30 Temmuz 2013 Salı

BARIŞ ÇİÇEĞİ






BARIŞ ÇİÇEĞİ

Alacanım – Murathan Mungan
alacânım,
mil yeşili gözlerin
dindirdi gözlerimi
kaç körü birden öldürdün bende
mahsur kaldım, eksik oldum, kapına düştüm
ben yandıkça
ezber ettin ayazın demirini
alacânım,
indi mi göğsüne heves?
hangi duvarın halısında
gördün, bildin, vurdun beni
kaç ormandan geçti
içinde kaybolduğumuz o büyük takip
içimizde bunca gurbet dururken
yol ettik uzaktaki sılayı
şimdi burdayız
kanlar içinde
alacânım
indi mi göğsüne heves?

Kısa parmaklı yumuk avuçlarımı  yukarılara kaldırıp, olabildiǧince yaradana yakın kılmaya çalışıyorum. Yıllardır yaptıǧım gibi, gören tek gözümü iyice açarak, oldukça yükseklerde bulunduǧuna inandıǧımız Tanrıya, kendimce çaktırmadan, ayyuka çıkardıǧım, hani kısa bir tarifle, bir önceki cümlede gözlerinizin önüne de getirdiǧim, ellerime altan bakıyorum. Kendisi için dua ettiǧim, benim dilimden sizlerin okumanız ve aynı duyguları paylaşmak amacı ile bu satırları yazan, Camilili Aydın’ın meşhur anasıyım ben. Kabul eylerlerse, hiç bir fark gözetmeksizin bütün dünya insanlıǧı için her fırsatta dua ediyorum. Elimden gelen sadece bu. Haksızlıkların karşısında yüksek burçlu, dimdik bir kale gibi durmayı ben de isterdim. Kendimce susmayışımın nedeni, her insanı kendim gibi-insanlıǧa ait görmemdendir, haykırışım pek yüksek olmasa da.

etimdeki eksik yangın, sindi yüreğim
seyreldi tenim sahtiyan tarih
mahsur kaldım, meçhul oldum, şehit düştüm,
alacânım,
indi mi göğsüne heves?“ 
Namım bir hayli yayıldı, bu benim kim olduǧumu biliyorsunuz artık demektir, Kör Zewe. Saǧ olsun, ömrüne bereket oǧlum, pek bi sever beni. Yalvarırım; yine sen mi diye, kendi kendinize söylenmeyin. Daha önce de, oǧlumun yazdıǧı bir kaç öyküye konu oldum. Ne yaparsınız, “her insanın bir hikayesinin olduǧu“ söylenir, bu durumda; benim biraz fazlaca demek ki. Bir yandan da, oǧlum da yazmak için konu mu bulamıyor nedir, iki de bir beni konuşturuyor, diye düşünmüyor deǧilim. Yaşlıyım artık, konuşmaya bile mecalim yok desem yeridir. Ama anne yüreǧi dinmek nedir bilmez ki. Daha önceleri de uzun uzadıya anlattım. Bırakın oǧlumun yazdıǧı birbirini kovalayan satırlar; çimen yeşili, deniz mavisi, kömür karası, ela, soǧuk kış aylarında kebabı dahi yapılan kestane rengi, güzelim gözlerinizin önünden su misali akıp, gitsinler. Sizler de bilirsiniz ki; söylenecek, hele de annelerin dile getireceǧi, aktaracaǧı, içini dökeceǧi pek çok konu her daim var oldu. Bi yol, bir şeyler daha anlatmama müsaadeniz olsun.  Sıkılacaǧınızı sanmıyorum, genç ve yaşlı, çeşitli ömür aralıklarında olan hanımlar ve de beyler. Demem o ki; anlattıkça, daha bir rahatlar gibi olur anneler. Söylenmesi gerekenler dile getirildikçe; anlatımların etkisi, yufka ekmeǧe çırpılan serin ve berrak su gibi gelip yerini bulurlar. Serpiştirilen su damlacıkları yufka ekmekte ve gönüllerimizde kadifemsi bir yumuşama saǧlar. Ardından evlat sevgisi ile dopdolu olan kalplerimizin yaǧları, ansızın eriyiverir.
alacânım,
rahat et ben gölgene ilişeyim
her belanı ben göreyim
yüreğimi ihbar et,
bana bir uçurum ver, gideyim
alacânım,
indi mi göğsüne heves?
biliyorsun adımın kıblesini
bir meşhur hâfızla, meşhur bir şehvet
alacânım,
şuramda sinsi bir sızı
gel öldüğümü farz et
senden gelen her habere
canımdan uçurduğum şahin
pençesinde kaldı bileğim, yazım, harflerim
bir yanım onla uçtu, sende kaldı, ben bittim
alacânım,
indi mi göğsüne heves? 
Oǧula ve kıza dair olan renk yelpazesi nakışlı heybelerimizin yükü; özlem, umut, güzellik, barış, saǧlık, başarı ve var olan bütün iyi dileklerdir. Her anne yüreǧinin bir kıyıcıǧında, kutsal bir emanet gibi, kendisini de ayakta dimdik tutan, bütün bu hisleri sımsıcak saklar. Gönüllerinden evlatlarının her geçişinde; Dünya yuvarlaǧının her santimetre karesine karşı kocaman gülümser. Yüreǧi alaca kanatlı bir kuş olur, pır pırlarla, masmavi okyanusları andıran semalarda telaşla uçar ve tekrar sol göǧsünün altındaki, sıcak yuvasına usulca döner.
alacânım,
yakılmış bir köyün adıydı adın
görmedi kimse
içinde ben de yandım
o gün bugün kalbimin doğusunda tüten duman
nerede olursan ol göğündeyim kanlı tarih her zaman
Mardin'im, Midyat'ım
ah benim altından avaze sesim
kardeşlerimdi ölen de, öldüren de
aranızdaki duvarda
gömülü kaldı“ 

