23 Aralık 2014 Salı

DALGALAR


DALGALAR

Evvelinde, 
Onlarca yılın öncesinde yani,
Hunharca dalgalara boğdurulan, 
Şimdilerde her anımsadığım da,
Kırık camlarla dolu,
Yüreğimin inim inim acılar ile koptuğu,
Memleketimin,
Işıl ışıl aydınlık, 
O güzel yüzlü yiğitleri.
Şimdi,
Soğuk bir kış gecesinde,
“Duvarları yalasa da,
Yine aynı azgın dalgalar,
Üstelik oyalama çabasında olsalar da,
Aldırmadan edemiyor,
Kırık gönlüm.
Ve göğsümde onbeş yara,
Onbeş hançerin saplandığı kalbim”
Ey güzeller güzeli "Sevgili Sevgili";
Geçen her günde,
Yok edilip,
Ayaklar altında çiğnenirken,
Yer yüzünden,
Aşk,
Sevgi,
Güzellik,
Ve de insanlık.
Yok… yok aldırmadan edemiyor,
Kırık gönlüm.
Evvelinde, 
Onlarca yılın öncesinde yani,
Dalgalara,
Azgın dalgalara boğduruldu,
Memleketimin,
Işıl ışıl aydınlık,
O güzel yüzlü yiğitleri.


Silivri, 22 Aralık 2014

16 Aralık 2014 Salı

ÖDÜNÇ YUMURTALAR


ÖDÜNÇ YUMURTALAR

Her insanın ayrı bir dünya olduğu söylenegeldiği gibi, yine her insanın gizemli bir hikayesinin varlığı dillere pelesenktir. Bu uygun anlar, ortamlarda ve derin muhabbetlerde tekrarlarla, altı itinalı çizilerek dile getirilir. Tek tek etrafımızdaki bireylere baktığımızda, bunun gerçekten de böyle olduğunu görürüz. O nedenle; her canlının üzerinde kendince dik durmaya çalıştığı dünya, içine milyarlarca dünyayı tıkış tıkış sığdırır. Bu noktada, dünya insanlığının farklı duyguları, hırsları, tutkuları, birbirinden tepeden tırnağa, olaylara bakışında, düşünme tarzlarında, ilgi alanlarında ve diğer pek çok konuda değişkenliği vardır. Var olan ayrıcalıklar, düşünülüp, göz önüne getirildiğinde, bu başınızın dönmesine yeter de artar ki, güzel ve muhteşem olan da aslında bu benzemeyişlerdir.
İtalya’nın en büyük ressam, heykeltıraş, şair ve bilginlerinden biri olan Michelangelo 1501 yılında yapımına başladığı ve dört yıl boyunca gecesini gündüzüne katarak başardığı, beş buçuk metre boyundaki kral Davut heykeli ile tarihe adını büyük kratlı pırlantaları yan yana tek tek dizdirerek, yazdırmayı başardı ve ölümsüzleşti. Michelange’ya ölümsüzlüğü getiren bu eser, aynı zamanda Dünyanın yapılan ilk çıplak heykelidir. Heykel insan anatomisinin en ince detayları açısından alabildiğine kusursuz ve pürüzsüzdür.
Michelangelo, aynı muhteşemlikte olan Musa adlı eserini bitirdikten sonra, çekici ile devasa yapıtının dizine hızla vurur ve “konuşsana” diye haykırır. Davut Heykelinde mermer ötesindeki o dudak uçuklatan inanılmaz gerçekliğini görenler, şaşkınlıklarını gizleyemezler. Bu harikulade figürü, bu denli büyük bir mermerden nasıl çıkardığını şaşkınlıkla soranlara;
“Ben sadece bu mermer kütlesi içindeki figürü gördüm ve O’nu özgür bırakana kadar etrafını yonttum.” diye yanıtlar.
Günümüze değin bin bir çekiç darbesi ile yontulup, hayat verilen taş ve mermerlerle devam edecek olursak, bir Davut ve Musa ihtişamındaki diğer bir eser ise, Romalı Plinius’un dünyanın en güzel heykeli olarak gördüğü  Afrodit’tir. Bu bilinen bir öyküdür. Afrodit Akdeniz coğrafyasının, kadın gibi kadın olanıdır. Bu büyülü heykelin yaratıcısı, çok uzağımızda değil, ötede bir koşu, "üç ödünç yumurta" alıp geleceğimiz yakınlıktadır, Atina’lı Praksiteles'dir.
Datça yakınlarında Knidos’da, tepelerinde hoş sarı bir sıcağın hakim olduğu bir gündür. Praksiteles çok sevdiği, bugünün deyimi ile “kankası” bir ressam arkadaşı ile sahilde bir yandan içkilerini yudumlarken, aynı zamanda da sanat içerikli koyu bir sohbete dalmışlardı. Aniden, hemen tepelerindeki manastırdan rahibelerin koşturarak denize doğru kahkahalar atarak geldiklerini gördüler. Rahibeler suya ulaştıklarında elbiseleri ile bedenlerindeki bunaltıdan kurtulmak için hemen maviliğe daldılar. Rahibelerden biri, vücudunun muhteşemliğinden emin olmuş olacak ki, O üzerindekileri bir fazlalık görüp, derin sulara çıplak olarak kendisini attı. Praksiteles gözlerine inanamaz, şaşkınlıkla kocaman açılan gözlerinin önündeki bu güzelliğin, bu muhteşem vücudun heykelini mutlaka yapması fikri, o an beyninde şimşek gibi çakar.
Ertesi gün soluğu manastırın kapı tokmağını hızla vururken alır. Telaşla baş rahibeden, çıplak rahibenin heykelini yapıp yapamayacağını sorar. Bunu rahibenin kendisine sorulması gerektiği yanıtını alan Praksiteles, hemen orada O’nu buna ikna eder ve bu göz kamaştıran detaylardaki inanılmaz güzelliğin heykelini yapmaya başlar.
Zaman zaman çekiç seslerine ara vererek, çok merak ettiği hikâyesine de dikkatle kulak verir. Her insanın olduğu gibi, O’nun da bilinmeyen bir hikayesi vardır. Rahibe bir adam öldürdüğünü ve mahkemenin kendisini idama mahkum ettiğini anlatır. Karar anında, avukatı hemen kendisinin yanına gelerek, üzerinde bulunan elbiselerini hızla yırttıp, mahkeme heyetine O’nun anlatılamaz güzellikteki vücudunu gösterir. Ve yargıçlara avazının çıktığı kadar yüksek bir sesle bağırır;
“Vicdanınız bu eşsiz memeleri yok etmeye razı gelecek mi?” Bu gencecik kızın memelerinin inanılmaz-muhteşem güzelliğini gören yargıçlar, aynı anda yaptıkları yeni bir değerlendirme ile O’nun ömür boyu bir manastırda kalmasına karar verirler, Praksiteles eserini Knidos Afroditi diye adlandırır. Bir mermer kütlesinden, bu hazin hikayesi olan rahibenin heykeli çıkmış olur.
Nazım da bizim topraklarımızda yetişmiş “kelimelerin romantik heykeltraşıdır”. Nazım’ın da her şiiri birer afrodit heykeli güzelliğindedir. Büyük şair “güzel güneşli günlerin görüleceğini” vaat ettiği “nikbinlik” adlı şiirinde şu satırlara yer verir.
“Uuuuy! Çocuklar kim bilir
Ne harikuladedir
300 kilometre giderken öpüşmesi”.
Şimdiye değin üç yüz kilometre giden veya aynı anda öpüşen, kaç kişi vardır bilemiyoruz. Ama Nazım’in bu konuda da elbette bir bildiği vardır. Görülen o ki; dünyayı içinde barındırdığı dili, ırkı, dini, kültürü ve bütün farklılıkları ile kabul eder, güzel bir dünyanın gereksiz fazlalıklarından arınması ile sağlanacağında hem fikir olursak, beyinlerimizden ırkçı, şoven ve milliyetçi duyguları silip atarsak, belki de üç yüz kilometre giderken öpüşmenin vereceği hazda bir yaşantıyı da yakalamış oluruz. Çok dini bütün günler yaşadığımız bu dönemde, yazıyı da, bu atmosfere uygun bir dua ile kapatmak gerekir, aksi halde abesle iştigal etmiş oluruz.
“Tanrı bütün dünya insanlığına, üç yüz kilometre giderken öpüşmenin tadında bir dünya nasip eylesin. Amin!”

