30 Mayıs 2014 Cuma

DON



  DON

          Gök gürültüleri ile bardaktan boşalırcasına yağan yağmurdan hemen sonra çıkan, gökyüzünü, ak gerdanlı bir gelin misali süsleyen gökkuşağı renklerinin ardında, V harfi halinde sıralanmış bir turna sürüsü, artık soğumaya yüz tutan İç Anadolu bozkırını ahenkli kanat çırpınışları ile terk ediyorlardı. Görünen o ki, belli bir hüzün içinde idiler. Güzergahları Camili Köyü üzerinden, daha sıcak diyarlara doğru olan turnalar uzaklaşırlarken, köy muhtarı Hamza’nın üç göz dam evi , yağmur boyunca dört ayrı noktada damlıyordu. Muhtar Hamza evdeki tencereleri bu dört ayrı noktaya koşturadururken, karısı Heve kızgın bir edayla, kırmızı yüzlü yün minderde oturup, camdan dışarı bakan Tanrı misafirine aldırmadan gelip, tencerelerden ikisini yemek yapmak için Hamza’nın elinden aldı. Misafir meraklı gözlerle bakarken, olup biteni görmemiş gibi davranmaya özen gösterse de, bu bakışlar, Hamza’dan kaçmadığı gibi misafir deyip, katlanıyor, ama bir an önce çekip gitmesini de çok istiyordu. Hamza şaşkındı, yağmur durduğu halde ev damlamaya devam ediyordu. Ne yapacağını bilmeden anlamsız gözlerle misafirine baktı. Keşke zamanında evinin damına yeterince killi topraktan atmış olsaydı.
          Misafiri garip biriydi. Camili’li olmadığı gibi Devleti Aliyeyi Osmanlı’dan da hiç değildi. Hamza’nın damının damladığı zaman yıllar – yüz yıllar önce idi. Tamı tamına 1836 lı yıllardı. Tanrı misafiri Fransız coğrafyacı Perrot adında, kafasındaki sarı saçları döküldüğünden tepesi oldukça parlak, bıyıklı-sakallıydı. Yeşil kadife bir kumaştan yapılmış çantasından çıkardığı kağıtlara sürekli notlar düşüyordu. Köydeki insanlara, giyimlerine, konuşmalarına, hangi durumda güldüklerine, hangi durumda hüzünlendiklerine, ağıtları, masalları, neler pişirip yediklerine, nasıl hareket ettiklerine bakıp, öğrendiği bir kaç kelimeyi yan yana getirip, ilginç sorular soruyor ve ardından da mürekkebe batırdığı diviti ile uzunca notlar alıyordu. Muhtar Hamza, ne zaman misafiri köylülerin arasına karışıp, onlara abuk sabuk sorular sorsa, yüreği ağzına geliyordu. Köylüleri gizlice sıkıştırıyor, paylıyor, üzerlerinde baskı kurup, sorduğu sorulara cevap vermemeleri yönünde uyarıyor, aksi halde onları devlete şikayet edeceğine dair tehditler savuruyordu. O'nun Köylülerinden istediği tek şey: bilmiyorum, duymadım, görmedim idi. Her ne kadar kavi durmaya çalışsalar da, muhtar Hamza’nın gazabından nasiplerini yeteri kadar alıyorlardı.
