20 Ağustos 2012 Pazartesi

HÜSEYNİKTEN ÇIKTIM ŞEHER YOLUNA



HÜSEYNİKTEN ÇIKTIM ŞEHER YOLUNA


          Yaz mevsiminin bunaltıcı sıcaǧında, hanımı ile oturduǧu balkondan,  güneş, irili ufaklı yükselen binaların ardında, göz kamaştıran bir kızıllık bırakıp kaybolurken, içeri doǧru hafiften sesini yükselterek;

         “Kızım Peri” diye seslendi. Bu gür ses, emekli olduktan hemen sonraki gün, sakallarını kesmeyip, bıyık bırakmak isteyen ve şimdilerde haşmetli burnunu, kömür karasına boyadıǧı kalkık kıllar ile sunum yapan,  kel albay Hasan Bey’e aitti. Bir hafta sonra bıyıkları daha yeni ele gelmeye başlamıştı ki, son görev yeri olan Elazıǧ’dan, bin dokuz yüz elli yılının baharında, bütün ev eşyasını askerlere paketletip, kiraladıǧı bir kamyona yükletti. Ankara’da on yıl önce almış olduǧu dairedeki kiracıyı çıkartıp, kendisi taşındı.

         “Kızım Peri, şu çayı tazeler misin?”

         “Geldim babacıǧım, hemen şimdi.” Babasının boş bardaǧını saygı ile eǧilip alırken, annesi yeşil  gözleri ile akça pakça yüzünü kızına doǧru kaldırıp, O'na bakıyordu. Aldıǧı son yudum çayın ardından, Kel albay Hasan’ın eşi Gülşen Hanım da,  boş bardaǧını doldurması için, sevecen bir gülümsemenin beraberinde, hayran hayran süzmeye devam ettiǧi; on beş yaşında, simsiyah kıvırcık saçlı, kömür gözlü, esmer tenli, ince ve uzun boylu kızına uzattı. 
          “Bana da çay doldurur musun, kızım. İki defa gidip gelmene gerek yok, sen de gelip, yanımıza oturmak istemez misin? Benim canım, güzeller güzeli kızım.”

         Peri annesinin sürekli yinelediǧi “güzeller güzeli” lafına hiç inanmıyordu. Annesine neden hiç benzemiyordu, buna anlam veremiyordu. Böylesine beyaz tenli, yeşil gözlü, güzel bir annenin kızı neden böyle kara kuruydu. Ankara’ya taşınalı üç hafta olmuştu. Burada hiç arkadaşı yoktu. Uzak akrabası olan bir kaç aile vardı, ama henüz onlar ile görüşmemişlerdi. Zaten üç haftadır evin işleri ve eşyaları paketlerden çıkarıp, tek tek yerleştirme işi yeni bitmişti. Ailecek epeyce yorulmuşlardı. Annesi ile her tarafı güzelce silip, mobilyaları ve eşyalarını yerleştirme işi ne kadar da uzun sürmüştü. Babası evin içinde tamir yaparken veya odaların lambalarını takarken eǧiliyor, sol şakaǧında dökülmeyen, uzatıp, tepesine yapıştırdıǧı saçları sarktıkça, anne kız birbirlerine bakıp, çaktırmadan kıkır kıkır gülüyorlardı. Çok yorulmuşlardı ama, sonunda her şey istedikleri gibi olmuştu.
         Çay süzgecini bir iki defa salladıktan sonra, ilave ettiǧi sıcak su, çayları berraklaştırıp, daha bir kızıllaştırdı. Tepsiyi kaptıǧı gibi balkona gitti. Babası uzatılan çayı almak için, elini burmakta olduǧu bıyıklarından çekip, bardaǧını aldı. Kel albay Hasan Bey çayına şeker atıp, yüksek ses ile karıştırırken, yıllardır şekersiz içmeyi tercih eden Gülşen Hanım üst üste iki yudum aldı. Peri mutfaktan bir tepsiye doldurduǧu iki avuç ayçiçeǧi çekirdeklerini alıp, yere annesinin yanına çömeldi. Hızla çatırtılı sesler çıkararak, çekirdeklerini çıtlatırken, annesinin besili beyaz kollarına, biçimli dolgun yüzüne, zümrüt yeşili gözlerine büyük bir hayranlıkla bakmaya koyuldu. Annesi olduǧu halde, O neden O’na hiç benzemiyordu.  Huyu suyu da aynı deǧildi. Babasına da hiç benzemiyordu. O evin kara koyunuydu. Ne olurdu, çok az da olsa annesini  andırsaydı. Kendisinin teni de böyle ipeksi ve kar beyazı olsaydı. Bunun neden böyle olmadıǧını her sorduǧunda, annesi neden sinirleniyordu.
         “Ne bileyim kızım, nereden çıkarıyorsun bunları? Aklına neden böyle olur olmaz her şeyi getiriyorsun?” diye, geçiştiriyordu. Hayranlık ile annesinin çıplak koluna dokundu. Teni ne kadar ipeksiydi. Derin bir iç geçirip, sırtını balkon demirlerine acıtırcasına bastırdı. Bu sırada yan komşunun penceresinden, babasının çok iyi bildiǧi ve hala ara sıra mırıldandıǧı bir Elazıǧ türküsü yankılanarak yükseldi.

