22 Haziran 2017 Perşembe

PORTAKAL




PORTAKAL

          Mavi göğün tepesinden bin bir kıvrımla, adeta kıvrak danslarla yeryüzüne inen kavurucu güneşin, dayanılmaz o sarı sıcak ışınları, zar inceliğindeki nemli derisini delip geçiyorlardı. Kocaman gözlerini merakla kırpıştırıp etrafına bakıyor, kayda değer bir gelişme olup olmadığını kararlılıkla gözlemliyordu. İçini alabildiğine burkan yalnızlığı uzun süredir var olageldiği gibi, yine diplerde seyrediyordu. Oraya buraya zıplayıp durmaktan bitap düştü. Zıplamaktan ibaret olan bir hayat ancak bu kadar sıkıcı olabilirdi. Dere kenarında boy gösteren, tepesi mor çiçeklerle bezeli, hafifçe esen rüzgârda nazla salınan bir deve dikeninin altına konuşlandı. Son zamanlarda dağları değil de, ancak payına düşen deve dikeninin altını kendisine vazgeçilmez bir mesken edindi. Dağlar O’nu saklayamaz, ele verir, ölürdü.
           Gözlerini belirli bir noktaya sabitledi. Derin bir soluk aldı. Ciğerlerine doldurduğu havayı aheste aheste keyifle dışarı saldı. Karnında oluşan şişlik bir süre sonra tamamen küçüldü. Bunalmış olsa da, olanca takatsizliğini zoraki bir tarafa bıraktı. Gergin bir yay misali zıplamaların ardından, yüzeyi yeşilimsi bir renk alan derenin sularına uzun bir uçuşla yeniden atladı. Yosunlu suda art arda oluşan daireler iç içe geçti. Suyun kirliliğinden hiç bir şeyi ayırt edemiyordu. Hayatta kalmak için bir kaç kez de olsa, bulduğu en yakın su birikintisine bir kaç dakikalığına dalmalıydı. Su yüzeyinde yeni açan nilüferlerin yapraklarının üzerine geçip, dinlenmeyi ihmal etmedi. Kısa soluklu bir kaç kulaçlık yüzmenin ardında tekrar karaya çıktı. Soluğu sevgili deve dikeninin yanında aldı. “Vrak… Gurk… Vraaak.. Graaak…” diye bağırıp, çaresiz bir halde etrafına bakınmayı sürdürdü. Gırtlağını yırtarcasına aşk davetini bütün dişi kurbağalar adeta duymazlıktan geldiler. Artık birilerinin O’nun sesine de kulak vermesi gerekmiyor muydu? Canına tak etti. Kimselerin kendisine dönüp bakmayacağı kadar da çirkin değildi. Bu denli itici olduğunu hiç sanmıyordu. Rıfkı Can Kurbağa’nın arka bacaklarının zarif uzunluğu, bedeninin her tarafında yeşil zemin üzerinde göz kamaştıran turuncu ve kar beyazı çizgiler, sırtındaki siyah noktalar, kristal parlaklığındaki güzelim altın gözleri, bu kirli su birikintisinin etrafında bulunan yüzlerce kurbağanın hiç birinde yoktu. Arkadaşları Zühtü, Sılo ve Şükrü O’nun onda biri kadar ne yakışıklı, ne de zekiydiler. Ama kendilerinde şeytan tüyü varmış gibi hovardalıkta işleri çok yaver gidiyordu. Bir damla su güzelliğindeki çıtır kurbağalarla sarmaş dolaş günlerini gün ediyorlardı. Kendisinin onlardan neyi gerilerdeydi. Doğrusu bunu anlamakta oldukça zorlanıyordu. Fazlalıkları var, eksiği yoktu. Zaman zaman bu arkadaşlarına da takıldığı oluyor, birlikte hovardalığa çıkıyorlar, ama gösterdiği onca çabaya rağmen, O kendi kovuğuna her defasında yapayalnız dönüyordu.
