23 Ekim 2019 Çarşamba

PAPATYA




 PAPATYA

Görünen o ki; merakınız, benim gibi iri kıyım birisinin kopardığım minnacık bir çiçekle nasıl da uğraş verdiğim yönünde. Anlatayım. Bu gördüğünüz solmak üzere olan zavallı bir kır çiçeği. Solgunluğu mazeret değil elbette. Kopardığım her narin yaprak için içim kıyılmıyor değil. Gönlüm buna her ne kadar rıza göstermese de, kalbimin önüne geçilemeyen o coşkulu atışlarına kendimi kaptırıyor ve papatyanın yapraklarını tek tek koparıyorum. (Birisini öylesine çok seviyorum ki, anlatamam. Anlatsam da anlaşılır mı, doğrusu onu da bilemiyorum. O nedenle bırakın uzun zamandır içimde barındırdığım henüz karşılığı meçhul olan sevdam, kalbimin derinliklerinde cam kırıkları gibi kanatmalarla, acıtmalarla gezinedursun.) Kopan her yaprağın ardından çıkacak olan sonuca merakla bakarken her defasında yüreğim pır pırları ile yerinden çıkacak gibi oluyor. Yaptığım bilimsel bir araştırma değil. Çok bilinen, sevildiğinden emin olmak için benim de yapmak durumunda kaldığım bir aşk araştırması diyebiliriz.
Sevmek ki; nasıl da dehşetli bir duygu. Aman Tanrım; günün yirmi dört saati durmaksızın her haliyle sevdiğimi düşünüyor, hayal ediyor ve onun o buğulu nefesinin her daim kulağımın tam da dibinde alıp vermesini istiyorum. Hayatımda ilk defa bu denli deli divane âşık oluyorum. Onun da beni sevip sevmediğini, her ne kadar mahcup bakışlarından anlasam da, çokça merak ediyorum. Şu an yaptığım papatya testinden çıkacak sonuçla bir nebze rahatlamak istiyorum. O halde neyse "halim çıksın falim." Yüreğim ağzımda son yaprağı koparıyorum. Duymak istediğim ve şu an mırıldandığım “seviyor” sözcüğü. Evet, oldu. Sihirli bir kelimeydi. Ağzım kulaklarımda. Çok mutluyum.
Papatya da onun beni sevdiğini söylüyor. Havaya uçuyorum. Yer çekimi hepten yok oldu. Bir tüy misali havalanıyorum. Aklımın suyu tamamıyla çekiliyor. Bundan daha güzel ne olabilir ki? Ne isteyebilirdim ki? Aman Tanrım, şükürler olsun sana. “Seviyor… O da seviyordu…” Katıksız yalnızlığım tez elden son bulacak. Umarım solgun papatyam doğru söylüyordur. Ya zavallı bir kuşun tüylerini yolar gibi onun yapraklarını koparmış olmamın verdiği kızgınlıktan, kırgınlığından veya bu vahşeti benden beklemediğinden, yalandan böyle söylediyse ben ne yapacağım? İçime bir kurt düşmedi değil. Buna hiç ihtimal vermesem de, ne yapıp edip bu konuda emin olmalıyım. Yüreğimi teskin etmeliyim.
Aradan zamanın biraz daha geçmesiyle kendime geldim. Her şey yerli yerine oturur gibi oldu. Zavallı papatya zaten ölmek üzereydi. Ölüm döşeğinde diyeceğim, ama bu sadece insanlara özgüydü. Bu herkes yatakta ölecek demek değil tabii ki. Hayır. Ayakta dimdik ölenler de yok değil. Hatta papatyalar da ayakta ölürler. Yattığı yerde ölmek papatya için çok yersiz bir yakıştırma olur. Anlayacağınız bunu söylemekten vazgeçtim. Hani demem o ki; papatya da olsa onu küçümsemek değil meramım. Son anlarını yaşadığı bir esnada onca çayır, çimen, ayrık otu, kekik, gelincik, yonca, hemcinsi papatya ve börtü böceğin yanı başında yalan söyleyecek hali yoktu, elbette. Minnacık bir papatya da olsa, onun da kendince bir şanı ve şerefi yok mudur? Tabii ki doğruyu söyledi.
