30 Ocak 2017 Pazartesi

BONCUK

                                                                       Resim : Hatip Konukçu

BONCUK

Yeni aldığı araba gök mavisi idi. Adını Boncuk koydu. Hayallerinde gözlerinin önünde mavi kanatlı bir kelebek misali uçuşup duran arabasına, en nihayetinde kavuştu. Kolay olmadı tabi. Uzun zaman çalışıp, Boncuk için para biriktirmesi gerekti. Bir yandan da memleketteki karısına ve çocuklarına da para gönderdiğinden, bu birikim kolay olmadı. Yaklaşık on yıl önce Köyü Kesikkoprü’den kalkıp, Almanya’nın Kamp-Lintfort şehrine geldi. Bu şehirde arkadaşı olan bir kaç köylüsü daha vardı. Çalıştığı vida fabrikasında mesaiye kalmasına gerek olmayınca,  soluğu çok geçmeden köylülerinin yanında alıyordu. Onlar ile birlikte yemek yapıp yiyorlar, memleketten haberler, çocukları, fabrika ve Alman kadınları sohbetlerinin ağırlıklı konuları oluyordu. Kimi zaman arkadaşları Feyzo’nun evine gelseler de, genelde Hasan’ın evinde toplanıyorlardı. O’nun evi daha geniş ve merkeze de yakındı.
Fabrikadan çıktığı gibi acele ile evine geldi. Boncuk tam kapısının önünde duruyordu. Yavaşça geldi ve komşularının görebileceği korkusu ile çaktırmadan Boncuk’a yanaştı. Güneş arabanın camına yansıdığından, cam elmas taşları gibi parlıyordu. Daha yeni tanıştığı bir sevgilinin ipeksi tenini okşar gibi elini arabasında gezdirdi. Elleri gıcır gıcır gök maviliğinde kayboldu. Çok mutluydu. Allah’ın bugününe de şükürdü. Kesikköprü’de kalsa, on tane de ömrü olsa böylesi bir arabaya sahip olması imkansızdı. Ne olacaktı ki, babadan kalma elli dönüm tarlayı ekip biçecek, su misali akıp giden ömrünün büyük bir kısmını tepeyi tırmanıp, baraj kulübüne gidip, kendisi gibi işsiz güçsüz arkadaşları ile “okey” oynayıp, bira içecekti. Okey oyununu Almanya’da da oynuyor ve birasını da içiyordu, hem de daha kaliteli olanından. Fabrikada iyi bir işi vardı. Para kazanıyor ve çoluk çocuğunu perişan etmiyordu. Onlardan ayrı kalmak elbette kolay değildi, ama en yakın zamanda onları da Alamanya’ya aldıracaktı. Karısı Güle’ye kırmızı bir manto giydirecek ve her gece O’nun kollarında, koynunda mışıl mışıl uyumayı hayal ediyordu. Her sabah cıvıl cıvıl gülen oğlu ve kızının öpücükleri ile uyanıp, işinin yolunu tutacaktı.
Fort Taunus bir arabaydı. Koltukları geniş, spor direksiyonu olduğu gibi, gaza tam basınca uçarcasına yüz seksen kilometre hız yapabiliyordu. Daha önceki sahibi Christina adlı yaşlı Alman bir bayandı. Arabayı iki yıl önce almış ve ilerleyen yaşı dolayısı ile çok da kullanmadığından, fazla kilometre yapmamıştı. Arabayı alır almaz, cebinden çıkardığı nazar boncuğunu iç aynasına doladı.
İlk kez Hasan’in evine arabası ile gidecekti. Hasan, Ali, Süleyman ve Kadir de evde olacaklardı. Beş kafadar arabasına doluşup, Köln’e eğlenmeye gideceklerdi. Feyzo direksiyona kuruldu, kemerini bağladı, iç ve dış aynalara bakıp, ayarını tekrar yaptı. Debriyaja basıp, kontağı çevirdi. Zil gibi çalışan bir motor sesi yükseldi. Ardından gaza basıp, Hasan’ın evine doğru yola koyuldu. Trafik yoğun değildi. Acemi bir şoför de olsa, yol boyunca fazla zorlanmadı. Hasan’ın evinin önünde durdu. Kapı zilini çalıp, arkadaşlarını aşağı çağırdı. Patır kütür üçüncü kattan inen diğer Kesikköprü’lüler hayranlıkla Feyzo’nun arabasına baktılar. Hepsi teker teker Feyzo’yu tebrik edip, “hayırlı olsun” dileklerinde bulundular. Feyzo’nun yüzündeki gülümseme oldukça büyüktü. Arabaya binip. Köln şehrine doğru yola çıktılar.
Otobanda Boncuk beş Kesikköprü'lü kafadarın altında hızla akıp, onları Köln şehrine doğru uçuruyordu. Hasan Feyzo’ya dönüp;
