29 Temmuz 2015 Çarşamba

YAZ

         Vondelpark




YAZ

“………………………………………………
Isınsa, iyice ısınsa ortalık ama,
Hele geceler.
Bıktım usandım üşümekten.
Rüyalarımda Afrika'ya gidiyorum.
Cezayir'deydim bir sefer.
Sıcaktı.
Alnımı bir kurşun deldi,
bütün kanım aktı,
ama ölmedim.
……………………………………………….
                   N. Hikmet

Gözlerimiz yollarda kaldı. Gelmek nedir bilmedi yaz. Isınsa havalar, şu yaşlanmaya yüz tutan kırılgan kemiklerimiz de ısınsa, ama küskün yaz bu yıl gelecek gibi değil. Nazın bini bir para. Dünyanın paslı çivisi hepten çıktı yerinden. Amsterdam’da güneş “mah cemalini” hafiften de olsa göstermeye görsün, buraların insanının çehresinde; anında, tarifi zor, gökyüzüne doğru büyükçe bal tatlısı bir eğri. Boncuk gözler cıvıl cıvıl. Cafè terasları alabildiğine dolu. Gençler yüzlerini güneşe dönüp, mavi, yeşil, ela ve kestane gözlerini kırpıştırıp, altın saçlı kızlar etrafındakilere aldırmaksızın biçimli bacaklarını yakmak amacı ile eteklerini biraz daha yukarılara çekiştiriyorlar.
Memleketime de yaz geldi, deniyor. Hem de kavuran cinsinden. Lakin insanların teraslarda oturup, köpüklü biralar içeceği, genç kızların eteklerini biraz daha yukarı doğru kaldıracağı türden bir yaz değil bu elbette. Kış ve zifiri karanlığın kol kola girip, yeniden sökün ettiği bir yaz.

Her gün yürek yakan ölüm haberleri geliyor memleketimden! Yine karın ağrısı; "Vatan, Millet, Sakarya" ve gırla mugalata!

Güneş, yüzünü bugün tesadüfen gösterince, bendeniz de soluğu dışarıda aldım. Çok sıcak değil, ılık, ürpertmeyen bir hava. Geldiğim park, “ana baba günü” gibi cıvıl cıvıl. Her renk, ırk ve ülkeden çocuklar koşturuyor, bağıra çağıra oynuyorlar. Amsterdam’da kocaman bir gölü şefkatli kolları ile oğul-kız gibi kucaklayıp boynundan öpen, kocaman anne bir park burası. Adını ünlü şair ve tiyatro yazarı Joost van den Vondel’dan alan Vondelpark. Sokaklara, köprülere, yollara ve binalara, kendilerinin ve dünyadaki şairlerin, yazarların, müzisyenlerin, sanatçıların ve  bilim adamlarının isimleri veriliyor, bu parkta olduğu gibi. Böylelikle dünya insanlığına büyük hizmetlerde bulunanlar ölümsüzleştirilip, bir nebze de olsa vefa borçları ödeniyor.

Sus pus edilen insanlar oldu yine ve şimdilerde zebaniler tarafından acımasızca konuşturulan; çirkin silahlar, tanklar, tüfekler, bombalar, savaş uçaklarıdır bir kez daha!

Yıllardır istemim dışında uzağında olduğum memleketimdeki gibi, isimleri duyulduğunda insanların beyinlerinde travmalara yol açan, katillerin, katliamcıların, canilerin, diktatörlerin ve işkencecilerin isimleri verilmiyor bu güzelim yaşam alanlarına. İnsanlıktan nasibini iğne ucu kadar alamayan zalimlerin isimleri verilerek, nihayetinde yok olup, gittikten sonra da yaşatılıp, ödüllendirilip, yeni rütbeler takılmaya layık görülmüyor,  bu kanlı ellere sahip kişilikler.

Ve memleketimin dört bir yanına kapakları sıkı sıkıya çivilenmiş tabutlarda gencecik fakir-fukara çocuklarının parçalanmış cesetleri, mektup misali yollanmaya başladı yine!

