28 Mayıs 2020 Perşembe

SPINOZA






SPINOZA

“Arzularına göre hareket eden bağımlı,
aklını kullanarak yaşayan insan özgürdür.”               
Spinoza

Okulların o gıcırtılı ahşap sıralarına oturan her öğrencide olduğu gibi Halil’in de eğitim gördüğü öğretmen okulunun o yıllara ait sınıfında, coğrafya hocası bir general edası ile kara tahtanın önüne bir kez daha geçti. Halil’in hayallerinin bile çok uzağına düşen pek çok ülkeyi her yönü ile yoğun bir bilgi dahilinde anlatmaya koyuldu. Tasavvur bile edemeyeceği ülkelerin, o kargacık burgacık haritalarını renkli tebeşirlerle çizdi. Ardından da bu kadar bilinmezlik yetmezmiş gibi, bir de belirlenen sınırlar içindeki devletlerin karmaşık ekonomilerini, komşularını, yüzölçümlerini, dillerini, dinlerini, yeraltı-yerüstü zenginlik kaynaklarını, limanlarını, başkentlerini ve büyük şehirlerini bir çırpıda, çarçabuk anlattı. Her zaman olduğu gibi okyanuslar, denizler, nehirler ve göller mavi, ovalar yeşil, yüksek dağlar ise kahverengiydi. Öğrencilerin tamamen bihaber olduğu bu kapsamlı bilgileri ezberlemelerini emretti. Lakin tesadüf bu ya; her nedense Halil'in coğrafya hocaları çoğunlukla yaşlı, çirkin ve sert yapılı kadınlar olduğundan en fazla bu bilgilerden söz konusu ülkelerin yalnızca başkentleri güçlükle o yıllardaki öğretmen okulu öğrencilerinin zihinlerinde belli belirsiz yer edindi.
Denizler, okyanuslar ardında kalan bu coğrafyaların dağları, dağların yükseklikleri, ovalar, vadiler, nehirler, göller ve şehirleri gibi gereksiz bilgiler için öğrenciler çok geniş depolama kapasitelerine sahip olsalar da bütün bunlar Halil ve diğerleri açısından gereksiz bilgilerdi. Zihinlerdeki mevcut saklama alanında bu belirlemelere gram kadar yer yoktu. Öğrenilmiyordu. Suçlu coğrafya dersi hocalarıydı. Çünkü onlar hiç de güzel değillerdi. Güzel olmayandan da öğrenilmiyordu.
Okuyucu olarak gözünüzden kaçmamıştır. Başlarken Spinoza’dan bir alıntı ile birlikte konuyla ilintili Spinoza başlığından dolayı "en nihayetinde felsefi bir makale" deyip heyecana kapılmış olabilirsiniz. Fakat öyle değil. Bu hissiyat çok da albenili olmayan coğrafya hocaları tarafından verilen bilgiler gibi gereksiz kalıyor. Bu sadece bir öykü. Bundan ötesi yok. O halde bakalım “bu ney bu kez de ne hikayet edecek?” Felsefi makaleler yine bu işin ehli olanların uğraşısı olarak kalakalsın. Öyküye devamla…
Pek çok isim yakıştırılan Türkiye ve diğer az gelişmiş ülkelerden gelen işçiler, yoksun oldukları bu bilgileri barındıran Avrupa ülkelerine onlarca yıl önce milyonlar halinde akın ettiler. “Göçmen işçi” olarak da adlandırılan bu insanlar yıllarca okullarda öğretilmeye çalışılan ve ne yazık ki, öğrenilemeyen coğrafya bilgilerinin tam da ortasına düştüler. Bunlardan biri de Halil Hocaydı. Hoca yıllarca Hollanda’daki ilkokullarda ders verdi. Kişilik olarak oldukça rahat, hiçbir şeyi dert edinmeyen, sabırlı, kitap kurdu, yeni bilgilere ulaşma merakı her daim var olan, kendi halinde bir insandı. Türkiye’deki coğrafya hocaları çirkin olsa da, o Amsterdam’ın ela gözlü, kumral dalgalı saçları ile yakışıklı "Öğretmen Jivago'suydu." Çok da güzel olmayan coğrafya öğretmenlerinin veremediği, zihinlere perçinleyemediği bilgileri bizzat bu ülkelerde yaşayarak öğrendi. Güzel hatunlar memleketi olarak bilinen Hollanda’da elbette bu güzelliklerin hangi dine mensup oldukları, dilleri, başkentleri, ekonomileri, dağları, nehirleri, gölleri de öğrenilmeliydi ve de öğrenildi. Hollandalıların deyimi ile: “Tanımak, sevdirir.” O da sevmek için tanımalıydı. Tanıdı ve sevdi.
Dünyada ilk kapitalist ilişkilerin başladığı Anvers Limanı ve yine dünyanın en büyüklerinden biri olan Rotterdam Limanı hemen yanı başındaydı. Bu bilgilerin artık yabancısı olmadığı gibi hepsi gözlerinin önündeydi.
Yıllar yılları kovalarken Halil Hoca Hollanda’ya ait bilgilerin sadece dağlardan, nehirlerden, göllerden, ovalardan ve güçlü bir ekonomiden ibaret olmadığını gördü. Bütün bunların haricinde ülkenin bilim, sanat ve felsefe alanlarında da büyük değerleri vardı. Şüphesiz bunlardan başında da dünyanın en önde gelen rasyonalistlerinden ünlü filozof Spinoza da vardı.. Felsefeye karşı olan derin ilgisi, haliyle Halil Hoca’yı bu düşün adamı hakkında araştırmalar da yapmaya itti. Bir süre sonra Spinoza’nın “Ethica” adlı eseri onun başucu kutsal kitabı olmuştu. Araştırmaları esnasında Spinoza’yı en iyi anlayan, yorumlayan ve bu konuda uzmanlaşan Kıbrıslı bir diğer filozof olan Ulus Baker Hocayı da keşfetti. Her iki düşün adamı hakkında aylarca uzun uzadıya araştırmalar yaptı, okudu ve ilgili bütün kaynakları tetkik etti.
Halil Hoca’da her geçen gün daha çok büyüyen bir Spinoza aşkı ve hayranlığı sürüp gitti. Okuduğu her satırda Spinoza’nın dünyayı bu denli güzel ve doğru yorumlamasına şaşıyordu. Amsterdam’da bulunan Spinoza anıtını fırsat buldukça gidip yeniden tavaf etmeyi de ihmale getirmiyordu. Bu şipşirin şehirde ağaçların sokak boylarında pıtrağa dönüşmeye başladığı bir bahar günü erkenden kalktı.