“Ula Feyzo bu araba en fazla kaç kilometre yapıyor?”
“Valla kardaş tam gaza basarsan yüz seksen kilometre yapabiliyorsun. İsterseniz biraz daha hızlı gideyim mi?” Bu defa Ali devreye girdi;
“Vallahi iyi olur. Şöyle bir yüz altmış yap bakalım nasıl olacak?” Feyzo gazda bulunan ayağını daha da bastırdı. İbre yüz altmışı gösteriyordu. Hızla akıp giderlerken, aniden bir flaşın yandığını görünce, Feyzo gazdan ayağını aniden çekti. Yanında oturan Hasan’a;
“Hasan sen de flaş yandığını gürdün mü?”
“Evet ya, bana da öyle geldi. İstersen buradan hemen dönüp bir daha bakalım. Aynı hızda gelip, yanılıp yanılmadığımıza bakalım.”
“He vallahi doğru söylüyorsun. Ben de çok merak ettim.” Feyzo yavaşlayan arabanın direksiyonuna var gücü ile asılıp döndü. Yaklaşık iki kilometre sonra Köln’e giden yola tekrar girdiler. Arkada bulunan Kadir, Ali ve Süleyman’dan ses çıkmıyor, ama onlar da ne olacağını çok merak ediyorlardı. Arabada aynı hızla biraz önceki noktaya tekrar geldiler. Bir kez daha bir flaş yandı. Dikkatli baktıkları için bu kez yansımayı daha belirgin gördüler. Bundan bir şey çıkmayacağına kendi aralarında ikna olup, gamsızca yollarına devam ettiler. Köln bulundukları Kamp-Lintford şehrine kıyasla daha büyük ve güzel bir şehirdi. Canlı müziklerin çaldığı bir Türk restaurantında karınlarını bir güzel doyurdular. Onlarca kez kadeh tokuştudular. Kol kola girip halaylar çektiler, çifte telli ve diğer oyun havaları ile hayli zamandır birikmiş olan kurtlarını bir çırpıda şehri Köln’de döktüler.
Kamp-Lintfort’a geldiklerinde hayli yorulmuş olduklarını hissettiklerinden, herkes hemen evine gitti. Feyzo uzun zamandır felekten böylesi bir gün çalmamıştı. Önce Boncuk ve ardından da arkadaşları ile birlikte olmak O'na bir hayli iyi geldi. Şimdi sırada Boncuk’a binip, ver elini Türkiye demek vardı. Bunu gecenin ilerleyen saatinde hatırlayınca bütün bedenini bir karıncalanma ve yüreğini tarifsiz bir heyecan kapladı. Kızı Dilek’i, oğlu Neco’yu, karısı Güllü’yü, Kesikköprü’deki çocukluk arkadaşlarını, akrabalarını, her şeyi ve herkesi çok özlemişti. İzinli olarak geleceğini daha önce mektupla karısına da bildirdiğinden O’nun da haberi vardı. Kim bilir Güllü nasıl bir heyecan sarmalı içindeydi. Her ikisi için de birbirlerinin uzağında günler geçmek bilmiyordu. Bu özlem bitmeli idi.
İki gün çabuk olmazsa da geçti. Bütün hazırlıklarını tamamladı. Elbise, para, pasaport, yiyecek, içecek ve hediyeler hepsi tamamdı. Sabah erkenden uyandı. Bütün eşyalarını mavi arabasına itina ile yükledi. Ardından “ya bismillah” deyip, Boncuk’un motorunu çalıştırdı. Yolu uzun ve yorucuydu. En geç iki, iki buçuk günde Kesikköprü'de olmalıydı. Çocukları, karısı ve akrabaları dört gözle yolunu gözlüyorlardı. Hasretlik tam anlamı ile tavan yapıp, canına tak ettiğinden yollar O’na “viz gelir tırıs giderdi.”
Yaklaşık üç gün boyunca gece ve gündüz demeden art arda sıralı birbirinden farklı güzellikteki ülkeleri,kültürleri, zümrüt ormanları, dağları, tepeleri, dereleri ve ırmakları aşıp, bir aksam üzeri kendisini yorgun argın kırmızı toprakla boyalı evleri ile Kesikköprü’de buldu. İlçesi Bala hala yükseklerde fakirliğini inatla sürdürüyordu. Belki de ülkenin en az gelişme gösteren ilçesi idi.
Alaca karanlıktı. Köy içinden geçerken arabanın camından elini çıkartıp, büyüklere salam veriyor, küçükler ise şaşkın bakışlarla ilk defa gördükleri bu güzel maviş arabaya bakıyorlardı. Evinin virajlı yolunu hızla girdi. Yerden bir toz bulutu yükseldi. Tozların bir kısmi Boncuk’un üzerine geldi. Diğer bir kısmı da, köyün içinde yol buyunca uzanan Kızılırmak’in mavi suları ile buluştu. Evi Köy meydanındaki caminin hemen ardındaydı. Güllü mavi bir aracın kendilerine doğru geldiğini görünce çığlık çığlığa;