Not: Bu arada ekonomik kriz günleri içindeki komşumuz Atina’dan ödünç aldığımız yumurtaları da (gizlenen bir ekonomik krizi yaşayan bizler), unutmadan geri verirsek iyi olur.

Amsterdam, 16 Aralık 2014











  

9 Aralık 2014 Salı

MAVİŞİSTAN


MAVİŞİSTAN

“AYRIM
Gigo kendine bir gözlük aldı
Neye baksa hep mavi görüyor
Gökleri mavi- denizleri mavi
Sevdiği kızın gözleri mavi
Mavi görüyor hep neye baksa

Etrafına bakınıyor burnunda gözlüğü
Sen diyorsun ki denizler mavidir
                                     oldum olası
Sen diyorsun ki gökler mavidir
                                     oldum olası
Yeni oldu bu diyor - inanmıyor sana

Gigo kendine bir gözlük aldı
Maviyi mavi görüyor artık
                   ZAHRAD – Çeviri: Can Yücel”

MAVİŞİSTAN


Dünya tatlısı Gigo çocuk, harçlığını biriktirip, aldığı mavi gözlüklerle maviyi, mavi görüyor. Konu bu denli basit; sihirli bir değnek rolu oynayan bir gözlükle, bütün gerçeklikleri görmek istemeniz halinde, dünyada olup biten her şeyi olanca çıplaklığı ile görmeniz mümkün. Oysa bu güzelim ülkenin, gözünüzün alabildiğine dört bir yanı, hem de gelmişi, geçmişi ve şu an devam edegelen geçişi de, görmek istemeyenler tarafından  görülemeyen bir mavilik. 
1915’li yıllarda katledilen bir milyona yakın Ermeni komşumuzun jenosidi mavi.
Dersim’de süngülenen binlerce insan mavi.
Zorla göç ettirilip, evlerine ve mallarına el konulan Rumlar mavi.
Karda yürürken “kart-kurd” sesleri çıkaran dağlı Türk olan Kürtler mavi.
İnançlarından dolayı gayri insani muamelelere maruz kalan, horlanan, baskı gören Aleviler mavi.
Ateşe verilen binlerce Kürt köyü mavi.
Savaş uçakları ile yerle bir edilen doğa mavi.
Alış veriş merkezleri yapılmak için yok edilen parklar, kökünden sökülen ağaçlar mavi.
Yerinden yurdundan edilen milyonlarca Kürt mavi.
Vahşice öldürülen binlerce faili meçhul mavi.
Yalan dolan dolu tarih mavi.
Terazisi oldum olası bozuk adalet mavi.
Kuşların uçmadığı, kervanların geçmediği dağ başlarında öldürülen, her iki tarafın binlerce yoksul çocuğu mavi.
Alınan rüşvet, hortumlanan devlet kasası, yolsuzluklar, ihaleler, torpiller, “gelen yakinimdir” yazan kartvizitler mavi.
Gözaltında kayıplar mavi.
Jitem, ergenekon, kontrgerilla mavi.
Annelerin görülmeyen gözyaşları, duyulmayan çığlıkları, dinmeyen acılar mavi.
İşkenceler, foseptik çukurları, darbeler, tecavüzler, küfürler, hakaretler, kötü muamele, faşizan baskılar mavi.
“Türkiye seninle gurur duyuyor”, Allahu ekber nidaları ile yapılan linçler, işlenen cinayetler mavi.
Milyonların yaşadığı onur kırıcı, dizboyu yoksulluk mavi.
Milyonlarca gencin işsizliği mavi.
Karanlığa dört nala koşuş mavi.
Maraş, Çorum, Sivas-Madımak mavi.
Kızıldere, Susurluk, Robotski, insanına dışkı yedirilen Yeşilyurt Köyü mavi.
Zengin ve fakir arasındaki dipsiz uçurum mavi.
Nazım Hikmet, Deniz, Yusuf, Hüseyin, Kaypakkaya İbrahim, Anter Musa, Kaya Ahmet, Güney Yılmaz mavi.
Başı açık, başı kapalı kadınlar mavi.
Edebi ile rakı-şarap içen mavi.
Zorunlu din dersi mavi.
Çocuk istismarı mavi.
Töre cinayetleri mavi.
Magandalar mavi.
Trafik canavarı mavi.
Milli eğitim, milli fizik, milli matematik, milli değerler mavi.
Madenlerde “yüzme bilmediklerinden” dolayı ölen madenciler mavi.
İş güvenliği mavi.
Türke yapılan Türk propagandası mavi.
"Bir Türk Dünyaya bedeldir" mavi.
Minikcik çocukların varlıklarını başka varlıklara armağan etmesi mavi.
“Ne mutlu Türküm” diyebilmek mavi.
Türk’ün Türk’ten başka dostunun olmaması mavi.
Hep başkalarının askeri olma merakı mavi.
Ermeni kökenli bir şair olan Zahrad’in ayrılık şiirindeki Gigo adlı çocuk aldığı mavi gözlükle denizin, gökyüzünün ve sevgilisinin gözlerinin mavi olduğunu görüyor. Ülkemizde de devletin her kademesindeki yetkiliye, görevliye ve mavilikleri sarı gören daha milyonlarca insana, saymaya çalıştığımız ve sayamadığımız daha yüzlerce maviyi görmeleri için milyonlarca mavi gözlük mü almak gerekiyor, acaba. Bu gözlükler ile Gigo çocuk gibi onlar da, ülkemizdeki yüzlerce maviliği görebilirler mi? Belki de yapılması gereken eğitimin milli olmaktan çıkarılarak, mavileştirilmesi midir?


Amsterdam, 9 Aralık 2014



 



