25 Ocak 2015 Pazar

“ELİMDEN BİR KIRIK SAZ GELDİ GEÇTİ”


“ELİMDEN BİR KIRIK  SAZ GELDİ GEÇTİ”

Yüz yıllık bir inişli çıkışlı yaşamı, gözlerinizi yumup ardınızda bırakmış olsanız da yeterli olmuyor, ki benim açımdan hiç te öyle olmadı. Tam tersine kısa bir ömür ile yetinmek zorunda kaldım. İnsan; hayata, derinlerinde var olan güçlüklerine karşın, yine de mümkün olduğunca daha uzun süre tutunup, kalmayı arzuluyor. Böylesine erken bir ölümün olmasını ben de hararetle istemez ve bunun bir kaç yıl da olsa ertelenmesi için bütün varımı yoğumu ortaya koyup, engel olurdum. Ama bize biçilen ömür de bu kadarmış, nasip kısmet meselesi diye savıp (gecenin veya günün kırkından sonra), geçirmekten başkaca da yapılacak bir şey yok gibi.
Bendeniz hayatta iken, kendim ile ilgili kısmen anlatacaklarım konusunda övgü çizgisini fazla aşmamış veya abartıya kaçmamış olacağımı sanıyorum. Çok uzun yaşadım diyemem. O nedenle hayata ve sunduğu armağanlara doydum desem, laf-ı güzaf olur. Betimlenemeyecek güzellikteki dünyada doyasıya kalıp, yeryüzünün dört bir yanını adımlayamadığım gibi, hemen hemen her şey yarım kaldı. Yaşam, aşk, sevgi, icra ettiğim sanat, musiki ve akla gelebilecek insana dair hiç bir şeyi tamamlayamadım. Sözün özü, musiki ile yoğrulmuş kalbimi, en sevdiklerim alıp, acımasızca kara toprağın altına gömeli yıllar oldu.
Hani kendim hakkında övgüye kaçacaktım ya! Diyebilirim ki, dünyanın dört bir yanında tanınan Türkiye’li bir müzisyen-bestekar, ud virtüözüyüm. Böylesine, hani insanın dudak büküp, gıpta ile bakılacağı bir statüye sahip olmama karşın, çevremdekiler çekilmez, asabi, suratı düşük ve nemrut birisi olduğumu yüzüme karşı fütursuzca söylerlerdi, ki haksız da değillerdi. Asabiliğimi, çekilmez biri olduğumu, en iyi ben biliyorum. Bir müzisyenin kendisini böylesi olumsuz huylar ile donatması hiç hoş değil. Lakin bunun önüne geçmek, hiç kimse için mümkün olmadığı gibi, benim için de kolay olmayan bir durumdu.
Değindiğim illet olası asabiliğimin, hayatımda çok önemli bir dönüm noktasının ardından sökün ettiğinin kanaati bende ağır basıyor. Öyküsü bir hayli eskilere dayanıyor. Kürdilihicazkar makamındaki bestelerim gerek dünyada, gerekse ülkemde çok ses getirdi. Sayısı yüzleri aşkın zevkle dinlenen bestem oldu. Ud icrasında, tambur tavrına az mızrap vuruşu ile çok melodi elde etmeyi amaçlayıp, geliştirdiğim ve bana ait olan bu stil, sanat hayatımdaki çıtamın yükselmesine yardımcı oldu. Musiki sevenlere beş yüzü aşkın eser bıraktım. Bütün bu verimli çalışmalarım elbette beni belli bir yere getirdi. Çalışmalarımın meyvalarını topladım.
Fransız devlet Radyosu, dünyanın her ülkesinde önemli bulduğu bütün müzisyenlerin LP’sini çıkartıp, pek çok sanatkarı ölümsüz kılan bir kurum. Bu kurumun davetini ben de aldığımda mutlukluktan adeta uçtum. Bu çalışmaya layık görülmem oldukça onur verici idi. Şaşkınlık içindeydim. Sevincimi ailem ve dostlarımla paylaştım. Onlar da çok mutlu olup, yelkenlerimi var güçleri ile doldurup, bu büyük deryada hızla yol almam için desteklerini olabildiğince ortaya koydular. Bu benim için çok ama çok büyük bir adımdı. Böylelikle dünyaya daha da çok açılmış olacak ve ülkemde, müzik alanında en yetkili otorite olan bu kurumun LP’sini çıkardığı ilk müzisyen olacaktım. Bu açılım annemden doğalı, benim için hayatımın en önemli oluşumu idi. Yakaladığım bu imkanı, dişimi tırnağıma takarak, hırs yapıp, optimal derecede değerlendirmeliydim. Bu vesile ile müzik alanında ufkum daha çok genişleyecekti. Duyduğum heyecandan kalbim beni terk edip, gidecek gibiydi. Yüreğimin göğsümde, her zaman olduğu yerde kala kalması için elimle göğsümün sol tarafını sıkı sıkıya bastırıyordum. Çıkacak olan LP’im için Fransa’ya gitmek üzere bütün hazırlıklarımı yaptım.
