29 Aralık 2018 Cumartesi

GRİ RENKLERİN SERENADI









GRİ RENKLERİN SERENADI

Yoğun istek ve yaldızlı davetiyenin gönderilmesi üzerine Rıfkı da hemşehrilerinin davetine icabet etti. Bu bir sünnet düğünü, yani onun deyimi ile “kutsal bir çük kesim kutlamasıydı.” Rıfkı'nın vazgeçemediği bir huyu vardı, o da gittiği her yerde etrafında olup biteni dört gözle kolaçan etmesiydi. Bu özelliğinden kendisi de hoşnut değildi. Ama başka türlü hareket etmesi de elinde değildi. Bu kez de mekâna adım atar atmaz gözlem kulelerini tam teşekküllü devreye sokmakta gecikmedi. Kendileri izlenimlerini bizlerle paylaşmak meyli gösterince de, zat-ı alilerini kırmak olmazdı. Evet, o halde buyralım ve buradan yakalım.
Anne ve baba; oğulları vatana millete çok hayırlı ve de yararlı bir hizmette bulmuşlar gibi başları havalarda, adeta seke seke bulutlarda yürüyorlar. Düşme tehlikeleri olduğu halde yere inmek gibi bir niyetleri yok. Oğullarında var olan (gurur vesilesi) küçük nesneyi sanki elbirliği ile kısalttırıp daha da minnacık ve görünmez hale getirmemişler de, bu kutlama ile adeta malumun ilanında bulunuyorlardı. Evet, bu küçük yaşında evlatları yer çekiminin olduğunu ileri sürüyor ve aynı zamanda tekerleği icat ettiğini de dünyaya haykırıyordu. Ebeveyn olarak bir hayli gururlu ve oldukça da mutluydular. Olup bitenden bihaber beş yaşlarındaki sünnet çocuğu, bir omuzdan bir diğerine seyri sefer eyliyor. Oğulları başlarını bulutların ardındaki mavi göğe değdirdiğine göre, bundan daha güzel ne olabilirdi ki?
Bu tören Rıfkı’nın da mensubu olduğu İç Anadolu Kürtlerinden bir ailenin töreniydi. Kurbanlık çocuk üzerinden korkuları henüz atamamış ve etrafında bulunan herkesi “ucundan azıcık” der gibi görüyor. Kendisine de bu konuda herhangi bir şey sorulmamış, rızası alınmamıştı. İhtiyar heyeti karar vermiş ve tez elden mümkün olabildiğince kısaltma yoluna gidilmişti. Oldu da bitti maşallah.
Sünnetle birlikte erkek çocuğu erkekliğe doğru giden sarsılmaz hükümranlık yolunda, bu müstesna törenlerle ilk adımını atıyordu. Oysa bu kız çocuğu için hiç de böyle değildi. Aynı adımı kız çocukları da daha doğal bir yolla attıkları halde, bunun görülmesi, duyulması ve bilinmesi büyük bir utanç vesilesiydi. Bunun mutlaka büyük bir sır halinde, aile arasında gizli tutulması gerekiyordu. Bu eşek baklası ağızda ıslanmalıydı. Böylesi bir durum söz konusu olamazdı. Olmaması gereken bir ayıp işlenmiş olurdu.
Sanatçılar çağrılmış. Davul zurna eşliğinde boy boy halaylar çekiliyor. Al mendiller havada kınalı keklikler misali sallanıyorlar. Rıfkı kendi insanını gözlem altına almaya çalışıyor. Manzara hiç de iç açıcı değil. Gözlerinin önünde çok renksiz bir topluluk ileri geri hareket halinde. Yine bendeniz Rıfkı da dahil olmak üzere, var olan insanların yüzde doksanı obez ve kısa boylu. Bacaklar üst beden kısımdan daha kısa. Tenler kavruk. Çok da güzel diyemeyeceğimiz erkekler ve kadınlar cirit atıyor. (Benden başka rasathanenin kapısını açık tutan var mı, bilemiyorum. Olur ya deyip, gözlem yapan bu gözlerden kaçınıp, bütün gece ihtişamlı kıçımın üzerine oturdum. Olduğum sandalyeye sinik bir halde tünedim.) Erkeklerde tembellikten kirli sakal takıntısı hakim. Bayanlar tombul bedenleri ile adeta bir simit sopasına dizilmişler gibi bir görüntüye sahipler. Simitler susamlı ama çıtır değil.
Giyimler oldukça zevksiz ve de renksiz. Dünya renklerinin köküne kibrit suyu dökülmüş. Yas havasında iç karartan gri ve siyah tonlardan gözlerimi alamıyorum. Bu renklerin dışındaki renkler tabu. Gömleğinde hafif pembe çizgiler olan tek şahıs benim, onlar da çok belirgin değil. Pembe, biraz daha yüreklenip boy gösterse, anında ıslak imza ile tescillendiği “gay” payesini almamak elde değil. İç Anadolu Kürtleri olarak dünya renklerinden kaçışımız nedendir anlamakta oldukça zorlanıyorum. Var olan onca fukaralığa (gelenek görenek, yeme içme, siniklik, her alanda acemilik, kültürel gelişmişlik, özgüven, bilim, sanat ve daha pek çok kazanım) yetmezmiş gibi bir de usturuplu renksizliği diz boyu katmışız ki, içler acısı. Giyinin kardeşlerim allı, sarılı, morlu, mavili, yeşilli, olmadı pembeli giyinin. “Yaşanan bu korku neden?” diye avaz avaz bağırmamak içten değil.
Belki de bu renk yoksunluğunu sonradan edindik. Oysa asırlar öncesinde zapturaptla terki diyar edildiğimiz coğrafya her türlü rengin diyarı. Hem de allı pullusundan. Bir başka bukalemun oluverdik. Sırtımızdaki renk değiştirme yetisini yitirdik. Tatsız tuzsuz bir topluma dönüştük. Şimdi bulunduğumuz coğrafyanın vasat renksizliğine ayak uydurur olduk. Zenginliğimizin göstergesi alımızı pulumuzu, "biz burada yoğ iken" var olanlar tarafından yadırganmaması için ya sakladık, ya da gaz yağı döküp yaktık. O gün bugündür yeni yurdumuz bozkıra benzemeye çalışıyoruz. Koyu tonlar genlerimize işledi.
Sohbetler; “Kemikli Kuyu bölgesindeki tarlanız ne kadar buğday verdi? – Doğal gazınız aylık ne kadar geliyor? – Yeni telefonumu beğendin mi? - Kaç tane dairen var? – Mercedesin kaç model?” benzeri sorulardan ibaret. Düzey bir hayli düşük. Yerlerde sürünüyor.
Bizim Hecibanlar Aşiretini hep büyük şair Bertolt Brecht’e benzetirim. Daha önce de bu benzerliğe değinmeye çalışmıştım. Bilindiği gibi Brecht Nazi Almanya’sı döneminde Danimarka’ya sürgüne gider. Bütün iyimserliği ile ülkesi Almanya’daki vahşetin kısa süreli olacağını düşünür. İçinde yurduna her daim yarın yeniden dönme umudunu hiç eksiltmez. Ve bu duygularla aşağıdaki dillere pelesenk olan şiiri kaleme alır.
“bir çivi çakma duvara
iskemleye savur ceketi
üç günün telâşı niye
yarın gidersin buradan