Gönül istemez mi ki; koşullar el verse, çocuklarımız hep yanı başımızda, bir seslenme mesafesinde ve gözlerimizin önünde olsalar. Hasretlik hepten yer edinmese. Yüz yaşına da gelseler, yine de çocuk olarak gördüǧümüz evlatlarımızla, aramızdaki mesafeler daha kısa olsa. Baǧrımız yanmasa, gözlerimiz buǧulanarak her an uzak yollara takılı kalmasa ve aklımız onlara yönelik kaygılarla meşgul olmasa. Konu çocuklarımız oldu mu, bu derin bir iç çekiştir ve istemlerin ardı arkası gelmez. Onlar içinde yer aldıǧı bir hayal dünyasında yaşar, her şeyin en iyisini ve güzelini bütün benliǧinizle istersiniz.
Bizlerden birer parça olan varlıklarımızı, büyük güçlüklerle büyütüp saldıǧımız, kurtlar sofrasını andıran yeryüzünde; güzellik, huzur ve barış olsun istiyoruz. Defolsun kurtlar, bu diyar onlara dar olsun. Gözlerimizin bebeǧi, en deǧerlerimizin "karınca kararınca" bir yaşam sürdürmeye çalıştıkları dünyanın dört bir yanında, edindikleri imkanlar dahilinde, güzelliklerden ibaret, yeterince insani bir hayatları olsun.
etimden uçurduğum uçurum
meşhurdum, meçhuldüm, mahsurdum
bir hâfızken eskiden
mecnun kaldım şimdi
aşktan, senden, kendimden
n'olur sevmeden öldürme beni
alacânım,
söyle, indi mi göğsüne heves
Gün geçtikçe paylaşılamayanlar daha da çoǧalıyor. İnsanın kıymeti harbiyesi çer çöpün yanında tuzla buz oluyor. Hoşgörünün çok uzaǧına düşenler, bir çakıl taşını dahi paylaşılamayacak hale geliyor. Derken fındık kabuǧunu doldurmayacak, olur olmaz konularda hır gır çıkartılıyor, gayri insani bir kavga- döǧüştür almış başını gidiyor. Kum gibi yitirilen insanlık oluyor ve köküne hepten kibrit suyu dökülüyor. Durdurulması istenmeyen, kardeş kanı günümüze deǧin oluk oluk akıtıldı. İnsanlarımıza birilerinin bütün dünyaya bedel olduǧu, söylenirken etekleri kimsesizleştirilen daǧlara büyük harflerle  hayasızca başka renkler, diller ve kültürler hiçe sayılarak, bir ırka mensup olmanın, anlaşılamayan dar hacimli kafalılıǧın, ilimin çok uzaǧına düşen ve ırkçı duyguların getirisi ile duyulan bir mutluluk yazıldı. Semboller uǧruna insan kanın dökülmesi kutsanır hale gelindi. Bu daǧların başlarında binlerce yoksul genç kurşunlara, bombalara hedef oldu.
Paylaşılamayan neydi, ne oldu. Kardeşçe, barış ve huzur içinde yaşamak varken, belli grupların çıkarları doǧrultusunda, fakir, biçare ve bu kavganın çok uzaǧında, en hafif bir ilintisi, zerre kadar bir faydası olmayan insanlar, yıllarca acımasızca birbirlerine kırdırıldı. Cenazeler her daim yoksul semtlerin-köylerin eǧri minareli, bir kaç Isparta halısının serili olduǧu, Ahşap çerçeveli büyuk bir saatin gonladıǧı camilerde, başı kapalı kadınlar ve kirli sakalları ile şapkalı, aǧızlarındaki çürük dişleri sararmış kırsal kesimden erkekler tarafından kaldırıldı. Çocuklarının ne uǧruna ve ne için öldüklerini dahi bilemediler. Yıllarca süren yaslar tutuldu, yürek parçalayan aǧıtlar yakıldı. Vatan-Millet-Sakarya’da “ellerinin biri yaǧda, biri balda“ olanlar, oturdukları barlardan, uzandıkları sahillerden istiflerini bozmadan, cepheye sürdükleri, ömürlerinin baharında olan binlerce yoksul genci, vicdansızlıklarının sor kertesi ile kara toprakların altına yolladılar. Yaşanan ve devam edegelen zulüm, işkence, yakılan binlerce köy, sürgün edilen milyonlar, kesilip anahtarlık yapılan insan kulakları, yedirilen dışkılar, tecavüzler ve akla gelebilecek her türlü vahşilikler. Hat safhada kalmayı sürekli başarıp, kol gezen bir iǧrençlik. Dik tutulan başlar, yoksulların bir araya gelemeyen yakalarına iliştirilen şeref madalyaları, büyük puntolarla gazetelerde „on oǧlum daha olsa, onları da vatan uǧruna kurban ederim“ başlıkları, ölümlerinin ardından bir kaç günlüǧüne baǧlanan kesik elektrikler ve yıkılmakla yüz yüze gecekondularda, salındıkları evlerden daha büyük bayraklar. Onlarca yıldır kendisini yok eden bu gidişatı sorgulamayan, kutuplara ayrıştırılan bir halk. Kardeşlik yerine, düşmanlıklar, dayatılan gri tekdüze renkler. Koparılan çiçekler, dikenlikler haline getirilen gül bahçeleri. Başka dillere, melodilere, kültürlere, farklılıklara kapalı, gözler, kulaklar, aǧızlar ve duyular. Zerre kadar olsun, başkaları ile deǧil empati kurma gereǧi duymak, akıllarına dahi getirmeyen, gocunmayan ve bundan bihaber, saǧlıklı düşünemeyen kitleler.