Mevsim hazan yüklü sonbahar da olsa, benim gönlüm sarhoştu. Ormanın dört bir yanında bakmaya kıyamayacağınız altın ve kızıl renkli yapraklarla, bedenimin azımsamayacak ağırlığı ile ben de uçuşuyorum. Ağaç dallarını ıslatan bir yağmur hafiften çiseliyor. Umarsızca yoluma devam ediyorum. Çok geçmeden yağmur duruldu. Ağaç dallarının arasından bin bir renkli güneş huzmeleri sızıyor. Kuş cıvıltıları dünyanın en güzel senfoni orkestrasını aratmıyor. Püskül kuyruklu sincaplar ağaç dallarında korkusuzca dans ediyorlar. Meşe ormanında dillere destan bir renk cümbüşü hakim. Yeri kaplayan çimler ıslak. Nereden estiğini belli etmeyen, apansız çıkagelen tatlı bir rüzgâr esintisi, lop lop etli iri kıyım vücudumu tüy misali hafif kılıyor. Ben bende değilim. Başım bulutlu. Ama yeni bir yağmur yağdırmaya niyetli değilim. Bulunduğumuz kayalığın ardında annemin gizlendiğini ve kendince pek bir mutlu kikirdeyip beni izlediğini biliyorum. Anne yüreği dersem, başka açıklamaya gerek kalmaz. Varsın o da kızı bendeniz Fatoş adına kırk yılın başında mutlu olsun. Mürüvvetimi görmek onun da hakkı.
Koca ormanda kimsecikler yok. Babam Süleyman ormanda yeni keşfettiği bal kovanlarını talan etmek üzere hoplaya zıplaya uzaklaştı. Umarım Fazilet anama ve kardeşlerime de tadımlık da olsa getirmeyi akıl eder. Kız kardeşim Saliha ve erkek kardeşim Serdar daha küçük yaştalar. Öyle tatlılar ki, bakmaya kıyamazsınız. Annemin dizinin dibinden hiç ayrılmıyorlar. Bundan sonrasında o gülen gözlerinin dışında yaşamak istemediğim Reşo’mun bulunduğu kayalığa kâh ayağa kalkarak, kâh dört ayağım üzerinde yürüyerek hızla ilerliyorum. Meğerse sevdalım ayı Reşo da aynı duygularla bana doğru yola koyulmuş. (Evet, ben de bir ayıyım. Ayı ailesindenim. Sizlere hayal kırıklığı mı yaşattım. Özür dilerim. Ama sevmek her canlının harcıdır. Biz ayılar da severiz, seviyoruz, daha çok sevip, sevdalanacağız. Belki de en güzel ve gerçek olanından.) Bugün Reşo ile randevumuz var. Kız kardeşi ile haber saldım kendisine. Umutluyum. Geleceğinden eminim. Papatya falım da öyle söyledi. Ve işte orada.
Birbirimizi uzaktan görünce ormandaki ulu meşe ağaçlarını bütün dallarını sallayan homurtularla karşılıklı koştuk. Sevginin en güzel örneğini sergilediğimizden adım gibi eminim. Onlarca kilodan oluşan yağlı bedenlerimiz iki dağ misali hızla çarpıştı. Yan yana yere yuvarlandık. Pençelerimle Reşo'mun göz kamaştıran parlak tüylerini hayranlıkla okşadım. Ol bedenimi bir anda tatlı bir sıcaklık kapladı. Ürperdim. Başım alabildiğine döndü. Yerde az ilerimizde bulunan papatyalara minnetle baktım. Vurgunu olduğum Reşo’mun ağır ve biçimli bedeninin papatyaları ezmemesi için kendime doğru çektim. Aşkımdan tir tir titreyip homurdandım. Reşo yakışıklı falan, amenna kabulüm, itiraf etmeliyim ki; ona sırılsıklam aşığım. Ama ben de Reşo’mun ağzına layık, hiç de azımsanmayacak iyi bir “deveci” armuduyum desem abartıya kaçmamış olurum. Takdir sevdiceğim Reşo Beylerin.