bırak sulama fidanı,
sulama fidanı
neye yarar bir ağaç daha
0 daha boy atmadan
neşeyle gidersin buradan”
Oysa yüzlerce yıl geçti. Bu topraklarda, yani İç Anadolu coğrafyasında artık kalıcıyız. Brecht’in dönecek bir diyarı olabilir. Ama bizim öyle bir şansımız olmadığı gibi, görünen o ki; pek de dönme meraklısı değiliz. Büyük vitrinleri tıka basa elbiselerle dolu mağazalar ucuzluk yarışı içinde. Sadece gri renklere yönelmeyelim. Bedenlerimizi biz de allı pullu giysilerle donatalım. Sarı, kırmızı, pembe, yeşil, mor ceketlerimizi, gömleklerimizi ve fistanlarımızı asmak için çivilerimizi bütün renklere boyadığımız duvarlarımıza çakalım. Fidanları sulayalım ki, onlarda dünyanın bütün renklerinden mis kokulu çiçekler açsınlar. Renkli bir İç Anadolu’ya kapılarımızı açalım. Çük kesim kutlamalarına yapacağımız yatırımları, yoksunluğunu çektiğimiz değerlere, en başta da eğitime yapalım. Ama renkliliği de bir an evvel edinelim. Bu değişimi beyinlerimizde yapalım. Dünyaya daha büyük gülümseyelim, derim.
Çük kesim kutlaması bütün hızı ve duyulan gururla devam ediyor. Hayat önce “tespih edilip, sallanıyor.” Akabinde “erik dalı gevrektir, amanın basmaya gelmez.” gibi bir tez ileri sürülüyor. Kollar havada. Yemin billah fazla değil, “ucundan azıcık.”