          Perrot Fransa’daki öğrencilik yıllarında tesadüfen Orta Doğu’da Kürt olarak adlandırılan ve Mezapotamya’ya yayılmış olarak yaşayan göçebe bir toplumun varlığı, kendisinin garip bir şekilde ilgisini cezbetmişti. Bunun üzerine, bu konu ile bir coğrafyacı olarak yakından ilgilenmeye, olanakları dahilinde araştırmalar yapmaya ve hatta Kürtçe öğrenmeye başladı. Coğrafya eğitiminin ardından araştırmalarına devam ederken, İç Anadolu’ya büyük bir Kürt göçünün olduğunu, bu onlarca yıl öncesine dayanan hareketliliğin nedenleri, nerelerden geldikleri konusunda kafa yoruyordu. Ve derken tüm bu olup biteni yerinde görmek üzere, günlerce süren bir yolculuğun ardından soluğu Camili Köyü ve çevre köylerde aldı. Ankara, Kırşehir, Konya, Yozgat ve diğer tüm çevre illerin ilçelerine binlerce Kürt göç etmiş ve buralarda yerleşik hayata geçerek köyler oluşturmuşlar, çiftçilik ve hayvancılık ile uğraşıyorlardı. Perrot tüm araştırmalarına, art arda sorularına rağmen dişe gelir bir bilgi alamıyordu. İnsanlar sanki ne olup bittiğinden bihaber, hafızaları ise unutmaya ayarlanmıştı. Perrot yine de araştırmalarını derinleştirip, civar köylere gidip, en küçük detaya kadar bilgi toplamaya çalışıyordu. Bu arada muhtar Hamza, Camili köylüleri üzerindeki baskılarını her gün daha da artırıyordu. Oysa köylüler Perrot’a artık iyice ısınmışlar, hatta bir kaç kelime de Fransızca öğrenmişlerdi. Camili’ler güneşin doğuşu ile birlikte, birbirlerine “bonjour”, teşekkür mahiyetinde de “merci” ve hitaplarında “madam” veya “monsieur” demeye başladılar. Günümüzde dahi, bu kelimeler sürekli kullanılageldiğinden bazı Camili’ler tarafından hala kullanılmakta. Aynı zamanda Perrot da Kürtçesini bir hayli ilerletti. Köylüler Perrot’la şakalaşıyor, O’nu evine davet ediyorlardı. Köyden Misto, Salih, Şixo, Aber, Silo ve Şevki en iyi arkadaşlarıydı. Kendi aralarında şakalaşıyorlar, akşamları masalları ile ün salan Şixo masallar anlatıyor, Perrot anlamakta zorlandığı kısımları tekrar tekrar soruyor ve bütün duyduklarını not alıyordu.
          Camilili can dostları Perrot’la sadece şakalaşmak, arkadaşlık etmekle kalmıyorlardı. Perrot’un da kendileri gibi müslüman olması için O'na yalvarıp yakarıyorlardı. Perrot kendilerine bu isteklerini, ne yazık ki, yerine getiremeyeceğini, zaten bir kaç güne kadar da ülkesine döneceğini anlattı. Bunun üzerine Salih, Şixo, Aber, Silo ve Şevki bu ısrarlarından vazgeçtiler. Kısa süre sonra kendilerini terk edeceğinden dolayı da üzüntüye boğuldular. Perrot’un da üzüntüsü hal ve hareketlerinden belli oluyordu. Silo daha fazla dayanamadı Perrot’a sıkı sıkı sarılırken, gözlerinin buğulanmasına hakim olamadı. Kalan zamanda evleri çok dar da olsa, Perrot’u Muhtar Hamza’nın evine göndermediler.
          Hamza köylülerine çok kızgındı. Bağırıp çağırıyordu. Neyse ki Perrot o günün sabahında erken saatte köyden ayrılıyordu. Bu kendisini biraz olsun rahatlatsa da, hıncını nazlanmasına rağmen karısı Heve’den aldı. Heve’yi yatağa devirdiği gibi, yan odada uyumakta olan oğlu Celal, kızları Keziban ve Zahide’yi uyandırma korkusunu ensesinde hissederek, uzun uzadıya sevişti. Kendisini tamamen kaybettiği bu hararetli sevişme esnasında Perrot’u ve sözünü geçiremediği hain köylülerini bir anlık da olsa aklından çıkarmayı başardı. Kulağına dört bir yandan horoz sesleri gelirken, köyün imamlığını yapan Memo da toprak damlı caminin üzerine çıkıp, ezan okumak için çivileri paslı kavak ağacından yapılan merdivene doğru yürüdü. Sabah olmak üzereydi. Heve yıkanmaları için ahırdan bir kaç odun ve tezek getirip, avurtlarını şişirip üfleyerek ateşi tutuşturdu. Güğümdeki sudan dans eden buharlar yükselmeye başlamıştı ki, tekrar uyuya kalan kocası muhtar Hamza’yı yıkanması için öç alırcasına, canını acıtarak dürttü. Hamza güçlükle uyandı. İmam Memo’nun okuduğu ezanı hiç duymadı. Zaten camiye gidecek durumda da değildi. Heve’ ye bir kez daha sarıldı. Ama Heve kaşlarını çatarak, Hamza’yı hışımla itti. Hamza düşecekmiş gibi sendelese de, badanası yer yer çatlayıp dökülen duvara tutunup, dengesini buldu. Hevesi kursağında kalan, yüksek makam sahibi muhtar Hamza, ayaklarına geçirdiği çarıklarını yere sürte sürte, karanlıkta toz kaldırarak, yıkanmak üzere ahırın yolunu tuttu.
