KUYRUK
Uzun
zamandır, uzaktan uzağa, bin bir ihtimamla kollayıp kolaçan
ettiğim, rüyalarımdaki ulaşılmaz av nihayet ağzımda. Avımı
keskin dişlerimin arasında olabildiğince sıkı tutuyorum. Çok
geçmeden ailecek oldukça leziz bir ziyafet çekeceğiz. Şükürler
olsun, Tanrı bugün de yüzümü güldürdü.
Yıldızlar gibi parlayan gözlerimi mutlulukla kırpıştırdı. Hakkım olan avı; her
zamanki gücüm, zekam ve atikliğimle almasını bildim. İştahım
adeta bir tavus kuşu gibi kabardı. Ağzımdan salyalar akıyor.
İnce, uzun ve biçimli çenemin arasında Camili Köyü’nden Kör
Zewe'nin üzerine titrediği, çok kıymetli Mor İbik horozu var.
Çok geçmeden, taş çatlasın yirmi dakika sonra Mor İbik'le;
değil zil, tam anlamıyla kilise çanları çalan
karnımı doyuracağım.
Mor
İbik can havliyle, af edersiniz; kıçını yırtarcasına beyhude “imdat...
imdaaat...” diye bas bas bağırıyor. Ortalığı yok yere velveleye
veriyor. Kendileri şunu bilmeli ki, benden kurtuluşu yok. Böyle
bağıracağını bilsem tek hamlede mor ibikli kafasından yakalardım.
Böylelikle “gıkı” dahi çıkmazdı. Bu bana ders olsun.
Böylesi cazgır bir horozla ömrü hayatımda ilk defa
karşılaşıyorum. Aman Allahım Kör Zewe’nin Mor İbik
horozunun canı ne kadar da tatlı. Anlaşılan biraz fazla şımartılmış. Canının tatlılığı zat-ı
alilerinin ibiğinin morluğundan mı, geliyor acaba?
O
da ne? Yirmi metre kadar ileride Kör Zewe'nin kocasını görüyorum.
Camili Köyünde kimilerinin de Çıtak dediği Heyderi Hecike
tüfeğini bana doğrultuyor. Sakınımlı adımlarla, gözlerini
belerterek benden yana ilerliyor. Hemen kümes duvarının dibinde
soluğu aldım. Heyderi Hecike 'gez-göz ve silme arpacıktan' deyip
nişan alana kadar postu deldirmekten kendimi zor bela kurtardım.
Korkudan yüreğim ağzıma geldi. Nefes alıp veremiyorum. Dört
ayağım birden adeta kötürüm oluverdi. Ama Mor İbik'i de
dişlerimin arasında sıkıca tutmaya devam ediyorum. Kendimi bir
an önce toparlamam gerekiyor. Bütün gücümü ayaklarıma salıp,
her halinden keskin bir avcı olduğu belli olan Heyderi Hecike'nin
menzilinden çıkmalıyım. Duvarın dibinden çıkmadığımı
görünce nişan almayı bıraktı. Av tüfeğini yavaşça yanına
saldı. Kaçmanın tam da anı. Pire gibi bir
çırpıda ileri doğru sıçradım. Benim duvar dibinden
çıkmamla birlikte, Kör Zewe'nin kocası da tüfeği yeniden bana
doğrulttu. Bir el ateş etti. Ama hayli uzaklaştım ve O'nun atış
menzilinden çıktım. Mor İbiğin de sesi kesilmişti. Muhtemelen o
panikle dişlerimi iyice geçirmiş olacağım ki, o da can vermiş
olmalı.
Hızla
yuvama doğru koşturuyorum. Evimiz hayli uzaklarda. Camili Köyü'nün
dışında, Qolit Tepesi'nin kuytuluk bir yamacında. Bir civa damlası misali yolumda akıp koşturadururken,
ansızın kuyruk kısmımda bir yanma hissettim. Ardımda aynı
zamanda bir hafiflik de vardı. Dönüp bakmaya korksam da, merakla
baktım. Kuyruğumun yerinde yeller esiyordu. Görünen o ki, Heyderi Hecike'nin av
tüfeğinden seken saçmalar kuyruğumu koparmıştı. Bir an
durakaldım. Ne yapacağımı şaşırdım. Kuyruksuz bir tilki
herkes için alay konusu olmak demekti. Bu halimle karım Maviş'in
karşısına nasıl çıkacaktım. Qolit Tepesi'nin maskarası olacak, bütün
hayvanlar hep bir ağızdan halime güleceklerdi. Anlaşılan yaranın
sıcaklığından, saçmaların değme anını hissedemedim.
Nihayet
yuvama yaklaştım. Kimseciklere görünmemeye çalışıyorum.
