20 Temmuz 2018 Cuma

BİR BARDAK ÇAY







BİR BARDAK ÇAY

Amsterdam. Venedik ve Paris’ten sonra dünyanın başka bir aşk şehri. Avrupa’nın ise adeta küçük New York’u. Belki de yaşadığımız ve “kelebek ömrü” diye adlandıracağımız, yaşam acemisi biz insanlara tabiatın sunduğu bu kısa zaman dilimi kaşla göz arasında, istemimiz dışında apansız sonlanmadan önce görmemiz gereken on şehirden biri. Kanalları, köprüleri, meydanları, oldukça eskilere dayanan muhteşem tarihi dokusu, özgün mimarisi, yel değirmenleri, laleleri ve insanının mütevaziliği ile aynı zamanda, her yıl milyonlarca ziyaretçiyi ağırlayan yegane bir yerleşim yeri.
Amsterdam'da işler bir İsviçre saati ritmi ile “tıkır tıkır” yürür. Varacağınız yere tam zamanında varır, herhangi bir randevunuzda taraflar dakikası dakikasında sözleştiğiniz yerde gülen yüzleri ve samimiyetleri ile  bitiverirler. A' dan Z’ye her şeyin ahengi insanı hayrete düşürür. Yer yer sokağın kirliliği, hareketliliği, rahatlığı, ulaşım amacı ile pedalları çevrilen yüz binlerce bisikleti, süt dolu memelerini taşımakta zorlanan benekli inekleri, sarı bukleli kızları, dünyanın dört bir yanını yansıtan çok kültürlülüğü ve sokakta karşılaşan herkesin birbirini tanısın tanımasın gülümsemelerle selamlaması; yaşanmışlığı çok bariz bir şekilde hissettirir.
Betimleme ustalarının dahi anlatımındazorlanacağı bu güzelim aşk şehrinde, yoğun geçen çalışma günlerinin ardından, Pazar sabahı Esther daha iyi dinlenme maksatlı inatla yatağında kalmayı sürdürüyor. Uzun heybetli saman sarısı saçları, kafasının altında yassılaşan kuş tüyü yastığa tamamen yayılmış bir halde, biçimli-davetkâr dudaklarında güzel bir gülümsemeyle öğleye kadar uyuyor. En nihayetinde dinlenmiş olduğu kanaatine varıyor ve açık yeşil gözlerini art arda çocuksu kırpıştırmalarla birlikte iyice geriniyor. Evet, deliksiz bir uyku ile kendisine geldi. Rüyasında süt beyazı pamukcuk bulutlarda yürüyor ve sendelemelrle düşmemek için güçlü bir ele sıkıca tutunuyordu. Başka bir eli tutmak ürperti verse de, o an rüyasında da olsa yaşadığı bu güven duygusunun güzelliği kendisini gülümsetmeye yetiyor. İçini anlayamadığı akışkan bir sıcaklık aldı. Şimdi iyi bir sabah kahvaltısını hak ediyordu. Kollarını sıvadı. Kısa bir zaman sonra kahvaltıda yok yoktu. Her şeyi bir çırpıda hazırladı. Güzel havada keyifli bir kahvaltı kendisini bekliyordu.
Duş öncesi altını yaktığı çaydanlıktan bulutlar halinde buharlar yükseldi. Çay ve kahvaltısı kendisini bekliyordu. Her şey leziz. Özellikle kaşarlı sahanda yumurtanın kokusuna ve görünümüne bayıldı. Hazırladıklarını bir bir balkonundaki sehpanın üzerine taşıdı. İştahla yaptığı güzel bir kahvaltının ardından arta kalanları tekrar mutfağa götürdü. Evet, şimdi de bir keyif çayı içebilirdi. Çay dolu bardağı ile balkona geldi, ayaklarını uzattı. 