7 Aralık 2014 Pazar

ORTA DİREK

Foto: Judith van den Blond

ORTA DİREK

Büyük Camili Köyü’nden Hayderi Hecike’nin önceleri limon sarısı, şimdilerde ise kurbağa yeşili olan, iki katl
ı evinin avlusunda yer alan tandır damının tavanından onlarca yıldır, bir tavan direği bir metreye yakın dışarı doğru, ne ile karşılaşacağını kestiremeden, ikircikli bir eda ile boynunu kabuğundan dışarı çıkartan bir kaplumbağa misali uzatır. Bilinen o ki; binayı yapan Laz usta olmadığı halde, bu uzantı nedendir bilinmez. Burası bir Kürt köyü olduğuna göre, binayı yapan da, olsa olsa Laz ustadan pek de geri kalmayan bir Kürt usta olsa gerek.
Onlarca yıldır bu direk yağmur-çamur, yaz-kış derken, artık ömrünün son demlerini yaşayıp çürümeye yüz tutsa da, henüz tamamı ile, teslim bayrağını açıp, yerlere düşmedi. Ömür törpüleyen zamana ve iklim koşullarına  miadı dolana değin, boyun eğmeden karşı koymaya, direnişini taçlandırmaya, olanca benliği ile inadım inat; “Nuh deyip, peygamber demeden” devam ediyor.
Yaz mevsimleri genelde kurak geçen bu bozkırda, kazara yağan yağmur sonrasında nemlenip, tam kurtlanacağı sırada, apansız çıkan; insanın içini, kemiklerini, beynini ve yüreğini sımsıcak ılıtan, süzme halis balı andıran ışıl ışıl güneş, direkteki bütün ıslaklığı alıp, O'nu çürümekten kurtarıyor.
Gün oldu, Heyderi Hecike ailesi bu direğin bir işe yaraması gerektiğini düşünüp, O’na bir misyon yüklediler. Öyle ya, boş yere miskince boynunu uzatıp, durmak olmazdı. Küçük bahçeyi sulamak için tandırın yanındaki kuyudan su çekildikten sonra, mesela üzerinde “Komili” yazan tenekenin ipi ile ortalıkta dolanıp durmasına gerek yoktu. En iyisi tenekeyi, kullanım sonrası bu direğe asmaktı. Böylelikle tandır damının direği de bir işe yaramış olacaktı. Tandır damının direğinin bilinen ikinci bir işlevi daha vardı. Kimi zaman ne yapacaklarını bilmeden sıkılan Heyderi Hecike'nin ve komşu çocukları tenekeyi alıp, bir kenara bıraktıktan sonra direğe iki tarafından kalın bir kendir bağlayıp, üzerine de bir minder koyarak kurdukları bu ilkel salıncakta sallandılarsa da, O bütün çocukları kurşun gibi ağırlıkları ile memnuniyetle sırtladı. Küçük sayılan bu insanların büyümeleri için, çocukluklarını doyasıya yaşamaları gerekiyordu. O nedenle, bir kez dahi “offf” demeden, çocuklar eğlenirken, O da büyük haz alıp, hep tatlı tatlı gülümsedi.
Zamanla Komilinin tenekeciği paslanmaya yüz tutsa da, üzerinde yer alan zeytin resimleri daha iştah kabartan cinstendi. Bir an için düşünüp, zihnimize bir takım soru işaretleri ile rahatsız edecek olursak, bu tenekenin unutulmaya yüz tutmuş olan geçmişine de bakmış oluruz. Nereden çıktı şimdi, işimiz gücümüz yok da Heyderi Hecike’nin evindeki direkte asılı olan tenekenin tarihini mi araştıracağız diyenler olabilir, elbette. Tandır damının direğini merak edip, araştırdığımıza göre, buna asılı olan tenekeyi de, bildiğimiz kadarı ile bu konuda da biraz olsun kafa yormamız gerekli dersek, herhangi bir yanılgıya düşmemiş oluruz.
Kim bilir bu “çeşm-i siyah” zeytinler, Ege’nin hangi güzel insanları tarafından yetiştirildi, hangi emektar eller tarafından özenle, narin dallarından koparıldı, işçilerin alın terleri karıştı, yağı çıkarıldı ve bu tenekeye hapsedildi. Derken günlerce süren bir yolculuğun akabinde Camili Köyüne getirildi. Kimler tarafından yemeğe “katık”yapıldı ve iştahla yendikten sonra, hangi beşerin midesindeki isyanı güzellikle bastırdı.
Günlerden bir gün; Komili’nin riviera zeytinyağı tenekesine Heyderi Hecike tarafından kulp takıldı, kendirler bağlandıktan sonra, taş duvarlı kuyuya gürültülerle boş indirildi, su ile doldurulmuş olarak binlerce defa çıkarıldı. Heyderi Hecike'nin karısı Zewe’nin öbekler halinde ektiği yeşil soğan, tere, maydanoz, domates, salatalık ve diğer sebzeler, her defasında bir güzel sulandı. Tavuğa, horoza ve köpekleri Karabaş’a su verildi. “Kuçelere sular serpildi, yar gelende toz olmasın deyi”. Yar geldi mi gelmedi mi bilemiyoruz, ama her iki ihtimalde de sular serpildi. Tenekeciğin kaderinde Camili Köyü’nde Heyderi Hecike’nin evinde faydalı olmaya ve işlevini bir başka alanda sürdürmeye devam etmek varmış. Her işlevinin ardından, çürümeye yüz tütmüş asırlık olmasa da, geçmişi onlarca yıla dayanan bu direğe kulpundan asıldı. Bu teneke yıllardır burada asılıp, Komili’nin reklamını yaptığı halde Camili Köyü’nden Heyderi Hecike delikli bir kuruşluk reklam parası almadı.
Diğer yandan, dünyamızı sarıp sarmalayan acımasız sistem; insanları önceleri, fakir, orta direk ve varsıl olarak bildiğiniz gibi üçe ayırmıştı. Daha sonra bu sayının çok olduğunu düşünmüş olmalı ki, en iyisi bu kutuplaşmayı ikiye indireyim, arada uzlaşıcı bir taraf gibi görünen orta direk olmayıversin demiş olmalı. Aralarında gayri insaniliğin hat safhası olarak görülebilecek uçurumla bu iki rakip, birbiri ile didinip, dursun. Öyle iki arada bir derede, ne üdüğü belirsiz bir taraf olan orta direk falan da olmayıversin. Bütün güç, donanım ve baskı araçları da varsılların elinde olduğuna göre, yoksulun vay haline. Zengine, sefa içinde hayat sürdürdüğü, fakiri inim inim inletip, sömürdüğü "karada ölüm" zaten yoktu.
Kaplumbağa her defasında boynunu tehlike anında sert ve desenli kabuğunun içine çekse de, Camili Köyünde Heyderi Hecike’nin evinin tandır damının tavanından dışarı sarkan direk, bir kez olsun korkuya kapılıp, “ağır abi” olarak da adlandırabileceğimiz, evini sırtında taşıyan hayvan misali kafasını içeri doğru çekmedi. O her daim, kendisine yönelik bütün saldırılara karşı direndi. Özünden, tandır damının orta tavan direği olmaktan bıkıp usanmadı, kendisi olmaktan zerre kadar ödün vermedi. Öyle ya; "direnmek yaşamayı da beraberinde getiriyordu", değil mi?.