Kendimden utanıyordum. Karizmam bir gölge misali yerlerde
sürünüyordu. Nice kadının hayallerini süsleyen o güzelim
kuyruğum Camili Köyü’nde O Kör Zewe'nin kümesinde kalmıştı.
Kuşluk
vaktiydi. Yuvamın kapısına gelince ağrı dayanılmaz hale geldi.
Kuyruğumu dik tutmalıydım, ama olmayan kuyruk da dik tutulamazdı
ki. Kapıda beni karım Maviş, kızlarım Döne, Yeter ve Bese
karşıladılar. Ağzımda Mor İbik'i görünce aynı anda arka
ayaklarının üzerinde dikeldiler. Ön ayakları ile beni alkış
yağmuruna tuttular. Ben çan çalan karnımı unutmuştum.
Kuyruğumun yokluğunu göstermemeye çalıştım. Maaile sofraya
oturduk. Yüzüme zoraki büyük bir gülümseme oturtmak zorunda
kaldım. Kızlarım ve karımın sofradan aç kalkmamaları için
dişimi olabildiğince sıkıyorum. Ağzımda bir iki lokmayı
yuvarlayıp durdum. İçimde buruk bir mutluluk var. Bir
kez daha ailemin karnını doyurmuş olmanın gururu yaşıyorum. Onları şimdiye kadar olduğu
gibi kimselere muhtaç bırakmadım, diyerek kendi kendimi
avutuyorum. Ama bu defa avlanma bana oldukça pahalıya mal oldu.
Deyim yerindeyse, 'ava giderken avlandım.' Ailecek karnımız doydu.
Geriye sadece Mor İbik'in gök kuşağı renklerindeki parlak
tüyleri kaldı.
Kuyruk
acım yüzüme yansımış olmalı ki, karım Maviş korkuyla yüzüme
baktı. Olup biteni anlatmak zorunda kaldım. Kızlarım
kuyruksuzluğuma bakıp feryatlarla ağladılar. Çok geçmeden
başımdan geçenler bütün Qolit Tepesi diyarındaki hayvan
dostlarımız tarafından kulaktan kulağa yayılmayla duyuldu. İlk
önce hem kapı komşumuz hem de kadim dostlarımız olan kirpi
ailesi Mujik, karısı Tujik çocukları Jüjican, İpek, Zarife ve
Kadife geldiler. Tujik çocuklarıyla kır çiçeği toplamışlar.
Kocaman birbirinden güzel çiçeklerle bezeli bir buket getirdiler.
Üzüntülerini dile getirdiler. Mujik şifalı otlardan yaptığı
ve beraberinde getirdiği bir merhemi kopan kuyruğumun yarasına
özenle sürdü. Acım biraz olsun dindi. Çaylarımızı yudumladık.
Mujik ve Tujik'in gösterdiği yakınlık beni hayli mutlu kıldı.
Öyle ki kopan kuyruğumu dahi bir an için unuttum. Müteşekkirdim.
Duyduğum minnettarlıkla aniden içimden onlara sarılmak geldi. Hiç
beklemedikleri bir anda kollarımın arasında bu değerli dostlarımı
sıkı sıkı sarmaladım. Aman Allahım, bu nasıl bir acı? Bütün
bedenime yayından kurtulan binlerce ok aynı zamanda saplandılar. Kuyruğumun acısı
bunun yanında hiç bir şey değildi. Oysa beni bu konuda daha önce
defalarca uyarmışlardı. Kirpilerle dostluk oldukça riskliydi.
Acıdan kıvrandım. Tujik nasıl da mahcup olmuştu. Üzüntü ile:
“Kahrolası
dikenlerimiz diyeceğim ama, Allah bizi de böyle yaratmış. Böyle
dersem isyan etmiş olurum. Allah’ın
gücüne gider. Ne olur Cingöz kardeş
kusurumuza bakma. Böyle olacağını bilsek uzak dururduk. Biliyorum
canın çok yanmıştır. Her ne kadar ‘gül’ olmasak da, bu
durumda şöyle desek yeridir. Kirpiyle dost olan, dikenlerine de
katlanmak zorunda kalır.” Bir kez daha dişimi sıkıp acımı
saklamak zorundaydım.
“Ah
Tujikciğim, sevgili dostum, üzülme geçti. Evet çok acıdı ama
geçti. Ben duygusallığımdan, sürekli
sevdiklerime dokunmak isteyen biriyim. İçime güzellikler salan
herkese, dayanamayıp hemen sarılıyorum. İyi ki varsınız. Dost
olarak verdiğiniz inanılmaz desteğiniz için de ne kadar çok
teşekkür etsem azdır. Sizlerle dost
olmak bizleri her daim onure etmiştir. Bunu bilesiniz.”
