27 Şubat 2018 Salı

SEVGİLİ









SEVGİLİ

Görünen o ki; ölümün adamları yeniden kanın ılgıt ılgıt aktığı bir savaş çıkaracaklar. Hava koyu puslu. Canavarlar sivri dişlerinin arasından salyalarını sala sala cirit atıyorlar.  Kardeşi kardeşe kırdıracaklar yani. Bıyıkları yeni yeni terlemiş gencecik ömürleri, bir sinek gibi ölmeleri için zorla cephelere sürecekler. Sevgili eli tutacak titrek ellerine kan kusan soğuk silahları tutuşturacaklar. İşte düşman orada deyip kardeşlerinin üzerine salacaklar. Buyruklar bıçak misali keskin ve kesin. Hedef gösterecekler. İşte düşman! Sevgili durma, gel.

Şehirlerde, dağlarda ve ovalarda tanklar, tüfekler, mavzerler, şarapneller, mayınlar ve bombalar art arda patlayacak. Yüreklerin kulakları vurdumduymaz olacak. Elma aromalı gazlarla on binlerce insanı bir anda zehirleyecekler. Metalden devasa ölüm kuşları attıkları ağır bombalarla dünyayı yerle bir edecekler. Misket bombalarını canlıların başlarına yağdıracaklar. İnsanlık bir anda elden kayıp gidecek. Çocuklar, yaşlılar, kadınlar, gençler; yani insanlar hiç uğruna ölecekler. Masumların kolları, bacakları, başları kopacak. Yoksulları büyük bir ölüm korkusu alacak. Duyguları, aşkı ve sevgiyi yok edecekler. Hayatlar son bulacak. Daha çok da güzelken, toyken, telli duvaklı gelin çağındayken, gencecikken, dolanı dolanı taze bir sarmaşıkken, dal gibi incecikken. O nedenle, sevgili artık gel.

Hayata incelikler katma yoksunları, kin ve nefret kusuyorlar. Oluk oluk al insan kanı akacak. Evler yıkılacak, insanlık molozların ve beton yığınlarının altında kalacak. Bağlarımız, bahçelerimiz ve bostanlarımız talan edilecek. Kuşların, böceklerin ve her türlü canlının yuvaları başlarına yıkılacak. Çiçekler koparılacak, çimler ezilecek, ormanlar yanacak, bütün canlılar nefessiz, aç ve susuz kalacaklar. İnce belli karıncalar telaşla yerin alabildiğine altına çekilecekler, tavşanların ödleri kopacak, küçük dillerini yutacaklar. Kelebekler olanca albenileri ile kanat çırpamayacaklar. Kirpiler gül yüzlerini saklayıp dikenlerine kapanacaklar. Gel derim sevgili gel.

Geniz yakan barut kokuları saracak dört bir yanı. Yeryüzünün göz kamaştıran alının allığı, morunun morluğu kalmayacak.  Çocuklar yok olacak. Çelik çomak, saklambaç ve seksek oyunları yarım kalacak. Oysa yüreklerine doldurdukları güneşi selamlıyorlardı gök gözlü çocuklar. Bütün kalbimle gel diyorum sevgili gel.

Gelirsen, yeniden allı yeşilli bahar gelecek. Hayat, her şeye rağmen bütün güzellikleri ile kaldığı yerden devam edecek. Bilinen halk türküsü devam edecek. "Gel gidelim bahçeye loy, sen gül topla ben seni." Sevgililer uzun uzun koklaşacaklar. İpek mendiller verilecek bergüzar. Ağlayanlar gülecek. Yeniden maniler yakılacak. Başı ve sonu olmayan kardeşlik halayları çekilecek. Zılgıtlar kulakları sağırlaştıracak. Yar dizi yine yumuşak ve sıcacık kalacak. Sevdalıların gözlerinin içi gülecek. Ölümden beter hicran sona erecek. Rüyalar bölük pörçük kalmayacak. Kâbuslar görülmeyecek. Anneler şefkatle yavrularının başlarını okşayacaklar. Yarpuzlar, domatesler ve fırından yeni çıkan ekmekler mis gibi kokmaya devam edecekler. Nergisler, çiğdemler korkusuz açacaklar. Arılar çiçekler arasında tozları taşıyacaklar. Ne olursun sevgili gel.