Kuşlar şarkılarını hep bir ağızdan hiç detone olmadan söylüyorlardı. Martılar kanal boyu sulara teğet geçişlerle uçuyor ve ani pike dalışlar yapıyorlardı. Su yüzeyindeki yakamoz gözleri kamaştırıyordu. Nergisler sarı taçlı başlarını hafiften esen rüzgarla birlikte sallıyorlardı. Meydanlarda olanca coşkulu renkleri ile yeni güne uyanan laleler, güneşe "merhaba" diyeli hayli bir zaman olmuştu. Şehir kuşlar da olmasa, insanda terk edilmişlik hissini uyandırıyordu. Sokaklar zincirlerle bağlı bisikletlerden geçilmiyordu. Corona virüsünün dünyada hızla sirayet ettiği, insanlar için bir nevi tüneme günleriydi. Zorunlu olmadıkça dışarı çıkmasa da o gün evine marketten bir şeyler alması gerekiyordu. Her zamanki rutin yolu takip etmektense başka bir yola saptı. Etrafı seyredip temiz havayı ciğerlerinin derinliklerine çeke çeke Amsterdam sokaklarını adımladı. Bir anda gördüğü sokak levhasına inanamadı. Amsterdam’da heykelinin yanı sıra Spinoza adını taşıyan bir sokağın varlığından bihaber oluşunu kabullenemedi. Oysa sokak evinin çok da uzağında değildi.
Levhaya uzun bir zaman hayranlıkla baktı. Gözlerine inanamıyordu. Fakat bir terslik vardı ki, kabullenilmeyecek bir hataydı. Bilinen bütün levhalar sokakların tam başında 1 numaralı binaların hemen önüne konulduğu halde, Spinoza Sokağının levhası az ileride 7 numaralı binanın önüne dikilmişti. İşte zurna tam da burada zırt diyordu. Hayır. Hayır bu gerçekten kabullenilemezdi. Halil Hoca o an alışveriş yapmayı falan bir tarafa bıraktı. Yemek içmek ve diğer gereksinimler bundan daha önemli değildi. Hatta ve hatta Corona illeti de bu kadar önem taşımıyordu. İnsanları bu denli perişan edip evlerine kapatan salgına karşı keşfedilecek olan bir aşı dahi bu hatadan bir an önce dönülmesinden daha büyük bir önem teşkil etmiyordu. Levha 7 numaralı evin önünden alındığı gibi 1 numaralı evin önüne, olması gereken yere konulmalıydı. Sokak levhası dediğin yerli yerinde olmalı. 7 Numara gibi gereksiz bir rakamın önünde olmamalı. Ohalde bu büyük yanlışa "dur" demek onun boynunun borcuydu ve mevzu derin devletten de derindi.
Halil Hoca yarım saat sonra Amsterdam Belediyesinin binasının önündeydi. Hiç tereddüt etmeden içeri daldı. Belediyede yetkili bir memuru buldu ve meramını anlatmaya başladı.
“Efendim bu sizin yaptığınız, her kim hangi akla hizmet ettiyse, Spinoza Sokağının levhasını 1 numaralı binanın değil de 7 numaranın önüne dikmişler. Bu nasıl bir hatadır. Gördüğüm zaman kan beynime sıçradı. Gözlerime inanamadım. Kim bu büyük hatanın sorumlusu? Bu yanlışın en kısa zamanda giderilmesini istiyorum. Bu konuda belediyeden şikayetçiyim.” Yetkili Halil Hocayı büyük bir dikkat ve sabırla dinledi. Biraz da şaşırmıştı. Doğrusu yirmi yedi yıllık memuriyet hayatında böylesi bir şikayet ile hiç karşılaşmamıştı. Konu oldukça ilginçti. Ne yapabileceğini uzunca düşündü. Bu durumda ne söylenirdi, o an kestiremedi. Bir yabancının böylesi bir konuda bu denli duyarlılığına oldukça şaşırdı. Şaşkınlığını gizleme uğraşısı içinde ses tonuna verdiği akordun ardından söze girdi.
“Beyefendi öncelikle şehrinizle şaşılacak kadar ilgili olmanızdan dolayı size teşekkür etmek istiyorum. Duyarlılığınız taktire şayan. Şu an örnek bir duruş sergiliyor ve gıpta ediyorum. En kısa zamanda bu konudaki araştırmamı yapıp sizi bizzat bilgilendireceğim. Müsterih olun, gerekli girişimlerde bulanacak ve bir Amsterdamlının bu haklı şikayetini çözeceğimden emin olmanızı istirham ediyorum. Bu benim kartvizitim. Siz de bana telefon numaranızı ve mail adresinizi verirseniz, size en kısa zamanda döneceğim. En kısa zamanda bu yanlışı yapanları bulacağım. Kuşkunuz olmasın.”
İçine Hitler kaçmış olan Hollandalı ırkçı partinin lideri bir propaganda konuşmasında yabancılar konusunda aynen şu atıfta bulunmuştu.
“Yabancıların Hollanda’ya en ufak bir katkıları yok. Onlar en kısa zamanda kendi ülkelerine gönderilmelidirler. Hollanda Hollandalılarındır. Yabancıların burada yaptıkları tek şey, evlerinde miskince oturup kanallarda yüzen ördeklere arta kalan bayat ekmeklerini atmaktır. Bundan başka hiçbir şey yapmıyorlar.” Irkçı partinin lideri Halil Hocanın bu ince davranışına tanıklık etmiş olsaydı, herhalde içine kaçan Hitler, Alaaddin’in sihirli lambasındaki cine dönüşür çıkardı. Birileri, “Dile benden ne dilersin?” sorusuna maruz kalır mıydı? Bu da başka bir muamma olarak orta yerde kalırdı. Her hâlükârda bu politikacı da ırkçılık adına kafasındaki olumsuz düşünce ve fikirlerden arınırdı. Bir yabancıya ait olan bu ince davranıştan sonra da, içinden çıkan sihirli güce "Cin Efendi bütün bu yabancıları bu ülkeden at." demeyecek kadar değişirdi. Yabancılara karşı yapılan bir protesto yürüyüşünde, bu ırkçı partinin sempatizanları ülkede yaşayan Türklere yönelik kocaman bir pankarta aynen şöyle yazmışlardı. "Bütün Türkler Casablanca'ya defolsunlar!" Anlaşılan onların coğrafya hocaları da tıpkı düşünceleri gibi çirkindi.
Belediyeye gerekli olan müracaat yapılmış, hayati öneme sahip şikayet yetkililere iletilmişti. Gönlü rahattı. Örneğin: Corona salgınına karşı bulunacak olan aşının ivediliği, önemliliği ve çalışmaları bilim adamlarının işiydi. Her bezde tarağının olmasına gerek yoktu. Hoca her an belediyeden gelecek olan araştırmanın sonucuna odaklanmış, diken üzerinde beklemedeydi. Hollanda Hollanda olalı böyle bir şikayete maruz kalmamıştı. Hatanın neresinden dönülürse kardı. Bundan bütün şehir kârlı çıkacaktı.