Vondelpark, Amsterdam şehrinin göbeğinde, şehrin akciğeri görevini gören, şipşirin bir rekreasyon alanı. Ah… Ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim ama sözünü ettiğimiz o havalar ısınmaya görsün, binlerce insan bisikletlerine, beyaz yeleli kır atlara atladığı gibi, sevgililer, yaşlılar, engelliler, çoluk çocuk ve o an zamanı imkan veren herkes buraya doluşuyor, oturuyor kalkıyor, dolaşıyor, spor yapıyor, cafèlerde oturup, kahve, çay, lal şaraplarını ve köpüklü biralarını yudumluyorlar. 1864 da hizmete giren park, 1996 yılından bu yana da, aynı zamanda bir sit alanı.
Göl hafif dalgalı. Kuğular ve yüzlerce ördek yüzüyorlar. Göle dalan yeşil başlı ördeklerde bir telaş sezilse de, kuğular gayet relaks, acelesiz ve güvenle su yüzeyinde aheste aheste süzülüyorlar.

Büyük çoğunluğu kırsal kesimden olan, gün yüzü görmeyen gençlerin anneleri yine bir hiç uğruna kırdırılan evlatlarına yürek dağlayan ağıtlar yakıp, feryatlarla ağlıyorlar yine! Madalyalar ile ödüllendirilmeye başlandı yoksullar sil baştan!

Karşıdan gelen kar beyazı kuğu süzüledururken, yarım metre ilerisindeki kuğuya kur yapıyor. Upuzun kıvrık boynunun bitimindeki biçimli gagalı kafasını sallıyor, dikkatini cezp etmeye çalışıyor ve olmadı biraz daha hızlanıp, gagası ile arkadaşını sırtından dürtüyor. Suda bir dalgalanma oldu. Gölün kenarındaki yedi yaşlarındaki çikolata renkli, kıvırcık saçlı kızın attığı ekmek parçası gelip, kur yapan kuğunun önüne düştü. Kuğu ekmeği kaptığı gibi, bir iki kulaç atarak arkadaşının yanına ulaştı. Ekmeği paylaşan iki sevgili uzun bükük boyunları ile büyükçe muhteşem bir kalp oluşturdular.

Daha çok genç can versin diye yapılan bombalara, duvarları dahi delen yüzlerce bilyeyi yapılan düzeneklere koymaya başladılar tekrar! Silah tüccarları daha çok kazanır oldu, rant çevreleri paralarını saklamak için yen zulalar arar oldular!

Kuğular kursaklarında, verdiği ekmeğin yenmesi ile mutlu olan, annesine mutluluk ile koşan kıvırcık saçlı çikolata kız için yaptıkları gösteriyi sonlandırıp, ayrıldılar. Aceleleri yoktu. Uzaklardan görünmez iplerle su yüzeyinde çekiliyorlarmış gibi süzülmeye devam ettiler. Güneş her renge boyadığı dalgalı saçlarını Vondelpark’ın sularında yıkadı.

Din adına Huri ve Nuriler verme kampanyaları başlatan, pis sakallı, kara giyimli, kara beyinli iğrenç yaratıklar dolaşır oldu, insanlarımız arasında!

Ilıdı, biraz da olsa ısındı havalar. Huzur ve güven içinde insanlar. Görünümleri ve giyimleri güzel insanlar dolaşıyor Vondelpark’ta. Sorunlar yok değil elbette. Bir cennet de değil, lakin sorunların giderilmesi adına en küçük detaylar da düşünülmemiş değil. Isınmak gayesi ile Cezayir’e gitmeye gerek yok. Cezayir’in sıcağı da, dünyadaki islam adı altında hüküm süren, diğer ülkelerde olduğu gibi sıcak değil ve rüyalarda dahi pamuk bulutçuklara binip, bu Afrika ülkesine gitmeye değmez artık.

Ve memleketimde alınları delen kurşunlar, fakir-fukaraların bütün kanını akıtıp, öldürüyor yine. Savaş uçakları kan kusmaya başladı yeniden. En "güzel şiir olan barış" okunmaz oldu hepten!

Isınsa, memleketimin insanlarının yürekleri iyice ısınsa. “Gayrık yeter.” Yaz gelsin, günlük güneşlik olsun artık.
Vondelpark’a alaca bir karanlık inmeye başladı. Kuğular, ördekler, eteklerini yukarılara çekiştiren sarı saçlı kızlar, eteklerini eski konumlarına getirip, evlerinin yolunu tutmaya başladılar. Göl ve park, ana oğul-kız baş başa kaldı. Gölün yüzeyine konan yağmur damlaları, var olan dalgalara küçük dairecikler ekledi.