           Yakışıklılığı, cazibesi ve tartışılmaz albenisi bir tarafta kalsın. Yiğitliğine, hisli çatal yüreğine, yardımseverliğine, kalbinin güzelliğine ve daha pek çok meziyetine diyecek yoktu. Üstelik hiç bir kötü alışkanlığı da yoktu. Kimselerin tavuğuna kış demediği gibi, tek bir canlının etlisine sütlüsüne karışmıyordu. Son zamanlarda, yaklaşık bir kilometre ilerideki köyün çocukları, bu küçük göle dadanmışlardı. Ellerinde sapanlarla kocaman taşları kurbağaların üzerine acımasızca yağdırıyorlardı. Yakaladıkları kurbağaları ayakları ile ezip çiğniyorlardı. Rıfkı Can tek bir kurbağaya zarar gelmesin diye adeta erkete durmuştu. İleri gözetleyici edası ile tehlikeyi sezer sezmez, bütün kurbağaları uyarıyor, küçük yavruları kendisininmiş gibi koruyup kolluyordu. Daha iki gün öncesinde bu mendebur Şukufe’nin kızı Müberra’yı kuyruğundan tuttuğu gibi suyun derinliklerine çekip kurtardı. Şukufe Hanım patlak gözlerinin çirkinliğine bakmadan, yarım ağız teşekkür edebildi. Zaten iyi bir kurbağa olsa, lütfedip bir dal çiçek getirirdi. Kurbağalık ölmemişti ya, Rıfkı Can o an yüreğinin sesini dinleyip, kendi hayatını tehlikeye atarak, can havli ile bağrışan Müberra’yı kurtarmıştı.
           Dereden çıkıp, zıplaya zıplaya çalıların arasında avlanmaya giden, bön bakışlı, patlak gözlü Şukufe Kurbağa dahi, alabildiğine aymazlığıyla bir yol olsun dönüp bakmıyor. İşmar eylemiyor. Rıfkı Can ne günlere kaldığını içinden geçirip, bulunduğu durumdan çok hoşnut olmadan, bir kez daha önce “vraaak…” ve sonrasında da “graaak…” diye bağırdı. Dişi bir kurbağanın boynuna ayağını dolamayalı, dudağından öpmeyeli, "seni seviyorum - vraak gurak vraak" demeyeli, birlikte dans etmeyeli, gözlerinin derinliklerine durmayalı, şehvetle altına alıp ağız tadıyla çiftleşmeyeli belki de on asır geçmişti.
           Biteviye beklemekten hayli yoruldu. Uzun saplı bir papatya ile oynadı. Etraftaki iki gelincik çiçeğinin yapraklarını kazara döktü ve buna çok üzüldü. Ağaç dallarına konan kuş seslerine kulak verdi. Cırcır böceklerinin çıkardığı tiz seslerden oldukça rahatsızlık duysa da, yapabileceği bir şey yoktu. Hepsinin peşine düşecek hali yoktu. Midesi de iyiden iyi kazınmaya başladı. Bulunduğu deve dikeninin altında etrafına bakınıp yiyecek aradı. Otlar arasında dolanan bir böceği dilini hızla çıkarıp, yakaladı. Tez elden midesine indirdi. Sonrasında üzerinde uçmakta olan mavi ve sarı renkli kanatlarını yavaşça çırpan bir kelebek de kurbanı oldu. Şimdilik bu kadarıyla yetinebilirdi. Akşama daha çok vardı. Bu bir nevi ara öğün mahiyetindeydi.