          Ahırda yıkanmasına yardımcı olmak için karısı Heve kendisini bekliyordu. Heve’den işittiği azarlama etkisini göstermiş olacak ki, ikinci defa Heve’yi köşeye sıkıştırmaya yeltenmedi. Artık yaşlanmaya yüz tutmuş olan, ‘Kınalı’ diye adlandırdıkları eşekleri kendi mekanında bulunan Heve ve Hamza’dan rahatsız olmuş olacak ki, ahırın içinde dolanıp duruyordu. Kınalı’nın huzursuzlandığını gören Heve, usulcacık sakinleşmesi için sırtını okşadı. Heve, her ne kadar güllü eşarbının altından omuzlarına doğru sarkan kıvrım kıvrım saçlarını süpürge etmediyse de, O’nu el bebek gül bebek çocuklarından ayırmadan büyütmüştü. Kınalı’yı daha bir kaç günlük yavru iken, bekçi Heco’dan almıştı. Heco seyrek bıyıklarını bura bura nazlanıp, vermek istemediyse de Heve’nın ısrarına dayanamamıştı. Ne de olsa muhtarın karısıydı. Kınalı bu, nazlı bir eşekti. Her yalaktan su içmez, her otu beğenmezdi. Gözlerinin güzelliği zaten anlatılamazdı. Heve kınalı’yı o kadar çok sevmesine rağmen, Hamza da bir o kadar bu dünyalar güzeli ağzı var dili yok hayanı sevmiyordu. O’nu kıskanıyor muydu ne. Her ne zaman Hamza, Kınalı’yı gizliden dövse, Heve günlerce küs kalıyordu. Kınalı’nın boynuna sarılıp, uzun uzun ağlıyordu. O da kendisinin bir yavrusu sayılırdı.
          Hamza pencere bulunmayan karanlık ahırda üstünü çıkardı. Bu sırada Heve soğuk ve sıcak suyu büyük bir kapta birbirine katıp, ılıklaştırmaya çalışıyordu. Hamza hala üzerinden atamadığı uykusundan dolayı gözlerini ovuştururken, bu arada çıkardığı donu, dolanmakta olan Kınalı’nın sırtına geldi. Heve, Hamza’nın sırtını sabunlarken defalarca “oohlayıp” durdu. Ohlamaları son bulunca, gusül abdesti aldı. Bu sırada Kınalı sırtında Hamza'nın donu ile O’nun oohlamalarından sıkılmış olacak ki, açık olan kapıdan dışarı çıktı. Kınalı evlerin arasından dolana dolana köy meydanındaki caminin yanına geldi.
          Gün aydınlanmıştı. Caminin önünde bir kalabalık vardı. Köylüler kadınlı erkekli Perrot’u uğurlamaya gelmişlerdi. Silo’nun karısı Melek ve Şevki’nin karısı Pulli yas havasında hüngür hüngür ağlıyorlardı. Perrot bütün köylüler ile uzun uzun sarılıp, duygulu anlar yaşayarak vedalaştı. Vedalaşmanın ardından yolculuk zamanı gelmişti. Kadınlar yolda yemesi için çörekler ve Perrot’un çok sevdiği gözlemelerden hazırlamışlardı. Büyük bir minnetle, büyük yeşil gözlerini kısıp onlara baktı. Camili’li kadınlar oğullarını askere gönderir gibi duygusallaşmışlardı. Bütün kalabalık gözlerini belerterek muhtar Hamza’yı arasa da nafile idi, görünürlerde yoktu. Bu sırada bir eşeğin anırma sesleri köylülerin ve Perrot’un dikkatini çekti. Cami önündekilerin gözleri aynı anda karşıda sırtında muhtar Monsieur Hamza’nın donu bulunan Kınalı’ya çevrildi. Kınalı’yı hemen tanımışlardı. Perrot’u uğurlamaya muhtar gelmemişti ama, sırtında Monsieur Hamzanın donu ile Kınalı gelmişti. Perrot ardına bakarak, gözlerden ırayıncaya kadar el salladı. Defalarca "merci... merci..." diye mırıldandı.