         “Hüseynikten çıktım şeher yoluna

         Kol ağrısı tesir etti canıma

         Yaradanım merhamet et kuluna

         Yazık oldu yazık şu genç ömrüme

         Bilmem şu feleğin bana cevri ne

         Telgrafın direkleri sayılmaz

         Ati hanım baygın düşmüş ayılmaz

         Böyle canlar teneşire koyulmaz.“

Babası türküyü duyar duymaz, derin düşüncelere daldı. Yıllar öncesine gitti. Bin dokuz yüz otuz sekiz yılında Dersim’de daha çiçeǧi burnunda bir teǧmen olduǧu günler, gözlerinin önünden bir kez daha geçti. Oturduǧu sandalyede eǧildiǧinden, kafasının keli kabak gibi ortaya çıktı. Peri annesinin kolunu sıvazlamaya devam ettiǧinden, her zaman kendisine komik gelen bu durumu fark etmedi. Gülşen Hanım da sokaktan geçenlere yeşil gözlerini kısarak bakıyordu.

         Dersim harekatına katıldı. Bu büyük Dersim "Tertelesiydi". Farklılıkları suç olarak görülen, ama kendi damarlarında dolaşan ile aynı renkte olan masum insanların kanına ellerini buladı. Genç olmasına raǧmen şapkasını çıkardıǧında keli gözüken, Hasan teǧmen de, gerekmediǧi halde, “olmazsa da olurlar” ile artan nüfus yoǧunluǧunun kontrol edilip, zaruri ayıklanmaların yapılması işlemlerinde komutan olarak  görevliydi. Elbette O da bir emir kuluydu, demiri kesen komutlar yukarılardan geliyor ve kendisi de sadece uygulamak ile yükümlüydü. Bu teselli ile yaşlandıkça artan iç hesaplaşmasını bastırmaya çalışsa da, çoǧu zaman başarılı olamıyordu. Rüyalarında hala travmalar yaşamaya devam ediyordu. Büyük bir vicdan azabı yıllar sonra gelip, yakasına yapışmıştı. Psikolojik tedavilerin de, bu bozuk ruh halinin deǧişimine bir katkısı yoktu.

