EMMİOĞLU
Yıllardır ayrı düştüğü köyü Gökgöz’e, gerine gerine yaptığı anlatımı
esnasında; bu sıralarda baharın aheste aheste gelmek üzere olduğunu
anımsatırken, henüz yeni başlamış olduğu konuşmasını da iştahla sürdürmeyi
ihmal etmedi. Devamla;
“Benim hikayem politik değil be abim, tam tersine erotik.” deyip, bizim kendisinden
neleri dinleyeceğimize de hazırlıklı kıldı. Her şeyi ve herkesi çok özlediği
her halinden belli oluyordu. Pek çok köylüsü gibi O da kendisine, köylülerinin
yoğun olarak yaşadığı yazı-tura çekmek türünden sunulan üç ülke Hollanda,
Avusturya veya Danimarka seçeneğinden birini seçmek zorunda kaldı. O’nun
kısmetine yel değirmenleri, peyniri, kanalları, lalesi, inekleri, saman sarısı
bukleli kızlarının güzelliği ve daha pek çok özelliği ile ünlenen Hollanda
düştü. Görücü usulu evlendiği köylüsü Fatik ile kurduğu yuvanın ardından, bu
birleşimin ürünü olan kızları Rukiye de hayatlarına katılınca, yokluk bu yeni
evli çifti daha zorlar oldu.
Çok geçmeden O da çözümü o zamanlar furya halinde olan yurt dışına gitmeyi
seçti. Biraz borç, biraz da kıyıda köşede birikmiş olan parası ve düğününde
gelen altınlarını da bozdurup edindiği kapital ile pasaport çıkartıp, kaçak
yoldan kendisini Hollanda’ya götürecek olan şebekenin parasını tedarik etti.
En kısa zamanda hazırlıklarımı tamamlayıp, yola çıktım. Taze bir
evliliğimizin olduğu karıma ve yeni doğmuş bebeğime doyamamış bir halde,
annemi, babamı, kardeşlerimi, bütün akrabalarımı ve arkadaşlarımı geride
bırakmak zorunda kaldım. Karımın teninin kokusunu, O’na dokunuşumu, gözlerinin
derinine bakmayı ve kıpır kıpır hareketleri ile gülümseyen minik kızımı çok
özleyecektim.
Geldiğimin ilk yıllarında akla hayale gelmeyen güçlükler ile karşılaştım.
Allah’tan başımızda bir çatı olayını, dört arkadaşım ile bir evi paylaşarak
hallettim. Hepimiz aynı durumda idik, hepimiz hemşehri, eşlerini memlekette
bırakmış ve burada kalma müsaademiz yoktu. Memlekette bazı zamanlar badana,
boya, fayans ve ufak tefek marangozluk işleri yapıyordum. Uzun bir süre işsiz
dolandıktan sonra, burada da bu tür işler yapmaya başladım. Çok olmasa da
günlük ekmeğimi, kiramı ve çocuklarıma göndermek için para biriktirebiliyordum.
Unutmadan onu da anlatayım, asil adım Veli olduğu halde ben çalışırken hep
Ferdi Tayfur’dan “emmioğlu” adlı parçayı söylediğim için,
lakabım Emmioğlu oldu. Kimse gerçek ismimi bilmiyordu. Bu
adla adlandırılıyor ve boya badana işlerinde Emmioğlu Usta olarak nam
salıyordum. Emmioğlu ismi ile insanlar beni kendilerine de yakın gibi
hissediyordu. Yani bu isim benim açımdan biraz da
avantajlıydı, karşıdakine de sanki güven veriyor gibiydi, ki benim
buna çok ihtiyacım vardı. İs yaparken güven vermek elbetteki, çok önemli idi.