Boncuk mavisi gökyüzünün tepesinde yer alan güneş balımsı renkte ve sıcaktı. Ağaçların dallarında dinlenen kuşlar yaprakların arasında cıvıltılarla hararetli sohbet ediyorlardı. Sıra ile cıvıldaşsalar da zaman zaman birbirlerinin sözünü de, insanların sık sık yaptığı gibi kesmiyor değillerdi. Ama konuştukları salt sevgi, aşk ve güzellik üzereydi. Erkek serçe arkadaşına onu her daim gözünden dahi sakınacağını, yüreğini dopdolu ve mesut kılan sevgisinin sonsuza kadar olacağını anlatma çabasına girmişti. Bütün bunları duyan karga kendi kendisine gülüyor.
“Serçeler bunu her bahar söylerler. Sen bunları külahıma anlat.” diyor. Ardından yüksek sesle “gaaarkkk” diye bir ses çıkarıp iki sevgiliyi alaya alıyor. Allahtan minik sevgililer kargayı hiç ciddiye almıyorlar. Ama karga gevezeliğe doymuyor. Susmak nedir bilmiyor.
"Bu insanlar da çocuklarını kendi yalanlarına ortak ediyorlar. Onların hayal dünyaları ile oynuyorlar. Yok bebekleri leylekler getiriyorlarmış da, bilmem neler? Leylekler önce kendi yavrularına sahip çıksınlar. Gaarrkkk..." Bir sonraki ağacın bir dalına tüneyen baykuş, kargaya hak verdi.
"Doğruları söylüyor, vallahi. Karganın hakkı var." deyip, düşünmeye kaldığı yerden devam ediyor.
Esther çayından bir yudum almak için eğilmişti ki, kırklı yaşlarda uzun saçlı, iyi görünümlü kumral bir adamın bir şey sormak ister gibi bir duruşla kendisine baktığını fark etti.
“Merhabalar. Bir şey mı soracaktınız?” Adam çekinceli rahatsızlık verdiği hissi ile biraz gerildi. Bunu fark eden Esther devamla;
“Hazır çay var içmek ister misiniz?” Bunu duyan adam rahatlamakla birlikte büyük bir şaşkınlıkla;
“Evet. Tabii ki. Neden olmasın. Çok teşekkür ederim. Ne kadar naziksiniz. Doğrusu hiç beklemiyordum.” deyip atik bir hareketle zemin kattaki balkona sırtındaki çantasını sıkıca tutup atladı.
Esther’in sunduğu çaydan büyük bir rahatlama ile yudumlar alan Eliot adlı adam Fransa’dan geliyordu. Amsterdam’da bir iş bulmuş ve buraya yerleşecekti. Sohbet şerbetli bir hazla devam etti. İçilen çayların ardından muhabbetlerini bira, kırmızı şarap ile sürdürdüler. Akşam oldu. Esther’in bir alt sokaktaki restorandan ısmarladığı pizzaları da zevkle yediler. Ay bir ayna gibi önceleri duvara asılı dururken, görünmeyen eller alıp göğün tavanına astı. Allah’tan tavandaki çiviler daha öncesinden sabit bir yere çakılı olduklarından, çekiç kullanımı olmayınca rahatsız edecek gürültüler de olmadı. Göğün tavanına asılı olan ay milyonlarca yıldız ile kol kola girip alaca karanlığı kurşuni-romantik bir aydınlığa dönüştürdü. Sehpadaki mum alevi coşkuyla sağlı sollu narin hareketlerle bir başına dans ediyordu.
Yemeğin ardından konyak faslı ile devam edildi. Gırla giden sohbete diyecek yoktu. Ester aynı zamanda Fransız edebiyatı hayranı idi. Eliot’un da yakından ilgili olduğunu görünce, bu konuda uzun uzun konuştular. Bu sohbettin hazına doyamadı. J.Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Honere de Balzac, Emile Zola, Marcel Proust, Gustave Flaubert, Victor Hugo ve diğer Fransız edebiyatı değerlerinin ruhlarını şad eylediler.
