22 Kasım 2011 Salı

MEZARLIĞIN DELİSİ




MEZARLIĞIN DELİSİ
          Doğup büyüdüğüm, artık iyiden iyiye de yaşlandığım, ayrılmaya ise hiç niyetimin olmadığı, köyüm Camili’de şu an misafir olduğum evin çatı katından gelen kuş cıvıltıları kulaklarımı tırmalıyor. Hiç beklemeksizin berrak güneşe rağmen ani bir yağmur çiseliyor. Üstünden buharlar yükselen çayı elime iliştiren ev sahibim Hüsso, yağan yağmura ve akseden güneşe bakıp; “Şeytan kızını evlendiriyor” diye mırıldadı. Ben de Hüsso’ya bakıp;
“Bu şeytanın da kaç tane kızı var?” demekten kendimi alıkoyamadım. Karşılıklı gülümsedik. Höpürdeterek çayımı yudumladım. Aslında bir şeyler de yemek istiyorum, ama puntuna getirip, ev sahibinden isteyemedim. Kendime ait bir evim olmadığından, köyümde her gün bir evde, sığıntı halinde bir misafirim. İçilen çayların ardından Hüsso’dan hatır isteyip, yola koyuldum. Yağmurun çiselemesi ve şeytanın kızının düğünü de sona erdi. Daha fazla kalıp, ev sahiplerini sıkmanın gereği yok.
          Su misali akıp giden, lakin bugüne değin kıymeti harbiyesini de pek görmediğim zamanımın büyük bir kısmını, yer altında hiç kimselere zarar vermeden, binlerce ölünün yattığı, ıssız, sakin ve dingin köy mezarlığında geçiriyorum. Ağaçsız, çiçeklerin rengarenk açmadığı, kuru ve belli bir yöne doğru bakan, binlerce dikili taşın yer aldığı, çölü andıran bir yer burası. Zaman zaman kırlardan kökü ve toprağı ile alıp getirdiğim çiçekleri mezarlığın dört bir yanına serpiştirerek ekiyorum. Bunlardan bir kısmı tutsa da, büyük çoğunluğu kısa bir süre sonra boyunlarını büküp, soluyorlar. Mezarlıkta çeşme olmadığından, köyden getirdiğim su da yeterli gelmiyor. Diğer bir anlamı ile “taşıma su ile değirmen dönmüyor” ve diktiğim çiçekler de hayat bulmuyor. Solan her çiçeğe üzülüyorum. Var olan taşlara her geçen gün, belli aralıklar ile yenileri gelip yer alıyor. Buraya gelenler ile köyde yeni doğanlar arasında sayısal fazla fark olmasa gerek ki, köyün nüfusunda fazla bir artış veya azalma olmuyor. Her ölü ile birlikte buraya iki taş dikiliyor. İnsanlar mezarlığın yakınından geçtikleri zaman, burada kendilerini nelerin beklediğinden bihaber sadece kefen denilen iki metrelik bir beze sarılıp yatanlara büyük saygı duyuyorlar. Yönlerini onlara doğru çevirip, dualar ediyorlar. Ölenin ardından, “gidenin yerinin doldurulamayacağı” bilindiğinden, geriye kalanlar daha da bir yalnızlaştıklarından, büyük acılar ve matemler yaşanıyor. Lakin zaman her şeyin dermanı olduğu gibi, bu yürek yakan, saçı başı yolduran, göğüs kafeslerini parçalatan büyük matemlerin üzerine kül serpmesini iyi biliyor. Öyle ki başlarda bu mekandaki yakınlarını bir iki bayramda ziyaret ettikten sonra, yaşayanlar oradaki yakınlarını kısa bir zaman sonra unutuyor. “Ölenle ölünmüyor, hayat devam ediyor.” Kabuk bağlayan yaralar ile birlikte, insanlar hayata tutunacak yeni dallar buluyorlar.