Altı yaşındaki Suna işinden dönen babası Salih’i öpücüklerle karşılayacak. Sevinç ve coşkuyla ellerini çırpması yarım kalmayacak. Kucağına atlayacağı babası yaşamaya devam edecek. Küçük Suna’nın açtığı kolları boş kalmayacak. Bizim de göğümüzde güneş ol. Sevgili iş işten geçmeden, geç kalmadan gel.

Kurtlar, kuşlar ve börtü böcek insanlarla aynı dünyayı paylaşılıyor olmaktan kendilerinden hicap edecekler. Anneler dizlerini dövüp biçare yitirdiklerine ağlayacaklar. Zeval bulasıca, zayıf canavarlar kazanacak. Savaş naraları atılacak. Özgürlük ve kardeşlik çıraları yerlere atılıp söndürülecek. Reva görülen, zehir zemberek, cehennemi aratmayan bir hayat. Haramilerin, bezirgânların elinde halk inim inim inleyecek. Cihat çağrıları dinmeyecek. Tiratların ardı arkası kesilmeyecek. Ve tonlarca uzun kuyruklu yalan. gel olmaz mı? Sevgili gel!

Mehteranlar bir sağa bir sola dönüp davullarını dövecekler. Fakirler kardeş savaşının en ön saflarında yer alacaklar. Varsıllar teraslarında şampanya kadehlerini keyifle tokuşturuyor olacaklar. İnsanlık onuru ayaklar altına alınacak. Silah tüccarları kasalarının kapılarını kapatmakta zorlanacaklar. Huşunet kazanacak. Başımızda bitler palazlanacaklar. Semalarımızda bayrakları dalgalanan zulüm diz boyunu aşacak. İnsanlarımız üryan ve malamat. İrademiz dumura uğrayacak. Kemikleri bir bir sayılan fukaraların sırtında kırbaçlar şaklayacak. Ömrübillah sefalet. Halimiz hayli yaman. Gelmemezlik etme ey sevgili, yalvarırım gel.

“İbrahim, Kemah’ın Çit köyünde kasketini afili yıkıp kaşının üstüne, eşeğine yan binecek. Bir günün beyliği beylik deyip, boz kulağı anırta anırta, ayaklarını sallaya sallaya köyünden içeri girecek. Belki ona da Şahmaran’ın da bağı var diyecekler. Evdekiler zaten paçanın kokusunu çoktan almış olmalılar. Yılmaz beklediği şehir ekmeğini iştahla bölüp yiyecek.” İbrahim’in mütevazi hanesinde de kendilerince erinç içinde bir yaşam olacak. Olur ya, ihmale getirip gelmemezlik edersen, gülün cehennemi cennet yeryüzünde yaşanacak. Her şey, bil ki Kemahlı şairin dediği gibi “kirtim kirt” olacak. Yollarına kırmızı halılar serdik. Mis kokulu güller serpiştirdik. Umudumuz suyunu çekmeden, de hadi gel sevgili gel!