         Emrinde elli askeri ile Peri Suyu yamacında yer alan köyleri tek tek arayıp,  gerekli ayıklamayı yapma misyonunu üstlenmişti. Askerlerini gruplara ayırdı. Yılan kıvrımları ile yoǧun meşelikler, renga renk kır çiçekleri, gelincikler, börtü böcek, siyah frenk üzümleri, ayıgülü, kar sümbülü, çiğdem, ışkın, şakayık, mor newroz, ters lale, sater, solucan otu, çakşır mantarı, kenger ve eşi benzeri olmayan daha pek çok bitki örtüsü ile bezeli, büyük bir botanik bahçesini aratmayan Dersim daǧlarının ve tepelerinin arasından, yer yer sarp kayalıkların gölgesinde, bir Dersim dilberi güzelliǧinde, bin bir naz ile çaǧıldayıp, süzülen Peri Suyu yamacındaki büyük bir köye girmek üzere, küçük takımlar halinde usul usul taş yapılı sıvasız evlerin arasına akşam karanlıǧında tam teçhizat daldılar. Üç takım askerini, köylülerin kaçmasına engel olmak için köyün etrafını çevirmekle görevlendirdi. Köyde önceleri bir kaç köpeǧin sesi geldiyse de, önlerine atılan zehirli ekmekler ile bu tehlike uyarıcısı, sahiplerine sadakatta kusur etmeyen canlılar da, böylelikle devre dışı bırakıldılar. Atılan ekmekleri hızla kapan, hayvanlar alçak sesle bir iki inlemenin ardından, bulundukları  yerde boylu boyunca kıvrılıp, boynu bükük kalakaldılar. Hasan teǧmen yanından hiç ayırmadıǧı Rüstem çavuş ile köyün ilk evine dalmak için hızla kapıyı vururken, ikili üçlü gruplara ayrılan diǧer askerler de, başka evlere baskın vermek üzere daǧıldılar. Köylüler evlerden tek tek suçlarının ne olduǧundan bihaber olmanın şaşkınlıǧı ile çıkarılıp, kıskıvrak yakalandılar. Genç, yaşlı, kadın, erkek, çocuk demeden köy halkını, meydana toplayıp, ellerini ayaklarını baǧladılar. Çocuklar aǧlayarak elleri başları üzerinde kavuşturulmuş şekilde getirilirken, bazen bunu yapmayı unuttuklarından, atılan tokatlarla ikaz ediliyor, sendeleyip yere düşüyorlardı. Hasan teǧmenin yanında yer alan Kütahya‘lı Rüstem çavuş, Beyto’nun Haydar’ın kapısını inatla vurmaya devam ediyordu. Kapıyı açmıyorlardı. Hasan teǧmen iki asker daha çaǧırdı.
        “Benden günah gitti. Kırın lan kapıyı.” diye emir  verdi. Zayıf bir bünyeye sahip olan Rüstem çavuş bir iki adım geri çekilirken, doksan beş kilo ile herkül görünümlü Kayseri’li Şükrü onbaşı ve ondan pek de geri kalmayan, aǧır sıkletlerden er rütbeli Ankara’lı Kasım kapıyı kırmak üzere hızla koşup, omuzladılar. İlk omuzlama çok da saǧlam bir kilidi olmayan, ahşap kapının kırılmasına yetmedi. İkinci darbe bu işe bir çözüm getirmeliydi. Yoksa burnundan soluyan ve iyice hiddetlenmiş gözüken Hasan teğmenin amansız gazabına uǧrayacaklardı. Çok şükür istedikleri oldu ve kapı hızla ardına kadar hızla açılıp, duvara çarptı.

         Kapı hızla vurulurken Haydar ve hanımı Gülizar daha üç yaşlarındaki biricik kızlarını bari kurtarabilmek için, iki odadan oluşan evlerinde yer olmadıǧı için uyuyan kızlarının  üstünü minderlerle örterek saklıyorlardı. Daha önce komşu köylerde çocukların dahi gözlerinin yaşına bakılmadıǧını duyduklarından, kendilerinden vazgeçmiş halde teslim oldular. Gülizar ölüm korkusu ile elektriǧe tutulmuş gibi titrerken, bir yandan da hala uyumakta olan kızlarının bulunmaması için korku dolu ela gözleri ile askerlere fark ettirmeden köşedeki minderlere doǧru bakıyordu. Hızır Aleyhüsellam yetişip, Rüstem çavuş ve Şükrü onbaşının kızlarını görmesini engelledi. Haydar ve Gülizar da elleri başlarında itile kakıla getirilip, elleri ayakları baǧlandı.
         Rüstem çavuş ayakları taşlık zeminde sendeleyerek koşup, tekmil vermek üzere kısa küt parmaklarını şapkasının kenarına gelecek şekilde birleştirdi. Ay ışıǧının düştüǧü yüzünü gererek, tekmil verdi.