           Göldeki dişi kurbağalar kendi aralarında Rıfkı Can’a ayaklarında ve bedenindeki turuncu çizgilerden dolayı Bay Portakal diyorlardı. Rıfkı Can bir zamanlar gönlünü, güzelliği dillere pelesenk olan Billur Kurbağa’ya kaptırmıştı. Billur’un en yakın arkadaşı Şerife kurbağa’ya yalvar yakar aracı olmasını istedi. O da daha fazla direnemediğinden kabul etmek zorunda kaldı. Verilen görevin ne denli zor olduğunu, Billur’u yakından tanıdığı için farkındaydı. Şerife isteksizce Billur’a gitmek üzere zıplamaya koyuldu. Rıfkı Can yüreği ağzında bir çalının ardına saklanıp, Şerife ile mağrurluğu üzerinden bir an için atmayan Billur’un konuşmalarına kulak verdi. Billur alaycı bir kahkaha attı. Ardından da; “Şerife Hatun sen ne dediğinin farkında mısın? Herkes haddini bilsin lütfen. Davul bile dengi dengine. O benim dengim mi? Hop dedik! Portakal Efendi, mümkünse benden uzak olsun, orada kalsın. Kala kala Portakal’a mı kaldım. Şerife Hatun bunu sen söylemedin ve ben de duymadım. Hadi sen de yoluna.” Pembe şemsiyesini bir kaç kez yere vurup, tehdit edercesine Şerife’yi kovdu. Rıfkı Can kulak misafiri olduğu hakaret dolu bu konuşmanın ardından aylarca kendisine gelemedi. Sırtından hançerlenmiş, bedenindeki o turuncu çizgiler sanki kazınmış gibi hissetti. Ne vrrak, ne de graaak diye bağırdı. Kalbine küstü. “Sen misin kendini olur olmaz herkese kaptıran” deyip yüreğini hak ettiği şekilde payladı. Yalvar yakarmalarına kulaklarını tıkadı. Ön ayaklarını başının altına alıp, sırt üstü uzanmadı. Su birikintisine dadanan çocukların gelişlerini görmedi. Müzik dinlemedi. Dans etmedi. Piyano çalmadı. Doğum gününü kutlamadı. Başka su birikintilerine gezmelere gitmedi. Çok sevdiği halde bademli dondurma dâhi yemedi. Rakı içmedi. Partilere katılmadı. Hayata bütün kapılarını sıkıca kapadı. Telefonlara çıkmadı. Nargile içmedi. Herkesle selam ve sabahı kesti. Derisi kurudu, daha da inceldi. Gözlerinin altın rengi kayboldu. Derede yüzmedi. Zoraki avlandı. Bir deri bir kemik kalakaldı. Geçen zaman nihayet ilaç oldu. Kendisini yeniden toparladı. Dere kıyısındaki hayatına yeniden döndü.
           Olduğu yerde uzandı. Çok geçmeden arka ayağından dürtüldüğünü hissetti. Dönüp baktığında gözlerine inanamadı. Kalbi göğsünü yırtıp, yerinden fırlayacak gibi oldu. Ön sağ ayağını kalbine bastırıp, sakinleşmeye çalıştı. Billur elinde pembe şemsiyesini sapından işveli bir edayla dönderiyordu. Gözlerini, tedirginliği her halinden belli olan Rıfkı Can’a kırpıştırarak uzun uzun baktı. Dudağına defalarca buseler kondurdu. Rıfkı Can’a sıkıca sarıldı. Başını O’nun göğsüne yaslayıp, kalbinin ahenkli atışlarını dinledi. Her ikisi de mest oldular. Ardından Billur Hanım’ın ağzından art arda bal sözcükler döküldü.
           “Rıfkı Can senden çok özür diliyorum. Yanılmışım. Geçen zaman zarfında kalbime kulak verdim, sesini dinledim. Benim o an gösterdiğim kabalığı olmadı say, lütfen. Kapris yaptım. Cahillik işte. Kalbim senden yana, senin için attığını gördüm. Seni çok seviyorum. Artık sensiz yapamam. Seninle yaşlanmak en büyük emelim. Senden onlarca kızım ve oğlum olsun istiyorum. Birlikte büyütelim. Kuyruklarının kopmasına şahitlik yapıp, mutluluğumuza mutluluk katalım. Ama önce büyüklüğünü göster ve beni affet. Yalvarıyorum. Sensiz yaşayamam.”