Amsterdam, 27 Şubat 2018



25 Şubat 2018 Pazar

AŞK





AŞK
“Dedikodu
Kim söylemiş beni
Süheyla'ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni'yi öptüğümü,
Yüksek kaldırımda, güpegündüz?
Melahat'i almışım da sonra
Alemdar'a gitmişim, öyle mi?
Onu sonra anlatırım, fakat
Kimin bacağını sıkmışım tramvayda?
Güya bir de Galataya dadanmışız;
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu;
Geç bunları, anam babam, geç;
Geç bunları bir kalem;
Bilirim ben yaptığımı.
Ya o, Mualla'yı sandala atıp,
Ruhumda hicranın'ı söyletme hikâyesi? 
Orhan Veli”
Bu fani dünyada Süheyla’ya vurulduğu söylenecek en son insan benim. Yok öyle, benim Süheylalara durduğum yerde vurulmuşluğum. Vurulmuşsam da ben “Kum Kent Öyküleri’nin” kahramanlarından bir tek Kör Zewe’nin vurgunuyum. Bana her biri “tuh tuh kırk bir buçuk kere maşallah” oğullar-kızlar doğuran namı diyar Kör Zewe’ yedir, benim gem almaz-dizginsiz vurgunluğum. Aman Tanrım kimleri doğurmadı ki bana, güzeller güzeli Kör Zewe. Kocaman kabak kafalı (Qaf Kündır) Aydınlar, gerçekten de güzelliği, aklı ve zekâsı ile kırk bir buçuk kere maşallah diyeceğim Muazzez hanımlar, Kel Mıstolar, Sağır Mineler ve kara-kuru ama Sexy Bilolar doğuran bir kadındır, "dili mercan, dizi mercan, dişi mercan" benim vurgunu olduğum dillere destan Kör Zewe. Ben onun vurgunu olmayayım da, şaşırıp kimlerin olayım dersiniz? Bana ne Süheylalardan. Tanımam etmem. İsteyen buyursun vurulsun. Ama ben almayayım. Onun için derim ki; geçin bunları, anam babam geçin bir kalemde.
Hele Eleni’yi öptüğümü zaten kimseler asla söyleyemez. Olur ya, dedikodusu da yapılsa kimsecikler inanmaz. Ne diye öper benim gibi dini bütün bir adam, elin Rumunu. Yok, anam babam yok olmaz öyle bir şeycikler. Geçin bunları bir kalemde. Gerçi Rum kızlarının pek bi güzel olduğu söylense de, yok vallahi de billahi de öpmedim gençliğimde, öpemedim yaşlılığımda. Ne Yüksek kaldırımlarda, ne de alçak kaldırımlarda. Ne gece ne de güpegündüz yoktur kimseleri öpmüşlüğüm. Bizim için kendi yârimizin, yani Kör Zewe’min al yanağı kutsaldır. Bunu bilir bunu söylerim. Başkaca da ne diyebilirim ki, o benim tek aşkım. O nedenle tek kalemde geçmek lazım bütün bu ayyuka çıkan dedikoduları.
Melahat’ı falanda alıp bir yerlere gitmişliğim olmadığına, bunca anlatımımdan sonra; sanırım sizler de elinizi vicdanınıza usulca götürüp kanaat getirmişsinizdir. Allah kuru iftiradan saklasın. Olsa olsa sadece Kör Zewe’ yi alıp Pur Yaylası’na veya en fazla yanı başımızdaki Kaman ilçesine götürmüşümdür. Zaten resmimize dikkatle bakanlar, böyle bir şeyin olmayacağını çoktan anlamışlardır. Çıkan dedikoduları duymazdan gelin, ne olur. Biraz olsun hatırım varsa, bütün bu çalkantıları kulak ardı edin lütfen. Sonradan anlatmama gerek kalmadan, şimdi peşinen anlatayım. Yok, anam babam yok böyle bir şey. Eloğlunun ağzı un çuvalı değil ki, büzüp bağlayayım, bundan gayrı olur olmaz lakırdıları sarf etmesin diye.
