektiren bütün güzelliklerden, saf ve temiz olandan yanaydı o. Bu değerler için yaşar ve bu yoldan sapmaksızın yürürdü.
Olsaydı şimdi yanı başında, sığınırdı onun sarıp sarmalayan kollarının arasına. Sıcacık ve alabildiğine emniyette hissederdi kendisini. Hikmet’i uzun parmaklarını onun dalgalı uzun saçlarının arasından geçirir, durup dinlenmeksizin tarardı. Coşkuyla bir şeyler anlatır, ardından onun yüz ifadesine bakar. Oturur, kalkar ve diz çöküp ellerinden tutardı. Mutfağa koşar, bir çırpıda kahvesini yapar getirirdi. Ama o yoktu. Var olan koskoca bir boşluk, bitmeyen kar, fırtına ve uzadıkça uzayan bir zemheri ayıydı. Bu koca evde bir dal gibi kırık kalbi ile Binnur Hanım bir gelincik yaprağındaki yağmur damlası gibi lal ve yapayalnızdı. Soğuktu!
Aradan onlarca yıl geçti, ama bir anlam veremedi. Böylesine büyük bir güzellik nasıl da ellerinin arasından kayıp gitmişti. Doktorlar bir çare bulamamışlardı. Az önceki güvercin misali geldiği gibi gidici olmuştu. Birkaç yıllığına gelip kollarına atılmış ve o da başını onun göğsüne gömmüştü. Öylesine büyük bir huzur duymuştu ki, düşündüğünde her defasında başı dönüyordu. Güvercin kendisine seslenen arkadaşlarının peşi sıra ikircim etmeden uçtu, gitti. Kuytu bir koy misali Hikmet’inin kollarının arasına sığınıp demir attığı limanı, sığınağı sevdiğine kimler seslenmişti? Ve o da çekip gitmeyi yeğlemişti. Bir halk türküsünde söylendiği gibi: "Bu dünya bir pencere, her gelen bakar gider." Onun Hikmet'i dünya penceresinden ne yazık ki, çok kısa bakmıştı.
Binnur Hanım bir kuş ve tepeden tırnağa özgürlük olamadı. Güneşten de öte uçup kanadında yâre haber götüremedi. Ankara’da zemheriye yenik düştü. Ölümden de beter bir hasretlik düştü payına ve bir başına evinde kalakaldı. Soğuktu, çok soğuktu. Yine böylesi soğuk bir Ankara gününde, ölümü öldüren Hikmet’i hayata gözlerini yumdu. 
Ankara’da akşam karanlığı bir kez daha şehrin üstüne çöktü. Soluk, ama her şey soluktu. Karanlık koca şehri, Binnur Hanımı ve evini sarıp sarmaladı. Şehirde milyonlarca lambanın düğmelerine aynı anda basıldı. Aydınlık, ama her şey aydınlıktı. Sanki dört bir yanda bulunan hasat sonrası nadasa bırakılan tarlalar ateşe verilmiş gibi bir görüntü oluştu. Belki de milyonlarca canlı, kuş ve böcek yanıp kül oldu. Ankara’da bir kez daha hüzün ağırlıklı akşam oldu. 


Amsterdam, 6 Haziran 2020
  

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...