Amsterdam, 26 Temmuz 2015





    

24 Temmuz 2015 Cuma

BOYNU BÜKÜK OYUNCAKLAR



BOYNU BÜKÜK OYUNCAKLAR

Hançerlenen gül fidanları,
Ve derin ağrılı yürekler.
Tam da tabiri caiz,
“Kavun acısı” 
Bir hissiyat insanda.
Derler ya hani,
Saklayan,
Ele vermeyen,
Başı dumanlı,
Göğsü çimenli,
O yüce dağların yüksekliğinde;
Kalplerinin atması,
Salt insan olabilmek isteyenlerin duyduğu,
O insanı yıkan-buruk matem.
Ve sonrasında ikircikli dolanan;
Duygu yükü her biri,
Nazım,
Arif,
Lorca,
Aragon şiirleri arasında,
Kırpışan buğulu gözler.
Hançerlenen gül fidanları,
Ve derin ağrılı yürekler.
Kadehte lal şaraba,
Uzanamayan titrek eller.
Hançerlenen gül fidanları,
Ve derin ağrılı yürekler.
Yarin al yanağını okşamaktan vazgeçen,
Sıkıntılı-terli ayalar.
Hançerlenen gül fidanları,
Ve derin ağrılı yürekler.

Amsterdam, 24 Temmuz 2015
   

16 Temmuz 2015 Perşembe

KIRKLAR DAĞININ SUZİ’Sİ


KIRKLAR DAĞININ SUZİ’Sİ
Tanrı; insanlığın kendi kontrolünün dışına çıktığını ve her ne zaman gidişatın hiç te iyiye gitmediği sezgisine kapıldığında, kullarını doğru yola getirmek için, bir talimatname misali kuralların tek tek yazılı olduğu, art arda gönderdiği kutsal kitaplarında, Cennetin yeri olarak Dicle ve Fırat nehirlerinin arasında yer alan Mezopotamya’yı belirledi. Dünyanın en verimli topraklarının yer aldığı bu iki nehrin arasındaki bölge, gelmiş geçmiş en büyük ve belki de en fazla sayıda uygarlığa kucak açarak ev sahipliği yapmıştır. Her iki ırmak da yıllar yılı, yorulmaksızın gürül gürül coşku ile akarlar. Dicle nehri yöre halkından o kadar çok can almıştır ki, o nedenle bölge insanı bu azgın suya “Allah’a giden yol” adını vermiştir. Yeryüzünün en nadide bölgelerinden biri olan medeniyetler beşiği Mezopotamya’da beş bin yıl birlikte yaşayan halklardan biri Kürtler ve bir diğeri de Akad, Asur, Babil ve Aram uygarlıklarının mirasçıları olan Süryanilerdir.
Bu iki kadim halk Mezopotamya’da binlerce yıl barış ve huzur içinde birlikte yaşadılar. Her defasında “Tanrı ne verdiyse” deyip. birbirlerinin mütevazi sofralarına bağdaş kurup, oturdular. Sevecenlikle sunulan köpüklü acı kahvelerini içtiler, matem günlerinde ellerini omuzlarına koydular, acılarını paylaştılar, teselli oldular, mutluluklarına ortaklık ettiler, kirvelik yaptılar, düğünlerinde al mendiller sallayarak halaylarının başını çektiler ve bayramlarında, karşılıklı kardeşlik duyguları ila sımsıkı kucaklaştılar.
Süryaniler ve Kürtler hayatın her alanında, birbirlerinin yaşamlarında yer aldıkları gibi, her iki halkın gençleri arasında da dillere destan büyük aşklar yaşandı. Bu aşkların en acı ve yürek yakanlardan biri de, Kürt delikanlısı Adil ile Süryani kızı Suzan arasındaki destanlaşan aşktır. Bu aşk türkülerle günümüze kadar söylenerek yaşatıldı.
Diyarbakır’ın önemli zenginlerinden olan Süryani Kuryakos Bey ve Bayan Miryam çiftinin mutlu evliliklerinin üzerinden yıllar geçmesine rağmen çocukları olmaz. Bir evlat sahibi olmayı her şeyden daha çok istedikleri için gitmedikleri kapı, doktor, başvurmadıkları dergah ve gidip mum yakıp, yalvar yakar dualar etmedikleri kilise kalmadı. Sorunlarına ne çarmıhtaki zavallı görünümlü İsa veya kucağındaki bebeği ile ihtişamlı kiliselerdeki Meryem Ana heykelleri yardımcı oldu. Bütün kalpleri ile Tanrıya yalvarmaları, duaları ve çabaları olumlu bir sonuç vermedi. Diyarbakır’da bu çok