“Kızım dilek, Neco… Koşun babanız geldi.” On üç yaşına yeni basan yanağında yer yer çillerin yer aldığı, uzun saçlarını annesinin at kuyruğu gibi ördüğü Dilek ve kömür karası iri gözlü Neco anında annelerinin yanı başına ışınlandılar. Arabanın teybinde bir İbrahim Tatlıses kaseti vardı ve ses sonuna kadar bangır bangırdı.
“Ayağında kundura,
Yar gelir dura dura,
Ölürüm ben ölürem.
Nere gitsen gelirem.”
Allahtan Güllü’nün bir yerlere gittiği yoktu, bıraktığı yerde kıpır kıpır bir yürekle, pür telaş özlemle Feyzo’yu bekliyordu.
Feyzo ailesi ve akrabaları ile uzun uzadıya hasretlik giderdi. Baba ve annesi yıllar önce iki yıl ara ile vefat etmişlerdi. Köyüne gelip gitmediği dönemde de pek çok insan bu dünyadan göçüp gitmişlerdi. Güllü’sünü de yanına alıp, Kesikköprü’ye özgü kırmızı toprakla sıvalı evlerin arasındaki patika yollardan geçip, taziye evlerini tek tek dolaştı. Kızılırmak mavi sularında onlarca çeşit balığı ve pek çok canlıyı barındırıp, aynı zamanda doyurarak nazlı bir eda ile akmaya devam ediyordu. Irmak kenarı ve evlerin bahçeleri daha da çok yeşile bürünmüştü. Köyü büyüyüp gelişme gösteriyordu. Cami önüne toplananlar, hararetli sohbetlerine kaldıkları yerden devam ediyorlardı. Feyzo bu diyarda bulunmadığı zamanlar, devlet tarafından tarlaların sulanması için her tarafa su kanalları yapıldı. Buğday ve arpa yerine çoğu yere kavun ve karpuz bostanları ekili idi. Bunun yanı sıra, kimyon, ayçiçek, fasulye ve nohut tarlaları da boy gösteriyordu. “Akıp duran su artık Kürdün baktığı değil, kullandığı su idi.” Köyündeki bu gelişmelerin yanı sıra, daha çok gencin Ankara veya çevre illere gidip, eğitimlerine devam etmeleri de Feyzo’yu oldukça mutlu etti. Geleceği gençler ellerinde tutuyorlardı. Onların eğitimli-donanımlı birer birey olmaları her şeyden çok daha önemli idi.
Sayılı gün çabuk geçti. Feyzo yaklaşık bir aylık bir izninin ardından, ailesi, arkadaşları, akrabaları ve bütün köylüleri ile vedalaşıp, “kendisinin yaratmadığı, ölümden beter” gurbet yoluna yeniden düştü. Geldiği yolu takip edip, Kamp-Lindfort’a döndü.
Evinde olmadığı zaman ne olup bittiğini de merak etmiyor değildi. Bu zaman zarfında Almanya’yı da özlediğini fark etti. Bu ülkenin düzeni, sistemi ve insana olan yaklaşımı da azımsanacak türden değildi. Anahtarlarından birini ara sıra gelip, evini kontrol etmesi ve çok sevdiği küpe ve sardunya çiçeklerine su vermesi için Hasan’a vermişti. Hasan bütün postasını da alıp, yukarı getirecekti. Valizlerini yüklenip, yukarı çıktı. Kapıyı açar açmaz köşedeki küpe ve sardunya çiçeklerine baktı. Çiçekleri daha da serpilip, gelişmişlerdi. Sağ olsun Hasan suyunu zamanında vermeyi ihmal etmemişti.
Daha sonra önemli bir postasının olup, olmadığına baktı. Masanın üzerinde bir yığın mektup vardı. Çoğu iş yerinden ve reklam postası idi. Aynı resmi kuruluştan iki ayrı mektubu görünce şaşırdı ve acele ile açtı. Her iki mektupta da, Köln yolu üzerinde aynı noktada fazla hız yapmaktan 90 Alman Markı tutarında iki adet trafik cezası vardı. Mektuplarda aynı zamanda direksiyon arkasında birer de resmi vardı. Resimlerden birinde gür bıyıklarını çekiştiriyor, diğerinde ise saçını düzeltiyordu. Fotoğraftaki gibi bıyıklarını tekrar çekiştirip, usturuplu bir küfür savurdu. Evi havalandırmak için camı açtı. Dışarıda çok sıcak olmasa da parlak bir güneş hakimdi.