Amsterdam, 7 Aralık 2014


1 Aralık 2014 Pazartesi

KUM KENT


KUM KENT

Yolu bir tesadüf eseri Büyük Camili Köyüne düşenler bilirler. Ankara’dan dillere destan İç Anadolu bozkırının yüz yirmi kilometre içlerine, hani bir ok misali kalbine doğru, o zavallı görünümlü fakir tepelikler ve düzlüklerinin, yeşilden yok denecek kadar yoksun olduğu hat izlendiğinde ve şimdilerde şehre göç ile insanın yüreğini burkan, terk edilmişlik izlenimini veren, dört yüz yıl öncesine dayanan bir sürgünlüğün, küskünlüğün ise hala yaşandığı, bir Kürt köyüne varılır. Yolumuz ne diye buraya düşecek diye düşünenler de olabilir tabi. Kimin ne zaman nerede ve nasıl bir zorunlulukla Dünyanın herhangi bir yerinde (ki Camili Köyü de bu diyarlardan biridir) bulunacağı belli olmaz, gibi güçlü bir ihtimal de yok değil. Dost, akraba ziyareti derken bir de bakmışsınız ki, Dünyanın hiç bilinmeyen bir yöresinde, kendinizi bu coğrafyanın topraklarına ayak basarken bulabilirsiniz. İlk etapta, konuşulması inatla sürdürülen Kürtçe dilinin farklılığı (yörede artık yarı yarıya Türkçeleşse de), gündelik hayatlarındaki gelenek, göreneklerin ve Anadolu'nun odak noktasındaki bu yerleşim biriminin insanlarının yaşam stillerinin ayrıcalığı, sizleri bir hayli şaşırtabilir.  
Daha iyi bir yaşam, çocuklarına eğitim ve kendilerine iş olanağı umuduyla yurt dışına gitmek zorunda kalan Camililer, ucundan da olsa bu el kapısı diyarlarda, yakaladıkları yoksulluğun biraz daha uzağındaki hayatlarını sürdürürlerken, yurt dışına gidenlerin bir kısmı, bu ülkelerin yerlisi olan insanlarla evlilik veya birliktelikleri de oldu. Gidenlerden Fatma, Ayşe, Selma, Döne belki Hans, Johan veya Günter’lerle evlenemedilerse de; Ali, Bilo, Ömer ve Mesut toplumumuzda erkek  olmanın baskın ayrıcalığını kullanarak; bu toprakların dilberleri Maria, Monica, Heidy ve Nathalli’ leri ile birlikte bir hayat kurdular. Camili köyünün bu dışa açılımlı cesur gençleri, geneli sarışın olan bu eşlerini, dünyanın dört bir yanından; Hollanda, Almanya, Belçika, Norveç, İsveç, Finlandiya ve Avrupanın diğer ülkelerinden, her yıl beraberlerinde alıp, büyük bir gurur eşliğinde terk edilmiş köylerine getirdiler. Böylelikle Camili Köyü kendisine uğrayacak tesadüfi ziyaretlere değil de, meraklı gözlerle gelen, kendilerine yeni ve farklı hayatların kapılarını sonuna kadar açan, gelinlerin tavafına ev sahipliği yaptı. Onları olanca misafirperverliği ile ağırladı, yeni akrabalıklar oluşturdu, al kanları, uzaklarda başka ülkelerde dünyaya gelmelerine karşın, kanları yine de al olan ailelerinin bu fertleri ile karıştı.
Camili’ye gelmeniz halinde, kimselerden ayak bastı parası alınmadığı gibi, kendi çapınızda “papa” olup, beklenmedik bir girişimde bulunup, bu kurak toprağı öpmenizi de kimseler sizden beklemez. Ama kendinizi tutamayıp böylesi bir eyleme girişmeniz halinde, kimseler size engel olmaz, Bu sevgi gösterisi hareketiniz, Tanrı’nın Camili Köyüne yerleşmelerini buyrup, bunu onların kaderi haline getirdiği, bu müstesna yerin sakinleri tarafından da yadırganmaz. Bu kendilerini ancak başlarda biraz şaşırtsa da, aynı zamanda onure etmekten öteye geçmez.
İki yüz haneli köyün, her ne kadar kıtalar arası köprü ve Dünya şehri İstanbul kadar yedi tepesi olmasa da, var olan dört yükseltiden birine çıkıp, sol elinizi daha iyi görmek amacı ile gözlerinizin üzerinde seyreden sarı sıcağı gölgeleyip, köyde kaç tane ağaç olduğunu, sağ elinizin işaret parmağını fazla sallamanıza gerek kalmadan sayabilirsiniz. Dünyanın ciğerleri olarak kabul edilen ağaçların sayısı çok yüksek olmadığından, minik parmaklarını tutarak, saymayı yeni öğrenmiş olan, baba ve annesinin büyük gurur duyduğu, dört yaşındaki bir çocuk için de çok zor değildir.