varlıklı çiftin, bu önüne geçilemeyen arzuları dört bir yanda herkesin malumu oldu. Onların bu mutsuzluklarına gönlü rıza göstermeyen, çok iyi insanlar olduğu, herkese yardım elini uzattığını bildiği Süryani aileye, Hançepek Mahallesinde küçük bir gecekonduda oturan, Reşo bir çare olabilmek amacı ile yola düştü. Yorgun argın Kuryakos Bey ve Bayan Miryam’ın kapısını tıklattı. Evin hizmetkarı kadın avurtları çökük, cılız görünümlü Reşo’yu alıp, ev sahiplerine götürdü. Reşo bekleme esnasında kendisine sunulan, yudumladığı şerbeti bir yana bırakıp, çiftin kendisine doğru geldiğini görünce saygısını sergileyen bir tavırla ayağa kalktı. Çift bu yoksul adamın ne için gelip, kendilerini görmek istediğini çok merak ettiler. Karı koca, Reşo ile kibarca
tokalaşırken Kuryakos Bey hafiften başını eğipsağ elini göğsünün sol yanına götürüp bastırdı.
“Hoş geldiniz, nasılsınız, hayır ola, umarım önemli bir sıkıntınız yoktur? Sizin için ne yapabilirim?” diye sordu.
“Yok beyim, canınızın sağlığı, herhangi bir sıkıntım yok. Ama ben sizin var olan sıkıntınızın giderilmesi için, haddim olmayarak bir tavsiyede bulunmaya geldim. Zira duyduğuma göre çok iyi insanlarsınız. Sizler de elbette mutlu olmalısınız. Sizin de yüzünüz olabildiğince gülmeli. Ben derim ki, son çare olarak, bir de Kırklar Dağının ardındaki ziyarete gidip, orada adak adayın ve bütün kalbinizle bir de orada dualar ediniz. Allah yardımcınız olsun, belki dualarınız kabul olur ve sizin de yüzünüzdeki solgunluk, yerini büyük gülümsemelere  bırakır. Sizler dediğim gibi iyi insanlarsınız ve bu mutluluğu hak ediyorsunuz.” Kuryakos Bey ve Bayan Miryam’ın yüzlerine tatlı bir gülümseme, narin rengarenk kanatlı bir kelebek misali gelip, kondu. Bu yoksul insanin iyi niyeti ve insani güzelliği kendilerini hayli mutlu etti.
Kuryakos Bey elini şefkatle Reşo’nun omuzuna koydu ve müteşekkirliğini ince bıyıklarının altında muhafaza ettiği gülümsemesini daha da belirginleştirerek, misafirine yansıttı.
“Size ne kadar teşekkür etsek azdır. Yüreğimize serin sular serptiniz. Kendi kendinize bizim sıkıntılarımızı kendi sorunlarınızmış gibi oturup, bunun üzerinde düşünmeniz ve çözümler aramanız, insani büyüklüğünüz karşısında doğrusu diyecek tek söz bulamıyorum. Kırklar Dağının ardındaki ziyarete yarın güneş doğar doğmaz mutlaka gidip, adakta bulunacağız. Size de duacı olacağız. Bu arada bir şeyler yemek ister misiniz? Her hangi bir ihtiyacınız var mı?” Reşo hiç bir ihtiyacının olmadığını söyleyip, ısrar etse de çocuklarına ve karısına hediyeler yaptılar, büyük bir zorlama ile ceketinin cebine harçlık koydular.
O gece Kuryakos ve Miryam için gün ışımak nedir bilmedi. Yüreklerine gelip sımsıkı hapsettikleri umutla yataklarında dönüp, durdular. Şafakla birlikte uyanıp, hazırlıklarını tamamlayıp, yola koyuldular. Kurbanlarını adarlarken, baklava, börek, bumbar, kavurma, kebap, şerbet ve her türlü sunumu orada bulunan yoksullara yapıp, hep birlikte Tanrıya sığınıp, uzun uzun dualar ettiler.
Çok geçmeden Madam Miryam hamile kaldı. Üç gün üç gece süren büyük şenliklerle bu güzel haber kutlandı, fakirlere hediyeler dağıtıldı. Sonunda istekleri Tanrı tarafından kabul görmüştü. O’na minnettarlık duygular ile günlerce dua ettiler. Doğum günü gelip çattığında madam Miryam heyecandan ölecek gibi oldu. Ve o gün Tanrının kendilerine bahş ettikleri muhteşem varlığı kucağına alıp, koklayacaktı.