Amsterdam, 30 Ocak 2017






14 Ocak 2017 Cumartesi

MESAFE






MESAFE
         
          Bahar; insanı kımıltısız durduğu yerde hoplatıp sevinçle göklere uçuran, büyük bir müjde olup arı, çiçeği ve böceği ile çıkageldi. Camili Köyü bir kez daha yavaş yavaş devasa genişlikte zümrüt renginde ipek  bir çarşafa büründü. O güzelim yeşil bütün tonları ile dört koldan, hışımla sökün etmesini nasıl da “takdire şayan” bir şekilde bildi. Bahar mevsiminde yeşil daha bir yeşil ve zümrüttü. Güneş binlerce elinin yordamı ile bir çırpıda kar beyazı olanca bulutu derleyip, toparlayıp bir kıyıcığa itti. Yeşil panjurlu açık bir camdan iri ve diri göğüsleri sarkan, derin gamzeli körpe bir kız edası ile yeryüzünü gözlem altına almaya koyuldu. 
          Yüreklere tatlı yumuşacık bir ürperti yayıldı. Mutluluktan kömür gözler buğulandıkamaştı. Çiçekler yüzlerini güneşe dönüp selama durdular. Medeniyetler beşiği Mezopotamya’nin kadim halkalarından olan, barbarların dünyadan silmeye çalıştıkları Ezidiler saygı ve şuhu ile yürekleri ağızlarında bu inanılmaz güzellikteki enerjiye yüzlerini dönüp, bildikleri bütün duaları bir çırpıda okudular.
Toprak sayısız kez olduğu gibi yeniden buram buram kokmaya başladı. Dere tepe demeyip her yerde fışkırırcasına filizlenen otlar, ekinler, yoncalar, ebegümeçleri, deve dikenleri, kengerler, çiğdemler, yoğurt çiçekleri, tavşan topuğu, papatyalar, morcalar, destenbeller, menekşeler, nergisler, hardal ve daha binlerce nebat büyük bir dirençle toprağı üzerinden silkelemeler ile çatlatarak atıp, güneşin bin bir renkli sıcak ışınları ile buluştular.
Kum Kent öykülerinin namı diyar kahramanı Kör Zewe’nin geçen yaz tandır damının yanındaki kayısı ağacından kopardığı ve büyük bir iştahla yediği üç kayısıdan arta kalan ve evinin arka tarafındaki küllüğe düşen üç çekirdekten bir tanesi de bu bahar filizlendi. Küçük ve parlak yaprakları ile minik zerdali fidanı küllerin arasından, toprağa köklerini salıp, sıkıca hayata tutundu.
En sevdiklerimizi dahi derinine gömdüğümüz ve üzerine avuç avuç atmak zorunda kaldığımız toprak; insan kulağının duyamayacağı gürültüler ile çatlıyor, ısınıyor ve alabildiğine yeniden bir hayat fışkırıyor. Sıcak ülkelerden dönen turnalar, leylekler ve diğer kuş sürüleri, giderlerken bu diyarlarda geride bıraktıkları yuvalarına sevinç içinde kanat çırparak yeniden dönüyorlar.
Çiğdemler beyaz, sarı, turuncu ve mavi renkli yaprakları ile yeryüzünü dehşetli bir güzelliğe beziyor. Patırtılarla toprağı çatlatan ayrık otlarının arasından karınca sürüleri  sıra halinde yeni yiyecek alanlarını keşfetmek üzere uzun bir yolculuğa koyuldular. Etrafı ne zaman yere konup, yüksek olmayan uçuşlar yapacağı belli olmayan serçelerin melodik cıvıltıları sardı.
Tarla fareleri önceleri arka ayaklarının üzerinde dikelip, etrafta vaziyetin berkemal olup olmadığını kolaçan ettikten sonra, kendilerine yeni sığınaklar eştiler. Köstebekler toprağın altını üstüne getirme ihalesini görev aşkı ile tamamladılar. Kirpiler her fırsatta iğneleri birbirlerine batıp, acı verse de kendilerince ağız tadı ile seviştiler. Kınalı keklikler kayalıklar arasında saklambaç oynadılar. Daha önce yuvası olmayan leylekler yuva yapmak için yüksek yerler aradılar. Sığırcıklar amaçsız uçuşup durdular. Arılar ve kelebekler kondukları her çiçeğin tozlarını ayaklarına, yüzlerine, gözlerine bulaştırıp bir diğer bitkiye taşıdılar. Kuryelik yapan bok böcekleri, kendilerinden çok daha büyük emanetlerini arka ayakları ile yuvarlayıp, teslimatlarını zamanında yaptılar. Kargalar sabahın köründe uyanıp hayvan gübreleri arasında sabah kahvaltısı için arpa tanelerini aradılar.