Galata’ya falan dadanmışlığım da olmamıştır. Galata’nın nerede olduğunu dahi bilmem. Sonra kafa çekmelerim falan hiç olmamıştır. Bu da külliyen yalan. Allah’ın hiçbir kulu çıkıp da kafayı çektiğim gibi bir iftirayı veya yakıştırmayı bana yapamaz. Beni bilen bilir. Ben de ne yaptığımı ve kim olduğumu çok iyi bilirim. Demem o ki; geçin derim bütün bunları, geçin hem de bir kalemde. Çünkü ben kime aşık olduğumu biliyorum. Tanrı şahidimdir o da biliyor. 
Hele tramvayda birilerinin bacağını mı sıkıştırmak. Töbe haşa. Ne gençliğimde, ne de yaşlılığımda böyle bir şey zinhar olmamıştır. Bizim Ankara’da tramvay bile yoktu. Hoş şimdilerde de yok ama olsa da ne diye elin kadının bacağını sıkıştırayım. Acır elbette. Yazıktır, günahtır. Hem de tramvayda. Bir kez daha külliyen yalan diyorum. Bakın bir kez daha bakın resmimize, benim Kör Zewe’me olan aşkımı benim ona sarılmamda göreceksiniz. Nasıl da gülü gülüveriyor Kör Zewe’min yeşil, yosun, mavi, kestane, ela, siyah gözlerinin içi. Nasıl desem aşk böyle bir şey işte. Aşk olunca insanın gözü gönlü yalnızca vurulduğunu görür oluyor. Ondan gayrısına gözü de ferman dinleme özelliği olmayan gönlü de körleşiyor. Siz siz olun mademki davet edilmediğiniz halde, gelmek durumunda kaldığınız bu fani dünyada, son nefesinize kadar aşkı tadın ve bütün hücrelerinize kadar yaşayın. Duygu yüklü kalbinize kovalar dolusu aşk doldurun. Bütün benliğinizle sevin sevilin. Aşkı yaşamak isteyenlere de elinizden geldiğince yardımcı olun. Yollarını açın. Var olan kar veya benzeri engelleri bir çırpıda küreyin, gitsin. Sevapların en büyüğüne girersiniz.
Yemin billah Mualla’yı falan sandala atmışlığım da yoktur. Evet, bir sandala atmışlığım vardı günün birinde. Bir defasında Ankara Gençlik Parkı’nda, kem gözlerden ırak, vurgunu olduğum Kör Zewe’ yi sandala atıp, bir sefa sürmüşlüğüm elbette olmuştu. Önce bir semaver dolusu nar kırmızısı çayımızı içtik. Çekirdek çitledik. Ve sonrasında da, bizim de bir sandal sefamız olmuştu. Yıllar- yıllar önceydi. O gün söylediğim şarkıyı bugünmüş gibi hatırlıyorum. Sanat güneşimiz Zeki Müren’den öğrenmiştim. “Gözlerin bir içim su” adlı bir şarkıydı. “Aman güzelim, canım güzelim. Ben sana yanmışım. Yeşil gözlerine, şirin sözlerine hep aldanmışım.” Kör Zewe’min o çekik gözleri her ne kadar yeşil olmasa da, insan aşığı olduğu, derinine durduğu gözleri; yeşil, mavi, siyah, ela kestane ve nasıl görmek isterse öyle görür oluyor. Bence siz bu sandal hikâyesi ile karıştırmış olmalısınız. “İnsan beşer, kuldur şaşar.” derler. Sanırım siz bu konuda da yanıldınız. Üzgünüm. “Ruhumda hicranı” şarkısını ne ben, ne de biricik yârim Kör Zewe bilir. 
Geçin bütün bunları. Size diyeceğim açın gözlerinizi de bizim aşkımızı görün. Bastırmasanız, gurur meselesi yapmasanız, belki sizin içinizdeki dürtüler de ayağa kalkar. Sevin, sevilin. Sevgi fukarası olmayın. Sevdiklerinize sevginizle dokunun!
Amsterdam, 24 Şubat 2018