Amsterdam, 28 Mayıs 2020


19 Mayıs 2020 Salı

KIRIK KANATLAR





 KIRIK KANATLAR

Mevsim yaz. Güzel bir gün. İçimden sema boşluğunda yeniden havalanmak ve bir yerlere uçmak geçiyor. Çok da uzaklara gidemem ki! Kanatlarım götürmez ki, beni. Oysa özgürlüğe açılmalıyım, kapalı kalmamalıyım. Bu hiç de bana göre değil.
Mahallenin çocukları meydandaki yaşlı söğüt ağacının dibine doluştular. Daha fazla dayanamadım. İşimi gücümü anında, olduğu yerde bıraktığım gibi tez elden yanlarında bitiverdim. Onların hemen yanı başlarında, Bekir Beylerin bahçesinde bulunduğum mis kokulu iğde ağacının kovuğundan çıktım. Bir çırpıda kanatlarımı olabildiğince hızla çırpıp ben de söğüt ağacının gövdesine, bu sevimli küçük insanların çok uzağında kalmayacak şekilde ustalıkla kondum.
Uçuşum esnasında kırmızı ve üzeri siyah benekli kanatlarımla onların arasından zikzaklar çizerek dikkatlerini cezbettim. Bunu övünerek söyleyebilirim. Amacım bu birbirinden sevimli ve şirin yaratıkların beni görmeleriydi. Hepsi gözleri ile beni havada takip etti ve sanki bir anda belli bir sevince kapıldılar. (En azından ben böyle gözlemledim.) Bir alkışlanmadığım kaldı. Konduğum söğüt ağacının gövdesinde duyduğum büyük gurur ve mutluluktan olsa gerek, olduğum yerde kanatlarımı defalarca açıp kapadım.
Bu sevimlilerden kimler yoktu ki; Salih, Berk, Can, Tülay, Şilan, Evin, Rodi ve Mert. Gözlerim asıl Evin’in ablası Elif’i aradı, ama göremedim. Kız kardeşinin peşi sıra her daim çocukların yanına gelir, derin dalmalarla oyunlarını seyre koyulurdu. Çok merak ettim. Biraz çocuklarla oyalandıktan sonra gidip bi yol bakayım. Ne haldedir?
Her zaman yaptığım gibi, az ilerideki evlerinin açık olan penceresinden içeri dalıyor ve Elif ile dertleşiyoruz. O daha on beş yaşında. Aile on yıl kadar önce Adilcevaz’ın bir köyünden İstanbul’a zorunlu göçe mecbur bırakılmışlar. Evin ise dokuz yaşında. O İstanbul’da dünyaya gelmiş. Baba Şemo ve anne Cemile’nin başka çocukları olmamış. Şemo bir fırında çalışıyor. Cemile ev kadını. Büyükçe bir apartmanın rutubetli bodrum katında kalıyorlar.
Elif odasında yatağına uzanır ve ben de onun ince uzun parmaklı ellerine konarım. Saatler boyu o fısıltıyla anlatır ben dinlerim. Bazen de geç vakit olduğu zaman cam açık da olsa misafirliğe kalırım. Aslında Elif’e kalsa her gün kalmalıymışım. İyi de evli barklı ve henüz çoluk çocuk sahibi olmasam da bu “Nerede akşam orada sabah” demek değildi elbette. Misafirliğin de bir adabı var. O benim canımdan öte canım olsa da.
Elif benimle yaptığı sohbetlerinde bana “Nare” diye seslenir. Üzeri benekli kırmızı kanatlarımla beni minnacık bir nara benzetiyormuş. O nedenle bana bu ismi uygun gördü. Açık camdan odasının içlerine doğru uçmayagöreyim, sevincinden her defasında çılgına döner, havaya uçar.
Her şeyim Elif’imin yorgunluktan o çimen yeşili gözleri kapanınca, ben de bir yolunu bulur, o zarif ellerine onlarca öpücük kondurur uçar giderim. Tabii ertesi günü de beni bi güzel paylar.
“Nare Hanım ne oluyoruz? Bakıyorum da gözlerimiz kapanır kapanmaz çekip gitmişsin. Bu mezar gibi odada beni bir başıma bırakmışsın. Oldu bu şimdi? Söyle bakalım. Niye gıkın çıkmıyor? Yoksa dilini mi yuttun?” Böylesi paylamalar karşısında yaptığım tek şey kanatlarımı bir kez açıp kapamamdır. Bu özür anlamındadır.
“Demek özür diliyorsun. Hadi bir kez daha affediyorum seni. Ama bir daha olmasın tamam mı? Kız ne yapayım ben seni? Sana sarılamıyorum bile. O kadar minnacıksın ki. Keşke biraz daha büyükçe olsaydın. Olsun, yine de sen benim en sevdiceğimsin. Bana bak, eğer varsa bir sevdiceğin falan git. Ama bütün yüreğinle sevdiğin. O zaman var git. Benden yana sana darılmaca da olmaz. Anlaştık mı? Canım benim. İyi ki varsın, dert ortağımsın. Sır tutanımsın. Seni çok seviyorum. Sana ihtiyacım var. Beni sensiz koyma ne olur.”
Her nedense çocukların; biz uğur, diğer adımızla uç uç ve bir diğer adımızla gelin böceklerine karşı olan ilgi ve sevgileri çoktur. Biz uğur böcekleri veya hangi ismimiz okuyucunun hoşuna gidiyorsa, asla zararlı böcekler değiliz. Tam tersine faydalı olduğumuz için bize uğur böceği denmesinin sebebi de budur. İnsanların, özellikle de çocukların ellerine yüzlerine gözlerine konar, onlardan ilgi bekler, hele de elden ele aktarmalarına, hayranlıkla bakıp bizimle sohbet etmelerine bayılırız. Yine çocuklar bizimle oynarlarken, eğer bir yere konmuş kıpırtısız duruyorsak hep bir ağızdan, o güzelim yüreklerindeki saf ve temiz sevginin de katımıyla şu şarkıyı söylerler.
