23 Ekim 2015 Cuma

SÜRGÜN


SÜRGÜN

Ne güzel, bir çırpıda; "açık alınla, on yılda on savaştan" tereyağından kıçeker gibi çıkıldı. Anayurt; örümcek ağlarını andıran "demir ağlarla örüldü ". O uzun hummalı çalışmaların ardından ulaşılan nokta, elbette ki, tek kelime ile muhteşem. Artık bu raylar üzerinde dağ, taş, dere ve tepe engeline takılmadan; insanları yığınlar halinde Anadolu’nun bir köşesinden alıp, diğer bir yerine götürecek olan kömür karası trenler var. Kimi yolcularını sevdiklerinden bir süreliğine ayırırken, bir o kadarını da özlem duyduklarına kavuşturacak. Bu demir raylarının uzandığı Elazığ Garı’nda, bekletilen ve lokomotifinden kara dumanlar yükselen, kara yük treninin vagonları balık istifi, tıka basa insan dolduruldu. Elbette kan ter içinde yaptırılan, bunca zahmet ve devlet hazinesindeki onca çil altınına mal olan, yılan kıvrımlı yolların şimdi bir işe yaramalarının zamanı.
Tren lokomotifinin geniş bacasından önceleri göğe doğru yükselen, sonradan yeniden alçalan kara dumanlar etrafı alabildiğine kapladı. Süngü takılı tüfekleri ile haki üniformalı askerler, hareket halindeki insan selini zor kullanarak kontrol etmeye, onları ite kalka eziyet ederek, yük vagonlarının kapılarından içeri sokmaya çalışıyorlardı. Daha çok ezik, yorgun, umudu olmayan yoksul görünümlü insanı, içeri sokmaya zorlarlarken, kurbağa görünümlü eli silahlı askerler bir yandan da dumandan yanan gözlerini ellerinin tersi ile siliyorlardı. Maraş’lı Ökkeş Çavuş bir an önce vagonlardan içeri girmeleri için tüfeğinin dipçiği ile insanların sırtlarına üst üste acımasız darbeler indirmeye başlayınca, emir komutasındaki bütün erler bunu bir komut olarak algıladılar. Onlar da dipçikleri biçare insanların omuzlarına olanca güçlerini ortaya koyup, vurmaya başladılar. Dipçik darbelerinden korunmak maksadı ile ellerini enselerine götürmeye çalıştılarsa da, bunun bir faydası olmadı. Bir an evvel vagonlara doluşmaktan başka çareleri yoktu. Yine de babalar ve anneler, omuzlarına dipçik darbeleri inerken dönüp, aile fertlerinin de aynı vagona bindirilip, bindirilmediğine bakıyorlar, yalvaran yaşlı gözlerle çocuklarını, yürümekte zorlanan ihtiyar anne ve babalarını arıyorlardı. Ellerini uzatıp, çocuklarını ve yakınlarının ellerinden tutup, kendilerine çekiştirirlerken iliklerine kadar hissettikleri acılar ile kolları yanlarına düşüyor tökezleyip, yere yuvarlanıyorlardı.
Düzgünlerin Salman canını dişine takıp, ellerinden yakaladığı gibi, annesini hızla kendisine doğru çekti, güçlükle vagonun içine aldı. Kara dumanlar arasından bir açıklık bulup, ışıldayan güneşe son bir kez baktı. Nisan ayının güneşi daha on yedisine yeni ayak basmış olan, parlak kıvırcık saçlı, açık mavi gözlerini kırpıştıran delikanlının yüzünün güzelliğini ortaya çıkarıp, bir anlık aydınlattı. İçerisi karanlıktı. Vagonların pencereleri yoktu. Sadece insanların doluştuğu kapıdan ışık süzülüyor, ağır bir hayvan gübresi kokusu yükseliyordu. Babası da çok geçmeden yanlarına geldi. Korku ile titreyip, “ya hızır” diye mırıldanarak birbirlerine tedirginlikle bakan insanların arasından süzülüp, vagonun bir köşesinde dineldiler. Güllü’nün sıkıca tutunduğu vagon kapısındaki açıklık parmağını kesti. Serçe parmağından damlalar halinde kanlar, vagon zemininde lekeler bıraktı. Güllü sevgi dolu gözlerle Salman’a bakıp, “önemli değil be oğul... önemli değil” geçer şimdi demek istese de, oğlunu ikna edemedi. Salman iyice kırışmış olan gömleğinin alt tarafından dişleri ile yırttığı parçayı koparıp, annesinin parmağını sıkıca sardı. Akan kan sıkıca bağlanan beze fazla  direnemedi, sadece beyazlığın üzerinde yuvarlak kırmızı bir nokta oluşturdu ve durdu. Babası Haydar derin bir iç çekişi ile karısı Güllü’nün elini avuçlarının içine alıp, usulca okşadı. Güllü bir an da olsa kendisini iyi hissetti. Evinin erkekleri şahin gibi etrafında kol kanat geriyorlardı. Fakat kendi anne ve babasından haber yoktu. Komşu köye on dokuz yıl önce gelin gelmiş, anne ve babasını kardeşleri ile on kilometre uzaklıktaki köylerinde bırakmış, ama onları her bayramda ziyaret edip, hal ve hatırlarını sormayı bugüne değin ihmal etmemişti. Bu düşüncelerden arınıp, kendisine geldiğinde az ileride bulunan komşuları Firfirik Hüseyin ve karısı Cemile ile göz göze geldi. Vagon kapısının yanında komşu ailelerin kızları Güher, Zeyni ve Bevir de sürülenlerdendi. Hayatlarının baharındaki bu gencecik kızların hüzünlü bakışlarını daha fazla yüreğinde hissetmemek için bakışlarını indirdi.

