31 Ağustos 2017 Perşembe

KUYRUK



KUYRUK

          Uzun zamandır, uzaktan uzağa, bin bir ihtimamla kollayıp kolaçan ettiğim, rüyalarımdaki ulaşılmaz av nihayet ağzımda. Avımı keskin dişlerimin arasında olabildiğince sıkı tutuyorum. Çok geçmeden ailecek oldukça leziz bir ziyafet çekeceğiz. Şükürler olsun, Tanrı bugün de yüzümü güldürdü. Yıldızlar gibi parlayan gözlerimi mutlulukla kırpıştırdı. Hakkım olan avı; her zamanki gücüm, zekam ve atikliğimle almasını bildim. İştahım adeta bir tavus kuşu gibi kabardı. Ağzımdan salyalar akıyor. İnce, uzun ve biçimli çenemin arasında Camili Köyü’nden Kör Zewe'nin üzerine titrediği, çok kıymetli Mor İbik horozu var. Çok geçmeden, taş çatlasın yirmi dakika sonra Mor İbik'le; değil zil, tam anlamıyla kilise çanları çalan karnımı doyuracağım.
          Mor İbik can havliyle, af edersiniz; kıçını yırtarcasına beyhude “imdat... imdaaat...” diye bas bas bağırıyor. Ortalığı yok yere velveleye veriyor. Kendileri şunu bilmeli ki, benden kurtuluşu yok. Böyle bağıracağını bilsem tek hamlede mor ibikli kafasından yakalardım. Böylelikle “gıkı” dahi çıkmazdı. Bu bana ders olsun. Böylesi cazgır bir horozla ömrü hayatımda ilk defa karşılaşıyorum. Aman Allahım Kör Zewe’nin Mor İbik horozunun canı ne kadar da tatlı. Anlaşılan biraz fazla şımartılmış. Canının tatlılığı zat-ı alilerinin ibiğinin morluğundan mı, geliyor acaba?
          O da ne? Yirmi metre kadar ileride Kör Zewe'nin kocasını görüyorum. Camili Köyünde kimilerinin de Çıtak dediği Heyderi Hecike tüfeğini bana doğrultuyor. Sakınımlı adımlarla, gözlerini belerterek benden yana ilerliyor. Hemen kümes duvarının dibinde soluğu aldım. Heyderi Hecike 'gez-göz ve silme arpacıktan' deyip nişan alana kadar postu deldirmekten kendimi zor bela kurtardım. Korkudan yüreğim ağzıma geldi. Nefes alıp veremiyorum. Dört ayağım birden adeta kötürüm oluverdi. Ama Mor İbik'i de dişlerimin arasında sıkıca tutmaya devam ediyorum. Kendimi bir an önce toparlamam gerekiyor. Bütün gücümü ayaklarıma salıp, her halinden keskin bir avcı olduğu belli olan Heyderi Hecike'nin menzilinden çıkmalıyım. Duvarın dibinden çıkmadığımı görünce nişan almayı bıraktı. Av tüfeğini yavaşça yanına saldı. Kaçmanın tam da anı. Pire gibi bir çırpıda ileri doğru sıçradım. Benim duvar dibinden çıkmamla birlikte, Kör Zewe'nin kocası da tüfeği yeniden bana doğrulttu. Bir el ateş etti. Ama hayli uzaklaştım ve O'nun atış menzilinden çıktım. Mor İbiğin de sesi kesilmişti. Muhtemelen o panikle dişlerimi iyice geçirmiş olacağım ki, o da can vermiş olmalı.
          Hızla yuvama doğru koşturuyorum. Evimiz hayli uzaklarda. Camili Köyü'nün dışında, Qolit Tepesi'nin kuytuluk bir yamacında. Bir civa damlası misali yolumda akıp koşturadururken, ansızın kuyruk kısmımda bir yanma hissettim. Ardımda aynı zamanda bir hafiflik de vardı. Dönüp bakmaya korksam da, merakla baktım. Kuyruğumun yerinde yeller esiyordu. Görünen o ki, Heyderi Hecike'nin av tüfeğinden seken saçmalar kuyruğumu koparmıştı. Bir an durakaldım. Ne yapacağımı şaşırdım. Kuyruksuz bir tilki herkes için alay konusu olmak demekti. Bu halimle karım Maviş'in karşısına nasıl çıkacaktım. Qolit Tepesi'nin maskarası olacak, bütün hayvanlar hep bir ağızdan halime güleceklerdi. Anlaşılan yaranın sıcaklığından, saçmaların değme anını hissedemedim.