Müzik aletleri arasında ud en sevdiğimdir. O bir tarafa, dünya bir tarafa. Fransa’ya udumu da götürecektim elbette. Çünkü benim bütün icraatım bu enstrümanla olacaktı. Hayranı olduğum bu müzik aletini elime aldığım zaman, bütün benliğimi kaybeder, tartışılmaz estetik güzelliğin her milimetre karesine evire çevire defalarca dokunuyordum. Fransa öncesi de udumu kılıfından çıkarıp, uzun uzadıya okşadım, usulca nazlı tellerine dokundum ve o bir kez daha en güzel melodilerle dile geldi. Ardından “nazlımı” uzun yolculuğum için öpüp, tekrar kılıfına yerleştirdim. Valizim, uçak biletim ve pasaportum tamamdı.
Fransa’ya olan yolculuğum için İstanbul’a gitmem gerekiyordu. Bulunduğum yerden uzun ve yorucu bir otobüs seyahati ile akşam üzeri yedi tepeli, sülün misali süzülen İstanbul’a geldim. Yabancısı olduğum bir şehir değildi, güzel İstanbul. Müzik camiasından ve hayranlarımdan oluşan geniş bir arkadaş çevremin olduğu, konserler ve müzikal aktiviteler için sık sık geldiğim, uzun dönemler kaldığım, aynı zamanda yüreğimdeki yeri büyük olan bir şehirdi, harikalar diyarı İstanbul.
Yolculuğumun ardından soluğu, önceden ayırdığım otelimde aldım. Ertesi sabah erken bir saatte ise uçağım kalkacaktı. Otelin karşı sokağında iyi bir yer olduğuna kanaat getirdiğim bir restaurantta akşam yemeğimi yedim, üzerine de az şekerli kahvemi yudumladım. Yemek güzel, kahve de iyi geldi. Otele dönüp, İstanbul’da ki dostlarımla uzun uzadıya telefonla sohbet ettim. Her ne kadar beni gelip, görmek istemelerine rağmen bu isteklerini yorgunluğumu ve sabah erkenden yola çıkacağımı bahane gösterip, kibarca ret etmek durumunda kaldım.
Saat bir hayli ilerledi. Yarın oldukça önemli bir gündü, hayatımın dönüm noktası idi. Yatağa gitmeden önce valizimi, biletimi ve pasaportumu kontrol ettim. Her şey istediğim gibiydi. Kontrol sırası yine nazlı enstrümanım udumda idi. Son bir kez okşamak üzere kılıfından özenle çıkardım. Gözlerime inanamadım. Gecenin yarısında büyük bir felaket ile karşı karşıya idim. Udum göbeğinden baştan başa çatlamıştı. Çocuklar gibi şaşkınlık ve panik içinde hüngür hüngür ağlıyordum. Ud olmadan Fransa’ya gidemez ve gitsem de orada bir şey yapamazdım. Sakinleşmeye çalışıp, kendimi toparlamam gerekiyordu. Gecenin bu vaktinde ne yapabilirdim, kimseleri arayıp rahatsız edemezdim. Başka çarem yoktu, İstanbul’daki yakın arkadaşlarımdan Ahmet’in ev numarasını otel lobisinden büyük çekinceler ile utana sıkıla aradım. Ahmet’i uykusundan zorlanarak uyandırdım. Telefonun defalarca çalmasının ardından, ahize kaldırıldı. Telefonun diğer ucundaki arkadaşımın uykulu ve biraz da kızgın olduğunun çok net hissedildiği, ürperti veren sesini duydum. Binlerce kez özür dileyerek, durumu olduğu gibi bir çırpıda aktardım. Sağ olsun Ahmet çok geçmeden otele geldi. Bir taksi kiralayıp, Ahmet’in tanıdığı bir ud ustasına gittik. Usta çoktan uyuduğu için, evi karanlıklar içinde idi. Başka çaremiz yoktu. Uzun uzadıya kapının zilini çalıp, saçları iyice dökülmüş yaşlı başlı ustayı uyandırdık. Ahmet’i ve elimde udumla beni görünce gözlerini oğuşturarak şaşkınlığını gizleyemedi. Gecenin bu saatinde olacak iş değildi, yaptığımız. Ahmet defalarca dilenen özürler eşliğinde meramımızı anlattı. Bu durumda yapılacak bir şey yoktu. Adı Veli olan ustayı da alıp, dışarıda bizi bekleyen taksiye atlayıp, bir kaç sokak ilerisindeki atölyeye gittik. Ustayı güçlükle ikna etmiştik. Udun tamiri için sabaha kadar uğraştı. Güneş ışıkları atölyenin vitrin misali kullanılan pencerelerinden içeri doluşurken, udun tamiri de bitti. Tutkalın iyice kurumasını bekledik. Ud eski halini almıştı. Udumu alıp yeniden hayranlıkla okşamaya koyuldum. Fakat acele etmem gerekiyordu. Yaklaşık iki buçuk saat sonra uçağım kalkacaktı. Önce otele uğrayıp, eşyalarımı almak zorundaydım. Çok az vaktim olduğu için, hemen ustanın parasını yüklüce bir bahşişle verip, otelin yolunu tuttum.