          Camili köylüleri Fransa’dan kendileri için yollara düşen ve ayrılmak üzere olan bu genç bilim adamına, “cemaz ul evvellerini" anlatamamışlardı ama, muhtar Monsieur Hamza’nın kimin donunu giydiğini çok iyi biliyorlardı. 

Amsterdam, 30 Mayıs 2014 

11 Mayıs 2014 Pazar

NALAN



NALAN
                                                                    “Anneler gününde, anneme”

Camili Köyünün bir sigara içimi uzağında, ekin tarlalarının hemen ardında, cılız bir eşeğin kemikli sırtını andıran ve çok da yüksek olmayan tepeliğin yamacında bulunan, büyük bir taşın altında kök salıp, üzerindeki ağır yüke inatla, canını dişine takarak, hayata tutunmaya çalışıyordu Nalan. Toprağın verimli olmasından da olacak, Nalan adlı bu çalı gereğinden daha fazla dallanıp, serpilip, budaklandı. Tepesi gittikçe yuvarlak bir şekil alırken, iyiden iyiye sıcaklığını hissettiren güneşe küçük dikenler ve minicik çiçeklerle kaplı dallarını sallayarak, gülümsüyordu. Seyrek de olsa, üzerine konup, konaklarken, etraflarını gözetleyip, sıkıca tutundukları dallarının, bu dünya güzeli serçeleri inciteceği kuşkusu ile zalim dostu taşın kuytusunda mutlu olmaya çalışıyordu.
Günlerden birgün, koca göbeği ile bir fıçıdan pek farkı olmayan Osso, tarlasına giren inekleri kovalamaktan dönerken, nefes nefese kalıp, çalı Nalan’in kök saldığı taşın üstüne olanca ağılığı ile çöreklenince, kökleri kuyuya inen ağır bir kovayı taşıyan kendir gibi zedelenip, yarı yarıya koptu. Çalı Nalan, bu devasa büyüklükteki, kaba saba kanatsız kuşun konaklamasından pek hoşlanmadı. Bir zaman sonra hasar gören kökleri onulmaz yaralar aldığından, çalı Nalan’ın irili ufaklı diken ve minik beyaz çiçeklerden oluşan gövdesi hızla sertleşip, renk değiştirmeye başladı. Güneşin de etkisi ile kuruyan gövdesi, daha yeşilliğini koruyan köklerinden kopmak üzere idi. En hafif bir rüzgar esintisi olması halinde, kökleri ile vedalaşmak zorunda kalacaktı.
Beklenen rüzgar bütün cılızlığına karşın, öğle üzeri geldi ve Çalı Nalan’ı köklerinden koparmaya yetti. Önce büyük bir acı duydu. Kökü taşın altından uzanıp, gitme, bensiz yapamazsın yanımda kal der gibi idi. Ama elinde değildi. Emir büyük yerdendi. Rüzgara kapılıp, buralardan gitmekten başka çıkar yolu yoktu.
Bu Çalı Nalan’in ilk yolculuğu idi. Tarla aralarında boy veren papatyalara ve gelinciklere hafif dokunuşlarla, güzelim kır çiçeklerinin mis kokularını sindirerek yoluna devam etti. Bir kaç yüz metre ilerlemişti ki, Murtaza adlı büyük bir deve dikeni Nalan’i durdurdu. Rüzgar da kesilmek üzereydi. Murtaza ile olan bu taciz durumlarından pek hoşlanmadı. Hafiften devam eden rüzgarın yardımı ile bir iki debelenme, kendisini Murtaza’nın dikenli kollarından, derin bir “ohh…” çekerek kurtardı.