Esther birden saatine baktı ve vaktin gecenin kırkı olduğunu görünce ne yapacağını şaşırdı. Sonrasında Eliot geldiği zaman bir şey soracağını hatırladı ve bu soruya meydan vermediği için onun bu saatte hala burada olduğunu anladı. Çekinceli bir eda ve merakla sordu.
“Sevgili Eliot, sahi sen bana bir şey soracaktın ama hala sorunun ne olduğunu bilmiyorum.” Eliot’un yüzüne doğru hafiften mahcubiyet veren bir pembelik yürüdü. Kendisini tez elden toparladı. Bu sırada iki tane yıldız art arda kaydı. Esther’in gözleri kayan yıldızları takip ederken, Eliot da sorusunu dile getirdi.
“Şeyy… Ben bu yakınlarda bir otel olup olmadığını soracaktım.”
“Şu anda otelindesin Eliot. Yatak odan da yukarıda. Hadi tanışmamızın şerefine içelim.” İlerleyen gecede kristal kadehlerin çınlaması duyuldu. Ay Dede göz kırpıp kadeh kaldırdı. Yıldızlarla tokuşturduğu bardağından gelen ses uzaklarda kaldı. Esther balkonda iki kıllı erkek kolunun beklemediği bir anda belini sıkıca kavradığını hissetti. Eliot’un erkek nefesi kulağının hemen dibindeydi. Başı döner gibi oldu. Direnmedi. Yüreğini en derinden tatlı-tuhaf ve ürperti veren bir karıncalanma ve nedenini anlayamadığı masum bir telaş aldı. Kendisini durgun-sessiz ve güvenli bir koyun sularına bırakıverdi. Fondaki piyanoda Glen Gold’un sihirli parmakları siyah beyazlı tuşlarda Beethoven'un "Ay Işığı Sonatı'nın" notaları arasında inip kalkıyorlardı.
Balkonun karşısında sokak lambasının direğine tüneyen bir puhu kuşu onları uzun süre sessizce gıpta ile izledi. Kendi yalnızlığı ayyuka çıkınca da, kanatlanıp bir ağacın dalları arasında kayboldu. Parlayan gözlerinı karanlık kapladı. Yüreği daraldı. Hışırdayan yaprakların arasında kabuğuna çekildi. Hayata küstü. Renk cümbüşü tüyleri soldu. Çok yalnızdı.
Çivisi çıkmış dünyada insan ilişkileri bu denli “yağdan kıl çeker gibi” kolay da olabiliyordu. Her erkeğin ve elbette ki, aynı zamanda her kadının zorluklardan arındırılmış ilişki kurma olarak adlandırdıkları korkulu rüyası, böyle de görüle biliniyordu. Üç ayı geçen bir zamandır, çayların sunumunu Eliot yapıyor, bulutlarda gezinen Esther'in düşmemesi için onun elini sımsıkı tutuyordu. Eliot'un ise otel aramak gibi bir derdi de olmadı. Şimdilik sarmaş dolaş hayatlarının aşklarını yaşıyorlar ve tozpembe dünyada birlikte çok mutluydular. Renksizliğin yerini tarifi olmayan "Esther ve Eliot karışımıtrak" bir renklilik aldı. Darısı daha az mutlu ve renksiz olanlara olsun demeyi ve sizlerin de karışımınızdan meydana gelecek güzelim romantizm rengini en kısa zamanda oluşturmanızı, tembihlemeyi de unutmuyorlar. 
Bu şehirde ikamet etmek bir ayrıcalıktır. Çoğu insana göre; Amsterdam, AŞK'ın başkentidir. 