“Uç uç böceğim
Yarın düğün olacak
Annem sana terlik pabuç alacak.
Uç uç böceğim…”
Söğüt ağacının altında oynayan çocuklarla biraz oyalandıktan sonra can dostum, ablam, annem, sevgilim her şeyim Elif’ime geldim. Şaşırdım ve kalakaldım. Elif bir köşede oturmuş ve belli ki bir derdi vardı. Beni görünce sevinmedi, “Naree…. Nareeee…” diye kafasını odanın tavanına çarpmadı. Eline konar konmaz buğulu gözlerinden yaşlar ipi koparılan dizili boncuklar gibi yanaklarının kızıllığından aşağılara doğru kaydı. Ne yapacağımı şaşırdım. Olduğum yerde uçmadan kanatlarımı titreşimlerle açıp kapadım. Tepkimi böylelikle gösterdim. Bilmediğim üzüntüsünün beni çok derinden üzdüğünü ona iletmiş oldum. Mesajımı alınca, bir yandan salya sümük ağlamasını sürdürürken hıçkırıklarla anlatmaya koyuldu.
“Babam; ortaokulu bitirdin. Bundan sonrasını okumana gerek yok. Gelinlik çağına geldin. Akranların evleniyor. Senin de zamanın geldi. Zaten geçinemiyoruz. Geçen seneden beri Hıdır Amcan seni oğlu Resul’e istiyor. Okulunun bitmesini bekledik. Daha bir yıl oldu Adilcevaz’dan İstanbul’a taşındılar. Aferin Resul yeğenime benim. Altı aya varmadan bir okulda hademe olmuş. Sırtını devletin dağına dayadı. Geleceği parlak. İyi çocuktur Resul. Gül gibi geçinir gidersiniz. Bütün eksiklerini tamamlayacak. Annen de razı. Aha kendisi de burada. İnanmıyorsan sor. Razı olmasa da umurumda değil. Bu iş olacak. On sekiz yaşına geldiğin zaman sana bir de resmi nikah kıyar. Yarın istemeye gelecekler. Haberin olsun.”
Üzüntümden kahrolmuştum. Vaziyet olukça vahimdi. Oysa Elif'in hayallerinde doktor olup kendi memleketi Adilcevaz'da bir muayenehane açmak vardı. En büyük emeli de buydu. Böylece kendi insanın yaralarına deva olacaktı. Demek ki, buraya kadarmış. Keşke yapabileceğim bir şeyler olsaydı. Benim gibi minnacık Nare Hanım Elif'inin elinde olduğu yerde binlerce kez üzüntüsünden dolayı kanatlarını açıp kapamaktan başka ne yapabilirdi ki?
O gece Elif’in yanında kaldım. Her ikimiz de çaresizdik. Oldukça hüzünlüydük. Derken bizim için aydınlanmayan günün sabahı oldu. Evde hummalı bir şekilde hazırlıklar yapılıyordu. Şemo neşeliydi. Hiç yapmadığı halde çalıştığı fırından börekler getirmişti. Ortalığı nefis bir su böreği kokusu kaplamıştı. Cemile sessizliğini koruyor ve aynı zamanda da üzüntüsünü belli etmemeye çalışıyordu. Ne de olsa ana yüreğiydi. Çocuk yaşta kızını istemeye gelecekler ve o mecburen “olmayacak bu duaya amin demek” zorunda kalıyordu.
Damat olacak Resul’u hiç görmemiştim. Bugün ilk kez görecektim. Görmez olaydım. Elif’imden on iki yaş daha büyükmüş. Yaşı önemli değil, ama Elif’im çocuk daha!
Derken kapı zili uzun uzun çaldı. Beklenen an gelmişti. Önde kayınbaba olacak Hıdır, yanında kaynana Sultan ve artlarında elinde bir çikolata kutusuyla damat adayı Resul vardı. İçeri buyur ettiler. Elif’im odasında kaldı. Ben merakımdan kapı önünde uçuşup durdum.
Salonda her iki aile yerlerini aldı. Elif’im ise odasında hala ağlıyordu. Kendisini bir an önce toparlayıp kahve yapması gerekiyordu. Annesi Cemile’nin yaptığı kahveleri titreyen elleri ve korku dolu yüreği ile misafirlere sundu. Damat resul da kahvesini aldı. Tam ilk yudumunu almak üzereydi ki, onun o kocaman burnuna tek uçuşta kondum. Biz uç uç böceklerine has olan, düşmanlarımıza karşı yaydığımız kötü kokuyu bir güzel alabora ettim. Resul bir anda neye uğradığını şaşırdı. Midesi bulanır gibi oldu. Ama kötü bir kokunun geldiğini söyleyemedi.
“O da ne? O da ne?” diye şaşkınca bakınıp durdu. Durumu annesi Sultan gördü.
“Uğur böceğiydi oğlum, uğur böceği. Bak hayırlıymış demek. Uğur getirecek inşallah.” Elif’imle odasına doğru yönelirken içsesimle haykırdım.
“Uğuru batsın. Uğuru batsın. Allah yazdıysa bozsun.” Düğün için iki ay sonrasına gün alındı. Artık Elif’imin nişan yüzüğü takılı olan eline konmuyordum. O çok mutsuzdu. Tabi ben de!
Dışarıda çocukların altında oynadığı söğüt ağacı ağlıyordu. Çocuklar o esnada oynadıkları başka bir uğur böceğine hepsi bir ağızdan: 
"Uç uç böceğim
Yarın düğün olacak
Annem sana terlik pabuç alacak.
Uç uç böceğim..." diye şarkı söylüyorlardı. Ben uç uç Elif’im
diyemezdim. Küçük bir yüreğe daha kıyıldı. Elif’imin kanatları ve taze hayatı kırıktı.