Amsterdam, 23 Ekim 2019













9 Ekim 2019 Çarşamba

SALAVAT









 SALAVAT

Yaklaşık yetmiş beş yıl kadar öncesi (fazla kelime arayışı içine girmeden) “o zamanlar” diye adlandırılacak olursa, Camili Köyünde susuzluk o zamanlarda da büyük bir sorundu. Günümüzde “devlet babanın” onlarca yıl sonra da olsa uzanmakta hayli geciken kırık eli kısmen çözüm getirse de, aynı çıkmaz başka bir boyutu ile devam ediyor. Kana kana içilecek, ansızın çıkagelen Tanrı misafirine yapılacak bir bardak çay, bunaltan sıcak yaz günlerinde tozlu balkonların serinletilmesi için serpiştirilecek, genç kızların sürmeli güzel gözlerini andıran siyah zeytinlerin resmedildiği zeytinyağı tenekelerinin içine dikilen salkım salkım küpe çiçeklerine verilecek veya nefeslerin tüketilerek sarmaş dolaş yaşandığı şehvetli bir gecenin ardından, çok zaruri olarak alınması gereken gusül abdesti için bir bidon suyun yokluğu, Camili Köyünde sahipsiz bir ölü misali her daim sorun olarak orta yerde kalakaldı.
Yaşanan Afrika kuraklığı diğer komşu köylerin diline pelesenk olup alay konusu olarak gündemdeki yerini her daim korudu. Camililer yakalarına “kader” adı altında bir sülük gibi yapışan susuzluğun getirisi perişanlığı onlarca yıl üzerlerinden silkeleyemediler. Susuzluk belası ile adeta eşleştiler.
Kuraklık söz konusu olunca, bağ ve bahçe işleri de haliyle yapılamıyordu. “Taşıma su ile değirmen dönmediği” gibi, zaten kırılmaya yüz tutmuş değirmeni döndürmeye yakın bir yerlerden taşınacak su da nafileydi. Bazı gereksinimler konusunda dışarıya bağımlı bir ülke misali, Camili ve yörede yer alan diğer Kürt köyleri de sebze, meyve ve diğer bazı zaruri gıdaların edinimi için suların coşku ile çağıldadığı yeşillikler içindeki komşu Türk köylerine göbeğinden bağlıydılar. Hemen yanı başlarındaki komşu ilçe Kaman’ın köylerinden çerçiler cılız iki öküzün koşulu olduğu bir kağnı arabasına doldurduğu sebze ve meyveleri ile tekerlek gıcırtıları eşliğinde yaklaşık beş-altı saatlik bir yolculuğun ardından soluğu tezelden bölgedeki Heciban köylerinde alıyorlardı.
Camili Köyünden Seyfettin de, bu öykünün ilk satırlarında belirtilen ve “o zamanlar” diye adlandırdığımız zaman diliminin bir bahar gününde Küçük Camili Köyünün ileri gelenlerinden Hüseyin ağanın kızı Fayqe ile üç gün üç gece süren bir düğünle dünya evine girdi. Çifte davulun vurulduğu ve çifte zurnanın öttürüldüğü yüzlerce metreyi aşan halka halka halayların çekildiği dillere destan şenlikte bir düğündü.
Fayqe Gelin babasının varlıklı olmasından dolayı oldukça mağrur ve gururlu bir yapıya sahipti. Herkesi aşağılar, aç olarak görür ve her insanı hor görürdü. Ona göre dünyada en asil, varlıklı, soylu ve soplu bir tek onun ailesiydi. Ağa kızıydı ve ondan gayrısının hiçbir ehemmiyeti yoktu. "Gökten zembille inmek" bu olsa gerekti.
Çerçi Sadık Kaman ilçesinin yeşillikler içinde kaybolan Bayramözü Köyünden bir kağnı salatalık ile alaca karanlıkta, daha şafak sökmeden yola çıktı. Ağaçsız da olsa baharla birlikte tepeliklerin ve yer yer düzlüklerin baştanbaşa canlı bir yeşile büründüğü bahar sabahında Kuyular Köyüne ulaştı. Güneş, onun köyü gibi yeşil ama uykusuz olan gözlerine doluşuyor, kağnısının arka tarafına yan ilişmiş bir halde yol alıyordu. Bahar ile birlikte göç eyledikleri uzak diyarlardan gelen bin bir çeşit kuş kendilerine has ötüşleri ile Heciban köylerinin mavi semalarında uçuşuyorlardı. Cılız akan derelerden kurbağa sesleri yükseliyor ve Kızılırmak; yola kaplumbağa hızında devam eden kağnısı ile Çerçi Sadık’ın ardında safir bir gerdanlık gibi kalıyordu.