Camili Köyünün en büyük yükseltisi, erk hesabına mazlum insanların canını yakarak omuzlarındaki yaldızlı yıldızlar altında yedi büklüm olan hangi rütbeli subaya ait olduğu bilinmese de, hatırı sayılır bir rakımda olan Paşa Dağıdır. Şimdilerde nüfusun azalması ile birlikte, Paşa Dağının eteklerine onlarca yıl önce bir kaç ilkel yapının yapılması ile bu yükseltinin adı ile anılan yayla artık işlevini yerine getirmemektedir. Köyün dört bir yanı, nerede ise evlerin içlerine doğru uzanan uçsuz bucaksız tarıma açık tarlalar ile kaplıdır. Bu tarım alanları bugün de yöre halkı için büyük önem taşısa da, yavaş yavaş insanların tek umudu olmaktan çıkmıştır. Çünkü yaptıkları tarımın getirisi, uzun yıllardır götürüsünü karşılamamaktadır. Bu nedenle köylülerin düğünlerinde çeyiz alımları, ev dizmeleri ile girdikleri büyük borç batakları, hasat zamanı olan “harmana” diye söz verilerek, ertelenememektedir. Varılan uzlaşı sonunda, ödeme eskiden bereket yüklü, son otuz yıldır kısır hasat zamanına ertelense de, verilen bu söz pek güven vermez. Bu nedenle, eskiden olduğu gibi; artık borçlanan da, alacaklı olan da böylesi bir riske girmemektedir.
Camili’de umut dünyası arazilere, köyün beş kilometre ötesinde boydan boya kıvrımlarla uzanan Kızılırmak bir yol uğrak vermeksizin, uzaklarda süzülür ve tek bir damla suyunu bu geniş tarım alanlarına verimliliği artırmak adına bahş etmez. Kelimenin tek anlamı ile, nazlı ama bu topraklar için hiç de cömert olmayan “Kızılırmak gürül gürül akar, Camili’li Kürt de bakar.”
Bir zamanlar Camili, sofusu, dini oldukça bütünü, sarıklı, hacı ve hocası bir hayli çok olan, bu alandaki namı uzaklarda dahi konuşulan bir köydü. Komşu köyler daha ılımlı bir yapıya sahip oldukları için, bu farklı oluşumun hakim olduğu yeri, İran’da ruhani liderlerin, mollaların yetiştiği, Ayetullah Humeyni’nin de doğum yeri olan Kum Kent’e benzetmelerinin ardından, böyle de adlandırdılar. Böylelikle Camili Köyü, ince espriler eşliğinde, biraz da alaycı bir edayla Kum Kent olarak da anılır oldu. “Kızınızı veya oğlunuzu nereden evlendirdiniz?” diye soranlara, verdikleri cevap, yüzlerinde alaycı bir tebessümle; “Nereden olacak, yahu. Çok uzaklardan değil, komşu köyümüz Kum Kent’ten” oldu.
Dünyanın neresinde olursanız olun, salt tesadüfen değil, İç Anadolu bozkırının içlerine, farklı atan kalbine doğru yolunuz düşerse, her Camilili evlerinin ve gönüllerinin kapılarını size, en küçük bir ikircikliğe kapılmadan, güneş yanığı yüzlerinde kendilerine has büyük bir gülümse, kocaman açılan sıcak bir kucak ile sonuna kadar açar. Kısıtlı olan olanaklarını, Kürt misafirperverliği ile sımsıcak paylaşırlar.
Doğum yeriniz neresi olursa olsun, gözlerinizi Dünyaya ilk açtığınız yer, ilk göz ağrınızdır. Uzaklarda, el kapılarında, iki arada bir derede sürdürülen hayat insandan bir daha asla en küçük zerresi dahi getirilemeyecek, pek çok değeri alıp, götürüyor. Dünyanın en büyük şairlerinden biri olan, her Türkiye’linin gurur vesilesi Nazım’ın dediği gibi;
“Neleri alıp götürmedi benden ayrılık;
Kilometrelerle umut, tonlarla keder, taradığım saçlar, sıktığım eller.”
Yolunuzu Camiliye doğru çevirin, gözünüzü korkutmayalım, ayak bastı parası vermenize gerek olmadığı gibi, Papa olup, toprağını da öpmek zorunda değilsiniz. Camili’ye, diğer adı ile Kum Kent’e hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.