Amsterdam, 19 Mayıs 2020



10 Mayıs 2020 Pazar

VELVEL DERESİ






VELVEL DERESİ

Yıllar önce köy irisi, kasaba küçüğü büyüklüğünde, Bâlâ ilçesine bağlı bozkırın meşhur beldesi Kesikköprü’ye komşu köyleri Büyükcamili Köyünden (Kum Kent) Nuri’nin kızı Zexe davullu-zurnalı-allı-pullu bir düğünle gelin geldi. Damat Orta Anadolu’da Kızılırmak boyunu süsleyen bir sahil kasabası güzelliğindeki bu güzelim beldeden “Hotteler” olarak bilinen sülaledendi. Özünde kimselerin etlisine sütlüsüne karışmayan, herhangi birilerinin en uyuz tavuğuna dahi kış demeyen, kendi halinde, sevilen sayılan, kişilik sahibi Mehmet adında bir adamdı.
Çiçekleri burunlarında yeni evli mutlu çiftin, bu evlilikten boy boy oğulları ve kızları oldu. Araya yılların hızla girmesi ile hepsi büyüdüler, evlendiler ve iş güç sahibi oldular.
Zexe’nin allı pullu gelin geldiği Kesikköprü Ankara’ya yüz on kilometre uzaklıktaydı. Belde yine kendi adı ile anılan Kesikköprü Baraj Gölünün hemen yanı başında yer aldığı için Orta Anadolu bozkırında ayrıcalığı ile bir sayfiye kasabası görünümündeydi. Belde hayat katan su ile her geçen gün ile birlikte daha bir zümrüt yeşiline bürünüyordu. Çevre il ve ilçelerden insanlar yorgunluklarını atmak üzere, özellikle de hafta sonları, safir bir gerdanlığı andıran baraj gölü sahiline ve ırmak boylarına gelip burada soluğu alıyorlardı. Ziraat sulu yapılır hale gelirken, yükselen iç dinamikle insanların ekonomik durumları da her geçen gün, daha iyiye doğru seyrediyordu. Onlarca yıldır alışılmış olan iki yılda bir ekilen buğday ve arpanın yerini, çok daha verimli, aynı zamanda çeşitliliğe sahip iki - üç çeşit hasat alınır hale gelmişti. Bu büyük bir ilerlemeydi ve insanlara daha rahat nefes aldırıp yüzlerini yeterince güldürüyordu.
Zexe şansı yaver giden, Ankara’da bir bankada memur olarak iş bulan, gözbebeği delikanlı oğlu Zeki ile ne kadar gurur duysa azdı. Sonuçta verdiği emekler boşa gitmemiş ve oğlu başkent Ankara'da bir bankada memur olmuştu. Bundan sonra koskoca devletin deste deste paralarını bir bir o sayacaktı. Oğlu Zeki’ye Ankara’da aldıkları apartman dairesi bir güzel dayandı döşendi. Onun bir an evvel işe başlaması gerekiyordu. Çok şükür işler yolunda gitti ve memur oğlu büyük bir azimle işe başladı.
Kesikköprü’ye Ankara’dan oğluna dair kulağına oldukça iyi haberler gelse de Zexe oğlunu çok merak eder olmuştu. Acaba ne yapıyordu, elbiselerini kim yıkayıp ütülüyordu? Ne yiyor ve ne içiyordu? Evinin temizliğini kim yapıyordu? Bunların hepsi annelik hormonunun dürtüleri ile kafasında birer sıkıntılı soru haline geliyordu. Yok… Yok. Bu böyle olmayacaktı. En iyisi kocası Hacı Mehmet’ten izin alıp oğlunu yerinde görmek ve o istese de istemese de bir müddet yanında kalmaktı. Tek sıkıntısı Türkçeyi çok da iyi bilmemesiydi. Ne olacaktı sanki, evinde oturur, oğluna hizmet eder, onun işten gelmesini bekler ve çok da gerekmedikçe dışarı çıkmazdı. Böylece dışarıda kimse ile haşır neşir olmaz ve çok iyi bilmediği bu dilden dolayı zor durumlara düşmezdi.
Kocası Hacı Mehmet’ten de vize tez zamanda çıktı, onaylandı, resmi pullar yapıştırıldı ve mühürlendi. Ankara’ya giderken yufka ekmekten de hatırı sayılır bir oranda götürmeliydi ki, memur oğlu daha az harcama ile maaşından biraz tasarruf edebilsindi.
Sabah erkenden kalktı, kızları ile kuşluk vaktinde işbaşı yapıp yığınla hamur kardılar. Akşama doğru yorgunluktan bitap düşmüş olsalar da iki ay yetecek kadar adam boyu ekmek yapmışlardı. Oğlu da buna çok sevineceği için emeğine değmişti. Yorgunluk önemli değildi. Geldiği gibi geçererdi. Ertesi günü Pazar olduğu için oğlu da evde olacaktı. Ankara dolmuşuna sabah şafak sökerken yüklediği ekmekleri üst kısma sıkıca bağladı. Dolmuşta ki yerini aldı. Artık Ankara yolcusuydu. Hızla dönen tekerlekler geçen her dakikada onu başkente yaklaştırıyor ve vuslatın eli kulağına varmaya başlıyordu.
İki buçuk saatlik, bir kısmı şose ve Ankara’ya yaklaştıkça asfalta dönen yol bitmiş ve hedefine varmıştı. Konya yolunda Ankara’ya doğru ilerleyen dolmuş şoförü Zexe’nin Emek Mahallesinde ineceğini bildiği için Zexe’ye seslendi.
“Zexe Teyze kusura bakma bu kadar yolcu ile mahalle arasına giremem, yolcuların da acelesi var. O nedenle seni burada yol üstünde indireceğim.” Zexe hırsından küplere binse de şoför Aslan “Nuh dedi ama peygamber demedi.” Konya yolunda inen Zexe’yi büyükçe bir ekmek yığını ile oradan geçmekte olan bir taksici tarafından kısa sürede fark edildi. Bu yağlı müşteriyi kaçırılmamalıydı. Ani bir frenle Zexe’nin yanında durdu. Önce ekmekleri arabasına güzelce yükledi ve müşterisini de arka koltuğa oturttu. Şoför arkaya dönüp;
“Teyzeciğim gideceğimiz adres neresi, söyler misiniz?” Zexe bu kadarını elbette ki anlıyordu, ama konuştuğu İstanbul Türkçesi değilse de Kürtçe aksanı ile derdini anlatmaya çalıştı.
“Kurban bankacı Zeki’nin evine.” Şoför şaşkınlıkla yeniden arkaya doğru döndü.
“İyi de teyzeciğim bankacı Zeki kim?”
“Sen nasıl şoför, sen bankacı Zeki, benim oğlum tanımıyorsun mu? Gendisi bankacı, evinin önünde bir sürü çakıl var. Sen nasıl bilmez. Lo bu nasıl iştir? Sen pereyi biliyor, bankacı Zeki'yi bilmiyor. De get lo!”
Taksici illallah edip, her önüne gelene sora sora tesadüfen bankacı oğlunu tanıyan mahalle bakkalının tarifi ile önünde bir sürü çakıl olan evi buldu. Zexe de taksici de birer derin nefes aldılar. Bundan sonrasında Zexe artık Ankaralıydı.
Oğlunun evine iyice yerleşti. Sildi süpürdü. Sihirli kadın elleri evi bir güzel düzene soktu. Evin bütün işlerini yaptı. Her gün akşam yemeğini de hazırlayıp kurduğu sofranın bir kıyıcığında işinden gelecek oğlunu dört gözle bekledi. Geçen zamanla birlikte kendince bir düzen tutturduğu gibi artık komşuları ile de karşılıklı büyük bir gülümseme ile selamlaşıp, hal hatır soruyordu.