Mujik
çay sonrası içtiği beş kadeh rakının ardından çakır keyif
oldu. Bu kez de O bana sarılmak istediyse de, kendisinden can
havliyle beş adım uzaklaştım. Tujik kocasını zor bela
yatıştırabildi.
“Sarılacağım da sarılacağım” diye tutturdu.
“Sarılacağım da sarılacağım” diye tutturdu.
Zaman
hayli ilerledi. Mujik, Tujik ve çocuklarını evlerine uğurladık.
Çok mahcuptular. Kapıdan uzaktan uzağa onlarca öpücük
yolladılar. Çocukları ne kadar da hoştular. Vakur birer
kişilikleri olan Mujik ile Tujik'i her zaman takdir etmişimdir. Bu
güzelim çocuklara iyi bir aile terbiyesi vermişlerdi. Saygıda
kusursuzdular. İşin doğrusu ben ve karım Maviş de bu konuda
elimizden geleni yaptık, yapıyoruz. Bunun övgüsünü ben
yaparsam, elbette ki kimselerin katında yakışık almaz.
Hala
bütün bedenimde acı hissediyordum. O gece güzelce dinlendim.
Bundan sonrasında kuyruksuz bir tilkiydim. Her şey olabilirdi, ama
kuyruksuz bir tilki olmak, tabiatın kanununa aykırıydı. Geldiğim
noktayı tasavvur bile edemiyordum. Bu yeri kapatılamayacak olan
eksiklikliğin vermiş olduğu rahatsızlıktan dolayı en büyük
desteği canımın içi, bir su damlası güzelliğindeki Maviş'imden
alacaktım. Beynimin bütün kıvrımlarında; 'kuyruksuzluğun o
dayanılmaz hafifliği' vardı. Gökyüzündeki güneşim olan karım Maviş, gece boyunca beni teselli
etti. Nasıl da onca sevgisini dilinden kalbime yağ eyleyip, kaydırmayı ustalıkla
biliyordu. Hatta biraz olsun, olup biteni unutmak için güzelce
seviştik. Karım benim. Nasıl da her şeyi yerinde ve zamanında
düşünürdü. Kuyruksuzluğa rağmen hayat güzeldi. Mavişim ile
daha bir güzeldi.
Heyderi
Hecike av tüfeğini sırtlayıp evine döndü. Kör Zewe'nin dolaba
sürekli koy-çıkar yaptığı serpme kahvaltıyla karnını güzelce
doyurdu. Sonrasında balkonda ayaklarının dibine büyükçe bir bez
serdi. Av tüfeğini parçalara ayırdı. Her parçayı güzelce
silip yağladı. Heyderi Hecike'yi av tüfeğini yağlarken gören
kör Zewe, kocasına alaylı bir edayla yanaştı.
“Bak
hele bak. Sanki büyük bir iş yapmış da, bir tilkiyi dahi on
metreden vuramayan keskin nişancı tüfeğini yağlıyor.”
Heyderi
Hecike tüfeğinden birbirine karışarak yükselen yağ ve barut
kokularını bir müddet ciğerlerine çekti. Bir taraftan da
sinirlerine hakim olmaya çalıştı. Hiç istifini bozmadan arkasına
sakladığı Cingöz Tilki'nin alımlı kuyruğunu havaya kaldırdı.
“Peki
buna ne dersin Zewe Hanım. Eğer vurmadıysam bu nedir söyler
misin?” Kör Zewe burnundan solumaya devam etti.
“İyi
Heyder Bey tamam. Haklısın.
O kör olası
tilkinin kuyruğu burada. Peki benim Mor İbik
horozum nerede? Söyleyeyim mi? Nerede olacak, kuyruksuz tilkinin
kursağında. Ne yapayım bu kuyruğu? Harman yerinde anıran boz
eşeğe ikinci bir kuyruk olarak takamam ya!”
Karı
kocanın tartışması köy muhtarı Molla'nın evlerine uğrak
vermesiyle son buldu. Molla sunulan nar kırmızısı çaydan bir
yudum aldı ve Heyderi Hecike'nin gözlerinin içine baktı.
“Heyder
dün ikindi vakti sizin evin bu tarafında bir tüfek sesi duydum.
Hayır ola bir şey mi oldu?” Bu sorunun ardından, Heyderi Hecike
ve Kör Zewe'nin serin gölgeli balkonunda büyük bir maceranın
sohbeti başladı. Cingöz Tilki'nin kuyruğu elden ele dolaştı.
Camililer Cingöz Tilki’nin kuyruğunu
görmek üzere Heyderi Hecike’nin evine akın ettiler. Olan Kör
Zewe’ye oldu. Kuyruk turizminde her gelen meraklıya çay sunmak
zorunda kaldı. Mor İbik'in ise sesi
artık duyulmuyordu.
Amsterdam,
31 Ağustos 2017