           Rıfkı Can ayağının bir kez daha dürtüldüğü hissine kapıldı. Olduğu yerde uyuya kalmıştı. Gözlerini kırpıştırıp ayıldığında; Şukufe’nin patlak gözlerini bütün bedeninde gezdirdiğini gördü. İkircikli duygularla “nasip kısmet meselesi” deyip, zıplaya zıplaya Şukufe’nin ardından seğirtti.


Amsterdam, 21 Haziran 2017

1 Haziran 2017 Perşembe

EVA






EVA
   
    Ellili yaşları geride bırakmıştı. Ardında bıraktığı tatlı ve acı anılarla dolu onca yıla, güzelliğinden ödün vermeyen saman sarısı kıvrım kıvrım saçlı Eva'nın siyah ayakkabıları düz ökçeliydi. Sıkıca koluna girdiği kocası Gerard'ın bileğini kendisine doğru çekiştirdi ve sonrasında ellerini sıkıca birbirine kenetlediler. Ayaklarını hafiften sürüyerek yürüyen Eva, kocası ile el ele hastanedeki bekleme odasına girdiler. Aynı anda yüzlerinden atmakta bir hayli zorlandıkları ürperti ile diğer bekleyenlere selam vermeyi ihmal etmediler. Yan yana usulca oturdular. Oturdukları yerde de Gerard'ın elini sıcacık tutmaya devam etti.
    Her ikisinin de derin düşünceler içinde oldukları belli oluyordu. Eva başını eğip, tedirginliği belirgin bir şekilde beliren kocasının yüzüne hayranlıkla baktı. Kıvrımlı uzun sarı saçları omuzlarından aşağı, coşkun bir şelalenin suları gibi omuzlarından aşağı apansız döküldü. Gerard eşinin başını sevgi ve şefkatle hafifçe tutup, omuzuna koymasını istedi. Eva'nın boynu hiç direnmedi, kafası bir kuş tüyü olup, eğildi. Olabildiğince büyük bir güvenle kocasının omuzundaki sarsılmaz yerini buldu. Başını kocasının omuzuna değil de, adeta bin bir çiçekten oluşan bir gülistana koymuş gibiydi. Yüreğini tatlı ürpertilerle masmavi bir okyanusun sularına, fırtınasız, rüzgârsız, alabildiğine sakin bir havada, kafasından geçen onca düşünceyle birlikte özgürce bırakmış gibiydi.
    Ben Hollandalı Eva. Hollandalı olduğum söz gelimidir. Yüreğimden geçen; elbette dünyalı olduğumdur. Bugün tanrının bana bir lütfu olan sevgili Gerard'ım ile birlikte kendince öyküler uyarlamaya çalışan, Türkiyeli öykücünün tam karşısında oturuyoruz. Mahcup bakışlı öykücüye acıdım, içim kırıldı. İşi zordu. Yükü hayli ağırdı. Altından kalkabilecek mi, bilemiyorum. Gerard'ın elini bırakmadan karşımdaki utangaç adama baktım. Oysa benim derdim bana yeterdi. Dağlara anlatmaya kalksam kan ağlarlar, dile gelirler ve beni teselli etmeye çalışırlardı. Hoş bulunduğum bu Hollanda düzlüğünde de içimi aktarabileceğim herhangi bir dağ da yok zaten. Uzun uzun baktım acemi öykücüye. Bakışlarımla mesajlar saldım O'na. Yeter artık; annen Kör Zewe'yi, uçsuz bucaksız bir çölü aratmayan İç Anadolu bozkırını, meşhur köyün Camili'yi anlatmayı bir anlık bırak.  Yetiyorsa yüreğin beni anlat derim. Tavırlarım ve mesaj yüklü bakışlarımla çok belirgin bir hal almış olmalıyım ki, dudaklarında belli belirsiz hafif kıpırtılar oldu. Sonrasında yine aynı utangaç bir edayla, ikirciklice de olsa, isteğimi boyun büküp kabul etti.  Ben de bu zor anlatımda kendisine yardımcı olacağımı aynı dost bakışlarımla anlattım.