Harman yerinde arkadaşları; “aman ha...Sessiz ol, köyde uyuyanlar ve hastalar var.” diye uyarsalar da, Kercan eşek yine de kafasını gururla bulutsuz boncuk mavisi boşluğa doğru kaldırıp, uzun uzadıya soluk almadan anırdı. Bu sırada anıran eşeğin tozlu sırtına konan bir arı, kulaklarının hemen dibinde kopan bu gürültünün etkisi ile ödü koptu. Sivri iğnesini kurbanının sırtına batıramadan vızıltılarla uzaklaştı. On metre ileride, annesinin memelerine yapışmış olan yeni doğmuş bir sıpanın sırtına usulca konuverdi..  
Kör Zewe dizlerindeki ağrıları derinden hissederek, tandır damına doğru yol aldı. Kercan’ın anırtısını duyunca, elinde olmadan, “sırası mı şimdi bunun” deyip, harman yerine doğru gören tek gözü ile baktı. Bu saatte Kercan’ın çıkardığı bu gıcık gürültüye bir anlam veremedi. Öğle yemeği için tandır damındaki tereyağından, Konya yapımı, sapında geniş yeşil bir cübbe ve sarıkla, Kızılderili kabile şefleri misali oturan Mevlana’nın resmedildiği tahta bir kaşıkla tabağa doldurdu. Kapıyı hızla çarpıp evine geldi. Balkonda oturup güneşlenen kocası Heyderi Hecike’ye baktı. Heyder bakışları ile “acıktık, hani yemek nerede kaldı?” der gibiydi. Kör Zewe de aynı bakışlarla, “gelip biraz yardim etsen dünya mı kopar, kadın olarak doğdum diye ömrüm boyunca ben mi yemek yapacağım. Bir defa da sen yap.” demekten kendini alamadı.
Heyderi Hecike ve Kör Zewe’nin evlerinin kiremitlerinin arasına yuva yapan Bolpaça Güvercin'in yumurtalarından dört tane yavru, kabuklarını çatırdamalarla kırıp çıktılar. Bolpaça ilk çıkan yavrusuna Kızıl Gaga, ikincisine Gri Kanat, üçüncüsüne Garip ve sonuncu gelene ise Bay Süslü adını verdi. Bolpaça yumurtalarından büyük bir direnç gösterip, başarı ile çıkmasını bilen yavruları ile büyük bir gurur duydu. Bu büyük gün mütevazi de olsa bir kutlamayı hak ediyordu. Daha önce çalı çırpı ile yaptığı yuvasında, mutfak olarak kullandığı iğde dalının altına yığdığı böcek ve çeşitli otlarla bir parti vermeye hazırdı. Köşedeki kiremitlerin altına yuvası olan komşusu Kınalı Güvercin’i ve üç yavrusunu da davet etti. Bolpaça halayın başına geçti, kanadına bir kavak ağacı yaprağı ilistirdi. Komşusu ve minik yavrular ile  evin çatı katında tozu dumana kattılar.
Kör Zewe yer sofrasını çok geçmeden kurdu. Sabırsızlık ile bekleyen kocası Heyderi Hecike’yi ve çocuklarını buyur etti. Bir kaç parça tavuk etinin yerleştirildiği, küçük bir tepeciği andıran bulgur pilavının nefis kokusu daha fazla dayanılır gibi değildi. Yeşil soğanlar da yer sofrasına ayrı bir davetiye çıkarıyordu. Sofraya en son bir süreliğine de olsa ayakta kalmayacağı, ağrıyan dizine bir rahatlama geleceği sevinci ile ömür boyu aşçılık ve ev temizliği mahkumu Kör Zewe de nihayet diz kırıp, oturdu.
Çatı katında Bolpaça’nın partisi de sona erdi. Komşusu Kınalı Güvercin’i ve yavrularını kanatları ile teker teker sıkıca sarıp sarmalayıp, minnettarlıkla uğurladı. Bolpaça’nin dört yavrusu minik gagalarında büyük gülümsemeler ile sağlı sollu cılız kanatlarını sallayıp, koro halinde komşularına “güle güle” dediler.
Dönen dünya ile birlikte, her canlının kendince bir denge içinde bir yaşantı sürdürdüğü bu gezegende, hayvanlar ve bitkiler aleminde düzenli devam edegelen bir dönüşüm, insanda gayri ihtiyari hayranlık uyandırıp, bütün ahengi ile sürüyor. Zat-ı alilerini dünyanın asıl sahipleri olarak  olarak gören insanlar alemi ise, kendi isimleri ile anılan onurlu yaşamdan, insani olmak ile benliklerinin arasına gün geçtikçe daha çok mesafe almaktan alıkoyamıyorlar. Bütün böcekler, solucanlar, otlar ve var olan her şey sadece kendilerinin olsun istiyorlar. Tatminsiz, doymak nedir bilmeyen egolar, insanlar ile insanlık arasındaki mesafeyi her geçen zaman biriminde ayakları ile ilerilere itip, daha bir uzaklara taşürdüler.