          Nihayet yuvama yaklaştım. Kimseciklere görünmemeye çalışıyorum. Kendimden utanıyordum. Karizmam bir gölge misali yerlerde sürünüyordu. Nice kadının hayallerini süsleyen o güzelim kuyruğum Camili Köyü’nde O Kör Zewe'nin kümesinde kalmıştı.
Kuşluk vaktiydi. Yuvamın kapısına gelince ağrı dayanılmaz hale geldi. Kuyruğumu dik tutmalıydım, ama olmayan kuyruk da dik tutulamazdı ki. Kapıda beni karım Maviş, kızlarım Döne, Yeter ve Bese karşıladılar. Ağzımda Mor İbik'i görünce aynı anda arka ayaklarının üzerinde dikeldiler. Ön ayakları ile beni alkış yağmuruna tuttular. Ben çan çalan karnımı unutmuştum. Kuyruğumun yokluğunu göstermemeye çalıştım. Maaile sofraya oturduk. Yüzüme zoraki büyük bir gülümseme oturtmak zorunda kaldım. Kızlarım ve karımın sofradan aç kalkmamaları için dişimi olabildiğince sıkıyorum. Ağzımda bir iki lokmayı yuvarlayıp durdum. İçimde buruk bir mutluluk var. Bir kez daha ailemin karnını doyurmuş olmanın gururu yaşıyorum. Onları şimdiye kadar olduğu gibi kimselere muhtaç bırakmadım, diyerek kendi kendimi avutuyorum. Ama bu defa avlanma bana oldukça pahalıya mal oldu. Deyim yerindeyse, 'ava giderken avlandım.' Ailecek karnımız doydu. Geriye sadece Mor İbik'in gök kuşağı renklerindeki parlak tüyleri kaldı.
          Kuyruk acım yüzüme yansımış olmalı ki, karım Maviş korkuyla yüzüme baktı. Olup biteni anlatmak zorunda kaldım. Kızlarım kuyruksuzluğuma bakıp feryatlarla ağladılar. Çok geçmeden başımdan geçenler bütün Qolit Tepesi diyarındaki hayvan dostlarımız tarafından kulaktan kulağa yayılmayla duyuldu. İlk önce hem kapı komşumuz hem de kadim dostlarımız olan kirpi ailesi Mujik, karısı Tujik çocukları Jüjican, İpek, Zarife ve Kadife geldiler. Tujik çocuklarıyla kır çiçeği toplamışlar. Kocaman birbirinden güzel çiçeklerle bezeli bir buket getirdiler. Üzüntülerini dile getirdiler. Mujik şifalı otlardan yaptığı ve beraberinde getirdiği bir merhemi kopan kuyruğumun yarasına özenle sürdü. Acım biraz olsun dindi. Çaylarımızı yudumladık. Mujik ve Tujik'in gösterdiği yakınlık beni hayli mutlu kıldı. Öyle ki kopan kuyruğumu dahi bir an için unuttum. Müteşekkirdim. Duyduğum minnettarlıkla aniden içimden onlara sarılmak geldi. Hiç beklemedikleri bir anda kollarımın arasında bu değerli dostlarımı sıkı sıkı sarmaladım. Aman Allahım, bu nasıl bir acı? Bütün bedenime yayından kurtulan binlerce ok aynı zamanda saplandılar. Kuyruğumun acısı bunun yanında hiç bir şey değildi. Oysa beni bu konuda daha önce defalarca uyarmışlardı. Kirpilerle dostluk oldukça riskliydi. Acıdan kıvrandım. Tujik nasıl da mahcup olmuştu. Üzüntü ile:
          “Kahrolası dikenlerimiz diyeceğim ama, Allah bizi de böyle yaratmış. Böyle dersem isyan etmiş olurum. Allah’ın gücüne gider. Ne olur Cingöz kardeş kusurumuza bakma. Böyle olacağını bilsek uzak dururduk. Biliyorum canın çok yanmıştır. Her ne kadar ‘gül’ olmasak da, bu durumda şöyle desek yeridir. Kirpiyle dost olan, dikenlerine de katlanmak zorunda kalır.” Bir kez daha dişimi sıkıp acımı saklamak zorundaydım.
          “Ah Tujikciğim, sevgili dostum, üzülme geçti. Evet çok acıdı ama geçti. Ben duygusallığımdan, sürekli sevdiklerime dokunmak isteyen biriyim. İçime güzellikler salan herkese, dayanamayıp hemen sarılıyorum. İyi ki varsınız. Dost olarak verdiğiniz inanılmaz desteğiniz için de ne kadar çok teşekkür etsem azdır. Sizlerle dost olmak bizleri her daim onure etmiştir. Bunu bilesiniz.