 Amsterdam, 1 Aralık 2014

21 Kasım 2014 Cuma

GAK GAK




GAK GAK
Her yılın mart ayında, insanoğlunun gözünün yaşına bir an olsun bakmadan, kazma kürek yaktıracağı söylenegelen gri kış yine çıkageldi. Bütün kuşlar fora yelken kanat açıp, kafileler halinde upuzun soluklu uçuşlarla, daha sıcak diyarlara doğru uçtular. Yalnızca, yapraklarından tamamen arınmış olan, hüzünlü meşe ağaçlarının dallarına tüneyen bed sesli, kömür karası parlak tüylü, patlak gözlü kargalar kala kaldı. Kargaların tek vukuatları da, durmaksızın gaklamaktı. Bu kötü seslerden, daha çok dışarıdaki seslere odaklanmış olan, yalnızlığın pençesinde inim inim inleyip, kıvranan yaşlılar daha çok rahatsız oluyorlardı. Üstlerine sinmiş, yaşadıkları diz boyu yalnızlık içler acısı idi. Çoluk çocuk, gelin, akraba, kız-kızan, torun ve bilumum akraba eş ve dost görünümlülerden bihaberdiler. Duyma yetisini hafiften yitirmiş, ama her daim hazır ve de nazır durumda, dışarıdan gelecek “merhaba” diyecek bir sese yönlendirdikleri kulaklarına ulaşan, anlatılmaz bir rahatsızlık veren “gak-gak”tan başka bir şey değildi.
Gülay Hanım bu seslere, zamanla iyiden iyiye alıştı alışmasına ama, O’nun asıl duymak-görmek istediği, yanında-yöresinde torunlarının cıvıldamaları ve de kalbini gönül rahatlığı ile şefkatlı avuçlarına bırakabileceği birileri idi. İki oğlu, iki kızı ve isimlerini birbirine karıştırsa da, bunlardan iki elin parmakları kadar da birbirinden tatlı torunları vardı. Aylardır karanlık bastırana kadar, penceresinin önünde durup, kendisine doğru atılacak bir canlının adımlarını gözlüyordu. Bu nafile bir bekleyişti ki, ne gelen vardı, ne de giden. Penceresine açılan sokakta, adeta kendisi gibi kuruyup, sararıp solan, tutunduğu dallarda kalmaya daha fazla direnemeyen son yapraklar ve  gelen o gak gak sesleri. Meşe yaprakları üstlerine düşen yenilere kollarını olanca büyüklükte açıp, “hoş geldin, hiç gelmeyeceksin sandım, geç de olsa iyi ki bizi yalnız bırakmadın” diyorlardı. Sarmaş dolaş olup, özlem giderirken, yeni düşen yaprakları başka ağaçlardan olanlarla tanıştırıyorlardı.
Ayaklarını isteksizce sürüye sürüye posta kutularını bir bir dolanan, evlerine çekilmiş, çay veya kahvelerini, yudumlayan insanlara haberler ulaştıran, gri veya yeşil olduğu anlaşılamayan, ne üdüğü belirsiz üniforması ile badem bıyıklı, kısa boylu postacı. Az ileride, hayatı umursamadan, elinde tam dolu olmayan çöp torbasını sallaya sallaya konteynere doğru götüren, Gülay Hanımın komşusu Filiz Hanımın delikanlı oğlu. Art arda dolaşıp, sokağı teftiş eden biri kara, diğeri beyaz tüylü, mart ayı öncesinin relakslığında iki kedi. Marşı basmayan, çocukların üzerine “beni yıka” diye yazdıkları toz kaplı eski arabasını zorlayan, genç yaştaki kel kafalı adam.
Güneş oldukça kaprisli idi; bin bir naz takınıp, daha az ve cılız çıkar oldu. Mah cemalini anlık gösterdiğinden, “güneşe akınlar yapılamıyor, sofrasına oturulamadığı gibi, zapt da edilemiyor”. Görünen o ki, yapılacak olan akın, bu zapt etme ve sofraya oturma işi de biraz daha zaman alacağa benziyor. Yağmur yüklü bulutlar oradan oraya atılan pamuk yumakları misali, sürekli birbirlerine katılıp, ayrışıyorlar. Birileri de çıkıp; “dur kardeşim, senin yerin burası, yağdıracaksan yağmurunu, olduğun yerde kal, dölek dur ve orada yağdır” demiyor. Ya o kargalar, sokaktaki bütün çöp torbalarını didikleyip, yiyecek bir şeyler bulma uğraşısında olsalar da, ağızlarında baklaları ıslatma zahmetinde bulunmadan, bed seslerini tutamıyorlar.