Gün öğle sonrası olmak üzereydi. Yine yemek yapması gerekiyordu ama evde tuz olmadığını görünce bir çırpıda bir sokak alttaki mahalle bakkalından alıp gelmesi gerekiyordu. Eşarbını sıkıca bağladı, oğlundan sıkı tembihli olduğu için anahtarını içeride unutmaması lazımdı. İlk önce şıngırtılı sesler çıkaran anahtarlarını küçük kır çiçekli fistanın cebine koydu. Bakkaldan birkaç gıda maddesi alıp yeniden evinin yoluna koyuldu.
Tam apartman kapısının önüne gelmişti ki, çantasına baktığında tuz almak için gittiği bakkaldan bunu unutmuş olduğunu gördü. Bakkal dükkânı uzakta kalmıştı, bir daha gidemezdi. Bugünlük alt kattaki komşusundan bir avuç tuz alabilirdi. Kapıyı çaldı. Bir müddet bekledi ama kapıyı açan olmadı. Oysa daha biraz önce bakkala giderken komşusunu balkonda çamaşır sererken görmüştü. Bir daha bir daha çaldı ama kapı aralanmadı. Cebinden anahtarını çıkardı ve bir merdiven daha çıkıp zorunlu olarak evine yöneldi. Anahtarı kapı kilidine koymaya çalıştıysa da olmadı. Kapı hiç beklemediği bir anda üst komşusu tarafından açıldı. Komşusu Filiz Hanım büyük bir şaşkınlıkla Zexe Teyzeyi görünce şaşırdı.
“Teyzeciğim ne oldu? Evinin kapısını mı şaşırdın?”
“Yok komşu. Aşağıdaki komşudan tuz alim dedim, ema o da evde yoktu.”
“İyi ama teyzeciğim sanıyorum sen komşunun evi diye kendi kapını çalmışsın. Bekle sana biraz tuz getireyim.” Zexe büyük bir mahcubiyetle evine doğru yorgun argın merdivenleri indi. Akşam yemeği için kollarını sıvadı, Zeki’nin gelmesine az kalmıştı.
Olup bitenden oğluna hiçbir açıklamada bulunmadı. Fakat oğlu yan binadaki komşuları Sultan hanımın kocasının vefat ettiğini, bu nedenle annesinden taziye ziyaretine gitmesini istedi.
Ertesi gün Zexe güzelce giyindi. Mahalle bakkalından âdettendir diye bir paket çay ve bir kilo da şeker aldı. Taziye için Sultan Hanımın kapısını çaldı. Kapıyı Sultan Hanımın akrabası akça pakça tenli Şükriye Hanım açtı. Oturma salonu kadınlı erkekli pek çok taziyeye gelenlerle doluydu. Zexe’yi o an ölen adamın ardından dua okuyan cami hocası Rükneddin Efendinin yakınında bir yere oturttular. 
Rükneddin Hoca bir yandan Cuma hutbesi okur gibi uzun uzadıya vaaz verirken, bir yandan da iç içe geçen zigon sehpaları çıkarıp haşmetli kalçalarını sallayan Şükriye Hanım’a da alttan alttan bakmayı ihmal etmiyordu. Yıllardır bir kadının eline eli değmemişti. Duaya bir lahza ara verip içsesi ile;
“Aman ya rabbim bu ne terakki, bu ne haşmet? Sen günah yazma. Hurilerimi yediden altıya indirme, ne olur!” demekten kendisini alıkoyamadı. Sonrasında tez elden ürkmüş bir kirpi misali toparlanıp vaazını kaldığı yerden sürdürdü. Zexe de hoca efendiyi çok anlamazsa da can kulağı ile dinlemeye koyuldu.
“Yüce Rabbimiz, yedi kat yer altında yedi tabakadan oluşan cehennemi yaratmıştır ki, bunların her biri birbirinden altındadır. Her katın arası en az beş yüz yıllık mesafededir. Cehennemin yedi tane kapısı mevcuttur.
Her katın içinde tamı tamına ateşten yetmiş bin oldukça yüksek dağ vardır. Her dağda ateş alevlerinin yükseldiği yetmiş bin vadi vardır. Her bir vadide ateşten yetmiş bin kale vardır. Her kalede ateşten yetmiş bin ev vardır. Her ev içinde ipler, sandıklar, tokmaklar, topuzlar, zincirler, zehirli akrepler, köpekler, yılanlar, kaynar ve irinli sular, zehir ve zakkum emsali sayamayacağınız kadar bin türlü azap vardır.
Cehennemde aynı zamanda kara yüzlü, gök gözlü zebani melekleri vardır ki, cümlesi sağırdır ve onlarda merhamet duygusu yaratılmamıştır. Öyle çoktur ki, bunun hattı hesabı yoktur. Hak Teâlâ, zebanilere bir büyük ve heybetli melek vekil etmiştir ki, ona Mâlik derler. Yedi cehennemin hâkimi ve baş kapıcısı odur. Cehennemin katlarının isimlerini telaffuz edecek olursak, sırasıyla aynen şöyledir. Birinci kat Cehennem, ikinci Sair, üçüncü Sakar, dördüncü Cahim, beşinci Hutame, altıncı Leza ve yedinci katın adı da Haviye’dır.” Hoca Şükriye Hanımdan gözlerini kaçırmakta zorlansa da sözü hala bitmemişti. Bu arada anlatılardan pek bir şey anlamayan Zexe, ancak daha önceleri yine böylesi bir vaaz esnasında, cehennemde olduğu söylenen bir dereden bahsedilmiş ve o aklında yer etmişti. Hiç beklenmedik bir anda içini kemiren merakını gidermek üzere söze girdi.
“Xoce Efendi, bir de Velvel Deresi varmış sen ondan bahsetmedi. O nerde?” Hoca bir iki yutkundu sonrasında bu adı geçen dereden bihaber olmakla, her ne kadar Şükriye Hanımın yanında baltayı taşa vurmuş olsa da söze girdi.
“Valla… Hanım Teyze Velvel Deresi diye bir yer bilmiyorum. Ama eve gittiğim zaman sizin için araştırırım. Herhangi bir bulguya rastlarsam haberdar ederim. Olmaz mı? Şimdilik böyle anlaşalım. Söz sizi bu konuda haberdar edeceğim. Müsterih olun.” Zexe omuzlarını silkti ve kısaca;
“Olsın.” dedi. Hoca taziyeye gelen bütün insanların kalplerine korku salmıştı. Cehennemin birbirine beş yüz yıl uzaklıktaki katları, büyüklükleri, katran kazanları, topuzlar, zincirler, ipler, yılanlar, zehirli akrepler, vicdanı olmayan zebaniler, Sırat Köprüsü ve yetmedi şimdide bunlara bir de hiç duyulmayan Velvel Deresi eklenmişti.
Taziye evinden ayrılan herkes kendi kendisine yol boyu “Velvel… Velvel…” diye mırıldanıyordu. Rükneddin Hoca baş ve işaret parmakları ile sıvazladığı badem bıyıklarının altından boşluğa gülümsüyor, gözlerinin önünde zigon sehpaları yerleştirmesi esnasında salınan Şükriye Hanımın ihtişamlı “terrakileri” gidip geliyordu. Velvel Deresi varsın olmasındı. O sonraki işti. Bu konu uygun bir zamanda elbette araştırılırdı. Şimdi öncelik daha “haşmetli” ve de ivedilik gerektiren ince konulardaydı.