    Bizimkisi bir sevda. Gerard'ım benden iki yaş daha büyük. Komşu çocuklarıydık. Günümüzün büyük kısmı dışarıda birlikte oynayarak geçerdi. Zaman nasıl akıp gidiyor farkında değildik. Birlikte olmanın ilk anından itibaren, her ikimiz de birbirimizi büyülüyorduk. Anne ve babalarımız da iyi görüşürlerdi. O sıralar ben daha yedi, Gerard ise dokuz yaşındaydı. Daha o zamanlar birbirimizi saf çocuksu duygularla sevdik. Bugün gibi hatırlarım, o çocukluk yaşımızda, şu an olduğu gibi, aman tanrım elimi nasıl da sıkıca tutardı. Ah canım benim. Hayatım, hayatımın biricik anlamı. Yüreğimin biricik sahibi. Her yönü ile insan olan kocam benim.
    Mahallenin bütün sokaklarını el ele dolaşırdık. Gerard mahalledeki yaramaz çocuklara karşı benim önüme geçip, göğsünü nasıl da bir kahramanlık edası ile siper ederdi. Değişen bir şey olmadı. Şimdilerde artık büyümüş olan o yaramazların herhangi birinin zarar vereceğini görmeye görsün, yine o yıllardaki kararlılıkla göğsünü gere gere önüme geçer ve beni savunur. Devasa bir aşk bizimkisi. Elli yılı aşkın bir zamandır, daha doğrusu çocukluğumuzdan bu yana birlikteyiz. O benim ilkim oldu, ben de O'nun. Bizim için her geçen gün bayramdı. Sanırım her ikimiz de biraz deliydik. Karşılıklı var olan sevgi ve saygımız daimdi. Hızla geçen onca zaman, sevgimizden bir zerre olsun alıp götüremedi. Aşkımızı erozyona uğratmadık, çünkü dört bir yana kök salan sevgi ağaçları ektik. Onlar dallanıp budaklandı ve bizleri sevgi dolu yüreklerle ayakta tuttu. Meksika'lı ressam Frida Kahlo sevgilisi Diego'ya yazdığı bir mektupta; "Bir dağın içini, ancak başka bir dağ bilir." diye yazıyordu. Buna ne denir, ancak şapka çıkarılır. Bizim tutkumuzu da ancak bizim gibi bütün kalpleriyle sevenler bilir.
    Bütün hayatımız boyunca Amsterdam'da kanallar boyu yüzümüzde geniş gülümsemelerle, el ele dolaştık. Laleler arasında, onlara zerre kadar zarar vermeden saklambaç oynadık. Sokakta dolaşan kedileri sevdik. Yel değirmenlerinin merdivenlerini tırmandık, durmadan indik ve çıktık. Aşkımızın meyveleri oğullarımız, kızlarımız ve birbirinden güzel torunlarımız oldu. Torun sevgisi anlatılır gibi değil. İki oğlan bir de kız torunumuz var. Çocuklarımız geç evlendiler. Haliyle çoluk çocuk sahibi olmaları da gecikmeli oldu. Anlayacağınız torun sahibi olmamız biraz uzunca sürdü. Kız torunumuzun adını annesi Eva Maria koydu. Biz de böylesi bir gelenek olmadığı halde gözleri, ağzı, burnu ile bana çok benzediği için benim adımı da verdiler. Daha altı yaşında. Güzelliğini anlatmak mümkün değil. Boncuk boncuk-maviş maviş gözler. Tıpkı gökyüzü gibi. İnsanın kanatlanıp içlerinde uçası geliyor. Oğlanlar da öyle. Remko dokuz yaşında. Uzun sarı saçlarını parmakları ile tarıyor. Kızlara şimdiden olmadık kurlar yapıyor. Gerard dedesine çekmiş. O da çocuk yaşta aklımı başımdan almamış mıydı? Paul ise henüz dört yaşında. İşi gücü abisi Remko'yu taklit etmek. Remko onun en büyük idolü.