          Köylülerim büyük bir hüzün ve aylarca sürecek olan yasları ile, tabut denilen tahta bir sandukaya koydukları yakınlarının, artık hayattan kopmuş olan bedenlerini, fani olduğuna hepimizin aşina olduğu bu dünyadan sevdiklerini, oğullarını, kızlarını, kardeşlerini, eşlerini, sevgililerini, analarını, babalarını ve akrabalarını genç ve yaşlı demeden getirip, burada kazdıkları çukurlara gömüyorlar. Bu cansız bedenlerin üzerleri en  sevdikleri tarafından, aynı çukurdan çıkan, bütün insanların annesi olan toprak, kürekler dolusu atılarak kapatılıyor. Bütün anneler gibi, toprak ana da güzel kokar. Kazılıp havalandırıldığı zaman mezarlığa dünyanın en güzel kokusu yayılır. Oldum olası bu kokuyu çok severim. Yağmur yağdığı zaman, bütün köylülerim sığınacak bir ev veya saçak altı aranırken, ben yaz kış yanımdan ayırmadığım, artık iyice paralanmaya yüz tutmuş olan siyah paltomu kafama geçirir, yağmurun az veya çok yağmasına aldırmaksızın, ıslanan toprak ile birlikte yayılan buram buram kokuyu yorgun ciğerlerimin derinliklerine çeker, köylülerim evlerinin küçük buğulu camlarının ardında tavşan kanı çaylarını yudumlar iken, onların tedirgin ve şaşkın bakışları altında duygu yoğunluğu yaşarım. Onlar bana ve yaptığıma bir anlam vermezlerken, doğrusu ben de onların bu hallerine karşı içimde aynı anlamsızlığı taşırım. Onlara benzemediğim için bütün hal ve hareketlerim ile deli damgasını, affınıza sığınıyorum, deyim yerinde ise; kıçımın sol tarafına yerim. Deliliğin ölçütleri nelerdir, insan hangi durumlarda deli olarak adlandırılır bilemiyorum.
          Altmış yaşındayım. Köyde pek kimim kimsem yok. Olanlar da bana sahip çıkmazlar. Canları sağ olsun. Bana karşı onyargılı olanların gözünde, biraz süfli bir görünümüm olabilir. Ama gönlümün ve kalbimin ne denli lüks döşemeli birer saray olduğunu bilenler de var elbette. Saçım sakalım iyice ağardı. Saçlarımda hala öyle fazla dökülme yok. Kıvır kıvır doğduğum günden bu yana yerlerinde duruyorlar. Hiç evlenmedim. Hep uzaktan uzağa sevdim. Üzümlere uzanamayan tilkiler gibi, her defasında da ekşi deyip, kalbimi kandırmakta zorlandıysam da, eninde sonunda bunu başardım. Anlayacağınız, gerçekleşmesi mümkün olan dualara amin dedim. Kolay olmuyordu elbet, ama amin demenin de bir anlamı yoktu.
          Her ölünün ardından, köylüler mezarlıkta sevdiklerini bırakıp gittikten sonra onlar ile yine ben baş başa kalır, kabirlerinin üzerinde kendi bedenleri kadar taşan taze topraktan saygıyla bir avuç alır, koklarım. Sakın mezarlıkta dolanan bir “nebbaş” olduğumu sanmayın. Ben sadece kendimi gözlerden uzak, bu zararsız insanların arasında huzur içinde bulduğumdan, buradayım. Mezarlıktan el ayak çekildikten sonra, avucumda mis amber kokulu toprağım ile bu diyarın, artık hepten sakin olan sakinine ağlar, O’nun ile konuşmaya çalışır, hayattayken nasıl bir insan olduğunu, neler yaptığını, huyunu suyunu aklımdan geçiririm. Diğer mezarları da hemen hemen her gün dolaşır, onlar ile sohbet eder, hal ve hatırlarını sorarım. Ailelerinden ve köyden haberler veririm. Mümkün olduğu kadar onların sevinip, mutlu olacağı gelişmeleri anlatırım. Sohbetlerimiz esnasında kendimce onların da bana bir şeyler mırıldandığı varsayımını içimde titizlik ile barındırırım.