Uzun süren zorlu bir doğumun ardından, Madam Miryam’ın kulaklarında cıyak cıyak bir ağlama sesi duyuldu. Kar beyazı büyük bir havluya sardıkları bebeği itina ile kucağına aldı. Göz yaşlarına boğuldu. Akan damlalardan biri gelip, nur topu gibi olan kızının anlına damladı. Kuryakos Bey uzun uzun kızına baktı, karısının elini sıkarken, büyük bir gururla kafasını yukarı kaldırarak, bir kez daha Tanrıya şükranlarını iletti.
Güzeller güzeli kızlarına Suzan adını koydular. Zaman su gibi akıp gitti. Suzan’ın her doğum gününde Kırklar Dağının ardındaki ziyarete gittiler ve adaklar adayıp, ziyafetler verdiler. Suzan’ın ailesi bunu bir gelenek haline getirdi. Bir periyi dahi kiskandiracak olan kızları inanılmaz bir güzellikteydi ve Diyarbakır’lı bütün gençlerin yüreklerinin sızısı haline geldi.
Bir Kürt genci olan Adil de Suzan’a gönlünü kaptıranlardandı. Gözü her nerede Suzan’a ilişse ayağının altından toprak kayıyor gibi bir hisse kapılıp, yüreği göğüs kafesine sığmıyor, gümbür gümbür çarpıp, olduğu yerden fırlamak istiyordu. Kara yağız, bıyıkları yeni terleyen, çiçeği burnundaki filinta gibi delikanlı, gönlüne söz geçiremiyordu. Suzan da aynı şekilde Adil’e uslanmaz gönlünü kaptırdı. Bir anlık da olsa O’nunla bir araya gelip, gözlerinin içine bakmak ve ellerini Adil’in elleri ile buluşturmak için yapmayacağı şey yoktu. Gün gelip te Suzan on sekiz yaşına geldiği zaman bütün hazırlıklar yapılıp, adaklar adamak için Kırklar Dağının ardındaki ziyarete gidecekleri gün, Madam Miryam hastalanıp, ateşler içinde yataklara düştü. Ne yaptıysa yatağında doğrulamadı. O nedenle kızını evin hizmetçileri ile birlikte ziyarete gönderdi. Bunu haber alan Adil de soluğu ziyarette aldı. Haber salıp, kuytuluk bir yerde buluştular. Elleri birbirine kenetlendi, canlar buluştu, kor gibi yanan dudakları kaynaştılar, Suzan’in uzun saman sarısı dalgalı saçları Adil’in yüzünde dolaşıp, boynuna dolandı. Aşıklar yüzlerce yıldır kavuşamamışlar gibi birbirlerine sıkı sıkıya sarıldılar. Nefesleri birbirine karıştı. Öyle bir an geldi ki, bulundukları yeri ve her şeyi unutup, sevdalarının coşkulu büyüsüne kendilerini kaptırmaktan alıkoyamadılar. Sere serpe uzandığı ince kumların üzerinde, geriye Suzan’ın oldukça biçimli kalçalarının ve ince belli sırtının izi derince kaldı.
Aşıklar başlarını döndüren bu buluşmadan ayrılmak üzere iken, ansızın büyük bir felaket oldu ve ceylanlar gibi seken, dünya güzeli Suzan ziyaretin gazabına uğradı. Dicle üzerindeki on gözlü köprüden aşağıya düşüp, Diclenin azgın sularına karıştı. Dicle suları bir kez daha iki sevgiliyi ayırdı. Sevgilisinin sulara kapıldığını gören Adil o an aklını yitirdi. Günlerce sevdiği için yürekleri dağlayan ağıtlar yaktı ve yarini yitirmenin derin acısı ile  bilinen Suzan Suzi türküsünü dillendirdi ve azgın Dicle boylarında yanık sesi ile günlerce adeta inledi.
“Kırklar dağı'nın yüzü
karanlık sardı düzü
Kör olasan Suzan Suzi
ziyaret çarptı bizi
Köprü altı kapkara
anne gel beni ara
saçlarım kumlara batmış
tarak getir de tara
Köprünün orta gözü
sular apardı düzü
ben öleydim Suzan suzi
Dicle ayırdı bizi”
Çok geçmeden sevdiğinin yokluğuna daha fazla dayanamayan Adil de suçluluk duyguları ile kendisini “Allah’a giden yol” olan Dicle’nin sularına bıraktı. Bu aşk Suzan Suzi türküsü ile ölümsüzleşti.