En kısa zamanda havaalanına gitmeliydim. Eşyalarımı bir çırpıda toparlayıp, tekrar taksiye bindim. Şoförden biraz hızlı gitmesini ve az bir zamanımızın olduğunu söylediğimden, Tanrı yardımcısı olsun durumun ciddiyetini kavradığından, gidebildiği kadar hızlı yol aldı. Uçağın kalkmasına yirmi dakika kadar bir zaman vardı. Pasaport kontrolünde onlarca kişi bekliyordu. Yalvaran gözlerle öne geçip, geçemeyeceğimi sorup, ricada bulundum. Arkalardan bir kaç kişi kabul etse de, ön taraflarda takıldım. Uçağım kalkacak dediğimde, sıradakiler de uçaklarının kalkacağını söylüyorlardı. Adamlar “Nuh diyor peygamber dememekte” direttiler. O kadar yalvarmama rağmen daha önlere doğru ilerleyemedim. Pasaport kontrolünden geçtiğimde ise uçağın kalkmasına sadece üç dakika kadar bir zaman kalmıştı. Çıkışa kan ter içinde geldim. Kendimi yorgunluk, uykusuzluk ve gerginlikten pelte gibi hissediyordum. Çıkış kapanmıştı, fakat uçağı görüyordum. Çıkıştaki yetkililer uçağa binemeyeceğimi söylediklerinde bütün kanım beynime fırladı. Yeniden yalvardım yakardım, ağladım, sızladım. Yerlere kapanıp, çocuklar gibi tepine tepine hüngür hüngür ağladım. Görevliler şaşkınlık içinde bana bakıp, beni yerden kaldırmaya çalışırlarken, yardımcı olamadıkları için üzgün olduklarını söyleyip, özür diliyorlardı.
Kendime geldiğimde uçak çoktan havalanmış, istikbalim, geleceğim de, bir daha gelmemek üzere çekip gitmişti. Udumu çıkışın yan tarafında bulunan sandalyeye koymuştum, oradan alıp, tekrar havaalanının salonuna geldim. Bir kafede oturup, kahve içip kendime geldim. Havaalanının çarşısında renk renk elbiselerin sergilendiği vitrinlere boş gözlerle uzun uzadıya baktım. Gidip gelenler arasında uçma telaşı olmayan bir kaç kişi, musiki ile yakından ilgili olacaklar ki, beni tanıyıp selamladılar. Bir şeyler sormak isteyenlere özür dileyip, vaktimin olmadığını söyledim.
Biraz daha kendime gelebilmek, üzerimdeki stresi, yükü ve gerginliği atabilmek amacı ile oyalandım ve tekrar bir taksiye binip, otele döndüm.
Otelin giriş kapısından adımımı yeni atmıştım ki, resepsiyondaki genç beni görür görmez, afalladı. Şaşkınlıktan gözleri kocaman açılmıştı. Her iki elinin parmaklarını birbirinden ayırıp, kafasının iki yanında birleştirip, avazı çıktığı kadar bağırdı.
“Abi..,  Abi… Nasıl olur, yaşıyor musunuz siz?”
“Ne demek istiyorsun, delikanlı, burada olduğuma göre elbette yasıyorum. Nasıl bir soru bu?”
“Ama abi… Nasıl desem. Sizin bineceğiniz uçak düştü.”
“Ne diyorsun sen? Aman Tanrım, ne korkunç bir durum bu,” dediğimi hatırlıyorum. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Ama olay çok vahimdi. Başımdan kazanlar dolusu kaynar su dökülmüş gibiydi. İnanılır gibi değildi. Hayatın bir kez daha ne kadar çok büyük tesadüfler içerdiğini, insan yaşamının ne denli ince bir ipliğe bağlı olduğunu gördüm. Ben yaşarken, onca insanın bir anda yaşamını yitirmesini göz önüne getirdim, içim burkuldu, resepsiyondaki gence sarılırken, göz yaşlarıma hakim olamıyordum. Havaalanında akan göz yaşlarım yerini başka duygular esliğinde devam ediyordu. Onca insan bir anda sevdiklerinden, yaşamdan, aşktan, müzikten, güzelim dünyadan ve bütün tutkularından ansızın ayrılmak zorunda kalmışlardı.
O uçağa binmiş olsaydım, dünyadan erken ayrılmış olmama dair olan serzenişimin yoğunluğu daha da katı olacak, dolayısı ile yaşamdan daha da erken kopmuş olacaktım. Bundan sonra elimde kırık ama tamir edilmiş bir udla yaşamaya devam edecek ve bana biçilen ikinci ömür dilimini bekleyecektim. Ama ben eski ben değildim. Aşka, sevgiye, musikiye ve hayata dair her şeye yeniden devam ettimse de, ben başka biri olup, çıkmıştım. Sinirlerim allak bulaktı. O gün bugündür, kendi üzerimdeki kontrolümü ne yazık ki, yitirdim. Ve yaşam göz kamaştıracak kadar hayli güzeldi, sadece insanların bundan sonra bana katlanmaları ve beni çekilmez bu halimle kabullenmeleri gerekiyordu. Yani çevremdeki insanların, arkadaşlarımın, ailemin ve dostlarımın işi zordu.