Amsterdam, 28 Aralık 2018  

10 Aralık 2018 Pazartesi

ATEŞ BÖCEKLERİ












ATEŞ BÖCEKLERİ

Hasat sonrası, yaz ortasının o kasıp kavuran sıcağında patos makinesini çalıştırmak çok da akıl karı değildi. Murat sahipliğini geniş omuzlarını kabartan bir gururla yaptığı 35’lik Massey Ferguson traktörünü, öğlen evresinde yakıcı güneş ışınlarının harman yerine biraz daha eğik düşmesi ile birlikte harekete geçirdi. Patos kayışını traktörün dingiline bağlı kasnağa bir iki manevranın ardından özenle taktı. Sap vurma sırası köyün ileri gelenlerinden Reşo’daydı. Reşo’nun harman yerinde köylülerin gözlerini kamaştıran sap yığını, diğerlerinden kat kat daha fazlaydı.
Köy irisi kasaba küçüğü Kesikköprü’deki en büyük koyun sürüsünü Reşo elinde bulunduruyordu. Böyle olunca da haliyle bütün kış boyunca en fazla samana da onun ihtiyacı olacaktı. İç Anadolu’ya gönlünce sere serpe yayılmış olan bozkırı kalın mavi bir çizgi ile ikiye ayırıp, Kesikköprü Köyü'nün alt yamacından geçen Kızılırmak boyunca onca koyunu otlatmak kışın yeterli gelmiyordu. Her yıl olduğu gibi bu yıl da pek çok tarlanın sapını toplayıp harman yerine yığdı. Görünen o ki; bunca sapın samana dönüştürülmesi ile Reşo, sahibi olduğu üç yüz koyunluk sürüsünü kış mevsimi boyunca yeteri kadar besleyebilecekti.
Patos makinesinin kayışının dengeli olmasından emin olmak isteyen Murat traktörü birkaç kez çalıştırdı. Kontrol amaçlı traktörünün etrafında koşturdu. Evet, her şey olması gerektiği gibiydi. Az ileride bütün hazırlıkların yapıldığını gören Reşo çalışmak üzere oğulları Erol, Temo ve iki yeğeni ile birlikte geldiler. Reşo hayretler içinde iki dirhem bir çekirdek giyinen Murat’a baktı. Oğulları ve yeğenleri de meraklı gözlerle karşılarında harman yerinde tozun dumanın içinde oldukça şık giyimli, bir tek boynunda allı güllü kravatı eksik olan Murat’a hiçbir anlam veremeden tepeden tırnağa süzdüler. Çaktırmadan içten içe güldüler. Karşılarında yer alan komik görünüm, oldukça vahimdi.
Murat traktörü harman yerine doğru sürmeden önce evine uğradı. Babası bu kadar erkenden geldiğini görünce şaşırdı. Ama sesini çıkarmadı. Murat’ın birazdan Reşo’ya gideceğini ve bunun oğlu için ne kadar önemli olduğunu biliyordu.
Askerlikten yeni dönen Murat’ın kaç yıldır Reşo’nun kızı Selvi’yi sevdiğini biliyordu. Her iki aile de gençlerin bu heyecan dolu meyillerini göz önünde bulundurdular. Kendi aralarında anlaştılar ve onları baş göz etmek için damat adayının vatan görevini yerine getirmesinde karar kıldılar. Bütün engeller ortadan kalktığına göre artık harman işlerinin de ortadan kalkmasının ardından, hayırlı bir iş için Reşo’ya misafir olmalarının zamanı da geliyordu.
Oğlunun heyecanını elbette en iyi o anlardı. Kesikköprü Köyü’nde belki de böylesi büyük bir aşk yıllar sonra yeniden yaşanıyordu. Aynı heyecanı bütün iliklerinde karısı Zübeyde’ye karşı o da hissetmemiş miydi? Evet, yıllar sonra yaşanan heyecan çok da farklı değildi. Kendisini oğlunda bu denli birebir bulması onu hem mutlu etti, hem de oldukça şaşırttı. O kor halinde yanan ateşin üzerini bin bir çalkantı ile geçen onca yılın ardından sanki kalın gri bir kül tabakası kaplamıştı. Bir zamanlar harlanan ateşin ışıkları serpilen küllerin altından artık sızmıyordu. Haliyle Zübeyde’yi hala çok seviyordu. Ama o heyecanı bir daha yakalamaları veya bir zamanlar var olan yoğunlukta tutmaları artık hayal bile edilemezdi.