Amsterdam, 20 Temmuz 2018

13 Temmuz 2018 Cuma

KEZBAN IN ROMA






KEZBAN IN ROMA

Çok güzel değildi o. Doğrusu çirkince de sayılırdı, belki. Üstelik de tepeden tırnağa gundi (köylü). Cahil, ama bir o kadar da ukala. Yoksul mu yoksul bir aileden gelen, deyim yerindeyse meteliğe kurşun sıkan bir babanın beş kızından en büyüğü. Tencerenin kaynamadığı iki göz bir damda yaşamını idame eden, kırk haneli İç Anadolu’nun Köstekli Köyündendi Kezban. Ev işlerinde tam gaz koşturmakla geçerdi bütün hayatı. O iki gözlü ev Allah’ın her günü kırk odalı bir ev olur, yirmi kez süpürürdü yek başına fakir hanesini. Yıkaya yıkaya kalayını çıkarırdı mutfağında naçizane mevcut kap kaçağının. Kezban aşağı, yok yok olmadı yukarı gelmesini buyuruyorlardı, çok sevgili anne ve babası. Böyle dönüyor ve böyle de dönecekti devran. Bütün bu işlerin yanı sıra, bir de kaz çobanlığı eklentisi. Geceleri geç vakitler; ölü yorgunluğunda kendini yatağına zor bela atıverirdi Kösteklili Kezban.
Varlıkları pek de belirgin olmayan, ama var olmasına var olan bir anne ve babası. Ebeveynli bir öksüz veya yetimdi Kezban. “Kara bahtım kör talihim” her yönden sırtının kamburuydu çileli hanımefendinin. Keskin bıçaklarla kazıyamaz, Hazreti Ali’nin Zülfikar’ı da olsa elinde kesip atılamayan, yüreğinin ezinci bir lanet kamburdu, Kezban'ın sırtının yüz okkalık kurşun ağırlığındaki dayanılmaz yükü.
Usunun bütün pencere ve kapılarını sonuna kadar açıverdi. Buyur eyledi, havada-karada uçuşan bütün doğru veya yanlış bilgiye, başım gözüm üstüne, ama ille de beynimin içine hoş geldiniz, sefalar getirdiniz dedi. Hiçbir temel atma gereksinimi görmeden; yığdı üst üste nedir ne değildir bilmeden, kulaktan "zeytinyağlı biber" dolma olanca bilgiyi. Gel zaman git zaman; kimilerine göre limonlu, kimilerine göre de sirkeli bilgi turşusu küpü Kezban; bilir oldu, her şeyi.
Ağlarını bir örümcek titizliği ile ilmek ilmek öredururken kader, apansız pek de albenisi olmayan yüzüne gülüverdi gundi bahtsızın. Kız kurusu olmaya ramak kala, bir keriz çıkageldi deniz aşırı. Dünya evine girdi, süt beyazı gelinlikler giydi zati alileri. Bindiği ak bir atla, dört nala çıktığı uzun yolculuğunun ardından, soluğu bir açık hava müzesi Remus ile Romulus’un Roma’sında aldı, bizim Kezban. Sefaletten uzak yeni bir sayfa açıldı. Karada ölüm “gayrık” yoktu. Onlarca kurt Remus ile Romulus’a gösterdiği cömertliği, Kezban’a da fazlasıyla gösterdiler. Kezban'a süt dolu memelerini sundular. Dizginsiz bir hırsla çar çabuk beyaz sayfayı karaladı. Açlığın yerini kısa sürede alabildiğine zıbarırcasına tokluk aldı. İyiden iyiye semiriverdi, bizim gundi Köstekli.