Derken çıkan yeni bir rüzgara kapılıp, Murtaza’dan bir hayli uzaklaştı. Yaklaşık dört yüz metrelik bir yolculuktan sonra, köye daha yakın olan bir düzlükte durdu. On metre yakınında, neredeyse köyün bütün erkekleri toplanmışlardı. Başlarında siyah cübbeli köyün imamı vardı. Oldukça büyük bir kuraklık hakimdi. İç Anadolu’nun bozkır toprakları, bir damla yağmur damlasına hasret kalmıştı. Köylüler bir araya gelip, yağmur duasına çıkmışlardı.  En ön safta bulunan, yağmurun yağıp yağmaması değil de, gerçekleşmesi halinde alacağı bahşişleri hesaplayan Yozgat’lı Hüsamettin imam efendinin öncülüğünde, yüksek sesle dualar okuyup, ellerini gökyüzüne kaldırıyorlardı. Aralarından bazıları meraklarını gideremeyip, takke yerine ters taktıkları şapkalı kafalarını gökyüzüne doğru kaldırıp, birbirlerine çaktırmadan bakıyorlardı. Boncuk mavisi, bulutsuz gökyüzünde hiç bir kıpırtı yoktu. Hüsamettin imam efendinin de bahşiş işi, tesadüf eseri yağacak olan başka bir yağmur duasına kalıyordu. Diğer yandan, onlarca köylü bir araya gelip, Allah’a yalvarmaya geldikleri halde, olur a, duaları kabul olur da yağmur yağarsa, hepsi sırıl sıklım ıslanacaktı. Kendileri de, büyük ihtimalle dualarının kabul görmeyeceği konusunda ikircikli olacaklar ki, hiç birisi beraberinde bir şemsiye veya yağmurluk getirmemişti. Belki de; rahmet yağsın da, ıslanmaya razıyız mı, diyorlardı. Ama her halukarda, yanlarına birer şemsiye almış olsalardı, daha inandırıcı olabilirlerdi elbette.
Köylüler ters çevirdikleri kasketlerini düzeltip, moralleri bozulmuş olarak, evlerinin yolunu tuttular. Çalı Nalan, hayatında ilk kez bu kadar seyahat ettiğinden yorulmuş olacak olacak ki, o geceyi kıpırtısız bulunduğu düzlükte geçirdi.
Sökün eden şafak serinliği, Çalı Nalan’ın kuruyan dallarını nemlendirmişti. Aldığı nem ile daha bir ağırlaşan Çalı Nalan, günün bu erken saatlerinde çıkan rüzgarlara kanıp, yeni maceralara kapılmadı. Olduğu yerde biraz daha vakit geçirip, dinlendi. Çok geçmeden gücünü daha bir toplamış olan sabah rüzgarına gayri ihtiyari boyun eğmek zorunda kaldı. Köye yaklaşmak beraberinde tehlikeyi de getirse, Çalı Nalan evlerin arasına dalıp, insanların yaşantılarını görmeyi çok istiyordu ve şans yaver gittiğinden esintinin yönü istediği gibiydi. Pek çok badireyi atlatıp, aşılmaz engelleri ardında bıraktıktan sonra, sakinleşen rüzgarla birlikte Çalı Nalan da duruldu. Burası eski harman yerinde yer alan kırık dökük Camili Köyü İlkokulu’nun yanı idi. Yeni bir rüzgar çıksa ve Çalı Nalan’ı hafiften bir zıplatsa penceresi açık olan sınıftaki, siyah önlüklü-beyaz yakalı çocukları görecekti. Ön sırada oturan alabulus tıraşlı Muzaffer parmak kaldırıp, ayağa kalktı.
“Örtmenim, ben dün Ali ve Şükrü ile saklambaç oynuyordum. Onların ikisi de birbiri ile Kürtçe konuştu. Kürtçe konuşmak yasak. Ben örtmenime söylerim dedim. Ama benim sözümü hiç dinlemediler.”
Mehmet öğretmen elindeki sopayı kendi avucunun içine hafiften vurup, ansızın hiddetlendi.