17 Şubat 2018 Cumartesi

ŞEKER






ŞEKER

         Kömür karası suların yıllar yılı indiği yorgun-emektar ayaklarını dinlendirmek üzere rastgele uzattı. Sonrasında ayakları üst üste gelecek şekilde, yemek yiyeceği masanın altındaki boşluğa dizlerini özenle yerleştirdi. Uzun ve boğumlu parmaklarını birbirine geçirip, tek bulutun olmadığı gök mavisi gözlerini tatlı bir edayla kırpıştırıp etrafına bakındı. Bir başına ve memleketinde çokça esen kuzey rüzgârları gibi alabildiğine yorgundu. Ütülü siyah kumaş bir pantolonun sarmaladığı uzun bacaklarını biraz daha ileri doğru uzatsa, ayakları masanın dışına taşacaktı. Dizlerine doğru apansız harekete geçen kan ile birlikte, ürperti halinde bütün bedeninde huzur veren bir rahatlama hissetti. Gülümsedi.
         Her halinden gerçek bir beyefendi olduğu belli olan adam, adının Fred olduğunu söyledi. Bir hayli ilerlemiş olan yaşı rakamlara döküldüğü zaman, hatırı sayılır bir büyüklükteydi. Bugüne değin zamana art arda bir hayli çentik attığından, düz saçları kar beyazıydı. Çehresi biçimli ve güzel olduğu gibi, aynı zamanda insanın içine huzur veriyordu. Tam bir şekerdi.
         Yavaş adımlarla restorandan içeri tatlı bir gülümseme ile süzüle gelmişti. Beyninin buhuru hala gençliğindeki gibi sönmek nedir bilmeden ak saçlarının arasından tütmeye devam ediyordu. Bulduğu en yakın boş masaya el yordamı ile yerleşmesinin ardından, gözlerini hafifçe belertip kendisine yardımcı olacak garsonu arandı. İçerisi kalabalık, fonda caz müziği ve yoğun uğultu halinde hararetle konuşan şen şakrak yemek yiyen, kadeh kaldıran, kahkahalar atan, hoş sohbet insanların sesleri birbirine karışıyordu. İnsan olabilmek müthiş güzeldi.
         Çok geçmeden derin gamzeli, yirmili yaşlardaki genç garson kızla göz göze gelmiş ve şu an oturduğu iki kişilik masaya yönlendirilmiş, hal hatır sorulmuştu. Belli ki mekânın saygın ve devamlı gelen “şeker” müşterilerindendi. Şekerdi o.
         Ceketinin cebinden yuvarlak camlı gözlüklerini çıkarıp taktı. Masanın kenarına usulca iliştirilen menüyü dikkatle gözden geçirdi. Çok geçmeden; garson kızla karşılıklı, sırayla bakışmalar halinde siparişini verdi. Hafiften titreyen elleri ile kremalı, tabakta minik turuncu bir gölet görünümündeki kabak çorbasını içmeye başladı. İki kaşık aldıktan sonra masada küçük cam vazodaki kırmızı laleleri incitmeden okşadı. Laleler onu çok eskilere zoraki götürdü. Laleler güzeldi.
         Kız kardeşi Betty ile hayatta kalmalarını aslında bu lale soğanlarına borçluydular. İnişli çıkışlı kıvrımlı yer kabuğunda birbirinden güzel sayısız çiçek hayat bulmasına rağmen, lalelerin onun hayatındaki önemi bir başkaydı. Bütün çiçekler güzeldi.
         Çorbasını içmesinin hemen ardından gamzeli garson, göz hapsinde tuttuğu Fred Beyin masasından boş çorba tabağını aldı. Fred Bey bir baş eğimle teşekkür etti. Daha sonra garson kızı yanına çağırdı.
         “Çok güzeldi. Bayıldım çorbaya. Aşçıya komplimanlarımı iletir misin, lütfen? Teşekkür ederim.”
         “Biz teşekkür ederiz efendim.” Çorba çok enfesti.
         Dönüp içindeki yola baktığında her defasında bu denli ince uzun olmasına şaşmadan edemiyordu. Babası Hugo İkinci Dünya Savaşında Hitler’e karşı yeraltı örgütünün bir neferi olarak direnişin en ön saflarında yer alan bir kahramandı. Uzun yıllar kavga arkadaşları ile verdiği mücadelenin ardından, hain bir pusuda hayatını kaybetti. Onu ve kız kardeşi Betty’i annesi bin bir zorluk ve tehlike içinde büyüttü. Kış aylarında yorganların altında yaprak gibi titreyip birbirlerine sarılmakla geçirdiler. Giyecekleri paramparçaydı. Savaş dolayısı ile her şeyde olduğu gibi yiyecek sıkıntısı da çok büyüktü. Savaşın getirdiği kıtlık diz boyuydu.  Çocuklar ve yaşlı hastalar açlıktan kırılıyorlardı. Fred Bey o zamanlar dokuz, kız kardeşi Betty ise altı yaşındaydı. Annesi Hanna bulduğu lale soğanlarını getirip çocuklarına yediriyor, böylelikle onların açlıktan kırılmalarının önüne geçiyordu. Lale soğanlarının tadı önceleri garip gelse de, açlık her şeyin yenilebilir kılıyordu. Doyasıya doymak harikaydı.