    Evimizde yankılanan şen şakrak kahkahalarımız hiç dinmedi. Kadehlerimiz hep tiz bir sesle çınladı. Her alaca karanlıkta mumlarımızın gökkuşağı alevlerinin titremesini ihmal etmedik. En güzel filmlere gittik. O güzelim aşk sahnelerinde kendimizi bulduk. Mutlu olduk. Hisli yüreklerimizi hep bir eyledik. Aralarına hiç bir zaman duvarlar örmedik. Bugüne değin evimde en az iki vazom hiç boş kalmadı. Gerard her defasında ilk kez bana çiçeklerle geliyormuş gibi aynı heyecan ve yüzünde beni büyüleyen, beni benden alıp götüren gülümsemesiyle kucağımı dünyanın en güzel renklerine bezeli çiçeklerle doldurdu. Çiçekleri yan tarafımda tutup, kollarına atıldım ve ilk kez öpüşüyormuş gibi uzun uzun dudaklarımız kenetlendi. Gülüşü güzel Gerard'ımın yüzünü her an güler kılmaya çalıştım. Her hareketini izledim. Gözlerinde saklambaç oynadım. Yüzümü ellerine bıraktım. Klasik ve caz konserlerinde en ön saflarda yer alıp, güzelim melodilerle ruhumuza ziyafet çektik. Trenler, arabalar, gemiler, uçaklar ve yürüyerek bütün dünyayı dolaştık. Deliler gibi seviştik. Terlerimiz, nefeslerimiz, ruhlarımız ve bedenlerimiz birbirine karıştı. Aynı güle burunlarımızı dayayıp, mis kokusunu içimize çektik.
    Artık durum çok daha farklı. Yukarıda anlatmaya çalıştığım güzelliklerin, mutluluğun ve huzurun sonuna geldik. Ben Gerard'ıma ihanet ediyorum. O'nu yapayalnız bırakıp gideceğim. İki haftadır bu hastanenin yolunu tutuyoruz. On beş gün önce geldiğimizde yapılan tetkikler sonucu, hastalığın bütün vücudumu sardığını hiç söyleme ikircikliği göstermeden, iletti doktor. Bütün bedenim, içim, kollarım, ayaklarım, ellerim, beynim,  kalbim durdu. Yüreğime doluşan huzmeler, yerini o an zifiri bir karanlığa bıraktılar. En fazla üç aylık bir zamanımın kaldığını, yapılacak tedavilerin bundan sonrasında bir yarar getirmeyeceğine inandıklarını anlattı. Ama yine de ellerinden geleni yapacaklarmış.
    Nasıl bir halde olduğumuzu daha fazla irdelemenin de benim hastalığım gibi pek bir faydası yok. Her şey bitti. Sona geldik. Gerard ile bir eylediğim yüreğimi alıp, gideceğim. Mumlar sönecek, çiçekler solacak, müzikler dinecek, şiirler susacaklar, kadehler çınlamayacaklar, sevişmelerimiz bitecek, gezilerimiz duracak, torunlarım cıvıldamayacaklar, öpücükler havada kalacak, kocamın gülümsemesi donacak, ellerim tutulmayacak, gözlerimin içine bakılmayacak. Bilinen yolun sonu görünüyor. Mutlu ve huzurlu olmasını yaralı yüreğimle istediğim büyük insanlık sağ olsun. Kalın sağlıcakla!

Amsterdam, 1 Haziran 2017

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...