“Ali ve Şükrü çabuk buraya gelin.” Çocuklar titreyerek, sıraların ön tarafına çıktılar. Yalvaran gözlerle Mehmet öğretmene bakıyorlardı. Fakat kabahatları büyüktü ve affedilecek tarafı yoktu. Kesinlikle cezalandırılmaları gerekiyordu. Hiddetinin çıtası en yükseğe çıkan Mehmet öğretmen;
“Sağ ellerinizi uzatın.” Titremeleri daha da artan çocuklar sağ ellerini uzattılar. Öne doğru çıkan ellerle, sopa büyük bir yankı ve çocukların iniltileri ile defalarca buluştu. Sıra sol ele geldiğinde, pipisini sol tarafına denk gelecek şekilde iç çamaşırı ile sıkıştıran Şükrü, daha fazla acıya ve korkuya dayanamadı. Bacağının üzerinden aşağılara doğru akan çişi sımsıcak bir akıntı ile babasının daha yeni aldığı Sümerbank’ın Beykoz marka ayakkabısının içine, oradan da taşıp, yere küçük bir göl halinde yayıldı. Sınıfta bulunan ve bu ağır suçu işlemeyen çocuklar katıla katıla gülüyorlardı. Birbirlerini dürterek;
“Lo… lo bak Şükrü altına işedi…. Kih… kih.” Şükrü’nün durumunu gören Mehmet öğretmen etrafa yayılan kokunun da etkisi ile daha da sinirlenip, bir kaç kez de çocuğun kıçına vurdu. Şükrü yere kendi çişinin üzerine yüzükoyun düşüp, yığıldı. Ali ise ayakta kalmayı ve çişinin üzerindeki kontrolünü yitirmeden titremeye devam ediyordu. Mehmet öğretmen de yorulmuş olacak ki, bir kahraman edası ile dayak sırasında rahat hareket etmek için gömleğinin topladığı kollarını yeniden açıp, yan gözlerle sınıfın içinde sergilenen ilim-irfan manzarasını zafer sarhoşluğu içinde izliyordu.
Çalı Nalan çıkan yeni bir rüzgarla köyün içine doğru yol aldı. Çok fazla ilerleyemedi. Rüzgarın kesilmesinden dolayı ancak Heyderi Hecike’nin evinin tandırına kadar gelebildi. Tandırın duvarından öteye gidemedi. O sırada Heyderi Hecike bir önceki gün Çalı Nalan’ın da tanıklık ettiği ve kendisinin de bizzat ve şemsiyesiz olarak, ters çevirdiği, sekiz olmazsa da altı köşeli kasketi ile katıldığı, yağmur duasının da bir fayda getirmediği kaygısı ile yeniden ekinleri kontrole gidiyordu. Traktörünü kendisine has bir dinginlikle çalıştırdı, etrafına bakındı ve o sırada ekmek yapmak üzere hamur karan karısı Kör Zewe’ye dönüp;
“Ben ekinlere bakmaya gidiyorum. Bir saate kadar gelirim.” Deyip traktörün gaz pedalına basıp, ardında dumanlar bırakarak uzaklaştı.
Hamurun yoğrulup, birer yufka ekmeği yapılacak şekilde yumaklar haline getirilmesi bitmişti. Bu sırada kulağının biri çok da iyi duymayan kızı Mine’ye seslenen Kör Zewe;
“Hamur tamam. Hadi tandırı yakalım.” deyip, ahırdan saman almaya gitti. Çuvala doldurduğu buğday saplarını ve samanı sırtlayıp, getiriyordu ki, tandır duvarının dibine gelip, dayanan Çalı Nalan’ı görünce kafasında şimşekler çaktı. Torbasını bir kenara fırlatıp, Çalı Nalan’ı ellerine dikenler batsa da sıkıca kavradı. Elinden kaçamazdı. Tandırda bu kuru çalı ne güzel yanardı. Çalı Nalan’ı bastırarak tandır kuyusuna yerleştirdi. Kibriti çakıp tutuşturdu. Tepenin yamacındaki taşın altında köklerini bıraktıktan sonra hızla kuruyan Çalı Nalan çarçabuk yanıp, tutuştu.
Sabah serinliğinin nemliliğini, iyice güneşlenemediği için üzerinden tam olarak atamayan Çalı Nalan, cızırtılı sesler çıkararak, adeta yalvarırcasına kor alevler içinde yanarken, Kör Zewe de avurtlarını şişip üflüyordu.
Öğle üzeri acılar içinde Ali ve Şükrü’yü inleten Mehmet öğretmen de misyonunu yerine getirmenin gönül rahatlılığı ile lojmanına doğru ilerliyordu. Kör Zewe’nin tandırında ise hafif işitme özürlü kızı Mine, Çalı Nalan’ın ateşinde ikinci yufka ekmeğini pişirmek üzereydi. Bu arada Çalı Nalan’ın iniltileri de kesildi. Sessizlik yerini Mine’nin söylediği hareketli bir Roman türküye bıraktı.
“Kara çalı gibi girdin aramıza,
Al kızını koy çuvala,
Salla salla vur duvara..”


Amsterdam, 11 Mayıs 2014

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...