Amsterdam, 10 Mayıs 2020











5 Mayıs 2020 Salı

DANS ET BENİMLE




DANS ET BENİMLE

Dünyadaki seksen metre karelik cennetim de diyebileceğim evim, Amsterdam şehrinin iyi bir semtinde yer alıyor. Kendimi orada nasıl da delicesine, coşkulu ve mutlu hissediyorum, anlatamam. Hollanda’ya özgü, çoğu zaman gri ve ara sıra da olsa deniz mavisi görünen semanın yoksul renkliliğine, cıvıltıları ile kulaklarımı götüren kuşların doluştuğu göğe beni bir hayli yakınlaştıran, on birinci katta evim. Çok yüksek yapıların nadir görüldüğü bu güzel şehirde, ben de böylesi bir binada ikamet ediyorum. Yerden bu kadar uzaklıktan baktığım zaman Amsterdam adeta ayaklarımın altına serpiştirilmiş gibi bir hisse kapılıyorum. Bu imkân, edindiğim büyük bir ayrıcalık. Bu muhteşem manzaraya kuşbakışı bakmak da doğrusu doyumu olmayan ayrı bir güzellik.
Adım Fee. Fee Hollandacada peri anlamına geliyor. Kaç yaşıma geldim, adımla müstesna olmak içindir belki de yerimde kipirtisiz durduğum görülmemiştir. Her an hareket halindeyim. Anlayacağınız oldukça delişmen veya biraz da kaçık bir kadın olduğumu da söyleyebilirim. Dört bir yanda uçuşup duruyorum. Artık süt beyazı kanatlarımda belli bir yorgunluk duysam da pes etmek yine de bana göre değil. Çünkü, hayatta kuşlar gibi uçmak ve kanatlanmak güzel.
Dünyada günümüze değin yaşanmış ve yaşanan sonsuz sayıda aşka benimkini de müsaadenizle bu satırların arasına katmak istiyorum. Son demimde, yaşlı bedenimin bütün hücrelerimde baş döndüren bir muhteşemlikle yaşadığım sevdamı birazdan anlatacağım. Böylelikle size bundan sonrasında anlatacaklarım hakkında ipucu da vermiş oldum. Ama şu var ki, her aşk özel ve de güzeldir. Adı üstünde değil mi? Aşk!
Yaklaşık yedi yıl kadar önce elli yıllık bir evliliği ardımızda bırakmıştık ki, çok sevdiğim, hatırasına saygıda kusur etmediğime inandığım ve her daim birlikteliğimizde oldukça mutlu olduğum, hayat arkadaşım, can dostum, kocam Jan’ı kaybettim. Jan’ın ölümünün ardından ilk yıllarda onu aklımdan ve yüreğimden bir an için çıkarmam mümkün olmadı. O hala ona ayrılmış özel köşeciğinde durur. Zaman her derde deva derler ya öyle de oldu. Onun yokluğuna hatıralarının avuntusu ile yavaş yavaş alıştım.
Lakin bu kez de yalnızlığın getirdiği sıkıntılı boşluk çıkagelince, bunun da dayanılmaz bir hal alması, yeni yeni birlikteliklerimi ve arkadaşlıklarımı da beraberinde getirdi. Hiçbirinde de aradığım güzelliği bulamadığımdan bu ilişkiler saman alevi misali dumanlar içinde kalıp, benim avurtlarımı şişirip üfleme zahmetine koymadan kendiliğinden çabukça söndüler.
İlk eşim Jan ile çocuk sahibi olabileceğimiz halde, biz gayet normal görülen bu yolu seçmedik. Çocuk konusunda her ikimizin de yüreklerimizi ortaya koyup onayladığımız felsefemiz oldukça ilginçti. Şöyle ki: Çocuk yapıp dünyaya yeni çocuklar katma yerine, var olanları edinip onlara sahip olmak bize daha iyi ve insani geldi. Bu da bizim felsefemiz oldu. Dünyada yeteri kadar aç ve açıkta çocuk vardı. Önce bunları sahiplenmenin bize daha vicdani ve adaletli bir duygu verdiğini gördük. Bu doğrultuda elli yıllık evliliğimiz esnasında farklı zaman birimlerinde, dördü kız üçü oğlan yedi tane evladımız oldu. Hepsini de fakir Uzak Doğu ülkelerinden edindik. Birbirinden tatlı çocuklardı. Bize anne ve baba olmayı en üst seviyede nasıl da güzel yaşattılar. Şimdilerde hepsi büyüdü mevki ve iş sahibi oldular. Ayaklarının üzerinde dimdik duruyorlar. İnsanlığa yararlı ve mutlu birer birey oldular. Her ne zaman evlatlarımdan biri gözüme ilişmeye görsün, gözlerim buğulanıyor ve ardından da kamaşmalarının önüne geçemiyorum. O an kanatlarımı indiriyor, uçmaktan vazgeçiyor ve onlara bakmaya doyamıyorum. Onlar, bizi birbirinden alımlı on ayrı torunun gururlu sahibi yaptılar.
Jan’ın ölümünde hepsi bir olup yanı başımda göndere çekilmiş birer bayrak gibi durdular. Bir an için de olsa elimi bırakmadılar. Ben onlardan oldukça razı ve mutluyum. Her daim mus mutlu var olsunlar. Hemen hemen her gün arayıp sorarlar. Anlaşılan o ki, yüreğimizdeki sevgimizi vermesini becerdik ve şimdilerde bunun güzelim meyvelerini alıyoruz.
Birkaç arkadaşlık deneyimimden sonra yine bir yalnızlık boşluğuna düşmüştüm. O gün yoğun bir katılımın olacağı bir doğum gününe davetliydim. Bugünkü gibi güzel mi güzel bir bahar günüydü. Baharda yaşanan günün güzelliği şüphe götürmezdi. Benim de bu bahar gününün ihtişamından geri kalır yanım yoktu. Anacığım küçüklüğümü anlatırken, her defasında bebekliğimde bir altın damlası güzelliğinde olduğumu söylerdi. Bu konuda hiç de mütevazi olamıyorum. Ben hala güzelim. Güzelliğimi ne saklarım ne de tek kelime ettiririm. Hem demezler mi; sen kendini nasıl hissedersen karşındaki de seni öyle görür.
Yaşım bir hayli ilerlemiş olsa da kanıma işlemiş olan kokoşluğumu bir an olsun üzerimden atamadım. Aslında bununla barışığım da. Hal böyle olunca, ben de taktım takıştırdım, sürdüm sürüştürdüm. Ol haşmetimle taktım çantamı koluma ve girdim Amsterdam’ın kıvrımlı yollarına.
Arkadaşım Gerda beni kapıda güzel yüzünde geniş bir gülümseme ile karşıladı. İçerden yüksek sesle yapılan sohbetlerin ve fonda caz müziği sesleri birbirine harmanlanmış bir şekilde geliyordu. Gerda kulağıma eğilip beni birisi ile tanıştırmak istediğini fısıldadı. O an bütün tüylerim diken diken oldu. İçimi anlam veremediğim hoş bir ürperti kapladı. Bu güzel bir şeylerin olacağının emaresiydi. Hadi bakalım ne olacaksa tez elden olsundu. Kalbimin kapılarını sonuna kadar araladım.