         “Muhabere çavuş Rüstem Altınova. Köy eşkiyalardan temizlendi. Elli üç erkek, yetmiş bir kadın ve seksen altı çocuk yakaladık. Emir ve görüşlerinize hazırız komutanım.“
         “Aferin asker. İyi iş becerdiniz. Rüstem, emir komuta sende, ayaklarını çözün. Şunları kendirler ile birbirine baǧlayın ve Mustafa albaya götürün. ”

Rüstem çavuş verilen emri askerlerin yardımı ile gece karanlıǧında evlerden aldıkları bir gazlı fenerin ışıǧında yerine getirirken, çocukları baǧlamadan, elleri başlarının üzerinde tutmalarını baǧıra baǧıra emretti. İşlemler bitti ve Rüstem  çavuş komutasındaki köylüler sıra halinde albay Mustafa’nın konuşlandıǧı yerde kendilerini bekleyen kaderleri ile yüzleşmek üzere, yola çıkmaya hazır hale geldiler. Bu sırada Hüseyin dedenin korkudan sara nöbetine yakalanması ile işlerin uzayacaǧını gören Hasan teǧmenin başını hafiften eǧerek verdiǧi emirle, yetişkinlerin ve çocukların korku dolu bakışları ve attıkları çıǧlıkların gürültüsünde, sesi pek duyulmayan başına sıkılan kurşunla, yetişkin sayısı elli ikiye düşürülerek,  askeri disiplin ile yola çıkarıldılar. Köylüler bilinen sona doǧru yol alırken, Hasan teǧmen de, beraberindeki iki takım askeri ile evleri tekrar yoklamak üzere boş odakara daldılar. Minderlerin altından üç yaşlarında kara kuru bir kız çocuǧu etrafına bakınarak, Hasan teǧmen ve askerleri eve girerken uyandı. Korku dolu gözlerini kırpıştırarak, silahlı amcalara baktı. Korkmadı. Gülümsedi. Acaba, baba ve annesi nereye gitmişlerdi?

         Balkonda çekirdek çitleyen Peri bir an duraksadı. Komşularının radyosu başka bir türküyü seslendirirken, anlamlı, sorgulayan, kömür karası  gözleri ile annesinin yüzündeki ürpertili zümrütlerin derinliklerine seslendi:

         “Anneciǧim, ben neden sana hiç benzemiyorum?”




Amsterdam, 20 aǧustos 2012










2 Ağustos 2012 Perşembe

CUF... CUFF...





CUF...  CUFF...


         Kara tren gecikecek ve belki hiç gelmeyecek. Kör olası demiyorum, ama böyle olmadan, beni görmesini istediǧim bu demir yıǧınıolur á gelmezse, vaziyet kötü ve aynı zamanda, nadide bir yiyecek olan gülüm keten helvanın yandıǧı anlamına gelir. Bin bir tatlı edası, nazı, işvesi ile can alıcı dudaklı yarin, güzelim buǧulu gözleri yollarda, sevgi dolu yüreǧi buruk, elleri çarnaçar ǧründe kalakalır. Can sevgili bir yay esnekliǧi ile hop oturur,  hop kalkar. Dayanılmaz hasret ve özlemlerine ilaveten, dört deǧil on dört göz ile her gün fecre kadar beklenen, büyük aşkını özen ile barındırdıǧı gönlündeki tahta, Muhteşem Süleyman gibi sarvan salıp, baǧdaş kuran, insafsız yar gelmez olur. Tek istediǧi kara trenle gelecek olan sevdiǧi, bir mektubu veya kendisinden bir muştudur sadece. Olmazsa da olur,  hani kendilerinin bizzat tanık olamadıkları, lakin Muhteşem olduǧu söylenegelen Süleyman gibi haremleri, hurileri ve de Nuri’leri. Canından çok sevdiǧi, gözünün bebeǧi yari, yeter de artar; O’nun acılar içinde biçare kıvranan, daǧlanmış yüreǧini hoş etmeye. Kalplere düştükten sonra, bulunduğu yeri kasıp kavuran aşk belasının keskin dişli çarkına yüreǧinizi kaptırmaya görün, ağlasanız da hıçkırıklarınız kimsecikler tarafından duyulmaz, mısralarınıza, gözyaşlarınıza elleri ile artık kimseler dokunamaz. Şarkıların bu kadar güzel, kelimelerin bu kadar kifayetsiz olduğuna şaşırıp kalırsız, diliniz tutulur bir tek kelime dahi anlatamazsınız. 
         Allah göstermesin; ya kara tren, kömürü biter, arıza yapar, uykuda kalır, elde, belde, yolda, daǧda kalır, kurda kuşa yem olursa. Apaçilerin  hiç görülmediǧi bu diyarda, yoǧunluǧu o sevimli caretta caretta kaplumbaǧalarının sayısına bir türlü indirilemeyen, ama dünyaya da çok şükür hükümdar olamayan sevimsiz eşkıyalar , art arda sıralı vagonları durdurup, el koysalar ve gelmezse kara tren! Gönderilen, kutsal aşkların kargacık burgacık yazıldıǧı, şairin cömertliǧine denk gelip, verdiǧi kızıl güllerin kurutularak,  arasına konduǧu mektuplar, titreyen yumuş yumuş ellere ulaşmaz olur. Yüreǧi göǧsünü yırtıp, yerinden fırlayamaz.Yardan haber gelmediği için, dağlar kardan ağarır. Ne gelen ne de bir haber gönderilmediğinden, gözleri fettan güzel, derde dert katan sevgili her daim darda kalır. Bırakın salını salını gelsin kara tren, bir o yanına bir de bu yanına takmazsanız da olur, şairin kızıl güllerini.  
Tren gelir öterek

