GARÉ
Bir zamanlar, köylerin birinde değil de tam belirtmek gerekirse, Camili Köyü’nde Garè adlı gariban bir kadın yaşardı. Camili Köyü Orta Anadolu bozkırında yer alan yüzlerce irili ufaklı köyden ve Garè de bu diyardaki binlerce tipik şişman görünümlü kadından biriydi.
Görünen o ki, Tanrı bütün iyi niyetli çabasına karşın, artık insanları çamurdan ve kaburgadan yaratma işini pek tutturamamış olacak ki, bu pek de pratik olmayan yorucu üretimden çokça uzun bir zaman önce elini eteğini çekmek zorunda kaldı. Bir de her defasında kaburgalardan yeni insanlar yaratmak hiç de akıl kârı değildi. Bir kereye mahsus olmuştu. Tekrarı icap etmiyordu. İnsanlar kaburgasız bir halde, sarkan patlak göbekli karınlarıyla başı boş dolaşacaklar ve oluşturdukları görüntü kirliliği ile oldukça çirkin manzaralar ortaya koyacaklardı. Bu üretim yorucu ve aynı zamanda verimli de değildi. Bu konuda, daha işin başında, geç olmadan belli bir yenilik yapmak gerekiyordu. Bundan sonraki üretimin tıpkı tavuklarda olduğu gibi yumurtalardan olmasında karar kıldı.
Üretimin, arzulu birleşmelerin ardından her
geçen gün zincirleme artması ile dünyanın her yeni bireyine veya Tanrının kullarım
diye adlandırdığı insanlara bir yetenek vermek gerekliliği ortaya çıktı. Her kulunun işini en iyi şekilde yapabilmesi için verilen yeteneklere göre de kendilerine birer birer belli misyonlar yükledi. Adı üstünde Tanrı.
Bu öngörüsü elbette ki Tanrı olmasının gereğiydi. Bu durumda kullarından Gar
Bu satırların okuyucuları da tabiatıyla Tanrı’nın kendisine biçtiği misyonu, bu öykünün anlatımını sağlayan kelimeler bir bir gözlerinin önünden geçedururken, bir kez daha anımsayacaktır.ister istemez görevlendirildiği alan bir kez daha hatırladığı an olacaktır. ve mutsuzluklar duyacaklar olduğu gibi, başları okuduğu bu satırlardan daha da uzaklaşarak konumlarından dolayı oldukça gururlanacaklar da olacaktır. Kulak verdiğinizde; "Ben var ya ben..." diyenleri duymak hiç de zor olmayacaktır.
Görevlendirmelerdeki
çeşitliliğin çokluğu aklımızı allak bullak etmeye yetecektir. Kimlik tamiri ile görevlendirilenler dahi olduğuna göre, varın gerisini siz düşünün. Hatta bu
görevlendirmelerde kimi insanın çeşitli renklerde, forslu ve bol düğmeli üniformalar giymelerini gerektirecektir ki, bu kimi zaman bir eziyet veya tam tersine konumuna belli bir güç
dahi katabilmektedir. Bir düğmesinin koparılması beş yıldan başladığına göre bolca
olan düğmelerden birkaçının kazara koparılması halinde, koparanın bütün hayatını kodeste geçirmesi tehlikesi ile karşı karşıya gelmesini gerektirecektir. O nedenledir
ki, düğme deyip geçmeyeceksiniz. "Düğmeler oldukça önemlidir ve devleti temsil edenler kutsaldırlar." Bir müstahdemin veya yoksul köylünün ceket düğmesi en değersiz olanlarındandır. Bunlar iliklendiğinde makamda eğildiğini sembolize etmek için ceketlere dikilmişlerdir. "Buyurun beyim, ne emretmiştiniz? Emredersiniz beyim, başım üstüne."
Ekmek bozkırlının en ağırlıklı
ana besinidir. Öyle ki, çoğu zaman makarna dahi ekmek ile birlikte yenir. Camili
ve çevre köylerde yapılan çok çabukça parçalanan, kırılgan çıtırlığından dolayı
“yufka” olarak adlandırılan, yaklaşık 55-60 santimetre çapında, ince ve yuvarlak
bir ekmek çeşidi yapılır. Buna saç ekmeği veya başka isimler verenler de var. Tanrı,
Garè de büyüyüp daha genç kızlığına dahi adım atmadan Camili Köyü’nde onu bu
ekmeğin yapımı ile görevlendirdi. Bu işi yapmak için kutsal düğmeli bir
üniformasının olmasına gerek yoktu. Bu iş düğmesiz de yapılabilen cinstendi.
