4 Ekim 2022 Salı

VEDA


             

             VEDA

 

 

             Altmış yıla yakın uzun bir zamana yayılan ve kocası ile aynı yastığa baş koyduğu bu evliliğinden boy boy oğulları ve kızları oldu. Bin bir zorluk içinde olsa da su misali akıp giden bir ömürle birlikte çocuklarının hepsi de büyüdüler, boylandılar, evlendiler ve derken iş güç sahibi oldular, muratlarına erdiler. Artık, belli yaşlara gelen evlatları da anne ve babalarına boy boy torunlar verdiler, böylelikle onların kısmen de olsa sıkıntılarını unutturdular, gönüllerini bi güzel hoş eylediler. Satırların aheste aheste ilerlemesi ile bir öyküye dönüşen, hikayenin kahramanı çilekeş kadın, kelimenin tam anlamı ile çocukları için saçını süpürge eden bir anneydi. Acı-tatlı pek çok anı ve hatıranın olduğu bu uzun soluklu evliliğinin büyük kısmında onca çocuk ve kocasına hizmet ettiği yetmezmiş gibi, bir de kayınbaba ve kaynana kahrı çekmek zorunda kaldı. Hangi birine yetişeceğini zaman zaman şaşırsa da o her zaman insanüstü bir çaba ve güçle kendisine dayatılan zorlukların üstesinden gelmesini bildi. 

             İç Anadolu’nun o geniş bozkırında Kızılırmak boyuna serpişmiş bulunan Heciban Aşireti’nden her Kürt kadının kaderinde olduğu gibi hayatın getirdiği onca zorluk onu ıskalamış olamazdı. Bu sıkıntıları çekmesi, altından alının boncuk boncuk teri ve akı ile kalkmasını elbette ki, en güzelinden bildi. Pes etmedi. Direndi. Bütün ailesini kararlılıkla ayakta tuttu. 

             Her şeyden önce bir anneydi o. Hem de cefakar bir anne. Ömrü hayatında dişini tırnağına takıp nelere katlanmadı ki, saymakla bitmez. Ama, onun bu sıkıntılı, cefa yüklü uzun süreçten dişe dokunur bir şikayeti olmadı, kimselere serzenişte bulunduğu asla görülmedi. Kaderim deyip boyun eğdi. Yeri geldiğinde kelimenin tam anlamı ile " kan kussa da kızılcık şerbeti içtim," dedi. Çocukları büyüyüp serpildikçe, onlarla duyduğu, yüreğini sızlatan gururu da aynı oranda büyüdü. Bütün ailelerde olduğu gibi, onun gözbebeği çocukları da birbirinden farklıydı. Her biri ayrı bir dünya ve ayrı hikayeleri vardı. Ama o bu oldukça kıymetlilerinin dünyalarını da hikayelerini de ölesiye seviyordu. Hiçbir ayrım söz konusu değildi. Her annenin hissettiği gibi, her evladı onun bedenin vazgeçilmez birer parçasıydı.

             En belirgin özelliği de bütün sevecenliği ile baktığı ve İç Anadolu bozkırında Kürt köylerinde bulunan kadınlarda nadir rastlanan zümrüt gözleriydi. Belki biraz ürkekçe, ama yine de insanın içine doğru nasıl da derinlemesine ve güzel bakardı. Bu tropikal orman yeşili gözler bakışları ile yüreğinizi delip geçse de bundan rahatsızlık duymaz ve en küçük bir serzenişte bulunmanıza gerek kalmazdı. Bu bakışların sonrasında insani bir güzellik ve hoşlukla baş başa kalmanız kaçınılmaz olurdu.