Amsterdam, 24 Ocak 2014






 

  

7 Ocak 2015 Çarşamba

KEŞKE



Can ciğer dostların benliklerini kaptırdıkları, yavaş yavaş tatlı bir ılıklık veren hararetli sohbetleri esnasında, ansızın yeri ve zamanı gelen, o anda fazla gecikmeye mahal vermeden kullanımı bir zaruret gösteren argo, aynı zamanda insanın dilinin kolay kolay söylemeye varmadığı müstehcen içerikli bir deyimdir. Deyim yeni il olan Yalova şehri ile ilgili. Yalova’nın ilçe olarak hüküm sürdüğü uzun dönemde bu yerleşim yerinin kaymakamı olmak, bu bilinen argo deyimden dolayı bir hayli sıkıntılıydı. Hani makamı veya kimliği ne olursa olsun, varlıkları kaale alınmayan kişiliklere karşı kullanılırdı. Ve söylenen aynen şöyle idi, diyeceğim ama biz yine de aynen olduğu gibi değil de, biraz kırparak söyleyelim. Ama siz zaten bu satırları okuduğunuzda da, belden aşağı olup, uçkur çözdüren sözcükleri kendi kendinize sansürsüz mırıldamışsınızdır.

“Bırak lo… Kim s….. Yalova kaymakamını.” Evet en nihayetinde yıllar önce Yalova ilçelikten, il statüsüne terfi ettirildi ve gelen her kaymakam da bu sıkıntılı durumdan ve alaya alınıp, makamlarını dahi söyleme çekincesinden kurtuldular. Devletimiz böylelikle büyük bir işe el atmış oldu. Sorunu tam anlamı ile kökünden çözdü. İnsanları da böylesi nahoş bir durumdan kurtardı.

Bu durumda akla şöyle bir şey de gelebilir elbette. Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmek istemesinde olduğu gibi, onlarca yıldır il olabilmek babında çırpınan pek çok kasaba bulunmakta. Acaba onlar da il olmak maksadı ile yavaştan yavaştan ortaya Yalova ile ilgili bir deyime benzer bir yakıştırma mı üretip, yaysalar. Kim bilir belki de, kendileri için bir çözüm yolu olabilir. Devlet baba bu ilçenin düştüğü güç durumu göz önüne getirip, bu yerleşim birimlerini de il konumuna kaydırabilir. Bizden söylemesi.