Murat önce duşa girdi. Yıkandı paklandı. Mis kokular süründü. Ütülü siyah pantolonunu bacaklarına geçirirken dizlerinin hafiften titrediğini hissetti. Selvi’yi bir kez daha görebilmenin heyecanı şimdiden gelip kalbini titretmek çabasındaydı. Üzerine de ütülü kırmızı gömleğini giydi. Üç düğmesini iliklemese daha iyi olacaktı, öyle de yaptı. Göğüs kılları açık bir pencereden sarkan sarmaşıklar gibi dışarı fışkırıyordu. Boynundan geçirdiği kalın altın zincirini sarmaşıkların arasına yaydı. Gürleşen bıyıklarını aynada iyice burdu. Saçlarını sürdüğü briyantinin ardından arkaya doğru güzelce taramayı ihmal etmedi.
Selvi’yi ölesiye seviyordu. Aklından derin gamzeli al yanaklarını, kehribar sarısı gözlerini, biçimli dudaklarını ve katran karası bukleli saçlarını geçirmediği küçücük bir an yoktu. Yıllardır, ona gönlünü kaptırdığı günden bu yana, al çiçekli narin bir gelinciği andıran Selvi’yi her an yaşıyor, seviyor, düşlüyordu. Dünyanın en güzel kızı onun yüreğini titrettiği için çok mesuttu. Oldukça şanslıydı. Sevdiği ile birlikte yaşayacağı uzun ve mutlu bir yaşam onları bekliyordu.
Patos makinesi yaklaşık üç saati aşkın bir süredir durmaksızın çalışıyordu. Müstakbel kayınbabası Reşo es vermeden dirgene batırdığı büyük sap balyalarını bir canavarı andıran makinenin ağzına tepiyor, bir yandan da boynuna doladığı mendili ile yüzüne doluşan ter boncuklarını siliyordu. İnsan bedenine sıcaktan terleme ile yapışan saman tozu kaşındırıyor deyim yerindeyse doğduğuna pişman ettiriyordu. Uçuşan toz bulutları evlerin üzerinde kelebekler misali kanatlanıyor ve ardından Kızılırmak’ın güzelim maviliğinde kayboluyorlardı. Suyun yüzeyi anlık tozlarla kaplansa da, su hafiften bir debelenme ile mavilikte bu kirliliği yok etmesini biliyordu.
Köy imamı Ali Hoca akşam namazı için bir iki defa ses denemesi yapar gibi; boğazında bir nevi temizlikten sonra ani bir girişle ezan okumaya başladı. Mola verme zamanı nihayet geldi. Murat traktörün üstüne atk bir hareketle çıktı ve Reşo’ya baktı. Çıkan gürültüden sesini daha iyi duyurabilmek için ellerini ağzının etrafında tutup bağırdı.
“Reşo Amca… Yoruldunuz. Yemek vakti yaklaşıyor. İsterseniz biraz mola verelim.” Reşo uzaktan irili ufaklı sap kırıntılarının doluştuğu, yer yer akların düştüğü, ter kaplı kıvırcık saçlı kafasını salladı. Kabul gören teklifin ardından traktör kontağının çevrilmesi ile harman yerini alışılmadık bir sessizlik kapladı. Murat uzaktan Selvi’nin kollarında yemek bohçaları ile süzülerek geldiğini görünce, daha yeni oluşan sessizliğin yerini bir anda önünü alamadığı kalbinin gümbürtüleri doldurdu.
Reşo dahil bütün çalışanlar yüksek sap harmanının ardında sohbete daldıklarından Selvi’nin geldiğini göremediler. Bunu fırsat bilen Murat yavuklusu Selvi’ye doğru, önüne geçemediği yürek çarpmaları ile yürüdü. Ellerinden yemek bohçalarını aldı. Yemekleri yere koydu. Kararmaya yüz tutan akşamın alaca körlüğünde Selvi’nin iki ellinden tutup, sevdiğine sıkıca sarıldı. Saçlarını kokladı. Yanaklarına bir çırpıda onlarca öpücük kondurdu. Selvi kemikleri kırılacakmış gibi hissetse de, durumdan çok da şikayetçi değildi. Yüzünde beliren kocaman gülümseme Murat’ın aklını başından almaya yetti.