          Mujik çay sonrası içtiği beş kadeh rakının ardından çakır keyif oldu. Bu kez de O bana sarılmak istediyse de, kendisinden can havliyle beş adım uzaklaştım. Tujik kocasını zor bela yatıştırabildi.   
          “Sarılacağım da sarılacağım” diye tutturdu.
          Zaman hayli ilerledi. Mujik, Tujik ve çocuklarını evlerine uğurladık. Çok mahcuptular. Kapıdan uzaktan uzağa onlarca öpücük yolladılar. Çocukları ne kadar da hoştular. Vakur birer kişilikleri olan Mujik ile Tujik'i her zaman takdir etmişimdir. Bu güzelim çocuklara iyi bir aile terbiyesi vermişlerdi. Saygıda kusursuzdular. İşin doğrusu ben ve karım Maviş de bu konuda elimizden geleni yaptık, yapıyoruz. Bunun övgüsünü ben yaparsam, elbette ki kimselerin katında yakışık almaz.
          Hala bütün bedenimde acı hissediyordum. O gece güzelce dinlendim. Bundan sonrasında kuyruksuz bir tilkiydim. Her şey olabilirdi, ama kuyruksuz bir tilki olmak, tabiatın kanununa aykırıydı. Geldiğim noktayı tasavvur bile edemiyordum. Bu yeri kapatılamayacak olan eksiklikliğin vermiş olduğu rahatsızlıktan dolayı en büyük desteği canımın içi, bir su damlası güzelliğindeki Maviş'imden alacaktım. Beynimin bütün kıvrımlarında; 'kuyruksuzluğun o dayanılmaz hafifliği' vardı. Gökyüzündeki güneşim olan karım Maviş, gece boyunca beni teselli etti. Nasıl da onca sevgisini dilinden kalbime yağ eyleyip, kaydırmayı ustalıkla biliyordu. Hatta biraz olsun, olup biteni unutmak için güzelce seviştik. Karım benim. Nasıl da her şeyi yerinde ve zamanında düşünürdü. Kuyruksuzluğa rağmen hayat güzeldi. Mavişim ile daha bir güzeldi.
          Heyderi Hecike av tüfeğini sırtlayıp evine döndü. Kör Zewe'nin dolaba sürekli koy-çıkar yaptığı serpme kahvaltıyla karnını güzelce doyurdu. Sonrasında balkonda ayaklarının dibine büyükçe bir bez serdi. Av tüfeğini parçalara ayırdı. Her parçayı güzelce silip yağladı. Heyderi Hecike'yi av tüfeğini yağlarken gören kör Zewe, kocasına alaylı bir edayla yanaştı.
              “Bak hele bak. Sanki büyük bir iş yapmış da, bir tilkiyi dahi on metreden vuramayan keskin nişancı tüfeğini yağlıyor.”
          Heyderi Hecike tüfeğinden birbirine karışarak yükselen yağ ve barut kokularını bir müddet ciğerlerine çekti. Bir taraftan da sinirlerine hakim olmaya çalıştı. Hiç istifini bozmadan arkasına sakladığı Cingöz Tilki'nin alımlı kuyruğunu havaya kaldırdı.
               “Peki buna ne dersin Zewe Hanım. Eğer vurmadıysam bu nedir söyler misin?” Kör Zewe burnundan solumaya devam etti.
               “İyi Heyder Bey tamam. Haklısın. O kör olası tilkinin kuyruğu burada. Peki benim Mor İbik horozum nerede? Söyleyeyim mi? Nerede olacak, kuyruksuz tilkinin kursağında. Ne yapayım bu kuyruğu? Harman yerinde anıran boz eşeğe ikinci bir kuyruk olarak takamam ya!”
          Karı kocanın tartışması köy muhtarı Molla'nın evlerine uğrak vermesiyle son buldu. Molla sunulan nar kırmızısı çaydan bir yudum aldı ve Heyderi Hecike'nin gözlerinin içine baktı.
             “Heyder dün ikindi vakti sizin evin bu tarafında bir tüfek sesi duydum. Hayır ola bir şey mi oldu?” Bu sorunun ardından, Heyderi Hecike ve Kör Zewe'nin serin gölgeli balkonunda büyük bir maceranın sohbeti başladı. Cingöz Tilki'nin kuyruğu elden ele dolaştı. Camililer Cingöz Tilki’nin kuyruğunu görmek üzere Heyderi Hecike’nin evine akın ettiler. Olan Kör Zewe’ye oldu. Kuyruk turizminde her gelen meraklıya çay sunmak zorunda kaldı. Mor İbik'in ise sesi artık duyulmuyordu.