İSTEMEDEN ASKERE GİDEN BİR ASKERE ŞİİR
Korkmaktan
korkarak
gitti oraya
(Aman tanrım, köyümde
bıraktım kadınımı...)
Utanarak
gitti oraya
(Aman Tanrım,belki de bir çocuk öldüreceğim,
benim de iki yavrum...)
Oraya gitti
başkası istedi diye,
Oraya gitti ama
ne cesareti onundu
ne de nefreti-hiç
onun olmamıştı ya
Başkasının öfkesi
bulaşınca ona
o da öldürdü, öldürdü.
Ta ki bir gün
-bir hakaret gibi gelen
tam güneşi varken, umudu varken
kadını varken
oğulları anası ve mektubu
her şey varken
tepesine düşene dek
gagası sarı
kuyruğu kırmızı
korkunç bir kahkaha ile
el bombaları

Rui Nogar“

Camilili Aydın’ın pek bi sevdiǧi annesi, ben meşhur Kör Zewe derim ki; insanlıǧa reva görülen kötülükler olmasın. Barbarlık ve bunca vahşet artık bir son bulsun. Gayri insani olan her oluşuma, gayrık yeter denilsin. Binlerce yıldır, pek çok medeniyete ev sahipliǧi yapmış olan Anadolu’nun yorgun topraklarında yer alan, Türk, Kürt, Laz, Ermeni, Arap, Çerkez, Süryani ve diǧer milliyetlere yakışan budur. Ciǧerlerimize zeytin dallarının mis kokuları dolsun, pencerelerimizi barış çiçekleri süslesin, insanca yaşam milyon bin yıl sürsün, en büyük dileǧim; kardeşlik, barış ve huzur her daim olsun.

Amsterdam, 28 Temmuz 2013





27 Temmuz 2013 Cumartesi

ŞİİRİM GELDİ – ŞİİRİMSİ DUYGULAR...