Amsterdam, 16 Temmuz 2015






3 Temmuz 2015 Cuma

KIZ KURUSU


KIZ KURUSU

Bir kadın için bedeni ve bütün uzuvları irice idi. Yayvan ayakları, kalın parmaklı elleri, fil kulakları, burnu, kafası ve bedenin bütün tarafları tuhaf bir büyüklükte, siyaha yakın koyuluktaki gözleri ise derin ve cıvıl cıvıldı. İri olmalarından olsa gerek, ağır ayaklarını kaldıramıyormuş gibi, yerden sürüyerek adım atıyordu. Bin dokuz yüz ellili yıllarda, bir bahar sabahı dünyaya geldi. Ama hayat çizgisi, ömrü boyunca bahardan çok, sonbahar-kış havasında seyir etti. Doğan her bebek gibi, O da ağlamaklı başladığı hayata adım atamasının üzerinden bir hafta gibi bir zaman geçmesine rağmen, anne ve babasının şaşkınlıkları devam ettiğinden, henüz bir isim almamıştı. Onlardan daha çok kaygılanan, üzerlerine vazifeymiş gibi, köydeki komşuları da her gün gelip, ısrarla bebeğin adını soruyorlardı. Herhangi bir cevap alamayınca da, bu hilkat garibesinin isimsiz kalacağı endişesi ile evlerinin yolunu tutuyorlardı.
Baho sabah ezanı ve bahtına üzülmekten kendisini alıkoyamadığı yeni doğan kızının cıyak cıyak ağlama sesleri ile uyandı ve bilmecelerde “şekerden tatlı, demirden ağır olduğu” söylenen uyku, bir daha da göz kapaklarının altındaki yerini gelip, almadı. Evinin dış duvarına sırtını dayayıp, buruşuk kareli gömleğinin cebinden çıkardığı filtresiz “Birinci” sigarasının paketinin altına, tütün dumanından tamamen sarı bir tabaka ile kaplanmış olan işaret  parmağı ile, itinalı bir iki vuruşla yükselen sigaralardan birisini acele ile alıp, ince bir Ayhan Işık bıyığı ile kaplı dolgun üst ve alt dudağının arasına yerleştirdi. Yine gömleğinin cebindeki muhtar çakmağını aldı. İlk iki çakışta yanmayan çakmağın, yuvarlak benzin haznesini döndürerek çıkardı ve üst kısımda bulunan ince ucu kararmış fitili biraz daha çekerek, bir iki kez çakmağı hızla sallayıp, benzinin fitile ulaşmasını sağladı. Fitilden parmaklarına bulaşan karalığı duvara sildi. Muhtar çakmağından yükselen titrek alev, tatlı bir benzin ve yanık kokusu ile Baho’nun dudakları arasındaki yerini muhafaza eden sigara ile buluştu. Sabahın alaca karanlığında bir ateş böceği ışıltısı ile yanan sigaranın ucundan, yukarı doğru bir duman yükselse de, Baho bu gri bulutçukların daha büyük olanlarını içine çekip, ciğerlerine hapsetti. Nikotinli duman genzini yaktı, başı hafiften döndü, yıllardır bu bağımlılığın verdiği haz, bir kez daha rahatlattı.
Gökyüzü koynunda ipil ipil yanan sonsuz yıldızı özgür kıldı. Birileri gökyüzünü yeniden maviş maviş boyadı. Kuş cıvıltılarından geçilmez oldu. Tanrı uzaklardan Baho’ya O farkında olmazsa da göz kırptı. Esinti halindeki tatlı rüzgar, tütün kokusunu alıp, uzaklara götürdü. Ardında güneş çizgiler halinde renk cümbüşü ışınlarını topluca yeryüzüne saldı. Sabah güneşinin yalazı, bu başı dumanlı adamın yüzünü tatlı talı yaladı. Köylüler birer birer yeni doğan güne gözlerini oğuşturarak uyandılar. Dört bir yandan, birbirine karışan köpek havlamalarının ve art arda öten horozların sesleri geliyordu.