Amsterdam, 31 Ağustos 2017




20 Ağustos 2017 Pazar

İĞDENİN DALLARI YERDE



İĞDENİN DALLARI YERDE

          Büyük cam kavanozun kapağını açtı. Yumru elini usulca derin kavanozun içine daldırdı. Bir avuç iğdeyi, küçük bir çocuk gibi, birileri görecekmiş hissiyle pantolonunun sağ cebine doldurdu. Ardından bir avuç kadar daha aldı. Pantolon cebi belirgin bir şekilde kabardı. Çok da büyük olmayan adımları, O’nu sabah güneşinin bütün parlaklığı ile yansıdığı evinin sarı boyalı duvarının dibine getirdi. Yeni bir güne merhaba diyecekti. Küçük, ‘çulha’ denilen yün dokuması kilimin üzerine koyduğu pamuk minderi kalçasının altına iyice yerleştirdi. Sırtını üstü halı kaplamalı, sert hasır yastığa yasladı. 
          Ellerini pantolon cebine koyup, iğdeciklerini okşar gibi yokladı. Aldığı yarım avuç iğdeyi hayranlıkla seyre daldı. Gri rengini andıran gözlerine doluşan güneş büyük bir sihirle, onları bir anda boncuk maviliğine dönüştürdü. İğdeler bir anda elmas parçacıkları gibi göz kamaştıran bir parıltıyla parladı. İştahı kabardı ve elmas parçalarından bir tanesini ağzına attı. Tam da ağzındaki değirmenin kırık dökük taşlı mekanizmasını harekete geçirecekti ki, evin sadık köpeği merakla gelip iki metre karşısında çömeldi. Önce biçimli ön ayaklarını mümkün olduğu kadar ileriye doğru saldı ve altına topladığı arka ayaklarının üzerine bütün bedenini gözlerini kırpa kırpa eşit bir şekilde yerleştirdi. Musa ile göz göze geldiler. Keleş Köpek karnesinde bolca zayıfı olan bir çocuk mahcupluğu ile sahibinin gözlerinin derinliklerine kaçamaklarla baktı. Sahibinin kafasından neler geçtiğini pek bir merak etti. Tam kafasının üzerini bütünüyle kaplayan siyah tüylerle; şapkalı bit köpeği andırıyordu.
          Musa, çeşitli melodiler halinde kulağına gelen kuş seslerini dinledi. Etrafta büyük bir sessizlik hakimdi. Mavi kanatlı bir kelebek süzülerek uçtu ve omuzuna kondu. Keleş, kelebeği kıskanırcasına havladı. Kısa bir süre sonra sustu. Uzaklardan eşek anırtıları duyulur oldu. Musa’nın Pullu dediği horozu Kömür Tavuğun ibiğini ısırıp, hışımla altına aldı. Şaşılası, anlık bir sevişme teşhirinde bulundular. Hızını alamayan Pullu Horoz diğer tavukların ardında yeni bir maraton ipini göğüslemek üzere koşturdu. Gökyüzündeki bulutlar tamamen gözlerden yitip gittiler. Bahçedeki domates fidanları yeni çiçekler açtı. Çiçekten meyvaya duran domatesler daha da kızıllaştılar. Ay çiçekleri askeri bir disiplinle yüzlerini aynı anda güneşe dönmesini bir kez daha bildiler.
          İğdelerin lezzetine diyecek yoktu. Dişlerinin arasını doldurup, tıkanıklık vermesi biraz zahmetliydi. Keleş hafiften duyulur hırıltılarla sahibini izlemeye devam ediyordu. Ara sıra uzun keskin dişlerle kaplı çenesini açıyor, uzun uzadıya düz ve uzun dili ile ağzının etrafını yalıyordu. Bu arada mavi kanatlı kelebek bilinmeze uçtu. İzini kaybettirdi.
          Musa’nın karısı on beş yıl kadar önce ölmüştü. Bu uzun zaman içinde çok zor günleri oldu. Adeta kendi hikayesinde dolanıp durmaktan bitap düştü. Zeliha ne kadar da çabuk kendisini yapayalnız koydu. Olacak şey değildi. Mutluluk sanki bir kibrit çöpüydü. Yandı ve bitti. Oysa Musa O’na nasıl da aşıktı. Ağzından dökülen her kelime kendisi için adeta bir emirdi. Karısı, Musa’nın gözünde tam anlamıyla şiirsel bir güzellikteydi. Bunca zamandır zaten O’nun yerine kimseleri konduramadı. Daha doğrusu uygun kimseler yoktu ve bu güne değin buna ön ayak olacak birileri de olmadı. Yüreğinin derinliklerinde yalnızlığını hep bir başına yaşadı. Yıllardır yaşadığı yalnızlık O’nu bir hayli yordu. Bir kızı ve oğlu vardı. Ama onlar da çoluk çocuğa karışıp kendi hayatlarını yaşıyorlardı. Çocuklarından da, akrabalarından da bir fayda yoktu. Her işini kendisi yapıyor ve kimselere bağımlı olmamak için didiniyordu. Bir odadan diğerine biçare bir halde gidiyor, aynalara ise sadece kendisinin solgun çehresi yansıyordu.
          Musa cebindeki iğdeleri yarıladı. Yeni bir iğdeyi ağzına attı. Yadına Zeliha’sı yeniden düştü. Her ne zaman Zeliha aklına gelse, O’nun güzelim uzun kömür karası saçları her daim gözlerinin karşısında belirirdi. Şimdi de aynen öyle oldu. Sonra kestane rengi gözleri, dolgun dudakları, biçimli burnu ve ince uzun parmaklarını görür gibi oldu. En büyük korkusu bir gün O’nun hayalinin gözlerinin önünden silinip gitmesiydi. Bunun olmaması için yatak odasında asılı olan Zeliha’nın çerçeveli resmini korkarak alıyor, dakikalarca bakıp bir kez daha zihnine kazıyordu. Gönlünün kuşu sıcak ve huzurlu yuvasından uçunca, bütün dünyası viraneye döndü. Kalbine karşı her nedense büyük bir mahcupluğu vardı.