Sokağın karşısındaki buğulu pencereyi de Şahin Beyin yalnızlığı sarmış durumda. Şahin Bey, eşi öldükten kısa bir süre sonra, oğluna ait bu dairedeki kiracısı çıkarılıp, buraya yerleştirildi. Eli ayağı tuttuğu, her işini kendisi yaptığı halde, oğlu her hafta temizlikçi bir kadın gönderip, evi temizletiyordu. Aylar geçmiş olmasına rağmen diyarına bu kilolarından dolayı “tısılamalar” eşliğinde işini yapan, temizlikçi kadından başka kimsecikler uğramıyordu. Şahin Bey bir başına, yapayalnız kaldı. Mahalledeki arkadaşları da uzaklara taşındığı için O’nu unutmuşlardı. Gözden ırak olan gönüllerin de pek yakınında olmuyordu. O da günlerdir torunlarına ve oğluna hasret kalmıştı. Karşı komşusu Gülay Hanım gibi kargaların sesine takılıp kalmasa da, oturduğu köşede kendisini gün geçtikçe daha bir küçülüyor hissediyor, bu da O’nu her geçen gün ve an kahrediyordu. Önüne geçemediği bu duygunun pençesine düşmüştü. İki kelime konuşacağı, yüzüne güleceği, nar kırmızısı bir bardak çay içeceği veya sokakta birlikte bir iki adım atacağı birileri olsaydı, bu pençesine düştüğü küçülme hissi de olmayacaktı.
Mavişliğini hepten yitiren gökyüzünde birbirine pamuk topakları misali katılıp ayrışan bulutlar duruldu. Önce o güzelim beyazlıklarını yitirdiler, ardından da karla karışık yağmur halinde yeryüzüne ıslak ıslak sökün ettiler. Her ne kadar yağmur ile karışık olsa da, bu yılın ilk karıydı. Sokak baştan sona ıslandı. Bu iş birliğinden kimliğini koruyamayan kar oldu, anında “dayanılmaz bir hafiflikle” eriyerek sokakta kalıcı bir beyazlık oluşturmadı. Pencerelere koşuşan çocuklar, kartopu oynayacakları umuduyla meraklı gözlerle Gülay Hanım ve Şahin Bey ile aynı sokağa baktılar, ama bu hevesleri gırtlaklarında gidip gelen yutkunmalarla kayboldu.
Gülay Hanım penceresinin önünde bir tül perdesini andıran görünümü aralayarak, sokağın karşısındaki pencereye baktı. Karşı pencerede kendi yaşına yakın, adını bilmediği kır bıyıklı, dökülmemiş olan kır saçlarını arkaya doğru düzgünce taramış, bakımlı biri olduğu belli olan Şahin Beyin gazetesini okumaya ara verip, kendisini süzdüğünü fark etti. Şahin Bey görüldüğünü fark edince, bakışlarını kaçırmadı. Gülümseyen gözlerle Gülay Hanıma bakmaya devam etti. Aralarındaki kar ile karışık yağmuru andıran tül perdesini bir el uzatıp, yana çekti. Perdenin oluşturduğu fluluk ortadan kalktı ve birbirlerini daha iyi gördüler. Şahin Bey ani bir hareket ve tatlı eda ile karşı tarafa el salladı. Gülay Hanım önce tereddüt etse de, gecikmeden içini ısıtan bu beklemediği harekete kıpırtılı yüreğini avucunun içinde sımsıkı tutup, karşılık verdi. Şahin Beyin maviye çalan gözlerinde ve yüzündeki gülümseme kocamanlaştı. Kendi eli ile pişirdiği, köpüklü, az şekerli kahvesinden ağız dolusu hazla bir yudum alıp, maviş gözlerini kırpıştırdı.
İki can belki de ömürlerinin son demlerinde, karnındaki tüm kelebeklerin öldüğüne inandığı, kalbinin o ince tellerini titretecek birilerinin olmadığı hayatlarının bu devresinde, alıp verdiği nefesi ve karanlıktaki elleri olabilirdi. Onların da nehirler misali coşku ile akıp, katılmak istediği denizler artık kurumamalıydı. O sevgili yalnız canlar; gönlünden geçen can yoldaşı ile dip dibe, avuçları avuçlarında terlemeli, koyun koyuna, nefesi nefesine karışmalı ve “yanımda kal” diyen bakışlarında huzur ve mutluluğu bulmalıydılar.  Şairin dediği gibi; “vadeniz dolduğunda, avuçlarına gömüleceğin” biri olmalıydı, yanında duracak olan. O’nun, seveceği canının yokluğuna sımsıkı sarılmayı artık bırakmalı idiler.
Sokakta alabildiğine bir sessizlik hakimdi. Gülay Hanım kıpır kıpır kalbi ile evinin içinde oradan oraya koşturuyor, yerinde oturamıyor, sık sık gelip, karşı pencereye bakıyordu. Aynı telaş Şahin Beyin evinin içinde de sürüyordu. O da gelip gelip, pencereden bakıp, uzun uzadıya el sallıyordu. Şahin Bey küçülmesini durdururken, tam tersine büyüyordu. Ertesi günün sabahında köşedeki çiçekçiden bir mimoza buketi ile soluğu Gülay Hanımın kapısında aldı. Gülay Hanımın yüreğindeki karanlığın yerini, mimozaların sarılığı aldı. Kalbinin vuruşları o kadar baskın hale geldi ki, kargaların gaklaması duyulmaz oldu.