Sadık bütün tepelikleri aştı. Hirfanlı Barajını olanca güzelliği ile ardında bıraktı. Ter ve kir ile ağırlaşan kasketini bir çırpıda salatalıkların üzerine attı. Yokuşlarda arabasından indi, ekmek teknesinin yanı başında yürüdü. Öküzleri Kazım ve Hamza'nın sırtlarını şefkatle sıvazladı. Kazım güçlü ve atik, Hamza ise tembel ve hilekâr bir öküzdü. O nedenle Hamza'nın koşulu olduğu taraf geride kalıyor ve hep yöne doğru çekiyor, zaman zaman araba yoldan çıkıyordu. Hamza'yı satıp Kazım gibi başka bir öküz almalıydı ama şu an durumu buna hiç de elvermiyordu.
Yokuş aşağı kağnısına tekrar bindi. Elini kulağına götürüp yörede çokça sevilen bozlaklardan birini avazı çıktığı kadar bağıra çağıra yanık bir sesle dile getirdi. Heciban ellerinin bozkırında Bayramözlü çerçinin yanık sesi inledi. Aydınlanmak üzere olan ve umuda gebe güne merhaba dedi. Güneş ışınları ısınmaya yüz tutan kemikleri ile birlikte içine tatlı bir ürperti saldı. Kendisinden alabildiğine geçti. Farkında olmaksızın yukarılara baktı ve art arda bütün şirinliği ile Tanrıya gülümsedi. Bu ticareti iyi olacak ve eve yüklü bir para ile dönecekti.
Yol boyunca uğradığı diğer Heciban köylerinde, arabasını balık istifi doldurduğu yükünün yarısını sattıktan sonra, ikindi üzeri Camili Köyüne ulaştı. Köyde büyük bir düğünün daha bir hafta öncesinde yapıldığını ve komşu köyün ağasının kızının da gelin olarak geldiğini duymuştu. O halde bu gelin kendisi için yağlı bir müşteri olabilirdi. Düğün bitmiş olsa da şenliği hala kulaktan kulağa aktarılıp anlatılıyordu. Çerçi Sadık da bu duyumları köye girer girmez aldı. Düğün dağılmış olsa da, bu şenlik için Küçük Camililerden gelen davetlilerden bazıları akrabalarının yanında birkaç gün daha kalmak istemişlerdi. Sultan da bu kalanlar arasındaydı. Kardeşi Gafur’u ve çocuklarını hayli zamandır görmemişti. Köyler arasındaki mesafe çok uzak değilse de evli ve çoluk çocuk sahibi olunca bunu her istediğinde yapamıyordu. Yaşlılığında onları yeniden gelip görmek ve hasretlik gidermek için yeğeni Fayqe’nin düğünü vesile olmuştu.
Çerçi Sadık tekerlek gıcırtıları eşliğinde öküzlerini ucunda küçük bir çivi bulunan gürgen ağacından yaptığı değneğini dürte dürte taze gelin Fayqe’nin evine yaklaştı. Aynı esnada Sultan da misafirlikte bulunduğu kardeşi Gafur’un evinden çıkıp aheste adımlarla, düğün sonrası görmediği yeğeni taze gelin Fayqe’yi gelip görmek istedi. Fayqe’nin evine geldiğinde, yeğenin Çerçi Sadık’tan aldığı kocaman bir kasnak* dolusu salatalıkla evine doğru yürüyordu. Ardından kendisine yetişti. Yeğenin lütfedercesine kendisi ile hal hatır sormasının ardından, iri kıyım burnunun deliklerinden salatalıkların o dayanılmaz kokusu ciğerleri ile buluştu. Güzelim koku biraz da mide kazıntısından olacak ki, bir anda başını alabildiğine döndürmeye yetti. Çok geçmeden bütün cesaretini topladı. Yanı sıra eve doğru yürüdüğü yeğeni Fayqe’nin aldığı ve iki eli ile zorlanarak taşıdığı, canının o an çok çektiği salatalıklardan bir hamlede birisini sormadan kaptı. Tam ağzına götüreceği sırada elindeki salatalıkları hışımla yere koyan Fayqe, halasına beklenmedik bir şiddetle saldırdı. Onu, büyük bir öfke ile itip yere düşürdü. Sultan yaşlı haliyle neye uğradığına şaşırıp kalma fırsatını dahi bulamadan yan tarafta yerde bulunan büyükçe bir taşın üzerine düştü. Feryat figan eyleyip duyduğu acıyı bas bas iniltilerle dile getirdi. Çok geçmeden komşular Sultan’ı yerden kaldırdıklarında, dört kaburgasının kırıldığını anlamakta zorlanmadılar.