Amsterdam, 14 Ocak 2017 

2 Ocak 2017 Pazartesi

ZÜMRÜDÜ ANKA





ZÜMRÜDÜ ANKA
      
Bütün insanlığın yüz akı olan, o ölümsüz Yaşar Kemal'imiz şüphesiz ki; gezegenimizin en büyük ve saygın yazarlarındandır. Kendisi ile yapılan yazılı bir röportajda, destansı yaşamından insanı çok derinden etkileyen dramatik kesitleri Fransız gazeteci Alain Bosquet’e, adeta bal tadında aktarır. Kitabı okurken bir anda sağ kolunuza Yaşar Kemal’i, sol tarafınıza ise Alain Bosquet’i almanın o müthiş mutluluğunu bütün hücrelerinizde alabildiğine hissedersiniz. Sağınızda ve solunuzda ulu çınarlar ile ağır adımlarla ilerleyen yolculuğunuz o gelin güzelliğindeki Van Gölünün kıyısından, Esrük Dağının eteğinden, Süphan Dağının hemen yanı başından başlar ve Osmaniye’nin bir Türkmen köyü olan Hamite’de noktalanır.
Uzun ve oldukça zorlu bir yoldur. Büyük bir gururla koluna girdiğiniz devasa yazar size yol boyu kendisine özgü dili ile dört bir yanda fışkıran bin bir türlü nebatı, dağları, tepeleri, höyükleri, dereleri, rüzgarı, tepenizdeki sarı sıcağı, gök kuşağını andıran kanatları ile delicesine uçuşan minik serçeleri, vızıldayan eşek arılarını, karınca kolonilerini, renk cümbüşü kelebekleri, cır cır böceklerini ve doğanın lütfu o dehşetli zenginliğini, büyüleyici bir anlatımla buğulanan gözlerinizin önüne serer. Çatal sesi ve büyük gülümsemesi ile anlatadururken bir yandan da sevgi ile sırtınızı bütün babacanlığı ile sıvazlayıp, diğer kolunuzdaki gazeteci arkadaşı Alain Bosquet’e koyu renkli gözlüğünün ardından çaktırmadan göz ucu ile bakar.
Başınızı sevgi, huzur, güven, saygı, gönül rahatlığı ve şefkat ile omuzuna koyarsınız. Kendinizi insan sevgisi ile dolu kalbinin gümbürtülerini dinler bulursunuz. Koluna girdiğiniz Yaşar Kemal bu ince uzun yolda, yirmi yıllık arkadaşı Alain Busquet’in sorduğu sorulara, onlarca sayfayı içeren yanıtlar ile destanını bir şelale misali coşku ile anlatmaya koyulur.
1915 yılında başlayan Rus harbinde Rus ordusunun attığı top mermilerinin, Yaşar Kemal’in ailesinin de dahil olduğu “Luvan aşiretinin” de bulunduğu köyün ortasına düşmesi üzerine her gün ölüm tehlikesi ile yüz yüze gelirler. Aşiret bölgeden göç etmek zorunda kalır. Yolculuk öncesi köy Rus ordusunun topçu atışlarına tutulduğu bir anda bütün köylüler dört bir yana kaçışırlarken, el ele tutuşup korku ile koşan iki kız arkadaş olan Hazal ile Zübeyde’ye bu esnada bir top gülesi gelir ve tutuşan bu iki minik eli koparıp, birbirinden ayırır.
Luvan aşiretine mensup Yaşar Kemal ailesinin zorlu yolculukları bir buçuk yılda tamamlanır. Dehşetli korkular ve felaketler yaşasalar da, sonuçta Çukurova'ya ulaşırlar. Bu yolculukta Yaşar Kemal henüz dünyaya gelmemiştir. Baba Sadık Bey ile Yaşar Kemal’in arasındaki yaş farkı hayli fazladır. Evliliklerinden ancak on yıl gibi bir zaman sonra Yaşar Kemal, ailesinin yerleştiği Hamite Köyünde dünyaya gelir. Tekrar yolculuklarına dönecek olursak; Sadık Beyin annesi Hirde Hatun yaşlı ve hastadır. İlk zamanlar ata bindirirler, ama hasta olduğundan tutunamaz ve sürekli düşer. Hal böyle olunca Sadık Bey bir buçuk yıl boyunca Mezopotamya çölünü annesini sırtında taşıyarak aşar. Mezopotamya Çölü savaşta sürülmüş, öldürülmüş Ermeniler, Türkmenler, Kürtler, Azeriler, Yezidiler, Nasturiler, Süryaniler, sürüler halinde başıboş köpekler ve kimsesiz çocuklar "ele güne karşı" aç, sefil ve çırılçıplaktılar. Her defasında oğluna bu eziyeti vermek istemeyen Hirde Hatun’u ikna etmek hayli zor olur. Akla hayale gelmeyen zorluklar ile karşılaşırlar. Ve uzun bir zaman sonra parasızlık da aileye o nahoş yüzünü gösterir. Elde avuçta bir şey kalmamıştır. Bunun üzerine Yaşar Kemal’in annesi büyük bir aşiretin mensubu olan kardeşlerinin düğünde hediye ettikleri kemerini çıkarıp, Sadık Beyin ayaklarının önüne atar.