İçerisi oldukça kalabalıktı. Misafirlerin kimisi ayakta, kimisi de oturduğu yerde küçük gruplar halinde sohbet ediyorlardı. Gerda kolumu çekiştirip şık giyinmiş, elinde kırmızı şarap bardağı tutan, kır saçlı yakışıklı bir beyin yanına getirdi. Bizi bir çırpıda, uzun lafa gerek duymadan tanıştırıverdi. (Büyük ihtimalle beni kendisi ile tanıştıracağını önceden onun da kulağına fısıldamıştı. Gördüğüm kadarı ile sanki her an geleceğimi bekler gibiydi.) Gerda alem biriydi. Hayatı benim gibi; dolu dolu yaşıyor ve etrafındakilere de böyle yaşatıyordu.
Çok kısa bir süre sonra sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi bir intiba edindiğim Max adındaki bu beyle hemencecik kaynaştık. Çok hoş bir adamdı ve apansız içimde sıcak bir akıntının dolaştığını, yüreğimin bir başka attığını ve zamanın hiç geçmemesini istediğimi fark ettim. O konuşurken hayranlıkla orman yeşili gözlerinin içine bakıyordum. Biçimliliğini koruyan dudaklarının arasından çıkan her kelime sanki özenle seçildikten sonra sadece benim kulaklarıma ulaşıyorlardı. Kelime hazinesinin genişliği, elbette ki bilgi dağarcığının da oldukça donanımlı olmasından geliyordu. Max tam da aradığımdı. Benim olmalıydı.
Doğum günü partisi bitmek üzereydi. Biz telefon numaralarımızı kaydetmiş ve her ikimizin de bildiği bir Amsterdam kafesinde ilk randevumuzu kaşla göz arasında hemen ertesi gün öğleden sonrası için yapmıştık.
Doğum gününün hemen ardından Max ile uzun uzadıya bakıştıktan sonra evden çıktım. Az kalsın ellerimi onun ellerinde unutuyordum ki, kendime geldim. Olup bitenler ev sahibi arkadaşım Gerda’nın gözünden tabi ki kaçmamıştı. Çıkışta hemen yanıma geldi ve bana sıkıca sarıldı. Mutlu olduğumu görünce, o da çok sevindi. Bu kez de gelişmeler konusunda haber beklediğini usulca kulağıma fısıldadı.
Evime yine uçarak geldim. Fee, yani ben pericik kanatlanıp cennetime ulaşmıştım. İçim içime sığmıyordu. Kalbimin atışlarını normalleştirmek için sağ elimle üzerini uzun süre bastırmak zorunda kaldım. Hava kararmış, tek tük kuş cıvıltısı evimin içine ulaşıyordu. Pencereler arasında dolanıp Amsterdam’ı seyre koyuldum. Şehir ışıl ışıldı. Belki de dünyanın en güzel manzarası gözlerime doluşuyordu. Mutluydum. Sabah bir an önce olsundu. Güneş yeniden olanca rengi ile parlasındı.
Söz konusu aşk olunca, oğlum Andri’nin on sekiz yaşındaki kızı, torunum Teressa baş danışmanımdı. Bu konuyu yine ilk defa onunla paylaştım. Torunum bana bu konuda izleyeceğim yolu ve taktikleri veriyordu. Gelişmeleri ve ses tonumdaki duygusallığı alır almaz müthiş bir çığlık attı. Benim adıma çok sevinmişti. Fakat bir çekincemin olduğunu söyledim.
“Ne oldu babaanne ne oldu? Neden çekiniyorsun?”
“Şeyyy… Terassacığım Max yetmiş üç yaşında olduğunu söyledi. Yani benden tam on yıl daha genç. Ben yaşımı söyleyemedim. Bu beni biraz rahatsız ediyor.”
“Aman babaanne senin de dert ettiğin şeye bak. Hem sen yaşını hiç göstermiyorsun ki. Sen en az on yaş daha genç görünüyorsun. Sen de beyaz bir yalancık söylersin. Olmadı ben de yetmiş üç yaşındayım dersin. Oldu bitti. Bu konuyu hiç kafana takma ve danışmanına kulak ver. Olmaz mı, benim güzeller güzeli, tontiş babaanneciğim.”
“Peki oldu. Oldu. Bir kerecik yalan söylemekten bir şey çıkmaz. Öyle diyeceğiz artık.”
Sabah erkenden uyandım. Kuş sesleri yine evimin içine doluşmuştu. Balkonda bir uçtan bir uca uçuşuyorlardı. Süslenip, takıp takıştırdıktan sonra ben de Max’cığıma doğru kanat çırpacaktım. Aynanın karşısında bir hayli oyalandım. Akşamdan giyeceğim kırmızı renkli uzun elbisemi hazırlamıştım. Güzelce giyinip aynanın karşısına yeniden geçtim. Ayağımda da topuklu kırmızı ayakkabılarım vardı. Evet yine çok güzel olmuştum. Bu yaşıma rağmen böylesine güzel görünüyor olmam bana büyük bir özgüven verdi. Edindiğim yüksek moralle erkenden evden çıktım. 
          Kalp çarpıntıları ile buluşacağımız kafeye geldim. Max dışarı bakan pencere tarafında oturmuş, beni bekliyordu. Kafeden adımımı atar atmaz oturduğu masadan kalktı ve bana doğru geldi. Her ikimiz de kollarımızı sonuna kadar açmıştık. Kırk yıldır görüşemeyen sevgililer gibi hiçbir ikirciklenme olmaksızın sıkıca birbirimize sarıldık. Max yine oldukça şık giyinmiş ve çok bakımlı da görünüyordu. Parfümü beni benden aldı ve adeta onun avuçlarının içine oturttu. Bu kadar kısa bir sürede iki insanın bu denli yakınlık hissetmesi inanılır gibi değildi. Anlaşılan her ikimiz de kelimenin tam anlamı ile “abayı yakmıştık.”  
Çok kısa bir süre sonra Max evini bırakıp benim cennetime taşındı. Artık aynı cennetteydik. Hatta nişanlandık. Fakat söylemiş olduğum yalan beni hala rahatsız ediyordu. Bu durumdan bir an evvel kurtulmam lazımdı. Bu kez mavi olan göğe doluşan kuşları ve güneşe açılan penceremizden günbatımını izlerken, elimizdeki kırmızı şarap kadehlerimizi bir kenara bıraktık. Nefesimi tutup yalanımı açıklayacaktım ki, belimden kavradığı gibi hayatımın en güzel öpücüğünü verdi. Ben mest olsam da cesaretimi yeniden toplayıp söze girdim.
“Max… Sevgilim, biliyor musun? Ben sana yalan söyledim.”
“Yalan mı? Ne yalanı?”
“Bennn… Ben aslında yetmiş üç yaşında değilim. Ben seksen üç yaşındayım.”
“Sevilim, ben de öyle korktum ki, bir an altmış üç yaşında olduğunu söyleyeceksin sandım.” Kulaklarıma inanamadım. Beni hoş tutmasını ne de güzel ve incelikle bilmişti. Dünyanın en mutlu kadını bendim. Yeniden kanatlanıp uçacaktım ki, Max bir kez daha belimden kavrayıp hızla kendisine doğru çekti. Kuş sesleri gelmiyordu. Fonda Leonard Cohen’in bir şarkısı vardı. Şarkı; “Dance me to the end of love – Benimle aşkın sonuna kadar dans et.” diyordu. Biz de dans ediyorduk. Kanatlarım kıpırtısız durulmuş bir halde Max’ın kollarının arasındaydı. Yüreğimde sakladığım beyaz bayrağımı çıkardım ve sallandırdım.

Amsterdam, 5 Mayıs 2020



CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...