Kömürünü dökerek

Ben yarimden ayrıldım

Gözüm yaşım dökerek

         Geldiǧi zaman da; yaz kış, gece gündüz demeden ne zahmetler, ne oflayıp puflamalar ve acı acı inlemeler eşliǧinde, onca engeli nasıl aşıp, uzaklara ulaştıǧı bilinmez. Yorgunluktan bitap düşmüştür. Ama ardında yüzlerce el sallanıp durmuştur. Üzerinde, kır çiçekleri, kalın mavi veya açık kırmızı çizginin yer aldıǧı, özenle katlanmış onlarca mendil; hüzünlü mavi, kestane, ela, yeşil ve kahve rengi gözden akan, ipi kopan boncuk boncuk gözyaşı ile ıslandı. Elem dolu damlacıklar, O‘nu dehşetli kederlendirdi. Üzüntüden, tüm şevki kaçmış olsa da, gideceǧi yerde de, yine yüzlerce el sallanıp, kendisini buyur edecekti. Bin bir kucak açılıp, sevilenler baǧırlara basılıp, hasretlik giderilecekti. Duyduǧu yorgunluǧun tadı, baklava kadar deǧilse de, en azından kazandibini aratmazdı, herhalde.

Tren geliyor tiren

dağlara dalıp giden

kara tren değil mi

yârimi alıp giden

         Büyük bir özlem ve merakla beklenen kara tren ile gelecek olan yare, sevgililer; iki  gözüm seneler geçti, diye, su misali akıp giden zamanı hatırlatırlar. Ektiǧini biçen gönül olsa da, bir selamın lütfedilip, çok görülmemesi yalvar yakar istenir. Küslüǧün artık bitmesi gerektiǧi, barışın zamanı olduǧunun kulak ardı  edilmemesi adeta haykırılır. Görmüyor musun, dalları kiraz bastı, Canözüm memleketimizin daǧlarına dahi bahar geldiǧinden bihaber misin?. Yedi kat eller yakınım olurken, bu küslük  niye, gel kavuşalım derim. Aman Allahım bu ne çok hasret, bu ne deli hasret.
         Kara trenin nedenini anlamadığı; yolda öküzün durup, kendisine  uzun uzun bakmasıydı.  Ne var kardeşim, açıkta bir şey mi gördün? Yok, her tarafımız, kara çarşaflı, burkalı, dini oldukça bütün olan müstesnalar gibi kapalı ve üstelik kömür karası. O halde böyle bön bön bakmanın anlamı ne?" Cufcufuna kurban olayım" gibi laf atmalar falan. Ne kadar banel, tam bir arabesk. Var, git işine, gücüne. Bu saatten sonra sevda ile uǧraşamam. Benim kaderim sevdalıları taşımak. Ateşten gömlek giyemem, benim kaynayan kazanımla, zaten içim yanıyor. Öküz de olsa, kimseleri kırmak istemem. Zat-ı alileri kusura kalmasın, bakışlarından da rahatsız olduǧumu, bilsin istiyorum.
         Zengin çocuklarının ne ise de, fakir çocukları, harçlık olarak aldıkları demir paraları, neden tekerleklerinin altına koyup, ezdirirler diye düşünür ve bu çok da garibine gidiyor. A be akılsız çocuk, o parayla gidip, kendine gazoz veya dondurma alsan, daha iyi olmaz mi? Kara trencik, iş başa düşünce, istemeyerek de olsa yoksul çocukların paralarını da, içi acıyarak ezmek zorunda kalırdı.