Çocukluğunu ardında bırakmaya ramak kala, anne ve babasının yakalarına yapışan hastalıklardan ölmesi ile kardeşleri de olmayan Garè bozkırda bir ağaç misali yapayalnız, bir başına kaldı. Camililer ona iş yaptırarak onu sahiplendiler. Bu konuda ellerini pek de vicdanlarına götürmediler. Böylesi onların daha çok işlerine geliyordu.
On üç yaşına geldiği zaman açtığı yufka ekmeklerden ve elinin kıvraklığından dolayı iki yüz haneli köyün dört bir yanında namı duyuldu. Sırası ile her eve ekmek yapmaya gider oldu. Her ne kadar komşu köylerden transfer teklifleri art arda gelse de Camililer buna yanaşmadılar. Garè onlara aitti ve öyle de kalmalıydı.
Çocukluğunda anne ve babasız
kalması, ilgisizlik, kimsesizlik, çocukluğunu yaşayamaması, okula gidemeyişi,
nerede olursa orada günü geçirmesi, sevgi ve şefkat gibi yoksunluğunu şiddetle çektiği
nedenlerden dolayı işlenmeyen zekası da istenildiği kadarı ile gelişme
gösteremedi. Köylülere göre o yarım akıllı biri olarak kalakaldı.
Ancak müzik konusunda
Garè’nin eline Camili ve civar Heciban Kürt köylerinde kimseler su dökemezdi. O
bütün türküleri ezberliyor ve onları seslendirmekten büyük haz alıyordu. Hayatı
yeteri kadar neşesiz olduğundan, o neşeli parçaları daha çok ezberliyor ve bu
şen şakrak müzikleri daha çok yeğliyordu. Garè ile yufka ekmek için anlaşmaya
varan her ev sahibi kadın, o gelmeden radyosunu ayarlamak zorundaydı. Radyo
yoksa, o halde kusura kalmasınlar Garè de yoktu. Birer ak çarşaf misali açılacak olan her ekmeğin, radyodan tiz dalgalar halinde yükselecek neşeli melodiler eşliğinde açılması gerekiyordu. Yoksa o ekmekten hayır gelmezdi. Lezzeti olmazdı.
Altına da kalınca yün bir minderin konulması da olmazsa olmaz şartlarının arasındaydı. Ekmek yapımı
esnasında en çok çocuklara yumurtalı yufka yapmasını çok seviyordu. Garè’nin
ekmek yaptığını duyan her çocuk annesinden zorla aldığı yumurta ile soluğu onun
yanında alırdı. Ekmekten biraz daha kalınca ve küçük açtığı hamura kırdığı yumurtayı eliyle yayar ve ardından da ikiye katlayıp kapatırdı. Yumurtanın kenarlardan taşmaması içinde kenarlarını iyice bastırırdı. Eğer gelen çocuğa içi kaynarsa, saçtan indirdiği yumurtalı ekmeğin iki tarafına da tereyağı sürerdi.
Bir zamanlar o da çocuktu. Kömür karası saçları, iri kestane gözleri ve oldukça belirgin gamzeleri ile çocuk olan bir Garè vardı. Annesi ölmeden önce, ekmek yapan komşularına Garè’nin de yumurtalı ekmek yaptırması için bir tane yumurta buldu buluşturdu. O sevinçle komşularının ekmek yapılan tandır damına doğru giderken elindeki yumurtayı ayağının bir taşa değmesi ile düşürüp kırınca, bütün hayalleri suya düştü. Gün boyunca yumurtası için hüngür hüngür ağladı, sular seller gözyaşları döktü. Zaten annesi de bu hazin kazadan kısa bir süre sonra hayata gözlerini yumdu. Ona bir daha da yumurta veren olmadı.
O nedenle yumurta ile
gelen çocukları çevirmemek de Garè’nin başka bir şartıydı. Son şartı ise yine
ekmek yaptığı gün ev sahibi tarafından kendisine yine iki yumurtanın tahsis
edilmesiydi. Bu art arda sıralanan şartlar Camili Köyü 13. Noterinde imza
altına alındıktan sonra kırmızı halı serilmese de Garè gelip yufka ekmek
konusunda maharetini gösterir, inceliği, yuvarlaklığı ve ebatlarının eşit
büyüklüğü evin hanımını her defasında hayrete düşürürdü. Çocukluğunda içinde
kalan ukdeden olsa gerek, aldığı yumurtalardan birini sabah kahvaltısı, bir diğerini
de akşam yemeği olarak yumurtalı ekmek yapıp yerdi. Beslenmesi bundan ibaretti.
