3 Ağustos 2013 Cumartesi

ALİ BABA'NIN ÇİFTLİĞİ


ALİ BABA'NIN ÇİFTLİĞİ

Çoğu sandalye gibi, onlarca yıldır kullanılagelen hasır örgülü iskemlenin de dört ayağı vardı ve sol arka ayaǧı hafif kısa olduǧundan, en küçük bir harekette durmadan yalpalıyordu. Bu bir ayağı topal sandalyeye oturan, uzun kır sakallı, mavi gözlü adamın başı öne eğik ve oldukça yorgundu. Öyle ki; bütün bedeni ile, başına gelen her türlü oluşumun yorgunuydu O. Karmaşık düşüncelerin bulutlar halinde yoğunlaştığı beyni, kanatlanan kalbi, tüyleri, ciǧerleri, kolları, elleri, ayakları, gözleri, bıyıkları, kır sakalları ve saçlarının dipleri dahi bitkindi. Hasır örgülü, emektar-topal sandalye gıcırtılarla sallanıyor, kırçıl sakalları kırçıllaşıp uzuyor,  yorgun boncuk mavisi gözleri buğulanarak, derya olup daha da mavişleşiyorlardı.
Derin insani düşünceleri, dünyaya sığmayan hayalleri, bütün insanları kucaklayan idealleri, aklı, zekası, rüyaları, düşleri, bitmeyen özlemleri, hasretleri, derin sevgileri, güzellikleri, çiçekleri, gülümsemeleri, bayramları, yakılan köyleri, köylerinden yükselen dumanları, köylerinin yalnızlıǧı, kelepçeleri, geleceǧi, geçmişi, şimdisi ve sonrası bitap düşmüştü.
Oysa O da, milyonlarla ifade edilen bir halka mensuptu. Ezilen, yok sayılan ve zaman zaman ortadan kaldırılmak istenen, işkencelere, prangalara, kelepçelere, zindanlara, karanlıklara, yağmalamalara, talanlara, linç edilmelere, tecavüzlere, dili, kültürü yasaklara maruz kalan bir halktı.  
Yorgun adamın mazlum halkı, yine milyonlarla ifade edilen başka bir halkla, aynı toprakları paylaşıyordu. Bu başka halk, yorgun adamın halkı binlerce yıldır bu topraklarda yaşarken, bin yıl kadar önce çok uzaklardan sökün edip, geldiler. Yorgun adamın insanları misafirperver insanlardı. Yıǧınlar halinde, çok uzaklardan, at üstünde gelen bu çekik gözlü beklemedikleri misafirlerine; "başımız gözümüz üstüne geldiniz" deyip, ayranlar ikram ettiler, koyunlarını, kuzularını kesip, onları en güzel şekilde aǧırladılar. Ardı arkası gelmeyen sunumlarda bulundular. Söz arasında misafirleri yaşamak için bir yer aradıklarını, isterlerse ev sahipleri ile aynı dini kabul edebileceklerini de söylediler ve öyle de yaptılar. Yorgun adamın insanları oturdukları toprakları, misafirlerini kardeş görüp onlarla paylaştılar. Lakin misafir halk bir süre sonra süzme zeytinyaǧı misali üste çıkıp, ev sahiplerini ezip, bütün insani haklarını gasp ettiler. Yoǧun bir zulüm uygulayıp, barbarlıǧın son kertesine çıktılar. Uzun bir süre sonra ilk gelişlerinde, geldikleri yoldan soluklanıp, susuzluklarını gidermeleri için sunulan ayranı dahi, kendilerinin milli içeceǧi olarak duyurdular.
Sandalyede oturan adam yorgundu. Ali Baba’nın çiftliǧinde bulunan horozlar, kediler ve diǧer canlılar dahi kendi dillerinde gıdaklıyor, ürüyor veya miyavlıyorlardı. Ama yorgun adamın sesi, soluǧu uzaklardan gelen, empatiden bihaber beklenmedik misafirleri tarafından yasaklandı. Her alanda tabular oluştu. Yorgun adamın halkı kardeşlikten, kendilerinin de haklarının olduǧundan bahsettiklerinde, farklı olduklarını her ima ettiklerinde, kafalarına sopa ile vurulup, susturuldular. En aǧır cezalara çarptırıldılar. Kültürlerini anlatma çabasıyla, bunu yaşamaları gerektiǧini, zenginlik ve renklilik olduǧunu dile getirmeye çalıştıklarında da anlaşılmadılar. Birlikte aynı topraklarda