Buraya geleli 6 yıl kadar bir zaman süresi göz açıp kapayıncaya kadar gelip
geçti. Her şeye katlanıldığı halde, evli de olsan yalnızlık çekilir gibi
değildi. Hollanda’lı kadınlar anlatılamayacak güzellikte, her yönü ile bir içim
su gibi idiler. Fakat bizim onlar ile bir araya gelmemizi bir yana bırakın, bir
selamlarını dahi alamıyorduk. Yabancılara karşı olan anti-patileri çok fazla
idi. Dedim ya insanlık hali, bunda utanılacak, saklanacak bir şey yok. Eşim
uzaklarda ve ben illegal olduğumdan dolayı gidip gelemiyordum. Gitmeye kalksam
bir daha gelemezdim. Anlayacağınız eşim orada ve ben burada idim. Soruyorsunuz
ama, aynı arayışı eşim Türkiye’de yapmaya kalksa, elbette bunu kabullenemem ve
o evlilik biterdi. Kötü şeyler olurdu, o kadar da mezhebimiz geniş değil tabi.
Erkekkiğin durumu, kadının durumuna benzemez.
Bir yıl önce bir bayan telefonla aradı. Maraş’lı olduğunu, yeni bir eve
taşındığını, telefonumu bir tanıdıktan aldığını söyledi ve kendisi ile randevu
yaptık. İlk defa bir kadın müşterim arıyordu. O nedenle kalbim atmaya başladı.
Telefonda eşim ve annemin haricinde, başka bir kadının sesini duymaya
alışık değildim. Çok heyecanlandım, telefondaki sesi de çok samimi idi ve rahat
bir insan olduğu belli oluyordu. Ertesi günü saat on iki sıralarında
buluşmak üzere sözleştik.
Çok uzun bir zamandır bir kadın ile bir araya gelmemiştim. Aslına
bakarsanız Türkiye’de de değişen bir şey yoktu. Tanıdığım, bir araya
geldiğim, dokunduğum tek kadın kendi eşim oldu. Buluşma günü en yeni ve temiz
elbiselerimi giydim. Ev arkadaşım Süslü Yakup’un banyo dolabındaki parfümünden
her tarafıma sıktım. Allahtan Yakup evde değildi, yoksa, hır
gır çıkarırdı. Pinti herifin tekiydi. Güzelce traş oldum, kulak
kıllarımı Yakup’un cımbızı ile aldım. Evet John Travolta hayatının
yegane buluşmasına hazırdı. Evdeki bütün aynalarda gömlek yakamı çekiştirerek,
kendimden emin bir eda ile saçlarıma da hafif bir dokunuşta bulunup, uzun
uzadıya hayranlık içinde kendime baktım. Bayanın adı Selvi idi. Şimdi beklesin
ve kollasındı kendisini Selvi, Emmioğlu geliyor Emmioğlu.
Selvi’nin kapısındaydım. Kalbim göğsümü yarıp, beni terk etmek üzereydi.
Derin bir nefes alıp, kapıyı tıklattım. Derken çok geçmeden kapı açıldı. Kapıda
adıyla, sanıyla gerçek bir selvi vardı.
“Memnun oldum Selvi Hanım, ben de Veli.” Selvi’nin sıcacık eli benim
nasırlı ellerimde tokalaşırken koridora açılan yan bir odadan,”anneee” diye beş
yaşlarında, annesinin kömür karası saçlarını andıran kıvırcık
bir erkek çocuk annesine doğru, ayaklarını yere sürte sürte geldi.
Benim elimden kayıp giden Selvi’nin ipek elini o kavradı.
“Aa… Veli Bey bu da, oğlum Erol.”
“Öyle mi, merhaba Erol.” deyiverdim. Kocasının olup, olmadığını öğrenmem
için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı, bütün hinliğimle;
“Bu yakışıklı delikanlının babası nerede?” deyip, Erol’un kıvır kıvır orman
halindeki saçlarını okşayıp, bir yandan da kalbimi avuçlarımın
arasında tutmaya devam ederek, Selvi’nin vereceği
ölümcül değerdeki cevaba kulak verdim.
“Erol’un babası ile ayrıyız.” deyince, avuçlarımdaki yüreğimde büyük bir
rahatlama oldu. Özenle yüreğimi tekrar yerine koydum.