Evin avlusundan komşuları Sare, tenis maçı izler gibi etrafına bakına bakına içeri daldı. Sağ elini ağzına götürerek, üst dudağında kalan baş parmağı ve açık kalan orta parmağının aralığından zor anlaşılır bir mırıldanma ile Baho’ya göz aydınlığı ve bebeğin analı babalı da büyümesi temennisinde de bulunduktan sonra, mutfakta kahvaltı hazırlayan, evin hanımı, bebeğin annesi Sultan’ın yanına geldi. Sultan’ı daha önce gördüğünden, Baho’ya kutlama mahiyetinde söylediği temennilerinin aynısını bir kez daha tekrarlamadı. Karşılıklı hal hatır sormalarının ardından birlikte bebeğin bulunduğu odaya daldılar.
Sultan’in ince belli bir bardakta eline tutuşturduğu nar kırmızısı çayı, pencerenin iç kısmına dikkatle koyan komşuları, aynı zamanda akrabaları olan Sare, acele ile bebeğin üstüne eğildi. Yanılıp yanılmadığını, gözleminin ardından bir kez daha beynine kodlanan verileri zihninden geçirdikten sonra, daha önce gördüklerinin doğruluğuna ikna olarak, kendi kendisine mırıldandı.
“Yok anam yok, normal değil. Bu bir azman. Elleri ayakları bir yaşında bir bebek gibi.” Daha sonra Sultan’a dönüp;
“Sultan… Anam sen bunu dokuz ay değil de on beş ay mı taşıdın karnında. Bayağı iri bir bebek bu. Öyle tahmin ediyorum ki, ismini de daha koymadınız. Müsaaden olursa, teyzesi sayılırım, ismini de ben koyayım. Sultan sen bilirsin ifadesi ile çocukluk arkadaşı, amcasının oğlu ile evli, Sare’nin kestane gözlerine baktı.
“Sultan bak senin bu kızın çok akıllı bir çocuğa benziyor. O yüzden gel sen şunun adını Akıl koyalım. Buna bu isim pek bir yaraşır benim güzeller güzelime." Söylediklerine elbette kendisi de inanmıyordu. Böylelikle ellili yıllarda doğan Baho ve Sultan çiftinin kızlarının adı Akıl oldu. Baho ve Sultan’ın biricik kızları Akıl’dan sonra iki kızı ve iki oğlu daha oldu. Bunların uzuvları Akıl kızda mevcut olanlar kadar iri yarı değildi. Akıl kız ve kardeşleri bin bir güçlükle büyüyüp, boy attılar. Baho ve Sultan kızları on iki yaşına geldiği halde kızlarında zeka olarak hiç bir gelişimin olmadığını gözlemlediler. Adını da Akıl koydukları halde, devasa olan elleri, kolları, burnu, kafası ve ayaklarına göre, aklı yok denecek kadar minnacıktı. Basit bir işi yaptırmak için, bu kocaman kıza minimum on kez nasıl yapacağına sil baştan anlatmak gerekiyordu ki, bunun da pek anlamı kalmıyordu. On iki yaşında olmasına rağmen ve yedi yaşından beri okula da gittiği halde, okuma ve yazmayı bir türlü öğrenemedi. Garip bir hali vardı, deli deseniz deli değil, aptal deseniz aptal değildi, desek de bu ikinci yön biraz şüphe götürür durumdaydı. İnsanlara, doğaya, hayvanlara ve görme menzilinde bulunan her şeye, cıvıl cıvıl gözlerini bönleştirerek bakıyordu. Hiç bir çocukla oynamıyor, sorulara çok gecikmeli ve sağlıklı cevaplar vermiyordu.
Akıl uzunca yıllar sonra heceleri sökecek kadar bir ivme ile ilkokulu bitirdi. Büyüdü, genç bir kız oldu. O’nun yaşındakilere görücüler gelmeye başladı. Nişanlar takılarak, üç gün üç gece şenliklerle süren, onlarca metre uzunluğunda halaylar çekilerek, düğünlerle akranları, beyaz duvaklar takınarak dünya evine girdiler. Akıl çok uzun yıllar bekledi, bekledi gelen ve de giden olmadı. Kendisinden bihaber olan dünyaya anlamsız bir bakışla bakmaya devam etti. Geçmek nedir bilmeyen zaman O’nu otuz beşli yaşlara getirse de, umutsuzluğu ve mutsuzlugu devam etti. Oysa her şeyin farkındaydı. O da kendisi ile barışık bir halde, neden evlenmediğini, bir yuva kuramadığını, çoluk çocuk sahibi olmadığını sorgulayıp durdu. Evlenme sırasını kardeşlerine verdi ve onlar art arda evlendi çoluk çocuk sahibi oldular. Akıl annesi