LAP LAP
"Büyük ayaklı kadınlarla asla evlenmeyiniz." - Minneke Schipper
Zamanın yaşlı insanlar için daha bir hızla akıp gittiği, buna karşılık yaralarının ise daha geç-yavaş iyileştiği söylenir. Şair Şükrü Erbaş ise, o güzelim dizelerinde, insanlığın bu meramına, hüzün bulutlarını da katarak daha farklı ve derinlemesine dokunaklı dokunur.
"Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı
Kadınlar gittikçe daha güzel
Güneş daha hızlı adımlıyor gökyüzünü
Sular daha soğuk, rüzgâr daha serin"
Yaşamın
her alanında olduğu gibi “az miktarda var olana her daim olan yoğun ilgi”
yaşlanma sürecinde de kendisini gösterir. İnsanlar ellerinden saniye saniye kum
misali akıp giden ve gün geçtikçe daha bir azalan, bu bariz küçülmeyi
gözlemleyerek, sürdürdükleri hayata daha büyük bir tutku ile bağlanırlar. Çünkü
hayat her şeye karşın inanılmayacak bir tat ve güzelliktedir. Ve uçup gedenin
bir saniyesini dahi geriye döndürüp, o en kısa anı tekrar yaşamanın imkanı
yoktur. Giden hızla gitmiştir.
"Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı
Kadınlar gittikçe daha güzel
Güneş daha hızlı adımlıyor gökyüzünü
Sular daha soğuk, rüzgâr daha serin"
Bu hızlı akışı ve özellikle yüreğimdeki yaraların iyilenmesinin gecikmesi-yavaşlamasını, ben de epey zamandır hisseder oldum. Bu nahoşluk her ne
kadar yüreğime bir burukluk verse de, elden gelen bir şey yok. Her yaşın ve
evrenin kendisine özgü güzellikleri var olduğuna göre, bu durumda
yapılabilecek, anı yaşamak, diğer adı ile “carpe diem” dir. Bunu
yapabilirseniz, üzerinde daha az düşünür, yüreğinizin burkulmasının önüne bir
nebze daha iyi geçer, sorunu büyük bir oranda ardınızda bırakmış olursunuz. Kim
bilir, belki de böylelikle ırmaklara, göğe, dağlara, kırlara, ormanlara,
denizlere, güneşe, yıldızlara, mehtaba ve doğanın bütününe daha çok akan, hak
ettiğiniz bir hayatı sürdürür olursunuz.
Ben misali, kişi Camili Köyünden olunca (istisnalar hariç), çoğunlukla
doğanın bütününe kayan bir hayata sahip olmak, yaşamın içinde iken, onun
getirilerini ve inceliklerini görmek oldukça zordur. Görmek isteseniz de,
göremediğin çoğu durumda, görülmesi gerekeni gözlerinin derinliklerine sokarak
gösterseler de sonuç alınamıyor. Ve derken acımasız yıllara dağılan zaman
çarçabuk geçiyor. Bu dünyadan bir “Süleyman Efendi” daha geçiyor. Sonuçta
insanlığa büyük emekler ile bahşedilen onca güzellikten, dirhem kadar da olsa
hiç nasiplenemeden giden çokça “Süleyman Efendiye yazık oluyor.”
Geçen mart ayında ikinci bahar evliliğimin üzerinden göz açıp kapama
hızıyla altı yıl gibi bir zaman geçti. Ben Camili’li ve eşim “Gavur İzmir’li”
olunca, işin boyutu başka bir hal alıyordu. Dolayısı ile ışık hızında gelip, çatan
bu yıl dönümünde de benim, yine bir parfüm, çiçek veya başka bir hediye almaktan
çok daha başka bir şey yapmam, “farklı olmam” gerekiyordu. (Laf aramızda bu tür
günlerde jestler neden hep erkeklerden beklenir, doğrusu bunu da anlamış değilim.) Uzun araştırmalarım
sonucunda, bir Rus Opera ve Bale grubunun turne için Amsterdam’da olduklarını
ve Çaykovski’nin “Kuğu Gölü Balesi”ni buz üzerinde sahneleyecekleri duyumunu
alınca, işte bu deyip, çok farklı olan bu organizasyonum için kolları sıvadım.
Gösteri günü gelip çattı ve farklı sürprizimin gösterisi için salonda
yerimizi aldık. Gösterinin buz üzerinde, buz patenleri ile, o bir birinden
farklı ve güzel yüzlerce muhteşem kostüm ile yapılması, inanılmaz bir sihir
halinde ortaya konması, sunumu rüyalar alemine taşıdı. Buz üzerinde son derece
mükemmel ve saniyelik senkronize hareketler, atmosfer, Rus balerinlerinin
harikulade güzellikleri, koreografiler ve atmosfer inanılır gibi değildi. Demem
o ki, evet bir Camili’li olarak bu organizasyonun altından, çok farklı olmayı
gerçekleştirerek yüzümün akı ile çıkmıştım.