Selvi evini gezdirirken yapılacak işleri sıralıyor, nasıl istediğini, hangi
renkte olması gerektiğini tatlı tatlı anlatadururken, bende beynimde uğultular
ve çakan şimşeklere aldırmadan, cep defterime kargacık burgacık el yazımla
not tutuyor, bir yandan da metre ile Selvi’nin gösterdiği yerleri
rulo metremle ölçüp, bir bir defterime yazdım. Ölçmek maksadı ile yere
eğildiğimde Selvi mini sayılabilecek uzunluktaki eteğinden yere doğru uzanan
sütun bacakları ile hemen yanı başımdaydı. Aşağıdan yukarı doğru baktığımda,
gözlerimi kamaştıran güzellik beni benden almaya yetti. O kadar
kendimden geçtim ki, bakışlarımla kendimi ele verdim. Ben, surat yapıp
belki de beni kovmasını bekliyordum ki, Selvi gülümsüyordu. Kahve içimi
eşliğinde mutfakta oturup, fiyat konuştuk. Selvi bacak bacak üstüne atmıştı ve
ben hala bende değildim. O da bunun farkındaydı ve kanımca kedinin fare
ile oynadığı gibi benimle oynuyordu. Bu eve yeni
taşındığını, yapılması gereken çok iş olduğunu, ne zaman isterse
gelip yapabileceğimi söyledi. Baktığımda iki aylık bir iş vardı. O’nu art arda
onaylayarak, çıkardığım “hı…hıı…” sesleri ile her dediğini kabul
ettim. Bir ara sesi ciddileşti.
“Peki Veli Bey. Ha öncelikle size sadece Veli desem olur değil mi. Siz de
bana Selvi deyin. Kabul mü?” Benim ağzımdan uğultu halinde yine bir “hıı”
çıktı.
“Okey. Anlaştık o zaman. Veli bütün bu işler için sana borcum ne kadar
olacak, acaba?” Hiç beklemediğim bir anda gelmişti bu soru. Kendimi yeniden bir
toparlama hareketine koyuldum ve ardından kafamdan bir takım hesaplar yapar
havasında, belli bir rakam oluşturmaya çalıştım.
“Selvi, senin hatırına iki bin beş yüz olur dedim.” Selvi kahve rengi
gözlerini yakınlaştırıp;
“Veli… Benim hem o kadar param yok, hem de aklımdan geçen sekiz yüz en
fazla dokuz yüz civarıydı.” Ben ne diyeceğimi bulup buluşturmak için sözcük
avına çıkmıştım ki; ağzımda kontrolümün dışında bir “hıı…” sesi daha çıktı. Bu
sözcüğü duyan Selvi oğlu Erol’ün bakışları altında her iki elimi sıkı sıkı
tuttu. Çok cılız bir tüyün hafifliğinde kendimi bulutlarda buldum.
Damarlarımdan bütün kanım çekildi, kalbim ise duracak gibiydi.
“Tamam o zaman dokuz yüze anlaştık.” deyince, kalbimin durmamasını
kollayarak, boynumu büktüm. Aradaki fark çok fazla idi. Ama teslim bayrağını
bir güzel çitileyip, bütün kar beyazlığı ile göklere salmıştım. Selvi’min canı
sağ olsundu, yapılacak bir şey yoktu.
Ertesi gün erkenden gelip, işe başlamak üzere ayrılırken, elimi uzun
uzadıya tuttu. Çok mutluydum. Parayı her zaman kazanırdım. Ama Selvi’yi
kazanmak her babayiğidin harcı değildi. Ve ben ilk adımımı beklentimin çok
üstünde çok iyi atmıştım.
Sabah gün ışımak üzere iken, ağaçlara konan
kuşların cıvıltıları ile güzel güne başladım. Ev arkadaşlarım
daha uyanmamışlardı. Yakup’un parfümünü belki bugün de
kullanabilirdim, ama daha çok kullanırsam farkına varırdı. Selvi’ye
saat on sıralarında gedecektim. Mis gibi kokan eriyen tereyağına iki adet
yumurta kırdım, üzerine de bolca pul biberi serpiştirdim. Büyük bir iştahla
yumurtanın sarısına bandıra bandıra, iştahla yedim. Gözlerimin önünde hep
Selvi vardı ve ben sırılsıklam aşıktım.