ve babası ile kalakalıp, elinden geldiğince evin işlerine koşturdu. Kışları saman ile doldurduğu sobayı avurtlarını doldurup, bir körük gibi üfledi. Bulaşıklar yıkadı, çaylar demledi, evi silip süpürdü, çamaşırları kil ile yıkadı, kuyudan kovalarla sular taşıdı ama bunları sadece anne ve babası için yaptı. Bir kocası veya çocukları olmadığından dolayı, bunları bütün kadınlığını kullanarak onlar için yapamadı. Ve bu durum bağrına köz olup kondu. Yüreği her daim sıkıştı. Mutsuzluğu, yalnızlığı ve bahtsızlığı içini çok acıttı. Büyük ellerine, ayaklarına, kafasına bakıp isyan etti. Ne günahı vardı, Tanrı ile nasıl bir anlaşmazlığı olmuştu da, kendisini böyle yaratmıştı. Daha doğrusu ne diye yarattı ki, bu dünyanın bir Akıl hanım efendisine ne gereksinimi vardı? Büyük kafasından geçen bütün sorulara karşı bulduğu cevap, her defasında ayakları, elleri, kulakları, kafası ve burnu gibi kocaman bir hiç oldu.
Annesi Sultan’ın zorlaması ile köy bakkalına tuz almak için gittiğinde, bakkal Davut’un oğlu Mısto, Akıl’ın ayaklarının sürüme sesini duyar duymaz, tezgah üzerindeki kaset çalara büyük muzurluğun simgesi kocaman bir gülümsemenin eşliğinde, Orhan Gencebay’ın bir kasetini sürdü. Kaset çalardan inlemeli tiz bir ses yükseldi.
“Baştan yarat ellerimi,
Bastan yarat gözlerimi,
Baştan yaz şu kaderimi,
Tanrım beni baştan yarat.
Sende kaldı dileklerim,
Paramparça dünyam benim.
Yaktın bağrımda közleri,
Dinlettin acı sözleri.
Verdin bu ağlar gözleri
Tanrım beni baştan yarat.”
Akıl pür dikkat olmazsa da can kulağı ile denilebilecek bir konsantrasyon ile şarkıyı dinledi. Musti kikir kikir güldü.
“Akıl abla bak bu tam senin için yazılmış bir şarkı. Tam damardan.”
“He güzelmiş.” diyebildi Akıl. Kafasını öne eğdi. Ne almak için geldiğini unuttu. Uzun uzun raflarda yer alan yiyeceklere baktı. Yok Akıl’ın aklına ne alacağı gelmedi. Tekrar eve döndü. Yolda yürürken O’nu görenler gülümseyerek, bu haşmetli endamdan gözlerini uzun süre ayıramadılar. Eve geldiğinde annesi;
“Hani tuz alacaktın, nerede tuz?” diye sert bir ses tonu ile sorunca, tuz alacağını hatırladı ve yaklaşık altı yüz metre ilerideki köy bakkalının yolunu tekrar tuttu. Akıl’ın tekrar geleceğini bilen Musti tekrar Orhan gencebay’ın şarkısını bir kez daha başa aldı. Musti’nin arkadaşları da bakkal dükkanına doluşmuşlardı. Hıdır, Cengiz, Rızo ve Sülo da oradaydı. Akıl’ın geldiğini gören Mısto, acele ile arkadaşlarını tezgahın arkasına gizlenmeleri için çağırdı. Akıl dükkana adımını atar atmaz, bir anda tezgahın arkasında alabulus tıraşlı başlarını çıkararak, Orhan Baba ile birlikte;
“Tanrım beni baştan yarat,” nakaratını danalar gibi böğüre böğüre hep bir ağızdan, Akıl’a bakarak söylediler. Karşılattığı manzara karşısında bir hayli afalladı. Geldiği gibi, ayaklarını sürüdüğü topraktan toz bulutçukları kaldırarak evine döndü.
Sultan o gün patates yemeğini tuzsuz yaptı. Baho kendisini bağıra bağıra payladı, bir dövmediği kaldı. Akıl yemeğini yemeden, süklüm püklüm  pencerenin önüne geldi ve yaşlı gözleri ile dışarıya baktı. Gelen ve de giden yoktu. “Paramparça dünyası” sessizliğe ve bir kez daha karanlığa gömüldü. Baba evinde adeta kimsesiz ve bimekandı. Ama doğacak yeni günde Allah elbette kerimdi.

Amsterdam, 3 Temmuz 2015









  

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...