“Murat… Yapma ne olur. Yeter. Birileri görecek. Ödüm kopuyor. Babam görürse beni de, seni de öldürür. Bak sana ne getirdim. Bu çörtükler senin. Başkasına verme. Sen ye olmaz mı?” Murat plastik bir torba içinde uzatılan İç Anadolu’da Çörtük olarak da bilinen yaban armutlarını aldı. Harman yerine ulaşmalarının ardından Selvi babasına seslendi. Murat çörtükleri ile traktörünün yanına doğru yürüdü.
Selvi’nin getirdiği akşam yemeği büyük bir iştahla yendi. Uzaklarda sapların üzerinde oturan Selvi gözlerini kırpmadan sevdiğini seyretti. Onun için bu kadar güzel giyinmiş olması gururunu okşadı. Bu kendisini ne denli önemsediğinin göstergesiydi. Yemek bitiminde, Reşo’nun talimatı ile Murat traktör kontağını çevirdi. Yeniden işe koyuldular.
Selvi yemek bohçalarını toparladı, gitmeye yakın gözleri ile Murat’ı arandı. Traktörün yan tarafında karşılıklı uzun uzun bakıştılar. Bu sırada harman yerinde karanlıkta uçuşan bütün ateş böcekleri söz birliği etmişçesine bir araya gelip Selvi ve Murat’ın kalp atışlarına kulak verip, çıkardıkları ateşle sevgililerin mutlulukla gülen yüzlerini aydınlattılar. Selvi gülümseyen gözlerini bir anda yere düşürdü. Gitme vaktinin geldiğini bakışları ile ima etti. Ellerinde yemek bohçaları ile uzaklaşan Selvi Kesikköprü Köyü’nün harman yerinden karanlıkta gözlerden ırak düştü. Murat çörtüklerini almak için kendisini traktörünün yanında buldu. Fırsat bulup Selvi’sine söyleyemedikleri yüreğinde birer ince sızı halinde dolandı.
Kesikköprü Köyünde harmanlar ortadan kalkmıştı ki, hiç beklemediği bir zamanda Murat'ın sağlık sorunları ortaya çıktı. Ankara’da büyük umutlarla gitmedikleri doktor veya hastane kalmadı. Hiçbiri onulmaz derdine çare olamadı. Çaresizlik her iki aile için büyük bir yıkım oldu. Murat’ın sağlığı her geçen gün daha da kötüye gitti. Kendisini hiç iyi hissetmiyordu. Daha önceleri hiçbir şikâyeti olmamıştı. Kendisini dünyayı sallayacak kadar güçlü ve kuvvetli hissediyordu. Bunun mutlaka öncesi vardı. Görünen o ki, o olup bitenin farkına varamamıştı. Belki de her şey için artık çok geçti.
Her sabah ya midesinde dayanılmaz ağrılarla uyanıyor, ya da aynı türden ağrılarla gözlerine uyku girmiyordu. Yapılan tetkikler sonucu doktorlar onun amansız bir hastalığa kapıldığını gördüler. Tedavide çok geç kalındığını ve ne yazık ki çok az bir zamanının olduğunu da söylemek zorunda kaldılar. Babası Reşo ve annesi Fatma engel olmasalardı, Selvi duyduğu üzüntüden neredeyse dağlara düşecekti. Saçını başını yoluyor, günlerdir kapandığı odasında hüngür hüngür ağlıyordu. Dünyaya küskün bir halde kimselere tek kelime etmiyordu.
Selvi annesi ile haber saldı.
“Murat yalvarırım bizden vazgeçme.” diyordu. Biçare bir halde kendilerinden vazgeçmemesi elinde olmayan Murat, muradına eremedi. Zaman sessiz bir testere oldu ve onu ömrünün baharında Selvi’den acımadan aldı. Artık dünyanın kaldırımında sessizliğe gark olan, ağlayan bir kadın daha vardı. Güzel çehresindeki gülümsemesi döküldü! Mutluluğun sonsuzluğu canından gelmemek üzere taşındı. Ateş böcekleri kafile halinde Kesikköprü Köyü’nün harman yerini terk ettiler.