GÜLDEREN
Güzeller güzeli ülkemin,
Karlı yalçın dağlarının,
Sarp kayalarının,
Gökkuşağı çakıl taşlarının,
Altın kumların arasından,
Olanca coşkun 
Ve billur berraklığınla, 
Süzülde gel.
Gel candan öte canım,
Bal kokulum,
Kızıl güller derenim,
Güller güzeli gülderenim.
Süzül ki yüreğime,
Canlansın yaralı-bitap yüreğim.
Dol ki kalbime,
Ipışıl geleceğimizi,
Kal ki yüreğimde,
Halkımın baştacı eylediği kavgasını,
Damla damla ak ki kalbime,
Ezilmişliğini biçare insanımın,
Anlatayım sen güzelime.
Hani dilim döndüğünce,
Hayasızca yok edilişini,
Yılanları bin yıl yaşatan
Vurdum duymazlığını,
Milyarlara varan,
Dünya insanlığının,
Kıpırdamayan kıllarıllarıyla,
Payeli sözde aydınların,
Demokrat görünümlü dinazorlarıın,
İnsanım diyenlerin,
Kahreden onursuzluğunu.
Dillendirmeye çalışayım sana,
En nihayetinde mutlak kazanacak olan,
Halkımın salt insanlıktan yana,
Mütevazi ve de alabildiğine insani rüyasını...