             Şerbetli, güzel ve akıcı anlatımlı yöresel Kürtçesi de bir o kadar seçkin ve ayrıcalıklıydı. Bu yıllar yılı baskı görmüş yasaklara maruz kalmış kadim dilde duygularını ne de güzel anlatırdı. Her kelime adeta bal batımına girer çıkar, dinleyenlerin kulaklarında melodiler doluşurdu. Bu arada her ne kadar onun gözleri orman yeşili olsa da kocası Hüseyin’in gözleri de boncuk mavisiydi. Bu evlilik yeşilin ve mavinin o güzelim tonlarının tatlı tatlı bakışmasının birlikteliğiydi. Adeta bir orman ve denizin birbirine kavuşmasıydı. Sanki ormanlar, kırlar, bahçe ve bağlar her tondan yeşilliği kucaklayıp geldi. Gökyüzü, denizler, okyanuslar, dereler ve ırmakların kucağında ise maviliklerinin bütün tonları vardı. Ama birlikteliklerinde bu denli büyük güzellik olmasına karşın, arada büyük bir aşkın olduğu konusunda fazla iddialı olmamak gerekir. Her şey kendiliğinden ve doğaçlamaydı. İç Anadolu’daki, o zamana ait çoğu  evliliklerde olduğu gibi bu birliktelikte de bir bilinmeyenli bir denklem olan aşkın beklenmesi nafile olurdu. Sanki o zamanlar aşk bu diyara pek de uğrak vermemiş gibiydi, insanlar bu büyülü duygu yoğunluğundan bihaberdi.

             Her anne gibi çocukları söz konusu olunca kaygılıydı. Üç oğlu ve iki tane de kızı vardı. Hani Ankara’da zamanında evleri veya okutma imkanları olmadığından hiç değilse yaşça da küçük olan iki oğullarını okumaları için mücadele etti. Ankara’nın Balgat semtinde kiraladıkları küçük bir gecekondu evine okula gidecek olan oğulları Nihat ve Fikret ile yerleşti. Onları okullarına büyük kaygılar ve yaralı umutları ile gönderdi. Okul dönüşü telaş içinde dört gözle yollarını bekledi. Onlara yemekler yaptı, elleri ile çamaşırlarını çitileyip yıkadı. Hani ütü gibi herhangi bir lüksü olmasa da en azında ilim irfan yoluna koyulmuş olan oğullarının üst ve de başları temizdi. Karınlarının tok, sırtlarının pek olması için kendince didinip durdu. Bir anne olarak yüreğinin bu konuda rahatlamasını çok önemsiyordu. Evet, çocukları okuyacaklar ve devletin, büyük kurumlarında, büyük adamlar olacaklardı. Bu konuda hiçbir şüphesi yoktu ve oldukça umutluydu. O da bu uzun, ince ve zahmetli yolda anne olarak üzerine düşeni yapmalıydı ve bu uğraşı onu mutlu kılıyordu.

             O zamanlar ellili yaşlardaki zümrüt gözlü bu annenin o sıkıntılı günleri geçen zamanla birlikte kısmen de olsa geride kaldı. Kocasının işleri biraz daha yoluna girdiği gibi oğulları da onun umut ettiği gibi okullarını bitirip iş güç sahibi oldular. Onların iş güç sahibi olmaları ekonomik olarak da ellerinin biraz daha bollaşması demekti. Bu da onların var olan kısıtlı imkanlarını ortadan kaldırıyordu. 

         Derken araya kovalamaca oynayan yıllar girdi. Evlilik çağına giren oğulları Nihat ve Fikret de dünya evine mutlu birer evlilikle adımlarını atıp girdiler. Zamanla da çoluk çocuğa karıştılar. Böylece Bênaz teyze de torun sahibi oldu. Mutluluğuna diyecek yoktu. Nasıl da farklı bir duyguydu torun sahibi olmak. Evet annelik oldukça güzel bir duyguydu, ama sanki torun sahibi olmanın hissiyatı bir tik daha mı ağır geliyordu, ne? Doğrusu bunu tartacak herhangi bir tartı aracı da bildiği kadar ile yoktu. Yine de en iyisi bu karşılaştırmayı yapmamak daha mı iyi olacaktı. Sonuçta en mantıklısı evladın yerinin başkalığı ve torunun da yerinin başka oluşuydu. Bu konu üzerinde kafa yormamak gerektiği gibi, biraz da hassas bir konuydu.

             Torun torba deyip tam rahata erip çocuklarının mürüvvetini, torunlarını büyümesini gözlemleyip bütün bu doyumsuz güzelliklere tanıklık etmek varken. Hiç beklenmedik bir anda amansız bir hastalığa kapıldı. Görünen o ki, bu ağız dolusu bir tatla daha yeni yeni yaşadığı hazdan elini eteğini çekmesi gerekiyordu. Oysa her şey ne kadar da güzel ve aynı zamanda mükemmeldi. Ama kendisinden gizlenen hastalığının vahameti konusunda kulağına ulaşan bilgilerden; durumunun hiç de iç açıcı olmadığını seziyordu. Yapılacak bir şey yoktu. Bu dünyada kendisine sunulan süre buraya kadardı. Anlaşılan yolun sonundaki o meşhur ışık ha göründü, ha görünecekti. Her şeyden bir çırpıda elini eteğini çekmesi gerekiyordu. Çocuklarını, kocasını, akrabalarını, sevdiklerini ve komşularına veda etme zamanıydı. Kaçınılmaz son kendisini nasıl da dayatmıştı. Ötelesen ötelenmez, kovsan kovulmaz, git desen duymaz, gitmezdi.