         Çok beğendiği kabak çorbasının ardından sipariş verdiği, küçük bir salatanın da yer aldığı, orta derecede pişmiş bifteği de masasındaydı. Normal bir insanın en fazla on lokmada yiyeceği bifteği en az elli parçacığa bölüp ağzına götürdü. Lokmasını her defasında uzun uzun çiğnedi. Belki de; kuşun uçmadığı, kervanın geçmediği, inlerin ve de cinlerin top oynadığı da diyebileceğimiz bir dağ başında da olsa, Fred Bey yemeğini aynı kibarlıkla yiyecekti. Medeni olmanın getirisi buydu, zaman ve mekânın ehemmiyeti hiç olmuyordu. Medeniyet canavar değildi.
         Büyük ve onurlu bir direnişçi olan babası ile her daim gurur duydu. Babasını çok net olmasa da az çok hatırlıyor, o siyah beyaz film kareleri gibi gözlerinin önünden bir silüet olarak gidip geliyordu. Savaş yıllarında gizlice eve gelişleri, kendisini, kız kardeşini ve annesini sıkıca kucaklayışı gözlerinin önünden gitmiyordu. Babası ölmüştü ve onu ne yapsa bir daha getiremezdi. Arkadaşları gibi sakalları çıktığı zaman babasının tıraş sabununu yüzüne sürüp sakallarını kesmedi. Kız arkadaşını evlerine götürüp; "Baba bak bu benim kız arkadaşım." diyemedi. Bunu sadece annesine diyebildi, ama yarım kalan bu duygunun burukluğunu uzun yıllar üzerinden atamadı. Ondan çapkınlık dersleri de alamadı. Baba konusunda bir tarafı hep yarım kalakaldı. Ayrıldıkları zaman nasıl da sıkı sıkıya birbirlerine sarılıyorlardı. Fred babasının gidişinin ardından ağlıyor, günlerce küsüyordu. Annesi de onu duyduğu korku ile susturmak için akla karayı seçiyordu. Babalar ve anneler, varlıkları ile harikulade varlıklardı.
         Fred Bey elindeki kırmızı şarabının son yudumunu, boncuk gözlerini hafifçe kıstıktan sonra alıp, kadehini kenara koymuştu ki, garson kız güzel gülümsemesi ile bir yenisini daha sundu. Bu kadehin restoran sahibinden olduğunu söyledi. Duyduğu mahcubiyetinden yanakları al al oldu. Bir anda nutku tutulur gibi oldu. Ne söyleyeceğini kestiremedi. Barın arkasındaki sarışın genç bir adama uzaktan teşekkür mahiyetinde elini salladı. Ardından da kadehini sarışın adama doğru kaldırdı. Dostluklar güzeldi.
         Eşi iki yıl önce, birlikte el ele girdikleri bütün dünyaya açılan kapının ardında, onu bir kalp krizi sonucu yapayalnız bıraktı. Kalbi paralandı. Kirpikleri yere düştü. Acısı katlanılacak türden değildi. Bugüne değin onsuz ardında kalan iki yılda saniyeler geçmek nedir bilmedi. Bir başına olmak çok ağırdı. Eşi Heleen’in hayali gözlerinin önünden gitmek nedir bilmiyordu. Gurur vesilesi babası Hugo’nun adını verdikleri torununu nasıl da bağrına bastırıyor, ilgileniyor ve arkadaş olup oyunlar oynuyor, minik yumuş ellerini defalarca öpüyordu. Fred Bey onun bu halini hayranlıkla izliyordu. Heleen onun için tabiatın kendisine sunduğu paha biçilmez bir armağandı. Hayata müteşekkirdi. Heleen'i hayatı boyunca el üstünde tutmaya çalıştı. Bir dediğini iki etmedi. Yaşanabilecek en güzel sevgiyi yaşadı ve yaşattı. Aman Tanrım dünyasını nasıl da dolduruyor ve hayatına bin bir çeşitlilikle renk katıyordu. Oysa şimdilerde bıraktığı boşluk katlanılır türden değildi. Yapabildiği tek şey anılara tutunarak yaşamaktı. Evinin her köşesinde Heleen'den bir iz veya hatıra vardı. Elinin değmediği en küçük bir yer yoktu. Duyulan sevgi bitmese, ışıklar sönmeseydi. Hayatı o varken aydınlık ve renkliydi.
         Vestiyerden uzun siyah paltosunu aldı, kırmızı yün atkısını özenle boynuna doladı. Büyük bir bahşişi hak eden garson kız gamzelerini daha da derinleştirip büyük bir gülümseme ile Fred Beyi uğurladı. Velhasıl o; insanlık düşmanlarına karşı savaşmış büyük bir direnişçinin dingin, güzel, dalgın ama imrenilecek oğluydu. O şeker bir ihtiyardı.



Amsterdam, 17 Şubat 2018




CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...