Armutlu da Yalova iline bağlı kaplıcaları ile ünlü bir sayfiye ilçesidir. Buranın yerli halkının omuzlarını dikleştirip, kafasını hafif kaldırarak; devletimiz buraları Rumlardan temizlendikten sonra, 9 Ağustos1934 tarihinde Atatürk Armutlu’ya geldi. O zaman ilçemizin adı Rumca Armodies idi. Atatürk buranın adının, bundan sonra Armutlu olmasını söyler ve o günden bugüne kasabamızın adı (öyle ahım şahım dişe dokunur miktarda armut yetiştirmediğimiz, armut ile ilgili hiçbir özelliğimiz olmadığı halde, ki biz zeytincilik yapıyoruz), böyle kalır.

Armodies'in adının değişmesi ile dini bütün bir Almancının, kan ter içinde ekmeğini çıkarmak için yüzlerce metre yer altı cehennemine, binbir dua ile indiği madenden, kömür karası yüzünü yuduktan sonra, derin bir nefes alıp ciğerlerini oksijen ile doldurup, yeniden çıktığı yer yüzünde, tesadüfen karşılaşıp tanıştığı, sarı gür bukleli Maria ile evlenmesinin getirdiği sonuçlar arasında büyük benzerliklerin var olduğunu görebiliriz. Onu imana getirip, bütün kötü batıl düşünce ve inanışlarından da arındırır. 

Maria da kendisi gibi “pürü ak” olduktan sonra, bu iyilik timsali muhteşem insana yeni bir isim de vermek gerektiğini düşünür ve adını Meryem olarak değiştirir. Böylelikle kendisi ve müstakbel eşine cennetin kapıları sonuna kadar açılmış olur. Bu göğsü iman ve iyilikler ile dopdolu yeni ermiş insanın adı artık Meryem’dir. Bakıldığında Maria ile Armodies’in kaderleri aynıdır. Her ikisi de köklü bir temizlik ve arındırmanın ardından, gurur duyacakları sıfır kilometre kimliklerine kavuşmuşlardır.

Konu yerleşim yerlerinin isimleri olunca; Anadolu’nun kadim halklarından Ermeni’lerin ikamet ettikleri bazı köy ve ilçelerin isimleri günümüze değin değişmeden gelmiştir. Tatvan, Eleşgirt ve Mazgirt bu ilçelerden bazılarıdır. Bu elbette çok küçük bir kırıntı dahilinde olsa da, aynı zamanda minik kırıntı dahilinde olumlu bir detaydır. Gönül isterdi ki; bu tür olumlu detaylar bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olması değil de, gururla insani bir duruşu sergilemeye çok daha yakın olan, böylesi ayrıntıların hayatımızda sayılamayacak kadar çok olmasıdır.

Ne yazık ki, bu güzelim tablonun çok ama çok uzağındayız. İyi niyetli, güzelim insanlar, insanlığın gönlünde yatan bu tablonun çizilmesi için fırçalarını alıp, var olabilecek en güzel renklere batırıp, eşitlikten, kardeşlikten, adaletten ve diğer bütün insani güzelliklerden yana harikuladelikler yaratmaya her ne zaman yeltendilerse, barbarlıklar bu girişimleri zorbalıklar ile bastırdılar, fırçaları kırıp, boyalarını döktüler. “Mutluluğun resmini çizmeye” çalışanlar, hayatlarının baharında, bunun bedelini gencecik canlarını vererek ödediler.

Sonuç olarak gelinen noktada; keşke Yalova kaymakamlarına böylesi abes bir yakıştırma yapılmasa idi. Yaşadığımız coğrafyada, dünyada kimse kimseyi zorbalıklarla “burası benim yerim deyip” yeryüzüne ve gökyüzüne çizdikleri gayri insani çemberlerden, kimseler kimseleri temizlemese, Rumcada adı Armodies olan Armutlu’nun adı değişmese, bütün insanlık vatanları olarak gördükleri dünyada bir arada binbir güzellikle, kardeşçe yaşasa, temennisinde bulunmadan edilemiyor. Tabi Maria da, zorlamalarla kandırılmasa, kendi adının seçimini kendisi yapsa ve Maria olarak kalsa.  

 

 Yalova-Armodies, 30 Aralık 2014



CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...