Nazimiye ve Pülümür'den kamyonlarla önce Kutudere,Türüşmek ve ardından Yeniköy'e, oradan da yine kamyonlarla Elazığ Garı’na getirildiler. Haydar Sürgüne gönderildiklerini biliyordu. Jandarmalar kendi aralarında konuşurken trenin Kütahya’ya gittiğini duydu. Dersimlileri yakaladıkları gibi batıya sürgüne gönderiyorlardı. Bu kafile ile de yerlerinden yurtlarından, sevdiklerinden, akrabalarından ve komşularından kopartılıp, sürgüne gönderilme sırası onlardaydı. Kütahya’ya sürgün gidiyorlardı. Çıkarılan mecburi iskan kararı ile sürgüne gönderilenlerin, tekrar kendi topraklarına dönmeleri de yasaklanıyordu.
“Bir yük vagonunda açtım gözlerimi,
Bizi kamyona doldurdular,
Tüfekli iki erin nezaretinde,
Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular,
Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar,
Tarih öncesi köpekler havlıyordu
Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler
Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki.
Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”
Cemal Süreya
Uzun uzadıya acı acı öten trenin harekete gemesi çile birlikte, tıka basa sürgün dolu yük vagonları, yoğun bir duman bulutunu ardında bırakıp gardan ayrıldı. Vagonlardaki insanlar ani kalkışın getirdiği sarsıntı ile ayakta ileri geri gidip geldiler. Vagon duvarlarına ve birbirlerine tutunmaya çalıştılar.
Güllü geride kalan anne ve babasını düşündü. Ne haldeydiler, acaba onlar da sürgün edilmişler miydi? Uçaklarla bombalanan, tüfeklerin ateşine hedef olan ve süngülenen insanlar geldi gözlerinin önüne. Dereler nasıl da kızıla boyanıp, kan akmıştı. Bu travmadan nasıl kurtulacaklardı. Yetmedi, şimdi de sürgüne gönderiliyorlardı. Köyleri Gewrek’teki anne ve babasının, hasta yatalak amcası Tello’nun ve diğer akrabalarının yokluğuna nasıl karşı koyacaktı. Bütün bu olup biteni nasıl anlayacak, unutacak ve kafasındaki sorulara cevap bulacaktı.
“Gizleyemez yüzlerine işlenmiş sürgünleri, pirlerin ak sakalı her teli ayrı bir yaradan beslenir, ‘38’ den beri yürekleri ‘şark çıbanı’, anlatsalar masal, sussalar ağıt. Gözü lal, dili lal, yüreği lal, yol anlatır o susar, su anlatır o dinler bir hüzün anıtıdır dersim sürgünü, yarası gizli, umudu lal.”
Ali Erenler
Gittikleri yerde de dağlar sarp mıydı, kırlarında hangi çiçekler ve otlar vardı, bütün bunlar nasıl kokarlardı? Gelincikleri nazlı mıydı? Papatyalarının yaprakları “seviyor-sevmiyor” diye koparılıyor muydu? Onların kırlarında da kenger, ışgın, alıç, dirike, poxik, kolbizin, beyaz sarımsak, can ve peygamber çiçekleri bulunur muydu? Meşeliklerin arasından hiç beklemediğiniz bir anda, yaban keçisi bir anne yavruları ile aniden yüzünü gösterip, meleyerek boynuzlarını yukarılara doğru kaldırır mıydı? Gittikleri yerde tilkiler, çil keklikleri, kaya kartalları ve su akan derelerinde, tıpkı Munzur Suyundaki benekli alabalıklar da olsaydı, ne iyi olacaktı.
Oradakiler kendilerini ne denli kabul ederler, hangi gözle bakarlar, aşağılayıp hor görürler kaygısı yüreğine oturdu. Uyum sağlamaları elbette zor olacaktı. Bir daha dönebilecekler miydi? Her şey; insanlar, kültürleri, dilleri, yemeleri-içmeleri, giyimleri, örf ve adetleri farklı olmalıydı. Onlar da zerfet, hazırlop köftesi, bişi, keşkek yemeği yerler miydi, acaba? Giyimleri de mutlaka farklıdır diye düşündü. Kafasında birbirine karışan yığınla sorularla bir eliyle kocasının, diğer yaralı eli ile de oğlunun elinden tuttu ve sımsıkı sıktı.
Kara yük treni hızla yaban ele doğru ahenkli sesler çıkararak, başında dumanlarla hareket etmeye devam edip, yüzlerce insanı yerinden, yurdundan, kanayan Dersim topraklarından, ortasından yırtılan bir kağıt gibi, bir daha dönmemek üzere ayırdı. Bu odaları dolu ama "hoş gelmeyen" bir trendi.

Amsterdam, 13 Ekim 2015






















CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...