Gösteri esnasında Hollanda’li bir anne baba, tahminen on beş yaşlarında
kız çocukları ile gelmişlerdi ve tam da önümüzdeki sırada oturuyorlardı.
Baletlerin hepsi “strech” kostümleri ile dans ederlerken, birisinin
önü fazla kabarık olunca, bu genç kızın dikkatinden kaçmadı, diyeceğim
ama sanırım sadece O’nun değil, salonda bulunanların
pek çoğu izleyicinin gözünden de kaçmamıştır. Kızcağız baba ve
annesinin arasında oturuyor ve “kikir-kikir” gülüyordu. Anne baba mahcup bir
vaziyette;
“Yapma kızım, etme kızım gülünecek bir şey yok dese de nafile”. Bizde olsa
baba tokatı bastığı gibi, tez elden daha detaylı bir hesaplaşma için,
gösteriyi falan bırakıp, kolundan tuttuğu gibi evin yolunu tutardı, diye
düşünüyorum. Fakat şu da var ki kız babası olmak kolay değil. Kızım olmadığı
için rahat rahat konuşuyorum. “Bekara karı boşamak kolay” misali. Bilmiyorum
bir Camili’li olarak ben böylesi bir durumda ne yapardım?
Konuyu biraz başka yöne çektik, hani bu da ortaya yeşillik olsun der gibi.
Balenin konusu da bir o kadar ilginçti. Eser Çaykovski’nin olunca, her ne kadar
bayat bir espri de olsa, rahmetlinin hayrına, şöyle tavşan kanı birer çay
sunulmadı. Düşünmenize; Çaykovski’nin Kuğu Gölü Balesinin, yüzlerce kişi
tarafından demli çaylar höpürdedilerek, ardından da derin bir “ohh” çekilerek
seyredilmesi, ne kadar da farklı olacaktı. Demek ki düşünememişler. (Çok mu
banal oldu, öyle diyorsanız, bu cümleciği ya ben sileyim, ya da siz okumamış
gibi yapın, lütfen + teşekkürler).
Öyküde; bilindiği gibi Prens Siegfried annesinin ısrarlarına dayanamaz ve
evlenmek için bir gelin adayı aramaya koyulur. Uzun uzadıya aramasına rağmen
gönlünün sultanını bulamaz. Günlerden bir gün avlanmak için kırlara gider. Uzun
bir yolculuğun ardından, büyük bir göle gelir. Gölde yüzen kar beyazı kuğuları
görür ve ansızın kuğulardan biri muhteşem güzellikte genç bir kıza dönüşür.
Prens Siegfried o an bu genç kıza deliler gibi sevdalanır. Genç kız aslında
büyücü tarafından bir kuğuya dönüştürülen Prenses Odette’nin kendisidir.
Büyünün etkisi ile Prenses Odette gündüzleri kuğu, geceleri ise normal genç bir
kız olarak yaşamaktadır.
Prens Siegfried hemen orada Prenses Odette’ya evlilik teklifinde bulunur.
Büyük şenliklerle evlenip, mutlu olurlar. Evlilik ile bir kuğu olmaktan tamamen
çıkması gerektiği halde büyücü bu dönüşüme engel olmak için elinden geleni
yapar. Sürekli Prenses Odette’ya kötülükte bulunur. Canlarından bezen Prens ve
Prenses intihar etmek için göle atlarlar, fakat boğulmazlar, göl aniden buz
tutar. İntihar edemeyen Prens Siegfried ve kuğu eşi Prenses Odette uzun ve
mutlu bir hayat sürdürürler.
Farklı olabilme uğraşım bununla da sınırlı kalmadı. Başka olabilme hastalık
haline geldi. Bu o İç Anadolu bozkırının bağrında doğan bir Camili’li için pek
de hayra alamet değil, çok geç de olsa ayrıcalıklı olmaya yeltenme hevesi,
nerede ise tutku haline geldi. Bu vukuatın ardından hemen Mozart’ın Saraydan
Kız Kaçırma Operasına da gittim. Bu esere de bayılmamak elde değildi, bizim
diyarın motiflerinin işlenmiş olması, gösteriyi daha da çekici kılıyordu.
Benim farklı olmaya çalışma uğraşımın patırtılı gürültüsü, o kadar ayyuka
çıkmış olacak ki, artık etrafımdan da bunu sürdürmeme yardımcı olup, bu konuda
katkı sunmaya çalışanlar yok değildi. Ne diyeyim sağ olsunlar, var olsunlar.