Amsterdam, 6 Mayıs 2006        







2 Temmuz 2013 Salı

CARPE DIEM



CARPE DIEM

Altın Yele, dörtnala, olanca hızı ile birbirinden narin bin bir çeşit kır çiçeǧi ile bezeli, yüksek tepeleri ve geniş ovaları kan ter içinde, dur durak bilmeden, ardında yoǧun bir toz bulutu bırakarak aşıyordu. Bu asil atın sırtında, gözleri çakmak çakmak olan genç, henüz on dokuz yaşında, yaşamının baharında Alin adlı bir delikanlıydı. Ardında kendisine sımsıkı sarılan, Çeribaşı Hıdır dayının kızı Poti’nin kömür karası saçları uçuşarak, Alin’in yüzünü kapatıp, görmesini engellese de, O buna dünden razıydı. Roman güzeli Poti’nin saçları mis gibi kokuyor, Alin kendisinden geçiyor, yüreǧi Hüsmen aǧanın davulu gibi, göǧüs kafesini zorlayarak gümbürdüyordu. Duyduǧu mutluluktan, kavak yellerinin alabildiǧine estiǧi, bulutları aşan başı, yüzüne oturan geniş bir gülümseme ile dönüyor, dönüyordu.
Sarıya çalan ipeksi uzun yelesinden dolayı, Altın Yele diye adlandırdıǧı atı ile O’nun arasına, Poti‘yi hariç tutarsa, kimseler giremezdi. Poti’ye bütün varlıǧı ile delicesine aşık, atına ise ölesiye vurgundu. Atının üzerinde kendisini, olduǧundan  daha hür ve doǧa ile iç içe hissediyordu. Altın Yele'ye dokunduğu, baktığı ve sırtına binip, dörtnala koşturduğu zaman, genç bedeninde özgürlüğü alabildiğine hissediyordu. 
Ve Alin'in atı durup, dinlenmeksizin, rüzgar olup, koşuyordu. O, Altın Yele'yi durdurmak için gemini var gücü ile çekiştirse de, atı başını inatla yukarı doǧru kaldırıp, saǧlı sollu sallayarak, dört nala var gücü ile koşmaya devam ediyordu. Az ileride bulunan uçurumdan, canından çok sevdiǧi Poti ve Altın Yele ile birlikte aşaǧı uçması an meselesiydi. Panik içinde avazı çıktıǧı kadar, baǧırıyor, Poti korku ile kendisine daha çok sarılıp aǧlıyordu. Ansızın tökezleyip, kendisi ile birlikte büyük bir gürültü ile yere düşen atını durdurmak isterken baǧrışması ile hem kendisi hem de, Camili Köyünün harman yerine kurdukları çadırda bulunan babası Hıdır, Annesi Zarife, on altı yaşındaki kız kardeşi Güllü ve daha on ikisindeki kardeşi Mirza Can‘ı da derin uykularından uyandırdı. Annesi gelip, Alin'in baş ucunda telaşla ne olduǧuna bakarken, kabus gören oǧlunun kızıla çalan ince bıyıkları, al al olmuş yanakları, açık gri gözlerini gölgeleyen uzun kirpikleri ter içinde kalmıştı.
Art arda hızla nefes alıp, verirken, Altın Yele’nin adını derinden sayıklayıp durdu. Bütün ailesinin meraklı bakışlarının kendisine doǧrulduǧunu görünce, bunun bir rüya olduǧunu anladı. Küçük kardeşi Mirza Can‘ın yanaǧını sevgiyle okşayıp, ailesine merak edilecek bir şey olmadıǧını ima ederek, gülümsedi. Annesi, gözünün bebeǧi oǧlunun boncuk boncuk terlerini silerken, babası da bir hayli kabarık olan bıyıklarını kulaǧına doǧru keyifle, çekiştirerek burdu. Babası Hıdır, Alin’e karşı çok ceberut olsa da, iyi bir günündeyse, pamuk olup, yumuşadıǧı da oluyordu.
“Korkuttun  bizi bea, deli kızanım. Artıkın sakinleş, ne olur.” deyip, O’nun kıvırcık kumral saçlarını şefkatle okşadı. Annesi allı güllü fistanını bir çırpıda toplayıp, telaşla;
“Ne oldu, ne gördün de rüyanda böyle çok korktun, be ya?”
“Yok bir şey anam, telaşlanma.  Rüyamda Altın yele ile bir uçurumdan az daha düşüyorduk, be ya. Ne yaptıysam, gem almadı Altın Yelem, durmadı, sonra tökezledi ve yere düştük. Poti de ardımdaydı, hani en çok da O’nun için korktum.”
“Alin’im, (h)adi be oǧul daha sabaha çok var. (H)adi ayırlısı diyelim. O zaman tekrar yatalım. Çeribaşı Hakkı dayın, Şuayip amcan, Ümmü teyzen ve Zürafiye yengen de sesini duymuşlar, onlar da telaşla geldiler. Baban, dışarıda Çeribaşı Hakkı dayının çadırının önünde O’nunla konuşuyor. Basur olasıca baban da gelir imdi. Hadi uyu benim güzel oǧlum. Güllü, bi yol bak be ya. Ramazanda geberesice. Sakil sakil (salak salak) bakınma etrafına. Maari, kırk yılın başı gacılıǧını bi gösteriver. Yardım et de, Mirza Can da uyusun bea.” Güllü cılız bir sesle;
“Tamam ana” deyip, Mirza’yı kolundan tutarak kendi yataǧına çekti ve sıkıca kardeşine sarıldı. Alin sırt üstü yataǧına uzandı. Ellerini kafasının altında birleştirdi. Gözlerini üst üste kırpıştırdı. Bakışları bir ara eğri büǧrü çadır direǧine asılı, şişesi iyice isli gaz lambasında gidip gelen ışıǧa takılsa da, O’nun gözlerinin önünde, içinde art arda güneşlerin patladıǧı, işveli roman güzeli, alımlı Poti’sinin gözleri vardı.
Camili Köyü’nun harman yerinde Hıdır ve diǧer on ailenin çadırlarının üzerine güneş ışık ipliklerini erken saldı. Her yer bir anda aydınlandı. Irklar üstü bir kültürün bireyleri olan Adana yöresinden gelen ve Cano aşiretine mensup romanlar da, Camili Köyü’nün harman yerinde kurdukları çadırlarında vakitlice uyandılar. Roman elleri, uçsuz bucaksız Dünya topraklarında; her daim göç halindeydiler. Onlar da, her roman gibi aynı zaman da gezgin birer zanaatkardı. Anadolu'da, devlet onlara tarih boyunca, iş olarak sadece cellatlıǧı reva görse de, kimselere dargın değillerdi. Oysa insanlıǧın ayrılmaz bir parçası oldukları halde, buçuk millet olarak adlandırılıp, onurları "gacolar" tarafından kırılan romanlar, devlet babadan hiç bir beklenti içinde olmadan, hayatlarını idame etmek için neler yapmıyorlardı ki; elekçilik, sepetçilik, kalaycılık, çalgıcılık, falcılık, hurdacılık, çöp toplama, köçeklik ve ayı oynatıcılıǧı bilinegelen meslekleriydi.
Alin genç yaşına raǧmen kalaycılıkta ve klarnet çalmakta roman aşiretleri arasında nam salmıştı. Bazı zamanlar kalay yaparken, kazan büyükse içine girip, dans eder gibi hareketlerle, erittiǧi kalayı iyice sıvarken, bir yandan da klarnetini öttürüyordu. 
"Ooo... mastika, mastika, sigarası marlbora...
………………………………...................
Ayılana gazoz, bayılana limon…
…………………………………………...