Çantamı sırtlayıp, yüreğimi kontrol altında tutmaya çalışarak, bindiğim
tramwaydan dışarıyı seyrederek, Selvi’min evine doğru demir tekerleklerin raylar
üzerinde çıkardığı seslere kulak vererek geldim. Selvi kapıyı gülümseyerek
açtı. Erol ortalarda gözükmüyordu. Erol’u Selvi’min annesi almıştı, Selvi’mle
baş başaydım. Selvi’min ikram ettiği kahveyi acele ile selvi boylumu seyrederek
yudumladım. O’nun da beni süzdüğü gözümden kaçmadı. Çok cilveli olduğu her
halinden belli oluyordu. Selvi’m bir arkadaşına gideceğini söyleyip, beni
işimle baş başa bırakıp gitti. Akşama doğru ben çıkmadan gelecekti. İşime
koyuldum, akşam olmak üzereyken kapı zili çaldı, benim kalbimi tutarak
beklediğim kapının önünde bu kez Selvi’m vardı ve kapıyı açan bendim. Hızlı
adımlarla içeri daldı. Tamir ettiğim mutfak tavanını gösterdim.
Aromalı kahve gözlerini tavana doğru kaldırırken, sağ elini omuzuma
koydu. Çok beğendiğini, iyi iş çıkardığımı söyledi. Elini koyduğu
omuzumun ısındığını hissettim. Ben de karşı atakta bulunmak istedimse
de buna cesaret edemedim. Gün ola devran döneydi. Biraz daha zamana ihtiyacım
vardı. Meyvaların daha bir olgunlaşması gerekiyordu.
Günlerce Selvi’min evine gelip gittim. Bu gelip gidişler esnasında çok
pahalı da olsa üç tane parfüm alıp, kullanmıştım. Selvi ile hayli samimi
olmuştuk. Bazı zamanlar akşam yemeğine dahi kalıyordum. Sigara içerken
ağızlarımızdan çıkan dumanlar birbirine karışıyordu. Memleketimde bıraktığım
karım aklıma bile gelmiyordu. Kendisine telefon dahi etmiyordum. Kim
bilir ne kadar merak ediyordu. Varsın etsindi, umurumda dahi değildi.
Selvi’ye dehşetli çarpılmıştım. Bütün cabama rağmen istenilen yakınlaşma
bir türlü gerçekleşmiyordu. Ellerimi o güzelim bedeninin hemen hemen
her yanına değdiriyor, ama şimdiye kadar daha bir öpücük dahi
alamamıştım. Kibarca ellerimi alıp üzerinden çekiyordu. Boğazımdaki düğüm
gidip, geliyor ve her defasında içimde biriktirdiğim
arzularım kursağımda kalıyordu.
İşim bitmişti. Son günümdü. Bir daha kendisini görür müydüm bilemiyordum.
Her gece rüyalarıma giriyordu. O’nun için cayır
cayır yanıp bitmiştim. Oysa O beni
sürekli oyalıyor ve başından savıyordu.
Son günüm olduğunu O da biliyordu. İşim tamamen bitmişti. Sağ olsun
çayın yanına su böreği yapmıştı. Su böreğini çok sevdiğimi biliyordu.
Daha fazla dayanamadım, iyice yanaştım kendisine sarıldım. Beni zorla
iteledi. Gece gördüğüm rüyamı bütün detayı ile anlattım. Kendisini ne
kadar arzuladığımı defalarca söyledim. Aniden
sözü başka bir konuya getirdi.
“Sana ne kadar para verecektim?” diye sordu. Hiç beklemediğim bir soru
idi, şimdi bunun zamanı mıydı.
“Dokuz yüz.” Kelimeleri ağzımdan çıktı.
“İyi öyleyse. Rüyanda zaten bana yapmadığını bırakmamışsın. Günlerdir bu
böyle sürüp gittiğine göre, benden alacağını çoktan almışsın. Alacak ve
vereceğimiz yok o halde, ödeşmiş bulunuyoruz, bu durumda.” Başımda aşağı
kelimenin tam anlamı ile kaynar sular döküldü. İtiraz ettimse de beni kendisine
saldırdı diye herkese söyleyeceğini söyleyince, nasıl bir oyunla karşı karşıya
kaldığımı gecikmeli de olsa anladım. Malzememi toplayıp, pisi pisine evimin
yolunu tuttum. Direnmem halinde beni polise şikayet edecek ve ben soluğu
köyümde alacaktım. Kendi hayatımı riske atamazdım. Kısa bir süre içinde hükümet
biz illegaller affedip, konumumuzu yasallaştıracağına dair kuvvetli bir
söylenti vardı. İçimi kemirip, beni kahreden, onca giderilmemiş arzuya mı
yansaydım, yoksa alamadığım parama mı, bilemiyordum? İyisi mi, ramazan ayında
da olsak, oruç tutmadığım için, bütün olup bitenin üzerine kana kana soğuk bir
su içebilirdim.