Amsterdam, 11 Aralık 2018


2 Aralık 2018 Pazar

KAPAMA GÖZLERİNİ








KAPAMA GÖZLERİNİ

Bulunduğum yörüngede değişmeyen rutinime es vermeden dönüp dönüyorum. Dünya derler bana. Devasa ağzından durmaksızın alevler savuran güneşe akşamın menevişlemesinde en güzelinden, dostça bir selam çakıyorum.
“Eyvallahlar olsun beyim. Bugün de ısıtıverdiniz baldırlarımı, bombeli kalçalarımı, sırtımı ve kafamın çıkık ardını. Sadece ısıtmakla da kalmadınız hani, aydınlatıverdiniz aynı zamanda ol bedenimin art yanını. Sağ olun, her daim de var olun. Bitmez tükenmez iyilikleriniz başım gözüm üstüne. Gadanızı alayım. Yolunuza baş koyayım. Nasıl da ipil ipil gündüz eylediniz her yanımı. Büyüklük sizden. Unutmayacağınızı adım gibi biliyorum. Birazdan ısıtma ve aydınlatma sırasının yüzüm, gözüm, kalbim, bacaklarım ve ayaklarıma geldiğini.”
İnsanoğlu pür telaş. Hırslı. Ödemli egosu kabarık. Doymak nedir bilmiyor. Obur. Açgözlü. Hilekâr. Ben merkezli. Kör ve kibir. Dudak uçuklatacak kadar tumturaklı, ne denli çok ucube kişilikler.
Oysa gezinir bağrımda usulca börtü böcek, karıncalar, bok böcekleri, altın yeleli atlar ve yorgun eşekler. Pır pır arılar, sinekler, kelebekler, uğur böcekleri ve bir cümle kuşlar uçuşurlar deniz mavisi-ak bulutlu semalarımda barış, huzur ve sükûnet içinde.
Berrak sularımı süsleyen bin bir türlü balıklar. Yosunlar, yengeçler, kurbağalar, denizatları, ahtapotlar, karidesler, midyeler ve istiridyeler.
Ve toplaşmışlar kıçımın üzerine insanoğullarının benzeşleri. Barut kokularını geniş burun deliklerinden kocaman göbeklerindeki ciğerlerine doğru soluyup; tanklar, tüfekler, bombalar, raketler, füzeler ve fabrikalarında vardiyalarla bilumum ölüm makinaları üretenler. Birer dipsiz kuyu oldular, rant uğruna haklayıp al kanlarına girmek için birbirilerinin. Gariban yoksullar alıyor, acının pastasından büyük paylarını. Velhasıl; ölen de, sürülen de, aç-susuz her türlü işkenceye maruz kalan da onlar.
Höpürtülerle içilmelerinin ardından köpüklü ve pelteli kahvelerin gizemli falı. Göz göze bakışmalar, edilen birden çok bir çift tatlı kelam. Büyük bir kuşun kanadında gelen ve belli ki, taşımakta zorlanılıyor büyük kısmet. Bir veya iki zamana kadar çıkılacağı alenen görünen uzun ince yollar. Kalbin ferahlığı ve benzeri avuntular.
Annesine ciyak ciyak seslenen küçük kız Hülya. Komşu oğlunun elini sıkıca tutan komşu kızı Berivan. Fırlamak üzere olan kalbini bastıran komşu oğlu Rüşen. Fırından yeni çıkan mis kokulu sıcak ekmeğin ucunu koparıp ağzına atan Zeliha. Bebeğini sevgi ile ak sütlü tombul memesinden emziren Eleni Anne. Musmutlu Yorgo Bebek.  Bahçesine yeni bir zerdali fidanı diken Ahmet Baba. Otobüse yetişmek için koşan Thomas. Terasta soğuk ve köpüklü birasını yudumlayan Niko. Full libidoları ile sevişirlerken garip sesler çıkaran Topal Hüsso ile Döndü. Fabrikada öğle paydosunda kahve yudumlayan Maria. Üsküdar’da mis kokulu çiçekler satan al fistanlı Roman Zarife. Çalışmayan arabasını ittirmek için güçlü kuvvetli bir iki kişi arayan Bakkal Musa. Kocasına ilgisizliğinden dolayı serzenişte bulunan Neriman. ‘Nasırının acısını çeken Süleyman Efendi.’ Ayrılık acısına dayanamayan ve hıçkırıklara boğulan bir anne! Sokakta mendil ve kendi yaralarına saramadığı yara bantlarını satan altı yaşında lüle saçlı Müjgan. Çatal iğne ile omuzuna iliştirilen nazarlığını boyalı elleri ile okşayan on birinde ayakkabı boyacısı Çakır Hüseyin. Mim konulmayan beylik tiratlar, değişmeyen hamaset edebiyatı, lafügüzaf, boş vaatler. Doludizgin husumet ve huşunet. Tufeyli kodamanlar. Çetrefil bir yaşam örgüsü!
‘Hoş gelip sefalar getiren Arif’ in yeğeni.’ Adiloş Bebe yani. Neresi olduğu pek de malumu olunmayan ‘Cibali’de sarılan cıgara.’ Ve derken ‘Gurbetin veya sılanın ne yana düştüğünü ustasına soran ve hasretin hep kendisine düşmesinden yakınan’ güzel şairin ansızın ölümü. ‘Zülfi yâre beklenen değmenin’ olmamasının verdiği dayanılmaz burukluk. Sükûnete bürünme. Yüreklerde debelenme. Onlarca yeni fay hattı. Çok istedikleri halde, parasızlıktan düdük çalamayan çocuklar.
Sarı çiçekli başlarını güneşe dönen ‘ismine münhasır’ günebakanlar. Boyun eğen laleler. Renk renk menekşeler. Narin yapraklarının koparılmasından korkan sarı-beyaz papatyalar. Yerlerde yığınla kozalak. İrili ufaklı yemyeşil ağaçlar. Buğulu toprak. İpek iplikler ören ipek böcekleri. Asmanın dallarında bal tadında kehribar üzümler. Az ileride iştah kabartan incirler. Elde edilen boy boy ibrişimler. Petekleri balları ile dolduran işçi arılar. Konvoy halinde karıncalar. Ben misali selama duran tarla faresi. Keyfince salına salına toprağı adımlayan kaplumbağa. Çalılıklar arasında seyri sefer eyleyen sincap. Ağaca gagası ile darbeler indiren ağaçkakan. Aslandan arta kalan leşe yumulan tüyleri dökük bir çakal. Çıngar çıkaran patlak gözlü kurbağa. Tanrıya yakın bir yerlerde, oldukça yükseklerde av peşinde süzülen kara bir kartal. İstemsizce yere düşen yaprak. Kara taşın altında yüreğinde serçe ürpertisi ile saklanan ıpıslak solucan. Çınar ağacının budaklı dalında düş kuran baykuş. Gagasında bebek taşımadığından hayal kırıklığı yaratan leylek.
Çölde Leyla’sını arayan Mecnun. Şirin’in aşkı uğruna dağı delen Ferhat. Yavuklusu Zin’i almak için canhıraş satranç taşlarını ileri geri ittiren ve müstakbel kayınbabasını yenmeye çalışan Mem. Rahat durmayan Beko’nun hinliği. Hamlet’in amcası Cladius’un Hamlet’in annesi Gertrude ile evlenmek için, babası Danimarka kralını ihanetle öldürmesi. Capuletler ve Montague aileleri arasında kavga. Romeo ve Juliet’in aşkı. Biliyorsunuzdur elbette, yanıtı beklenen sorular.
Mecnun ıssız çölde Leyla’yı buldu mu?
Ferhat sevdiği Şirin’in aşkına dağı deldi mi?
Hamlet amcasından öcünü alabildi mi?
Mem yavuklusu Zin’i almak için Zin’in babasını satrançta yendi mi?
Kavuşsalar da gelişen olumsuzluklara dayanma gücü bulamadığından kendisini zehirleyen Romeo ve sevgilisinin hançeri ile intihar eden Juliet. Yaşanan hazin son. Barışamayan Capulet ve Montague aileleri.