“Al bunu sat. Bu bildiğin gibi çok kıymetli bir kemer. Bunu satarsak bizi bir süre idare eder.” Sadık Bey;
“Hayır… Hayır, bunu alamam. Bu senin kardeşlerinin armağanı. Bunu asla kabul edemem. Başka bir çare bulmamız lazım.” Kabul etmeyip almamakta dirense de, karısının ısrarı üzerine kemeri alıp, yol boyunda o bölgede bulunan varlıklı bir beye götürür. Bey kemere bakar ve kemerin çok kıymetli olduğunu bunu karşılayacak kadar varlıklı olmadığını söyler. Ama belki az ileride bulunan Hurşit Beyin bu kemeri almaya gücünün yeteceğini hatırlatır. Bunun üzerine Sadık Bey kemeri aldığı gibi soluğu Hurşit Beyin konağında alır. Hurşit Bey çevrede oldukça sevilip saygınlığı olan biridir. Hurşit Bey de kemere bakar ve gözleri fal taşı gibi açılır.
“Bak evlat, bu kemer öyle sıradan bir şey değil. Bu paha biçilmez değerde, çok kıymetli bir kemer. Değil ben, İstanbul’daki çok zengin beyler dahi bu kemeri alamazlar. Kimsenin gücü yetmez. Ama darda olduğunuzu görüyorum. İsterseniz ben size iki kese altın vereyim, ne zaman paranız olursa gelip, kemerinizi geri alın.” der ve Sadık Beye altınlarını verir. Tam gitmek üzere ayağa kalkan Sadık Beye Hurşit Beyin karısı da bütün sevecenliği ve yüzünde tatlı bir gülümseme ile bir kese daha altın getirip verir. Artık karada ölüm yoktur. Hurşit Bey oturup bir mektup yazar ve Sadık Beye;
“Bu mektubu al. Kadirli’de İskân Komisyonu başkanı olan Karamüftüoğlu Arif Beye ver. Benim gönderdiğimi söyle. O sana gerekli yardımı yapacaktır.” Sadık Bey oradan çok mutlu ayrılır. Hızlı adımlar ile yürüyüp kervanına yetişip, karısına müjdeyi verir.  Ve kervan yeniden Kadirli’ye doğru yola koyulur.
Kadirli'ye doğru yol alırlarken, Sadık Beyin sırtına ilişen annesi Hirde Hatun çimlerin arasında iniltili bir ağlama sesi duyduğunu ve oğluna gidip, bakmasını söyler. Sadık Bey gidip bakar. Yaralı bir bebeğin otların arasında ölmek üzere olduğunu görür. Bebek yara bere içindedir ve yaralarına kurtlar üşüşmüştür. Bebeği alıp, bir güzel sıcak sular ile yıkarlar. Hirde Hatun bebeği bütün kurtlardan tek tek arındırır. Buldukları otlardan ilaçlar yapar. Bebeğin yaralarına merhem olarak sürer. Yusuf adlı bu bebeğin tedavisi için üç gün boyunca yollarına devam etmezler. Bebeği de yanlarına alıp, yola tekrar koyulurlar.
Sonunda Kadirli'ye geldiklerinde, Sadık Bey ilk iş olarak Hurşit Beyin mektup yazdığı Karamüftioğlu Arif Beyi gidip, bulur. Arif Bey, Sadık Beyi çok iyi karşılar. Kendisine kahve ikramında bulunup, çok içten davranır ve yanı başına oturtur.
“Hey.... Bre Sadık Bey, biliyor musun? Sen var ya sen, benim yanımda çok kıymetlisin. Çünkü seni bana, dağ gibi kükreyen arkadaşım, kadim dostum Hurşit Bey gönderdi. Sana Kadirli’deki Şemail’in en güzel konağını ve en güzel tarlalarını vereceğim. Bu konakta oturacak ve bu yörenin en verimli topraklarını sürüp, ekeceksin. Daha ne istiyorsun. Sen Allah’in en sevgili kulusun.” Sadık Bey yüksek sesle;
“Hayır, istemem.” diye bağırır. Arif Bey şaşırır, kulaklarına ilişen sert sözcüklere inanamaz.
“İstemiyorsan bana Hurşit Beyin mektubunu ne diye getirdin? Yanıma niye geldin, Allah’in kıllı vahşi kürdü. Söyle bana be adam?” diye hiddetlenip küplere biner.
“Anam Hirde dedi ki; yuvasından atılmış bir kuşun yuvası başka kuşa hayır etmez.
“İyi ama onlar kuş değil ki, onlar Ermeni.
“Hayır… Hurşit Beyim, onlar Kuş.”
“Ermeni”
“Kuş” diye karşılıklı atışırlar. Hurşit Bey yumruğunu havaya kaldırıp, sallar.