Selvi’yi unutmam kolay olmadı. Aylarca yüreğimde kanayan ve çok acı
duyduğum bir yara gibiydi. Bu arada Hollanda’da yasal kalma statüsü almak en
büyük tesellim oldu. Fakat kendimi çok iyi hissetmiyordum. Omiriliğimde sorun
olduğunu söylediler. Hastahanede ameliyat oldum. Oysa ben bir an önce
evraklarımı hazırlayıp, karımı ve kızımı buraya aldırmalıydım. Yalnızlık canıma
tak etmişti. Fakat doktor çok iyi şeyler söylemiyordu. Ameliyatın başarılı
geçtiğin, ama büyük ihtimalle erkekliğimi yitirebileceğimi söyledi. Bundan daha
kötü bir haber olamazdı. Moralim dibe vurdu ve orada günlerce kaldı. Evlenmiş
ve evliliğimi yaşamadan yıllarca karımdan ayrı kalıp, evliliğimi
yaşayamamıştım. Bundan daha berbat, daha felaket bir durum olamazdı. Bu durumda
belki de karıma telefon edip, gelmemelerini söylemem gerekiyordu. Yine de bir
kaç gün beklemem de fayda vardı.
Hasta yatağımda kıpırdamadan duruyordum. Ameliyat ağrılarımı
ağrı kesicilerle dindiriyorlardı. Duş alamadığım için her
gün bir hasta bakıcı gelip, sabunlu bezlerle bütün bedenimi
siliyorlardı. Akşam yemeğinden sonra odama çok güzel bir hasta bakıcının
geldiğini gördüm. Göğüs düğmelerinden bir açıktı ve bu dikkatimden
kaçmadı. Vücudumu temizleyeceğini söyleyince çok sevindim. Kendimi bu
güzelliğe seve seve emanet edebilirdim. Anadan üryandım. Güzeller güzeli hasta
bakıcım Hollanda peyniri misali sap sarı olan buklelerini siyah bir
lastikle bağlayıp, kafamdan başlayarak beni temizlemeye
başladı. Dokunuşları içimde kıpırtılara neden oluyordu.
Tam aşağılara doğru indiğinde dolu dolu-dipdiri göğüsleri
gözümün önündeydi ve bu muhteşem
dimdik sarkıntılar inanılır gibi değildi. Tam merkezi bölgemi
temizlerken, benim kuş sağ yana yatık olduğu halde, hasta
bakıcının sarkan diklikleri ile yarışırcasına, kanat
çırpıp, kendisini sol tarafa attı ve sonrasında
kanat çırpmayı bırakıp, hazır kıta ortada olduğu yerde, hazır ola geçti. Bunu fark
eden hasta bakıcım kikirdeyerek perdeyi çekip, kahkahalarla
odayı terk etti. Ve ben oldukça mutluydum. Karada ölüm yoktu. Hemen telefona sarıldım, karımı
arayıp. evraklarını en kısa zamanda hazırlaması için kesin talimatımı, sert ve ciddi bir ses tonu ile verdim.
Dilimde yine her zamanki şarkım vardı.
“Ben de bu dağların nesine geldim
Meleşir kuzular sesine geldim
Bir garip ölmüşte yasına geldim
Geldim emmoğlu
Gözleri simsiyahtı emmoğlu
Ben de ona tutulmuştum yanmıştım
Kanatlı kapının demir sürgüsü
Belik belik saçlarının örgüsü
Sazına vuran eline kurban
Allah'ına kurban emmoğlu
………………………………”
Ameliyat umurumda değildi, Tek olumsuzluk, Selvi hala
içimde ince bir sızıydı.
Amsterdam, 15 Mart 2014