Üstüne bir de ayran içerse o gün adam boyu ekmek yapmak Garè için çocuk
oyuncağıydı.
Bu seri ekmek üretimi
esnasında radyodaki müziklerle birlikte Garè de şakıyan bir bülbül olup Viyana
Konser Salonunu aratmayan birer akustiğe sahip Camili Köyü’nün tandır damlarını
inletirdi. En sevdiği bir Diyarbakır Türküsü olan ve şark bülbülü Celal
Güzelses tarafından okunan “Nare esbap yıkıyor” adlı parçaydı. Bu Türkü radyoda
çalınmaya görsün Garè’ nin sesi köyün içlerinde dahi duyulurdu. O bu türküdeki “Nare”
sözcüğünü Garè diye söylediğinden, bu neşeli parça “Garè esbap yıkıyor” olarak
ad değiştirirdi.
“Garè esvap yıkıyor
Garè Köpük teştten akıyor
Garè
Garè'nin kaşı gözü Garè
Ciğerimi yakıyor Garè
Garè Garè hey ğarè
Garè Dağı duman olanın
Garè
Halı yaman olanın Garè
Gece uykusu gelmez Garè
Yari güzel olanın Garè
Garè Garè hey Garè
Garè Kebabı köz öldürür
Garè
Sürmeyi göz öldürür Garè
Aşıkı kılıç kesmez Garè
Bir kötü söz öldürür Garè
Garè Garè hey Garè”
Büyük bir coşku ile yorumlanan türküye tandırda bulunan herkes hep bir ağızdan eşlik eder ve tempo tutardı.
Böylelikle ekmek yapmak Tanrı tarafından özel olarak görevlendirilen Garè
sayesinde bir şenliğe dönüşürdü. Yorgunluğun esamesi hiçbir zaman okunmadı. Tam
tersine eğlence ve şenlik vardı.
Garè kendisine bahşedilen
ömür boyunca "çıtkırıldım ekmekler" yapmakla geçirdi. Bir kez olsun komşu
köylerden birine dahi gidemedi. Attığı her adım köyünün sınırları dahilinde
kaldı. Ne evlenebildi, ne de çoluk çocuk sahibi oldu. Gönlü çorak bırakıldı.
Düşleri öldü. Hayat ona sürekli bir çorba olarak sunuldu, oysa o bir çataldı. Gülüşü
yaz ortasında dahi üşüdü. Hayatına renkler uğramadı.
Bu dünyada ölümlerinin
ardından haklı olarak "ahlar vahlar" edilen, her fırsatta yad edilen nice sunturlu,
tanınmış sanatçı, bilim adamı, politikacı, artist ve benzeri kişilikler iz
bırakarak geçip gittiler. Cenazelerine renk renk çiçeklerle bezeli çelenkler getirildi. Büyük güneş gözlüklerinin ardında rivayete göre boncuk boncuk gözyaşları akıtıldığı söylendi. Gazetelere büyük puntolarla boy boy taziye ilanları verildi. Ev büyüklüğünde anıt mezarlar yapıldı.
Ansiklopedilerde bilgi mahiyetinde sayfaları kapladılar. Unutulmadılar. Unutturulmadılar.
Aynı dünyadan, sürünen bir salyangozun bıraktığı iz kadar bir belirti bırakmayan, kimselerin adını şanını bilmediği, duymadığı bir de Garè gelip geçti. Bilinen o ki; yüreğini değil kanatlandıracak, "pır pır" bile ettireceği bir sevdasının olmadığıdır. Çamur ve sağ kaburgadan insan yaratma devrinin miadı, sayılmayacak kadar uzun yıllar önce doldu. Bu konuda geriye dönüş olmadı. Tavuklar misali yumurtalardan üretimler hızla durmaksızın devam ededururken, yazılan bu öykü ile de rahmetliyi siz okuyucular ile yad etmiş olalım. Mekanı Cennet olsun, Camili Köyü mezarlığında bir yerlerde uyuyan Garè' nin mezarında açan kır çiçekleri eksik olmasın.
Amsterdam, 3 Aralık 2020