Kezban artık Roma’daydı.
Leonardo da Vinci’nin Monalisa’nın gülümsemesi ona hiç gibi geldi. Dünyanın en güzel gülümseyen kadınına kısa bir süre sonra burun kıvırdı. Tebessüm de neydi. O kahkahalar atıp Roma gök kubbelerini inletti. Kıçı iki beden daha haşmete erse de, nar kırmızısı rujlar ve allıklar sürüp sürüştürdü. Japon yapıştırıcıları ile ok kirpikler takıverdi. Kaşlar kalem eylendi. "Bir elinde cımbız, bir elinde ayna," ama dünya umurunda. Yakından ilgiliydi her olup bitenle kendileri. Saçlar perma ve ondüle. Ojelerin kırmızılığı aratmadı yamuk dudaklarındaki kızıllığı. Ayakkabılar, çantalar marka ve rugan.
Kezban Roma’daydı.
Ayaklarını Ferrariler, Porscheler değil yerden kesmek, adeta uçurdu onu. Allah düz yolların yer aldığı bu yeni şehirde “koş ya kulum” dedi. Taşsız Roma yollarında en küçük bir taş Kezban’ın tekerinin önünde engel oluşturmadı. Tencereler günün her saati kaynadı, pastırmalar, pastalar gitti, kekler, ballı börekler geldi. Yediği önünde yemediği iki beden genişleyen kıçının bir kol boyu ardında.
Kezban Roma’daydı.
Dilini dibine çekme gereğini hiç duymadı. "Hiç leğende yıkanmamış gibi, geniş geniş konuştu" bütün ukalalığı ile yersiz-ileri geri. Taş kalpli oldu, Romalı Kezban. Çakmak taşlarından yangınlar çıkarıp, Nero’dan sonra Roma’yı yaktı gundi Kezban. Eskidi cehaletin, yoksulluğun ve çirkinliğin yüzü, dönüp bir yol gerilere bakıvermedi hazretleri.
Kezban Roma’daydı.
Her sabah uyandığında kraliçe sandı kendisini. Buyurun efendim kırmızı halı bu tarafta matmazel Kezban. Ukalalıkta al mendiller dahilinde halay başını kimseciklere kaptırmadı. Kürkler giyindi, pırlantalar takındı, havyarlar yedi, kuş sütü ile kahvaltılar yaptı. Buzlu-portakal suyu katkılı vodkalar, whiskyler içer ve kendinden her daim geçer oldu, gundi Kezban.
Kezban Roma’daydı.
“Tüü… kakaydı” akrabaları, tezek kokulu ve de çok salaş bir yerdi Köstekli Köyü. Selam dahi verme gereksizliğini bütün benliği ile benimsedi hanımefendileri. Kıytırıktan bir nohut tanesi iken, Köstekli Köyünde kendileri, Roma’da davetlerden davetlere giden kavrulmuş leblebi oldu kraliçeleri. Sürmeli gözleri görmesindi, elinin tersi ile itiverdi ol fakirleri. Aman da ne çok banal ve asaletten yoksun kişiliklerdi köylüleri. Yanında yöresinde sakın ha olmasalardı, çizerlerdi karizmasını, kırmızı halı bu tarafta buyurun majesteleri.
Kezban Roma’daydı.