Heybedeki tıka basa dolu olan keşkelere bir yenisini ilave edecek
olursam; bu tatlı uğraşı, hani bu zamanın geçmek nedir bilmediği gençlik
yıllarında yer alsa idi, farklılık daha da farklı olacaktı.
İki gün önce, tanışıklığımızın bir hayli gerilere gittiği, eski bir Hollanda’lı
arkadaşım öğretmenlik yaptığı okulda, öğrencilerinin bir müzikalde
oynadıklarını, kendisi ile gelip, gelemeyeceğimi sorunca, ağzımdan dökülen “hay
hay” sesleri uzunca bir sıra oluşturdu. Anlaştığımız gün ve saatte salonda
yerimizi aldık. Amatör olmalarına rağmen, çok uzun süre üzerinde çalışmış
olmalılar ki, profesyonellere taş çıkartmadılar ama doğrusu aratmadılar da.
Zaten çıkartmak isteseler de Hollanda’da taş olmadığını, her tarafın kum
olduğunu bildiklerinden olsa gerek, bu denli zahmetli bir işin altına girmeyi,
sanırım lüzumlu görmediler. Son zamanlarda apansız nüks eden, farklı olabilmek
gibi ağır içerikli tutkum sayesinde, artık amatör bir grubun, profesyonel
gruplara ne denli bir mesafede olduğunu dahi görür hale geldim.
Arkadaş ile gittiğimiz bu amatör öğrenci grubunun müzikalleri de çok iyi
idi. J.S. Bach, Dimitri Sjostakovich ve Mozart'in muhteşem müzikleri eşliğinde
gösteri yaptılar. Birinci yarıdan sonra bir şeyler içmek için bara
geldiğimizde, örgencileri ile gurur duyan ve bu konuda güzel şeyler duymak
isteyen arkadaşım, kulağıma eğildi ve;
“Eh nasıl buldun?” diye sordu. Daha önce Rus güzellerinin bale danslarını
da gördüğümden, hemen bu iki grubu karşılaştırdım. Camili’li olmak burada da
yakama yapıştı. Biraz fütürsüz bulundum ve aklımdan geçenleri söylemekte
gecikmedim.
“Evet çok güzel. Fakat dikkatimi bir şey çekti. Hollanda’lı bayanların
ayakları genelde biraz daha büyük olduğundan, balede estetik açıdan görselliğin
çıtasını biraz aşağılara düşürüyor. Kadınların büyük ayakları, bale dansında
‘lap-lap’ yere düşer gibi oluyor.” Bunu der demez arkadaşım bardaki bütün
arkadaşlarına benim bu gözlemimi, benim kızarıp bozarmalarımla birlikte
anlatınca, bütün kadınlar, ayaklarını ilk defa keşfediyorlarmış gibi, eğilip
baktıkları yetmiyormuş gibi birbirlerine ayak numaralarını uğultu halinde
sormaya başladılar. Olanlar olmuştu. İkinci yarının başlama
zili çaldığında bütün gözler yere eğik bir vaziyette, ayaklarımıza
baka baka, Anıtkabrin aslanlı yolunda ilerleyenler gibi salona doğru yürüdük.
Gösteri başlamak üzere olduğundan acele ile yerlerimize oturduk. Fakat benim
oturmam da biraz farklı oldu. Açılır kapanır koltuğa oturmak istediğim anda,
koltuğu elimle bastırıp, haşmetli kıçımı koymamla birlikte, arkamdaki koltukta,
Hollandaca bir feryat yükseldi ki, bunun tam Türkçe karşılığı “yandım
anam” dı. Ayağına uzun uzadıya bakarak salona gelen kadıncağız, hemen
oturmuş ve devasa lap-lap ayağını koltuğun açık olan tarafına dayamıştı ve
dolayısı ile araya sıkışmıştı. Benim oturmam ile birlikte büyük bir acı ile
yaygarayı bastı. Üzerimden hala atamadığım devam edegelen mahcuplukla, onlarca
kez özür dilemek zorunda kaldım. Farklı olmaya çalışmam biraz tehlikeli hal
almaya başladı. Hollandalı kadınların ayağına nazar değdirmiştim. İyi ki anne
ve babası ile Kuğu Gölü Balesini izlemeye gelen on beş yaşlarındaki Hollanda’lı
kızın nazar eder bir durumu yoktu, yoksa önü arkadaşlarına göre
daha kabarık olan Rus baletin başına kim bilir neler
gelirdi. O nedenle çok hızla geçen bu zaman biriminde, parkur değiştirmekte,
bir Camili’li olarak çok da radikal olmamak daha yeğ olacak
gibi görünüyor. Saygılar…
Amsterdam, 27 Haziran 2015
Amsterdam, 27 Haziran 2015