“İşte böyle olur, Hurşit Bey. Bilip bilmeden, elin ne idüğü belirsiz vahşi Kürdünün eline bir mektup tutuşturup, bana yollarsın öyle mi. Bak gördün mü, adam beller, adam yerine koyarsın. O da tutar aynen böyle yapar işte.”
Daha fazla hiddetlenen Karamüftioğlu Arif Bey iki jandarma istetip, Sadık Bey’i Hemite Köyüne götürmesini emreder.
Hemite Köyü Yaşar Kemal’in deyimi ile “bol kayalıklı ve bol insanlı” bir yerdir. Buradaki Türkmenler bu garip Kürt ailesini bağırlarına basıp, çok insani karşılarlar. Luvan aşiretine bağlı bu ailenin bütün eksiklerini el birliği ile bir çırpıda giderirler. Ardından da bu garip aileye, yörede “huğ” denilen kamıştan bir kulübe yaparlar.
Zaman her zamanki gibi, berrak bir su misali akıp, geçer. Tahminen 1923 yılında Sadık Bey ve karısı oğulları Yaşar Kemal’in doğumu ile büyük bir sevince boğulurlar. Karı koca mutluluklarından oğulları için yedi tane kurban kesip, Hamite’de kardeş olarak gördükleri Türkmen köylüleri ile birlikte büyük bir şölen ile kutlamalar yaparlar.
Yaşar Kemal dört yaşına geldiği zaman baba Sadık Bey her baba gibi oğlu ile büyük bir gurur duyar. Onu gittiği her yere beraberinde götürür. Evlatlığı Yusuf da büyüyüp on altı yaşına gelir. Yaşar Kemal kendisine Yusuf ağabey diye hitap eder ve büyük bir kardeşi olduğu için kendisini oldukça güvende hisseder. O da ağabeyi ile gurur duyar.
Sadık Bey bir Cuma günü artık dört yaşına gelen oğlunu da yanına alıp, camiye gider. Bütün Hamiteliler camidedirler. Baba oğul da arka sıralarda bir yer bulup, saf tutarlar. Oğul Yaşar Kemal babasını büyük bir merakla taklit eder, O oturduğu zaman oturur, kalktığı zaman kalkar, ellerini belinin altında özenle kavuşturur, secdeye varır ve dua okuyormuş gibi dudaklarını ustalıkla kıpırdatır. Sadık Bey sağına selam verirken, oğlu da Onu taklit etmeye devam eder. Tam bu sırada arkadan namazdaki insanların üzerinden atlayarak gelen bir genç elindeki kara saplı hançeri bir anda Sadık Beyin kalbine saplar. Bu vahşete çocuk gözleri ve yüreği ile şahit olan Yaşar Kemal olduğu yerde korkudan dona kalır. Büyük bir panik yaşanır, ama bu arada Sadık Beyin beslemesi, evlatlığı Yusuf çoktan sıvışmıştır. Sadık Bey camide namaz esnasında, kardeşleri olarak gördüğü Hamiteli Türkmenlerin gözleri önünde kanlar içinde gözlerini yumar. Bu vahim olayın ardından, yazar duyduğu korkunun etkisi ile yaklaşık on iki yaşına kadar konuşmakta zorlanır.
Sadık Bey, oğlu olarak gördüğü Yusuf’u yıllar öncesinde ölmek üzere iken bulmuştur. Yusuf’u büyük bir itina ile Onu tedavi edip, adeta küllerinden yeniden doğan bir Zümrüdü Anka kuşu gibi hayata döndürmüştür.
Bu denli ulvi bir insanlık ile hayata kazandırıp, büyütüp, büyük emekler verdiği evlatlığı Azrail olup, babası yerindeki Sadık Beyin hayatını elinden alır. Yaşam bu kadar acımasız mıdır? Günlük hayatta da pek çoğumuzun bir insanı hayata, insanlığa kazandırmak için canımızı dişimize takarak, büyük özverilerde bulunduğumuz kişilikler, kimi zaman insanı besleme Yusuflar gibi hançerleyerek veya manevi tahribatlar yaratarak ölümden daha kötü kılabiliyor. Keşke yapılan bütün iyilikler, iyi ve doğru kişiliklerde yerini bulsa. İnsanlık adına yapabildiklerimizden dolayı insani yüreğimizi güzelce sıvazlayıp, bir rahatlama ile mutlu olabilsek. Küllerden büyük insanlıklar çıkarabilsek. İyi insan olmanın gereği, bütün olumsuzluklara rağmen, “iyilik yapıp denize atmaya” devam. Kim bilir, belki de “balık bilmezse, halikin bilmesi” umuduyla. İyilikleriniz “enseyi karatmaya” gerek kalmadan; Hemite Köyünün kayalıkları ve insanı gibi bol olsun.

*Kaynak : Alain Bosquet – “Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor.” Yapı Kredi Yayınları


Amsterdam, 2 Ocak 2017

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...