Fayqe süt dökmüş kedi konumunda süklüm püklüm evinin kapısından salatalıkları ile içeri girdi. O da böyle olsun istememişti. Nasıl olduysa bir an kendisini tutamamıştı. Bu açlar da hep kendisini mi buluyorlardı. Yine de varsın olsun, akrabası da olsa bu tür aç insanlar onun asaletine gölge düşürüyorlardı. Elbette bir ağa kızı olmanın getirmiş olduğu ayrıcalıkla bu durum da kabullenilecek gibi değildi. Böylelikle ona da dersini vermiş oldu. Değil izinsiz salatalık almak, yanına yöresine dahi yaklaşmamalıydı. Herkes haddini bilmeliydi. Yoksa bu açlar ordusu ile başa çıkılamazdı.
Sultan'ın tedavisi için köyde böylesi sağlık sorunlarının oluşması halinde becerisi ile bilinen Keklik Kadını çağırdılar. Gafur’un evine götürdükleri Sultan’a gerekli bakım yapıldı. Keklik Kadın kendi el yapımı olan sabun ve yumurta karışımı bir merhemi sürdü. En az bir hafta süre ile hastanın hareket etmemesi gerekiyordu. Bütün hafta boyunca Keklik Kadın her gün gelip gerekli bakımı yaptı. Bir hafta sonra da Sultan’ı bir at arabası ile Küçük Camili’deki evine götürdüler.
Aradan yıllar geçti. Fayqe aynı gurur ve mağrurlukla etrafındakileri hor görmeye devam ederek, taze gelinliğini önüne geçilmez bir mağrurlukla ardında bıraktı. Halası Sultan birkaç aylık sıkıntının ardından iyileşmişti. Ama aradan geçen yılların ardından Sultan’ın yaşı da bir hayli ilerledi. Artık bir ayağı derin bir çukurdaydı. Hastaydı. Bir yerde son anlarını yaşıyordu. Etrafın baskısı ile Fayqe de kocası Seyfettin’i de yanına aldı, halasının ve kendisinin eski köyü Küçük Camili’nin yolunu tuttu.
Kocası Seyfettin ile halasının evine geldiğinde, torunları Hediye ve Meryem onları ağlamaklı ve üzüntülü karşıladı. Babaannelerinin ölmek üzere olduğunu söyledi. Fayqe ve Seyfettin başları önlerinde üzüntü ile kendilerinin helallik almaya geldiklerini söylediler. Hediye usulca Sultan’ın kapısını araladı ve odaya girdi.
“Babaanne, Fayqe ve Seyfettin Camili Köyünden geldiler. Seni görmek istiyorlar. Müsaaden olursa senden helallik istemek için gelmişler. Sultan nefes almakta zorlanıyordu. Gözleri kapanıyor ve hayata tutunmak için bir hayli çırpınıyordu. Gözlerini aralayıp, gelsinler mahiyetinde başını hafifçe salladı.
Fayqe ve Seyfettin olabildiğince bir suçluluk edası ile başları yere düşecekmişçesine önlerinde inik tutmaya devamla odaya girdiler. Faqke ellerini göbeği üzerinde birleştirip titrek bir sesle (O an iyi tarafından kalkmış olacak ki, kendisinden beklenmeyecek bu saygı gösterisi, dudaklara apansız uçuklar konduracak kadar şaşırtıcıydı.) söze girdi.
“Sultan Hala senden helallik istemeye geldik. Üzerimizde çok hakkın var. Hakkını helal et. Varsa kusurumuz görmezlikten gel. Bize hakkını helal ediyor musun?”
Sultan’ın derin iki çukuru andıran gözlerine bir anda ağırlık çöktü. Ellerini çırpar gibi yaptı. Sanki birileri boğazına bastırıyordu. Nefes alamaz oldu. Önce yeğeni Fayqe’ye cevap vermesi gerekiyordu. Son salavatını daha sonra getirse de olurdu. Boğazına yapışan görünmez elleri son bir çaba ile iteledi. Ardından inilti halinde, sitem dolu bir hırıltıyla;
“Hıyar…  Hıyar… Hıyar…” diyebildi. Salavat getiremeden gözlerini bir daha açılmamak üzere yumdu. Camili Köyünde zeytinyağı tenekelerinde boy veren küpe çiçekleri susuzluktan kurudu. Balkonlar tozlarından arınamadılar. Gusül abdesti almak için su zor bulundu, ama yaşanan şehvetli gecelerin tadı ağızlarda kaldı. Hayat olarak adlandırılan su yoktu. Hayat yoktu.


Amsterdam, 9 Ekim 2019


*Kasnak: Buğday ve arpa elemek için kullanılan büyük gözenekli bir tür elek.

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...