Musa bu güzel hayale öylesine kapıldı ki, elini uzatıp Zeliha’ya dokunmak istedi. Bir kez daha eli boşlukta aranır oldu. Keleş sahibinin elini neden uzattığına anlam veremedi. İrkildi. Hatta bir iki adım gerilere kaydı. Musa köpeği Keleş’ten hicap etti. Düştüğü duruma bir kez daha derinden üzüldü.
         Cebinin kıyısında köşesinde bir kaç tane iğde daha vardı. Şimdilik bu kadar yeterdi. Zaten tıkanıklık veriyorlardı. Yanındaki sürahiden bir bardak su aldı. Bir solukta içti. Ferahladı. Tıkanıklığı yok oldu. Zeliha’nın saçlarını yıkaması için yağmur sularını biriktireyim diye nasıl da çabalıyordu. Islana ıslana oradan oraya bin bir telaşla koşturuyordu. İpek saçları yağmur suları ile daha da yumuşak ve parlaklık kazanıyordu. Yıllardır kimseler için yağmur suyu biriktirdiği yoktu. Hayatında öyle birileri daha da olmadı.
         Öğle üzeri güneş ışınlarını tepeden salmaya başladı. Duvar dibinde gölge olmadığından diğer duvara doğru hareket edecekti ki, Kaman köylerinden Çerçi Kötü Yusuf’un iki eşeğini koştuğu kağnı arabasının ardından evine doğru geldiğini gördü. Musa avlu kapısını açtı. Arkadaşı çerçi Kötü Yusuf’u sevecenlikle buyur etti.
             “Selamünaleyküm Musa Ağam. Bütün üzümleri sattım. Sana da bir iki kilo kadar ayırdım. Yol üzeri onları bırakayım, hem de özledim. Hal ve hatırını da sorayım dedim. Bilmem iyi ettim mi?”
             “Ne iyi yaptın Yusuf. Başım gözüm üstüne. Hoş geldin. Sefalar getirdin. Nasılsın iyi misin. Yengem ve çocuklar nasıllar?”
             “Ne olsun be Musa Ağam herkes iyi. Soranlara selamları var. Biz de bildiğin gibi ekmek parası deyip, bu iki ‘karakaçanın’ peşi sıra o köyden bir diğerine seyirtip duruyoruz. Hamd olsun Yüce Allah’ın bin bir nimetine. Bütün köylerde söylemesi ayıp adımız Kötü Yusuf’a çıktı. Allah senden razı olsun bir tek senden duymadım bu bana yakıştırılan methiyeyi. Allah seni inandırsın, ben onlara hep aha bu boz eşeğin gözleri büyüklüğündeki kehribar üzümleri fazlası ile veriyorum. Ama yine de yaranamıyorum. Başlarda ağrıma gitmiyor değildi. Ama alıştım artık. Mevzu ekmek parası olunca, insan her şeye katlanıyor. Milletin ağzı sizin şu tohumluk buğday çuvalı değil ki, büzüp bağlayasın. Ne ise anlat bakalım. Senin halin ahvalin nasıl? Aslında yolda gelirken seninle ilgili bir iyilik düşündüm.”
         Musa’yı bir merak sardı. Acaba Yusuf’un düşündüğü iyilik ne olabilirdi ki? Üzüm arabasının üzerine doğru eğildi. Arabanın köşesinde kalan iki kilo kadar siyah üzüme baktı. Arılar arabanın etrafında vızıldayıp duruyorlardı. Musa başını kaldırıp, kendisine doğru kanat çırpan bir arıyı elinin tersiyle kovdu.
             “Söyle bakalım Yusuf benim için ne gibi bir iyilik düşündün? Hayır ola.”
             “Hayırdır... Hayır. Merak etme senin için iyi şeyler düşünüyorum. Adım her ne kadar Kötü Yusuf olsa da.”
             “Estağfurullah. O kelimeyi kendisini bilmez bir iki kişi kullanıyor. Yoksa bu köyde çok seviliyorsun. Benim yanımda da senin yerin başkadır. Bunu sen de biliyorsun.”
             “Bilmez olur muyum Musa ağam seni der, seni bilirim. Sen benim en iyi arkadaşımsın.”
         Musa çay yapmak üzere mutfağın yolunu tuttu. Bu Yusuf hayırlı bir iş diyordu. Yoksa koca bir köyün, çocuklarının ve akrabalarının yapamadığını bu Yusuf mu yapacaktı? O’nu on beş yıl sonra yeniden baş göz mü edecekti? Zeliha’sının üzerine başka gül koklamayı elbette istemezdi. Ama yalnızlık da bir yere kadardı. Bu yaştan sonra çekilir gibi de değildi.
         Kötü Yusuf sunulan tavşan kanı çaya kırçıl bıyıklarını batırmamaya çalışarak höpürtülerle içti.
             “Musa ağam çay çok güzel olmuş. Eline koluna sağlık. Diyeceğim şu ki; senin de bildiğin gibi, yalnızlık ancak yukarıdakine mahsus. Diyorum ki, artık sana da bir can yoldaşı lazım. Yek başına nereye kadar? Bilirsin bu koca köyde seni sever sayarım. Bizim köyde ahlakı temiz, terbiyesi yerinde, arı namusu olan dul bir kadıncağız var. Geçen gün bizim hatuna çıtlatıvermiş. İyi biri olursa ben de evlenmek istiyorum diye ağzından bir lakırtı çıkmış. Benim de aklıma Allah bilir ya, ilk sen geldin. Bu hatun tam senin için biçilmiş kaftan. Eğer sen de rıza gösterir evet dersen, uygun bir zamanda bizim köye, bana gelirsin. Bizim çerçilik işi de zaten bu yıl bitti. Bu son arabaydı. Artık ben hep evdeyim. Uygun bir dille sorar çay içmek bahanesiyle misafirliğe gideriz. Baktın kalbinde atışlar başkalaşıyor, bir hal çaresi buluruz. Sayenizde biz de sevaba gireriz. Bence üzümün çöpü-armudun sapı demeden hemen evet demelisin. Senin de iyi kötü omuzunda uyuyan bir hatun olmalı. Yazıktır, kıyamam, günahtır sana. Mezara gömülür gibi içine gömülmenin ne alemi var? Bu köyde seni her gördüğümde yalnızlığına yüreğim alav alav yanar. Musa, ne olur bu dediğimi unutma. Sen benim has arkadaşımsın.”