yaşayanlardan misafirliǧi bitmeyenler, her zaman tek taraflı olarak kendi kültürlerini dayattılar. O’nun yaşam tarzına iǧne ucu kadar saygı gösterilmedi. Oysa onlar evlerinin, gönüllerinin ve topraklarının kapılarını, misafirlerine sonuna kadar açtılar. Birlikte yaşamayı ev sahibi olarak, kendileri önerdiler. Kardeşçe bir yaşam dilediler. Ama olmadı. Bütün bunlardan yorulan adamın insanları; “ne zaman ki bak benim de kendimce bir kültürüm var dediklerinde,”  Can Yücel’in deyimi ile, “Siz Mem û Zin dersiniz, bizimkiler limuzin anlar” oldu. Mezopotamya’da binlerce yıldır yaşayan, bu kadim halkın kültürüne düşmanlık duyuldu, dilinden tek kelime olsun öǧrenme gereksinimi duyulmadıǧı gibi, dili yasaklandı. Yorgun adamın halkı misafirlerine her şeye raǧmen yine de hep kardeş gözüyle baktılar. Onun kültürüne, çoǧu evrenselliǧi yakalamış, deǧerli yazar, şair, çizer ve sanatçısı ile katkıda bulundular. Yorgun adamın insanlarından biri olan Cemal Süreyya’nın da dediǧi gibi; “Mutlu olmanın yolunu, karşıdakini mutlu etmek sanıyorduk. Çünkü ne kadar mutlu ettiysek, o kadar yalnız kaldık.” Misafiri mutlu edelim derlerken, yalnız kalan, ötelenen, hor görülen, dışlanan ve itelenenler, hep onlar oldular.
Salt onların mutluluǧu için, öncesinde büyük vaatlerle Çaldıran, Mercidabık, Trablus Garp, Kırım, Yemen, 93 harbi cephelerinde, Avrupa kapılarında, Balkan Harblerinde, Çanakkale, Dumlupınar, Kocatepe ve daha pek çok cephede misafirlerinin önüne geçilemeyen histerileri için, omuz omuza savaştılar. Su yüzeyine yazılan vaatler ve verilen sözler, her defasında tuzla buz oldu. Bu arada Memo zaten her zaman ki gibi; iki kat daha uzun süre nöbetteydi, ev sahipleri de birer "kro" ydu. Daǧdan gelen de baǧdakini kapı dışarı edince, misafirlerin dili de, bu deyimle zenginleşti.   
Evet sandalyedeki adam, hem de çok yorgundu. Kendini anlatamamaktan, anlaşılmamaktan, misafirine uzattıǧı kardeşlik elinin havada kalmasından, minik öğrencilerin varlıklarının, her sabah misafirin varlığına armağan olmasından, dünyaya bedel olmamalarından, on yılda açık alınla bir yere çıkamamalarından, asker olarak doğmayı başaramamaktan, yok edilmek istenmesinden ve yok sayılmasından dolayı yorgundu. Onlarca yıldır kokuşmuş, küflenmiş, örümcek ağı bağlamış bilimin uzağında, kafa tasçı, evrensel boyutta kabul görmeyen, garip, 'faşinismus' hastalığının ötesine bir milim gitmeyen, dar görüşlerin; yoǧun ve bağnaz, dikta dayatmalarının, tek tekçilerin - tek millet/dil/bayrak, postal meraklılarının bezginiydi. Rahat ve konforlu bir koltuǧa oturmanın zamanı bir türlü gelmediǧi gibi, kardeşlik hasır örgülü sandalye gibi hep sallanıyordu. Bu nice kardeşliktir, hiç bir zaman için bilinmedi, hayata geçirilmedi. Kardeşlikler her nedense sadece cephede oldu ve derin kazılmış siperlerin ardında kaldı
Yorgun adam maviş gözlerini kapattı, tam anlık bir uykuya dalacaktı ki, gıcıklık veren gıcırtılarla gidip gelen sandalyede sendeleyip, yeniden uyandı. İnsanca yaşamaya dair olan düşleri, hayalleri ve rüyaları her defasında fiyasko ile son buluyordu. Yaşadığı toplumun zenofobisi, gün geçtikçe daha da artıyordu. Sandalyedeki adamın, tarifsiz tarihi bir kırgınlığı, küskünlüğü vardı ve çok yorgundu. Hasır sandalye de bir o kadar yorgundu.


Amsterdam, 3 Aǧustos 2013











CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...