Al kızını koy çuvala, salla salla vur duvara…."
Saçları darmadaǧın, altları çıplak, çükleri açıkta çocuklar etrafına birikip, O’nu ilgiyle izliyorlardı. Alin klarnet çalmaya görsündü, yer yerinden oynar, roman ölülerinin ruhları dahi gelip, raks ederlerdi. Bir kaç ay önce, mart ortalarında “humbara”  ve mayıs ayında kutladıkları “kakava bayramlarında” kuzeni Tacettin darbuka vurmuş, Alin ise avurtlarını balon gibi şişirip klarneti ile herkesi öyle çılgınca eǧlendirmişti.
Alin kabus sonrası daldıǧı derin uykudan, daha süt emen bir bebek misali gerinerek uyandı. Dışarı çıktıǧında, annesinin Camili köyünden bir yıǧın kalaylık bakır tencere, tava ve tepsiyi çadırlarının dışına koyduǧunu gördü. İş başa düşmüştü. Sigara altı bir şeyler atıştırdıktan sonra, kalay işine koyuldu. Bir taraftan da gözleri Poti’yi aradı. Poti de annesi ile geçen hafta yaptıkları elekleri satmak üzere köye gitmişlerdi. Haberi Poti’nin on yaşındaki kardeşi Dino’dan aldı. Poti burada olmadıǧına göre, kalay yaparken sabahın bu vaktinde klarnet öttürmenin de bir anlamı yoktu. Acele ile işine koyuldu, özenle kalaylık kapları ısıtıp, pamukla her tarafa sıvadı. Her roman gibi, O da dünyanın hiç bir sorununu kendisine dert etmiyordu. Gün elbette bugündü. Yarına Allah kerimdi. Yüzlerce yıldır, Hint diyarından dünyanın dört bir tarafına göç etmiş olmalarına raǧmen, "carpe diem - anı yaşa" olarak adlandırıla bilinecek felsefelerindeki çizgi aynıydı. Kısaca ; "varsa bayram, yoksa ramazandı."
Poti annesinin ardından, yorgun argın gelip, çadırlarının önündeki mindere oturdu. Yan gözle komşu çadırına bakınca, Alin’in kendisini uzaktan süzdüǧünü fark etti. Alin çadırına gidip, annesinin vazosundaki plastik güllerden birini aldı ve Poti’nin yanına geldi. Plastik gül çiçeǧini Poti’nin saçlarına taktı. Sevdiǧinin beline sarılıp, etrafındakilerin bakışlarına aldırmadan, bir güzel öptü. Yüzlerce metre ileriden bakanların, bu mutlu ciftin düşüncelerinin dahi güldüğünü görüyorlardı. Uzaklarda Camili Köyü’nün eşekleri ile  harman yerinde otlamakta olan Altın Yele, kocaman gözlerinin yer aldıǧı alımlı kafasını gökyüzüne kaldırıp, keyifle kuyruǧunu sallayıp, uzun uzun kişnedi. Romanlar bir ellerinde ayna bir ellerinde cımbız dünyanın dört bir yanında, aynı ruh hali ile mutlu, barış içinde cennet eyledikleri yeryüzünde, kırtıpil bir hayatı sürdürmektense, gökyüzünü kucaklarcasına kollarını açıp, renge renk elbiseleri ile klarnet ve darbuka eşliǧinde, “şapii şapii - rina rinaaa” diye baǧırıp, dans ediyorlardı. Gökte eǧlence var deseler, merdiven dayayıp, çıkan romanlardan, kulaklarımıza çalınan güzel bir roman şarkısını duyar gibi oldunuz mu?
“Ayata ep aykiri ep aykiri gideriz.
Çünkü biz Edirne çingenesiyiz.
Şarabı çeker, yerimizde duramaz ep eyleniriz.
Atarız göbecikleri, yatarız yan gelip,
Akşama para bulursak beya,
Vururuz rakinin dibine
Yanında da balık.
Eyy babalık çal ordan 8-9 bir roman avası,
Bulalim kendi avamızı.”
Bir roman sms'i ile bitirelim öykümüzü: "Astayım mevlüde gelemem ama, akşama düǧüne gelirim."
Gacılar ve (h)ayat güzel mi güzel, bea… Sizce de deǧil mi?

Amsterdam, 1 temmuz 2013




 

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...