Amsterdam, 13 Temmuz 2018

8 Temmuz 2018 Pazar

YARIM TÜRKÜ


YARIM TÜRKÜ



Yüreğimiz ağlamaklı mı, ağlamaklı be üstat! Hani “Bozkırın Tezenesi” büyük ozan da çığırır ya; “mezar arasında harman olur mu?” deyi. Olmaz elbette. İşte o mezar yerini kazar gibi, zati alilerinin yoksunu oldukları, bizim yüreğimizde ise tehlikeli ve fazlalık olarak gördükleri, hani insan olmaya dair her şeyi kürek kürek alıp atın diyorlar. Kalmasın sakın ola en ufak zerresi-kırıntısı. İğne ucu kadar da olsa, olmayıversin güzellik mevcudiyetinin en küçük nüvesi. Bir bardaktaki suyu aktarır gibi yüreğini al aşağı edip boşaltmamızı istiyorlar bizden. İnsanlardaki bu cevher, kimilerini neden bu denli korkutup, rahatsız eder ki, diye şaşakalmamak elde değil.
İhaleyi Laz müteahhit aldı ve anında işe koyuldu. İnşaatı hemencecik başlatıyor. Olabildiğince paslı kalın demirlerden sağlı sollu-önlü arkalı bolca atılması isteniyor. Direktifler veriliyor, üstüne de kaymaklı harcı, adamakıllı karılmış bol kepçe betondan dök diyorlar. Tabii önce kürek ve kazmalarla boşaltma işlemi başlıyor. Söküp atıyorlar; yüreklerimizin o nazlı sızısını, kök salan sevdayı, aşkı, sevgiyi, gonca gülleri, tutkuyu, duyguyu, eşit olmayı, yani insan olabilme uğraşısını, umut veren coşkuyu, kuş misali kanat çırpmayı, mehtabı, merhabayı, bulutlarda gezinmeyi, güneşe göz kırpmayı, Tanrıya şarkı söylemeyi, “mehtabım diyerek yüz vurmayı,” karnında kanatları bin bir renkli kelebeklerin uçuşmasını, bir sokak hayvanı için süklüm püklüm ağlamayı, burukluk veren mülteciler dramını, empatiyi, kurt ve kuşla dost olmayı, güzelliği, ipil ipil bir alevle yanan mum ışığını, gülümsemeyi, ağız dolusu gülmeyi, Ahmet Arif  gibi “Uy havar! – Oy sevmişem ben seni, he canım-sen getir üstünü.” diye haykırmayı, kardeşlik ve barış türkülerini.
Lakin onca zorlamaya rağmen, ne kazmaya ne de küreğe tir tir ellerimiz varmasa da, Laz müteahhit tam mesai iş başında. Kazma kürek sesleri birbirine karışıyor. Sen artık sen olma diyorlar anlayacağın. İşte geldik işte usul usul gidiyoruz, hem de bir bilinmezliğe. Seke seke mi geldik bilemem ama hani der ya Can Yücel adlı sakallı deli şair:
“Çatlak yüreğimle türkülü yollara
düştüm ki o kadar olur
seke seke ben geldim
sike sike gidiyorum…” Benim bir günahım yok. Koskoca şair gelişimizi ve gidişimizi böyle betimlemiş. Gördüğünüz üzere salt O’nun sihirli kelimelerinden gayrı lakırdım yoktur benim.
Kelebek ömrü, çileli ömrümüz. Söyleyiver be üstat, nice olur halimiz, ahvalimiz?
“Burda yeşil biber
acı mı, acı.
Acı mı acı
burda türküler.
Bana böylesi gerek,
of, of
böylesi gerek.
Yanıp tutuştum, of, of.
Yanıp tutuştu yürek.”
Kuşun uçmadığı, kervanın geçmediği, ölü sessizliğindeki ıssız gecenin kırkında, en derin karanlığında yüreğimize son demlerde kenetlenen ve dilimize pelesenk yarım kalan bir türkü:
“Kınıfır bed renk olur
Aşka düşen denk olur
İsterem başıya gele
Göresen ne renk olur.”
Söyle be “lal üstat.” Göresem görmesine ve de aslına bakarsanız gördük göreceğimiz kadar da diyebiliriz. Yüzümüzdeki onca kırışıklık ve çizgi iyiden iyiye demini bulmuşken, daha nice renk ola ki? Kaldı mı sence acep olmadığımız renk? Son kez kırk kuruş daha verip; bir daha kırmızı mı olalım yani?
Diğer yandan, ne dersin, sence de göz göre göre yalana mı iter bizi, milyonlarca müridi ile ifade edilen Rumi?
“İllâ birini seveceksen, dışını değil içini seveceksin. Gördüğünü herkes sever ama sen göremediklerini seveceksin. "Sözde" değil "özde" istiyorsan şayet; ten'e değil, can'a değeceksin.
Ve kör gecenin kırkı, havalandırdığım yarım türkü;
”Kınıfır bed renk olurrr....
.........................................."





Amsterdam, 8 Temmuz 2018





CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...