         Hiç beklemediği bir anda bu dostunun getirdiği teklifle şaşkına dönen Musa, duraksadı. Ne diyeceği konusunda ikirciklendi. Ama bulunduğu durumdan daha da kötü olacağını sanmıyordu. Belki de Yusuf’un dediği gibi iyi bir insandı. Has arkadaşım dediği birine ciğeri beş para etmeyen birisi teklif edilir miydi? Musa, kaçarken yanlış bir sokağa girmişçesine bir duyguyla söze girdi.
             “Yusuf kardeş neler de düşünmüşsün. Sağ olasın. Demek beni baş göz etmek niyetindesin. Sen bütün bunları anlatadururken, ben ilk kez bu konuyu düşündüm. Neden olmasın dedim kendi kedime. Elim ayağım tutuyor. Çok şükür sağlığım da yerinde. Maddi bir sorunum da yok. Aslına bakarsan; derler ki: ‘İnsan içinden yenilemese dışından eskirmiş.’ Demek benim de artık içimden hepten yenilenmem gerektiğini, senin gibi temiz kalpli bir dostum gördü. Öyle ya bu dünyanın yükünü tek başına omuzlamanın alemi ne? Kafama takılan, bilmem O da beni kabul eder mi? Bana bütün kalbi ile hissederek evet der mi?”
             “Senden iyisini bulacak? Bunları hiç düşünme. Kafana da zerre kadar takma. Orasını sen bana, kardeşine bırak. Bak gör nasıl tereyağından kıl çeker gibi halledeceğim. Hiç değilse şu garip kardaşımın gönlümü de hoş tutacak bir yoldaşı olur. Adı Gülfidan. İsmi gibi tam bir güllü fidan. Dikenleri de vardır ve çokçadır muhakkak. Eh... Ne diyeyim, onlara katlanmak da sana kalacak artık. Sen hatunu sıcacık koynunda bil gayri. Bu kış yatağın sımsıcak olacak. Huyu da, suyu da güzel mi güzel. Ben ve yengen her konuda sana garanti veriyoruz. Senin kötülüğünü ister miyiz? Kaman’da o zamanlar ortaokulu bitirmişti. Kocası rahmetli olunca, gerisin geri baba evine dönmek zorunda kaldı kadıncağız. Bir iyi tarafı daha var ki, çoluk çocuğu da yok. Tam senlik anlayacağın. Bizim köylük yerde ne zaman görsem, elinde bir kitap okuyup duruyor. Yani senin kadar olmazsa da, O da kendince az çok ilim irfan sahibi. Bu Kürt köylerinde bilmem mi, sen parmakla gösterilen tek adamsın. Hatırı sayılır bir bilgin ve görgün var. Her konuda alimallah herkes sana danışır.”
         Musa sabah kahvaltısından arta kalan acılı menemeni ısıttı. Yanına zeytin, peynir, kayısı reçeli, bal, salatalık ve bir demet de maydanoz koydu. Orta büyüklükteki yuvarlak tepsiyi arkadaşının önüne koydu.
             “Zahmet ettirdim sana. Sağ olasın. Hacı sofrası olsun. Söyle bakalım evet diyor musun bu işe?”
             “Görüyorum ki sen yıllar sonra beni düşünmüşsün. Ne desem azdır. Ben de varım bu işe. Demek senin yanında hatırım varmış. Birbirimizi uygun bir ortamda görelim, tanıyalım bakalım. Kaderde varsa olur. Zelıha’mın da gönül koyacağını sanmam. O her zaman benim mutlu olmamı isterdi. Biliyorum sen gayet iyi niyetlisin. Ben de evet diyorum.” Kötü Yusuf geniş ve tatlı bir gülümseme ile elini arkadaşının omuzuna götürdü.
             “İşte bu. Musa kardaşım, sen bu işi evvel Allah olmuş bil. Gülfidan artık senin helalin. Ben tez elden elimden geleni ardıma komayacağım. Kardaşım iyilerin en iyisine layık.
         Musa, “sen Gülfidan’ı koynunda bil” kısmında kulaklarına kadar kızardı. Sonrasında yüzünü kaldırıp, ‘kötü’ dedikleri ‘iyi’ arkadaşının gözlerine aynı büyüklükteki gülümsemeyle baktı. Bu ince denli düşünebildiği için kendisine minnettardı. Yalnızlık denilen bu derin ve kanamalı yarasına, belki de bu arkadaşı derman olacaktı. Yaraları bir bir iyileşecekti.
         Çerçi Kötü Yusuf daha fazla oyalanmak taraftarı değildi. Musa’ya ayırdığı üzümü plastik bir kaba koydu. Musa her ne kadar parasını vermekte ısrar ettiyse de, Kötü Yusuf almadı.
Enişte oldu mu şimdi bu yaptığın? Bizim yılardır karşılıklı merhabamız var. Birbirimizin ekmeğini yemişiz, çayını- köpüklü kahvesini yudumlamışız. Olmaz asla olmaz. Üstelik bundan kelli, sen benim has be has eniştemsin de. Ayıp değil mi benim şuncacık üzümün parasını kıymatlı biricik eniştemden almam. Hiç yakışık almaz. Afiyetle ye. Unutmadan seni önümüzdeki salı günü bekliyorum. Ben o zamana kadar bütün hazırlıkları yapacağım. O konuda kaygılanma.” Musa kısık bir sesle karşılık verdi.
             “Tamam. Allah senden razı olsun.”
             “Hadi kal sağlıcakla. Kendine iyi bak. Allah nasip ederse salı günü görüşürüz.”
         Musa neye uğradığını anlayamadı. Adeta afallamıştı. Arkadaşı Kötü Yusuf, içine kor alavlı bir aşk düşürdü. Avlu kapısında durdu. Keleş de yanı başındaydı. Musa yavaşça ilerleyen arkadaşının ardından el sallayadururken, Keleş de mutlulukla kuyruğunu salladı. Musa’nın gözleri maviliklerini hala koruyorlardı. Pantolon cebinde arta kalan bir kaç iğdeden birini daha ağzına attı.