             Çocukları ve kocası Hüseyin durumu biliyorlardı. O nedenle çocukları annelerine uzun zaman ayırıyorlar, son demlerinde onun dizinin dibinde biraz daha kalmak, o zümrüt gözlerinin içinde biraz daha kaybolmak ve onun annelik şefkatini biraz daha yüreklerine süzülmesini ve ona olabildiğince doymak istiyorlardı.    

             Son saatleri gelmiş yaklaşmıştı. Bu her halinden belli oluyordu. Hastane odasında bütün aile toplanmıştı. Üzüntüleri çok fazlaydı. Her aile ferdi kendisine en yakın bulduğu bir insanı, bir anneyi, bir eşi kaybediyordu. Kanı, canı ve bütün varlığı ile hayatlarında olan bir insan nasıl bir anda yok olurdu? Bunun izahı yoktu. Bugüne değin de olmamıştı. Bu sır perdesi hiçbir zaman için aralanmayacaktı. Her ölüm erken ölümdü. Dünyaya ve yaşama bütün zorluklarına rağmen doyum olmuyordu. 

         En son oğlu Fikret hastanın odasına girdi. Oğlu gözyaşlarına hakim olamıyordu. Ama annesi onu bu halde görmemeliydi. Elini yüzünü yıkadıktan sonra derin bir nefes aldı ve hasta yatağında boylu boyunca oturan annesinin yanına geldi. Bênaz teyze zümrüt gözlerini aralamaya çalıştı. Gelenin oğlu Fikret olduğunu anlamakta gecikmedi. 

             “Fikret... oğlum sen misin?”

             “Evet anne benim.”

             Fikret usulca annesinin yanı başına oturdu. Annesinin elini tuttu.

         Bênaz teyze oğlunun elinin soğuk olduğunu fark etti. Ürperdi. Bakışları usulca oğlunun üzerinde yoğunlaştı.

             “Oğlum elin neden bu kadar soğuk? Sakın hastalanmayasın. Havalar soğuk, çok ince giyiniyorsun. Kurban olurum sana, kendine dikkat et. Gözüm arkada kalmasın!”

             “İyiyim anne bir şeyim yok. Hasta değilim. Sen bunu dert etme şimdi. Bak gör; en kısa sürede iyileşeceksin. Yine en kısa sürede hep birlikte köye gideriz. Bir iki ay kalırız. Köyün temiz havası sana daha iyi gelecektir. Akrabalarımız ve köydeki komşular seni merak ediyorlar. Senin için dua ediyorlar. Peki sen iyi misin, ağrın var mı?”

         Fikret oturduğu yerde dönüp annesinden cevap gelmediğini görünce, telaşlandı. Bênaz teyzenin kolu o an kırılan bir dal gibi usulca yanına düştü. Oğlu olup biteni anlamakta gecikmedi. Bir anda kelimenin tam anlamı ile dünya başına yıkıldı. Dünya durdu. Büyük bir sessizlik oldu. Devasa bir boşluk oldu. Her şey bir anda anlamını yitirdi. Hiçbir şeyin kıymetiharbiyesi kalmadı. Fikret’in içini kasıp kavuran tarifsiz bir acı kapladı. Hayatında kendisini bir anda bu kadar çaresiz, yenik ve yapayalnız hissetmemişti. Annesinden cevap alamamıştı ama annesi son anında, o haliyle oğlu hakkında nasıl da kaygılanmıştı. Anne yüreği durmuş ve bir anda ağlama sesleri ile bütün aile zümrüt gözlerin kapandığı odaya doluşmuşlardı. İnsanlığın acısını bir türlü azaltamadığı dünyaya yeterince doyamadan bir anne daha veda etmişti.   

 

 

Kudelstaart, 6 Eylül 2022

 

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...