Amsterdam 20 Kasım 2014



4 Kasım 2014 Salı

ÖZLEM



ÖZLEM


Kalplerin derinliklerinde, minik bir kuş misali; çalı ve çırpısını hüzünle ama bir o kadar da özenle toplayıp, yuva yapan, ince bir sızıdır özlem!
Aynı zamanda büyük halk ozanı Aşık Veysel’in aydınlık dünyasında adımladığı, “ince ve uzun bir yoldur” özlem.
Gözlerinize ansızın bir buğu perdesi indirmesinin akabinde, boynunuzu büken, kalbinizi hızla attırıp dağlatan, hep sevilene, güzele, insani ve kimi zaman da ulaşılması zor olanadır özlem.
Aprondaki uçak, istasyonda perona yanaşan, “gelmez mi-düdüğünü çalmaz mı olan” kara tren, limana ustalıkla demir atan gemi, nefes nefese dört nala yol alan kır at, daha öncesinde postacının elindeki mektup, şimdilerde gelen mail ve kan ter içinde size doğru atılan adımlardır özlem.
Özlem insanı hayata boğum boğum düğümlerle bağlayan en önemli duygulardan biridir.
Yaşam deryasında tutunulan güçlü bir daldır, özlem.
Özlem uzağınızda olan sevdiklerinizin, yakınızda olduğu hissidir, sabırdır, zamanın her daim kovalanmasıdır
“O’nunla kavga etmeyi, başkası ile gülmeye değişmemenin”, 
ta kendisidir özlem.
Nazlıdır özlem, kuş tüyü yataklarda okşanarak yatırılmalı, bir dediği iki edilmemeli, incitilmemeli ve hayat bulduğu renkli düşler dünyası ortamını, asla sis veya pusu kaplamamalıdır.
Anılardır özlemin olanca yükü, hani elini uzattığında dokunabileceğin, sarıp sarmalayacağın türden, belki de hiç de geride kalmayan, her an sil baştan yeniden yaşayacağın sıcacık duygulardır.
Özlem ile hasretlik iç içe geçmiş birbirini tamamlayan kardeş duygular olmalarına ve iki his arasında çok ince bir çizgi olmasına karşın, özlem umutla üst üste tomurcuklar açarak, sürekliliğini daimi kılandır.
Derin derin dalmalar, kurulan hayaller, düşler ve görülen rüyalardır özlem.
Kırpıştırılan buğulu gözlerin önünde, boncuk mavisi gökyüzünde, bıkıp usanmadan kanat çırpan renk yelpazesi bir kuştur, özlem. 
“Seni çok özledim” diye bitirilip, arasına kır çiçekleri konulan mektuptur, özlem.
Hasret duygusuna kıyasla, yumuşacık olan özlem; hüzün, yoksunluk ve biçareliğin daha bir uzağındadır. Murathan Mungan bu pamuksu duyguyu aynen şöyle sergiler:
“…………
ikimizin yerine dinliyorum
sevdiğin şarkıları
siyah tişörtünü giyiyorum yatarken
gömleklerini, kazaklarını, kokunu
senin rüyalarını görüyorum ölür gibi uyurken
gün boyu elimde kahve fincanı
…………….”
Özlemin barındırdığı yumuşak, umut dolu, kişiyi hayata bağlayan duygular, Can Yücel’in sevgiliye özlemini dile getirdiği, aşağıdaki dizelerinde ne kadar da berrak bir şekilde öne çıkar.

ÖZLEDİM SENİ
özledim seni...
ayrılık yüreğimi uyuşturuyor karıncalandırıyor nicedir.
beynimi uyuşturuyor özlemin...
çok sık birlikte olmasak bile
benimle olduğunu bilmenin
bunca zamandır içimi ısıttığını
yeni yeni anlıyorum
Yokluğun,
Hatırladıkça yüreğime saplanan bir sizi olmaktan çıkıp
mütemadiyen bir boşluğa
Sabahları seni okşayarak başlamaları
aksamları her işi bir kenara koyup
seninle baş başa konuşmaları özlüyorum;
oynaşmalarımızı,
yürüyüşlerimizi,
sevimli haşarılığını,
çocuksu küskünlüğünü...
Nasılda serttin başkalarına karşı
beni savunurken;
ve ne kadar yumuşak
bir çift kısık gözle kendini
ellerimin okşayışına bırakırken
Gitmeni asla istemediğim halde
buna mecbur olduğunu görmek
ve sana bunları söylemeden
''git artık'' demek
''beni ne kadar çabuk unutursan, o kadar çabuk
kavuşacaksın mutluluğa''
demek sana ne de zor
seni görmemek ve belki yıllar sonra
karşılaştığımızda
bana bir yabancı gibi bakmanı istemek senden...
yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz geçirmek....
Özlenen; sevgilinin zülüfünün, teninin kokusu, ellerinin yumukluğu, tininin güzelliği, yanağına ürperti ile kondurulan öpücük, annenin-babanın evladına sımsıkı sarılması, dostun sımsıcak gülüşü ile elini uzatışı olabileceği gibi, dünyada insanların daha iyiye, yaşanabilirliğe olan umutlardır aynı zamanda.
Çok yönlü olan özlemin bir de dünya, insanlık ve ülkesinde olması gereken güzelliklere olan boyutu da var ki; günümüzde yaşananlar içimizi karartan nitelikte de olsa, umuda sımsıkı yapışmaktan başka yapılacak kalmıyor geriye.
Ülkemiz de, onlarca yıldır ne özlenen demokrasi, ne kardeşçesine bir yaşam, ne çağdaş bir anayasa, adil bir adalet, ne hak ve hakkaniyetin yerini bulduğu bir düzen, ne de bir çiçek buketi olarak bezelenmiş güzelliklerin, özgürlüklerin toprakları oldu. Günümüze değin katmerlice yaşanan; katliam, soykırım, talan, soygun, baskı, sömürü, diz boyu yoksulluk ve insanlık dışı işkenceler oldu. 
Özlemeye ve umut etmeye bütün kalplerimizle devamla, görülen o ki, bunun için mücadele etmekten başkaca da bir seçenek kalmıyor. Uzun lafın kısası; zamanı geldi, geçiyor. Tomurcuklanan özlem bahçesinin çiçekleri, açsın “gayrık”.

Amsterdam, 4 kasım 2014




CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...