Amsterdam, 20 Ağustos 2017



2 Ağustos 2017 Çarşamba

PEMBE ŞALVAR









PEMBE ŞALVAR

           Gün ağardı. Akşamın ürperti veren o tatlı serinliği yerini insanı hoşlukla mayıştıran adeta çehresini şefkatle okşayan bir ılıklığa, ilmek ilmek büyüyen gecenin karanlığı da göz kırpıştıran alacalığa bıraktı. Camili’de güneş bir kez daha yürekleri ısıtan yüzünü göstermek üzere, kısa süreliğine gittiği diyarlardan çıkageldi. Anlaşılan gezip tozması hayli iyi geçmişti. Bodur Süleyman Hoca’nın okuduğu "uzun sesli" ezan, ölü sessizliğinin ortasına apansız bir çığ gibi düştü. Horozlar kendi kendilerine "Hay Allah yine şeytana uyduk, uyuyakaldık." diye hayıflandılar. Kanat çırpıp, haremlerinde horul horul uyuyan tavukları gagaları ile dürtüp uyandırdılar. Bu saatten sonra ötüp ütmemek konusunda ikirciklenseler de, "adam boş ver" deyip, "yarına Allah kerimdir" tesellisi ile gıklarını çıkarmadılar. Olanca hınçlarını hala uyuklamakta olan tavuklardan çıkardılar. Gagaları ile üst üste tavukların kafasına yaptıkları seri dalışlarla sakinleşmenin yolunu aradılar. Yine de bağırıp çağırmaktan kendilerini alıkoyamadılar.
"Kime diyorum? Hadi, kalkın tembel tenekeler. Önce elbirliğiyle şu kahvaltıyı hazırlayın. Ardından da yumurtlayacak mısınız, ne halt edecekseniz, bir an evvel işinize bakın. Etrafı bok götürüyor. Bütün gün kıç sallıyorsunuz. Hepinizde pasaklılık diz boyu. Akşama kadar 'tok tok' uyuyup duruyorsunuz. Yumurtlamasanız, sahibiniz sizi köye gelen jandarmalara kurban eder. Boyunlarınıza bıçağı çalıp, yağlı bulgur pilavının üzerine butlarınızı lime lime edip koyar. Kendinizi, mavzer çatan kurbağa giyimli jandarmaların midelerinde bulursunuz. Üstüne bir de ayran içtiler mi, keyiflerine diyecek olmaz. Gidecekleri bir dahaki köye kadar karınlarını ovuşturup dururlar. Gençliğinize yazık olur. Bana göre hava hoş. Koskoca 'kümes sarayda' benden bir tane var. Beni gözden çıkaramazlar. Ben sizin için söylüyorum. Sonra 'vay ben görmedim, ben duymadım' yok, bilesiniz. Benden söylemesi."
          Sonrasında evlerin loş ışıkları söz birliği yapılmışçasına bir bir odaları aydınlatmaya başladı. Namaz kılan Camilili erkeklerin çoğu evlerinde kalmayı yeğledi. Alaca karanlıkta kör topal uzaktaki camiye varmak için çukur ve dereleri aşmayı göze alamadılar. Serçe kuşlarının umut veren ötüşlerini dinleyip, ibadetlerini evlerinde ifa ettiler. Yozgat’a bağlı Yerköy Kasabası’ndan olan cami hocası Bodur Süleyman bir kez daha büyük bir hayal kırıklığı ile beş kişiden oluşan bir cemaate sabah namazını gönülsüz kıldırdı.
           Pur ve Paşa Dağı Yaylalarının ardından çıkagelen güneş, ortalığı bu kurak diyarda bir anda güllük-gülistanlığa çevirdi. Uzun uzadıya gülücüklerle işmarının ardından orkestrasına devasa büyüklükteki yüzlerce davulu ritim halinde çaldırdı. Yankısı Kızılırmağın coşkulu mavi sularında ustalıkla kulaç attıktan sonra karşı kıyıya ulaştı. Kaman ilçesi ve köyleri de uzaklardan gelen davulların hoş seslerine uyandılar. Ses dalgaları Ürgüp peri bacalarının arasında ve mağaraların içinde birer serçe bulutu halinde uçuştu. Uzun uzadıya çalınan davullara bir ara verildi. Güneş soluğunu devasa alevler halinde verdi. Kalın böğürtülü sesini olabildiğince yükseltti. Bakanların gözleri yangın yerine döndü. Kulakları bir müddet sağır oldu. Tutundukları toprak titredi. Etrafı bir anda gelip geçen yoğun toz ve duman bulutları kapladı. Ve güneş o gür sesini dört bir yanda yankılandırdı.

“Sabahlar hayrola, hayırlar feth ola.
Şerler def ola. Şerler def olaaa.......
.........................................................”
           Süt dolu arpa, buğday ve darı başakları boyun eğip, saygıyla, bir koldan selama durdular. Hep bir ağızdan;
“Sabahlar hayrola, hayırlar feth ola...
Şerler def ola, Şerler def ola...” diye bağırdılar.
                       Hatmi çiçekleri ve deve dikenleri uyum içinde coşkuyla başlarını salladılar. Ayrı bir koro halinde yol boylarında, ekin tarlalarının aralarında yer alan papatyalar, narin gelincikler, civan perçemleri, emzik otları, çirişler, kazayağı, yemlik, kekik, çıtlık, hindiba, şevketi bostanlar, hardal, ayrık otları, ebe gümeçleri, yoncalar, serçeler, keklikler, çinte ve keten kuşları, güvercinler, kargalar, tarla fareleri, solucanlar, çekirgeler, kara sinekler, eşek arıları, uğur-ateş ve cırcır böcekleri de cılız bir koro halinde, ürküntü, korku ve bir o kadar da istekle;
“Sabahlar hayrola... Sabahlar hayrola...” diye seslerini hep birlikte yükseltmeye çalıştılar.
           Nidalar Kızılırmak boylarındaki Kürt ellerini aşıp Kırşehir, Yozgat ve Sivas Türk ellerine kadar dalgalar halinde ulaştı. Pur ve Paşa Dağı yaylalarının ardından çıkagelen haykırışa, Türk elleri de elbette cevapsız kalmadı. Hazırlıkları tamamdı.
          Yiğitler yiğidi Dadaloğlu’nun sazının tellerinin inlemeleri ve dünyayı titreten gür sesiyle pür dikkat dinlemedeki Kürt ellerine doğru haykırdı.
“Çıktım yücesine seyran eyledim
Cebel önü çayır çimen görünür
Bir firkat geldi de coştum ağladım
Al yeşil bahçeli Kaman görünür.”

          Dadaloğlu nöbetini avuçları patlatan bir alkış tufanının ardından büyük ozan Muharrem Ertaş’a devretti. Ve bu kez de yürek yakan bir ses İç Anadolu coğrafyasını darmadağın, toz duman eyledi.

“Aydost Aman
Yalandır bu dünyanın ahiri yalan
Aldatıp gül yüzlümü elimden alan
Mısır'a sultan etsen de istemem kalan
Ben ölüp ellere kaldıktan keri.”
           Kürt elleri bir anda neye uğradıklarını şaşırdılar. Bu tam bir bombardımandı. Uzun süre düşünseler de verebilecekleri bir cevapları ne yazık ki yoktu. Kendi ellerinde yetişmiş, bu denli bir büyüklükte sazının döşüne vurup, ortalığı toza dumana boğacak bir ozanları yoktu. Hep bir ağızdan suspus kaldılar. Çok geçmeden Kırşehir ellerinden, baba Muharrem Ertaş sazını üç kez saygıyla öptükten sonra usulca, çoğu zaman kendisine gönlünün kırık-gücenik olduğu oğlu Neşet Ertaş’ın kucağına usulca bırakıverdi.
           Neşet Ertaş her zamanki gibi başladı.

“Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Rum, Ermeni, Roman, İngiliz veya Fransız hiç bir farkım yoktur benim. Ben bütün insanlığın ayağının turabı ve gönüllerinin hızmatçısıym. Sizlere çektiğimiz dertlerin türkülerini yakıp, dillendirmeye başarabiliyorsam; ne mutlu bana!” 'İnsan hazinesine' doğru İç Anadolu bozkırının dört bir yanından büyük alkış sesleri yükseldi.
“Hep sen mi ağladın hep sen mi yandın,
Bende gülemedim yalan dünyada
Sen beni gönlümce mutlu mu sandın
Ömrümü boş yere çalan dünyada.”
Sıra Keskin ellerinden Hacı Taşan’daydı. O da büyük bir saygı ile ceketinin önünü ilikleyip, yine sazını üç kez öpüp, tezenesini dans ettirdi.
“Bugün ayın ışığı
Elinde bal kaşığı
Yine nerden geliyon?
Mahlenin yakışığı.”
           Hacı Taşan’ın bu güzel türküsüne ayakta kulak veren Büyükcamili’nin her zaman “iki dirhem bir çekirdek” giyinen, ayağında siyah rugan ayakkabıları eksik olmayan muhtarı Qefer, bir anda ayna gibi parlayan rugan ayakkabılarına parlaklığına uzun uzadıya baktı. Ceketinin önlerini iki eli ile aşağı doğru çekiştirip, düzeltti ve ardından güneş ışınlarının yansıdığı oturma odasının duvarındaki kırık aynada kendisini hayranlıkla seyreyledi. Saçlarını özenle taradı. Kaşlarını düzeltti. Vaziyet gayet berkemaldi. Evet, türküde adı geçen “mahlenin yakışığı” kendisinden başkası değildi.
Ozanlar geçidine uzak ellerden misafir sanatçı olarak katılan Ali Ekber Çiçek de diğer saz ustası arkadaşlarından geri kalmadı. Misafirliğinin ve sanatının hakkını verdi.
“Kırkların ceminde
Haydar Haydar Haydar Haydar
Haydar Haydar Haydar Haydar
Haydar dost dara düş oldum.”
           Üst üste büyük bir coşku ile adının telaffuz edildiğini duyan, Heyderi Hecike, kendisinden bahsedildiğini, ozanın kendisini çağırdığı intibasına kapıldı. Yüreğinde kıpırtılarla etrafına bakındı. Oysa etrafta kimsecikler yoktu. Gülümsedi. Bunun uzaklardan gelen bir deyiş olduğunu anlayınca, O da bildiği kadarı ile türküye eşlik etmeye çalıştı. Heyderi Hecike bütün canlılar ve var bitkiler yükselen türkülere kulak verip mest oldular.
Ali Ekber Çiçek’ten sonra sözü Şemsi Yastıman aldı. O da Kırşehir yöresinden şölene katıldı.
“Biter biter de Kırşehir’in gülleri biter.
Şakıyıp dalında bülbüller öter.”
          
            Bu oyun havasının Heciban Köylerinin semalarında yankılanmasının ardından kimileri ustalıkla, kimileri de acemi ve mahcup hareketlerle ceylanlar misali sekiyip, içlerindeki kıpırtılara boyun eğdiler.
Yüreğinin gözleri ile derinlerden dünyaya bakan ve gören; Sivas ellerinden Aşık Veysel çatallaşan sesi ve sazının melodileri ile yerini aldı.
“Uzun ince bir yoldayım.
Gidiyorum gündüz gece.
Bilmiyorum ne haldeyim.
Gidiyorum gündüz gece.”
           Hecibanlar bir anda kendilerini esrik bulutların altında uzun ve ince bir yolda buldular. Yorulanlar oldukları yere çömelip dinlendiler. Testiler dolusu Paşa Dağı ayranını yudumladılar. Yolun gerçekten de söylendiği gibi, ince ve uzun ama zahmetli de olduğunda hemfikir oldular. Tanrıdan kolaylıklar dilediler.
           Sıra Kamanlı Çekiç Ali’ye geldi ki, O da ustalığını göstermekte yoldaşlarından geri kalmadı. Çok hoş yerel bir aksanla ağzından bal akıttı.
“İrafa koydum narı
Ağlarım zarı zarı.
Küstürdüm de yolladım.
İreyhan boylu yarı.”
          Heciban Kürt ellerinde kimileri Çekiç Ali'ni rafa koyduğunu söylediği, köylerinde çok nadir olarak görülen narı beyhude aradılar. "İreyhan boylu" yarin küstürülmesine de gönülleri razı gelmeyen ve üzülenler de olmadı değil. Yar küsmeye görsün, işte o zaman en büyük zifiri karanlıklar yaşanacak demekti. Dünya hepten çekilmez olacaktı.
           Kızılırmak boylarında yer alan onlarca Kürt köyünden, onlarca yıl böylesine güzel ses ve seda çıkmadı. Derken Kesikköprü’den güzel mi güzel bir ses yükseldi ki, bu güne kadar hiç kimseler “Kardeş Türküler ve Bajar Gruplarının” solisti Vedat Yıldırım kadar, “Mirqut, Pembe Şalvar ve Kara üzüm habbesi” türkülerini böylesine muhteşem bir ses ve yorumla seslendiremedi. Onlarca yıldır yöresinden yükselen deyişleri dinleyen Kürt ellerinin de geç de olsa artık söyleyecek türküleri var.
“Seni Düşünmek
Seni düşünmek güzel şey,
ümitli şey,
dünyanın en güzel sesinden
en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey...
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
ben artık şarkı dinlemek değil,
şarkı söylemek istiyorum...”


Amsterdam, 2 Ağustos 2017














CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...