          Bu bahar sabahında çok iyi tanıdığım on dokuz yaşında gencecik, dünyalar güzeli, al yanaklı, siyah kıvırcık saçları omuzlarına dökülen Bahar’ı getirip, toprakla buluşturdular. Bahar´ın dalları bahar mevsiminde kurudu. Avucumda toprağım, gün gece yarısı olmasına rağmen çekip gidemedim. Hala boncuk boncuk göz yaşları döküyorum. Yakınım falan değil, olsa da fark etmez. Duyacağım acı aynı olur. Hayat dolu, saygılı, iyi bir aile terbiyesi almış, güzeller güzeli, bir içim su, gencecik bir fidandı. Bu fidan küçük de olsa bir ağaca dönüşüp, meyve vermek üzere iken, toprağa yığılıp, kaldı. Bahar’ın yazgısının böylesine kara olmasına şaşırıyor ve isyan ediyorum. Erol’u ne kadar da çok seviyordu. Bütün hayali onun ile bir an önce evlenip, mutlu bir yuva kurmaktı. Erol ile beş ay öncesinde nişanlanmış ve ardından nişanlısı çalışmak üzere tekrar İzmir’e gitmişti. Bahar bir ay öncesine kadar adeta sapasağlamdı. Bir kaç şikayeti üzerine Ankara’da doktora gitmiş ve yapılan muayene ve tetkikler sonucu kanser illetinin bütün iç organlarını kapladığını, çok geç kalınmış olduğunu ve buna bağlı olarak da oldukça kısa bir zaman yaşayacağını yakınlarına söylemişlerdi. Bahar’ın hastalığını fazla duyurmadılar, nişanlısı ile haberleşmelerinde önemli olmayan bir rahatsızlığının olduğunu belirtmişti ailesi. O’nu deliler gibi seven Erol’un Bahar’ın ölümünden haberi bile yoktu. Dün akşam Bahar büyük umutlar beslediği hayattan beklenenden de erken ansızın elini ayağını çekip, çakır gözlerini yumdu.
          Mezara sanki büyük bir aceleleri varmış gibi atılan toprağı, içim acıyarak düzeltiyorum. Her ölüm elbette ki söylendiği gibi erkendir. Fakat bu kadar erken olanına da yürek dayanmıyor. Uzaktan Bahar’ın baba evinde, gecenin bu saatinde hala büyük bir yoğunlugun yaşandığını, büyük taş duvar avlusunda yanan ışığın yardımı ile görüyorum. Kim bilir annesi şu an kendisini nasıl yerden yere vuruyordur. Sırasıyla Bahar’ın babası, kardeşleri akrabaları ve uzaklarda olan, olup bitenden hala bihaber olan nişanlısı Erol’u gözlerimin önüne getiriyorum. Hepsinin hali yüreğimi paralamaya yetiyor. Baba evi yıkıldı. Ailenin dallarına baykuşlar kondu. Gülleri hepten döküldü. Belleri büküldü. Avucumda bulunan toprağı tekrar, yerin altında cansız yatan Bahar’ın üsntüne dualar eşliğinde usulca serptim. Yüreğimde ince bir sızı ile kalktım ve mezarlığın içinde bir iki defa turladım. Ay ışığında mezar taşlarında yazan isimleri seçmeye çalışarak, orada kimin yattığını ilk defa görüyormuşum gibi heceleyerek okuyorum. Ne kadar da muhterem insan yer alıyor burada. İsimleri okudukça, onların hayatta iken hatırladığım halleri birer birer gözlerimin önüne geliyor. Aniden aklıma geldi, peki ben de ölüp, buralarda bir yer bulursam, benden sonra kim benim gözlemlerimi devam ettirecek. Mezarlığın delisi kim olacak? Benim mezarıma gözü iliştiği zaman, içinden benim hakkımda neler düşünecek. Dua okurken bunu gerçekten hak ettiğimi düşünecek mi? İyi olan yanlarımı daha çok hatırlayıp, gülümseyecek mi? Belki de, benim bazıları için söylediğim gibi; “hadi hadi iyisin” diyecektir.
          Ben “Mezarlığın Delisiyim”. Camili’li köylülerim, kendi aralarında benim için böyle diyorlar. Bundan gocunduğum yok. Benimkisi ince bir yürek sızısı. İnsan dediğimiz en kıymetli varlığın, bir anda gürül gürül akan hayattan koparılıp, geride kalan sevdiklerini üzüntüye boğmalarını kabullenemiyorum. Her Ölümün ardından, duyulan onca üzüntü ve aylarca tutulan yas, biraz da geride kalanların kendileri için olsa gerek. Yürekleri dağlayan matemimiz ve ağıtlarımız çekip, giderek bizi terk edenler için değildir. Tam tersine bütün bunlar baş başa kaldığımız yalnızlığımızadır. Mezarlığın delisi bendeniz; ip gibi dökülen göz yaşlarımız; aslında kendimiz içindir, diyorum. Sizce de öyle değil mi?  


Amsterdam, 22 Kasım 2011 

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...