         Aynı zamanda demirden korkanlar da, kendisine binmiyordu. Bunu ilk duyduǧunda; gülmekten kendini alamamış ve  tıssılayarak altına kaçırmış, ele güne karşı yapayalnız, böyle de olmaz ki, dese de, olan olmuştu. Korkak nasıl da bırakıp gitmiş, insafsız terk etmişti kendisini. Binmezsen, böyle kaçırırsın işte treni. Sevdiǧine kavuşamadan, dört duvar arasında, evde kaldın da, daha mı iyi oldu, sanki?  Oh olsun demeye dili varmaz yine de, kendisi kara olsa da, yüreǧi aktı trenin. Daha ne mi olur, evde kalınca? Yaşamayanların bilemediǧi korkuları yaşar, sessizlik korku verir, ödü kopar. Kimileri O korkaǧın ödünü, bir şeylere karıştırsa da, kendisi kara olmasına raǧmen, böyle bir pisliǧe karıştırmaz adını. Çeker bu tür bezlerden taraǧını, çünkü  kalbi, Ararat’ın ulaşılamayan doruklarındaki karların beyazlıǧındadır. Korkak kendi kendisi ile konuşur, bir cana hasret kalır, kırık, sineklerin kirlettiği aynalara koşar. Ya sev, ya terk et kadar aǧır olmazsa da, bundan sonraki yaşamı; işte kapı, işte sapından ibaret olacaktır. Rehber istemeyen, görünen köy, oldukça yakındır. Oysa korkmayıp, binse trene; tren hoş gelecek, odaları boş gelmeyecekti. Ley ley leylim ley gibi abuk sabuk, ipe sapa gelmeyen lakırtılar da edilmeyecekti!

Tren geliyor tiren
dağlara dalıp giden
kara tren değil mi ?
yârimi alıp giden

         Cufcuflamalar eşliǧinde geldiǧi zaman da; aheste aheste durur, aşınmış olan tekerleklerini çevirip, yılan kıvrımları ile akıp giden raylarda, olanca eşyayı, yüzlerce insanı ve yükte hafif, paha da oldukça aǧır olan, hani biz diyelim on, siz deyin otuz tane kalbin çizili olduǧu aşk mektubunu, sırtladıǧı gibi alıp, getirir. Yol boyu, başında bulutlar misali dumanı hiç eksik olmaz. Düdüǧünü acı acı öttürüp, amansız daǧlara yol ver deyip, destur ister. Doǧrusu zor iş; aşması gereken daǧdır, taştır, ovadır, ırmaktır, dere ve tepedir. İşlevi kolay olmadıǧı gibi, üstüne üstlük rengi de karadır.  Kendi kömürünü seçme gibi bir lüksü dahi yoktur.  Tüm bu engelleri aşabilmek için, yine de sunulanı kabul etmek zorunda kalır. Kazanı kendi seçiminin dışında bir kömür ile, gönülsüz fokurdar. Başka bir istasyonda, farklı yükleri ve insanları yüklendiǧi gibi yeniden yollara koyulur.  

Kara tren gelmez mi ola düdüğünü çalmaz ola

Gurbet ele yar yolladım mektubumu almaz ola

         Cuf.. cuf… cufff... Yol verin, bu kez de, bütün engelleri aşarak, gelmemezlik etmedi kara tren, karada ölüm yok, enseleri çok gerekli ise kaşıyabilirsiniz, ama karartmayın, lütfen. Geliyor, sevda yüklü kara tren.   


Amsterdam, 01 Aǧustos 2012





CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...