İnsanoğlundan gayri, doğada olmayan telaş. Karınca yolunda, bok böceği işinde gücünde, cırcır böceği eğlence partilerinde, kelebek dalda, arı çiçekte ve vaziyet berkemal.
Ben dünya. Savaşlar çıkartıyorlar, kaslı kıçım üzerinde bağdaş kuranlar. Dört bir yanda barut kokuları, tank, tüfek, bomba ve uçak sesleri. “Gayrık yeter.” desem de, çıkardıkları gürültü ve patırtıdan işitenim yok. Baldırlarımda aç, perişan ve çoğunluğu yanık tenli zavallı insanım.
Yüreğimin üzerinde sanat ve beynimin üzerinde toplanmış bilim adamları. “O güzel atlarına binip gitmelerinin öncesinde, iyi insanlar” tarafından yazılan şiirler, öyküler ve romanlar. Ruhların gıdası notalara düşülen melodiler. Figaro’nun düğününde zılgıt atıp “Ki zawa…? Ki zawa? - Kim damat..? Kim damat?” diye bağıran, halaylar çeken Kürtler.
Okunan sevda şiirleri.
‘Sevdiğim
Söylüyor
Bensiz olamayacağını
Bu yüzden
Kendime dikkat ediyorum
Yolda yürürken önüme bakıyorum
Ve korkuyorum her yağmur damlasından
Sanki beni ezecekmiş gibi. B. Brecht’
Ve daha niceleri. Vermek gerekirse bir örnek.
‘Ben Senden Önce Ölmek İsterim…
Sonra, sende ölünce kavanozuma gelirsin.
Ve orada beraber yaşarız.
külümün içinde külün
ta ki bir savruk gelin
yahut vefasız bir torun
bizi ordan atana kadar…
Ama
biz
o zamana kadar
o kadar karışacağız ki birbirimize
atıldığımız çöplükte bile
zerrelerimiz
yan yana düşecek. N. Hikmet’
Ola ki, olmaya görsün yiğidin bir sevdiceği. ‘Mühür gözlüsü olur, sakınılır-kıskanılır yerdeki karıncadan, giyilen urbalardan, hem oğlundan hem de kızından.’
Beynimde insanlığın hizmetinde binlerce ilim-irfan adamı hummalı bir çalışma içinde.
“Ne güzel, ne güzel. Size bu yaraşır, hep böyle olun, canlıların hizmetinde olun.” derim. Sevgiyle uzun uzun sıvazlarım başlarını.
Uçuşurcasına koştura koştura sek sek, ip atlama, saklambaç ve uzuneşek oynarlar bağrımda çocuklar. Kötülükten, savaştan, tanktan tüfekten, ırkçılıktan, paylaşamamaktan bihaber. Tutamam kendimi, buseler kondururum onların derin gamzelerine. Ağızlarında renk cümbüşü lolipoplar.
Kirleniyor mavi göğüm. Karalara bürünüyor. Dengem alt üst ediliyor. Doymak nedir bilmiyor insanoğlu görünümlüler. Yüzlerce metreler boyu fabrika bacaları, sularıma karışan kimyasal atıklar, zehirler. Dereler, nehirler ve denizlerimde ölen allı pullu balıklar. Sorsa da şair;
‘Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,
yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla.’ Hiçbiri olmaz oysa! Ve ben küskün şaşa kalırım.
İki kadeh rakı alır, “Ne olacak ben dünyanın hali?” derim. Of ulan offf… Of ki ne of. İçimizi kavun acısı bir hüzün dalgası yalasa da; yine de ‘kararmasın ensemiz.’ Bedbahtlığa zerre kadar yer olmasın sakın. Aydınlatacaktır ensemizi güneş.
‘Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,  
Yitirmiş öpücükleri,  
Payı yok, apansız inen akşamlardan,  
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,  
Seni anlatabilsem seni...  
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır.   
Üşüyorum, kapama gözlerini... A. Arif’


Amsterdam, 2 Aralık 2018

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...