Resim : Hatip Konukçu
BONCUK
Yeni aldığı araba gök mavisi idi.
Adını Boncuk koydu. Hayallerinde gözlerinin önünde mavi kanatlı bir kelebek
misali uçuşup duran arabasına, en nihayetinde kavuştu. Kolay olmadı tabi. Uzun
zaman çalışıp, Boncuk için para biriktirmesi gerekti. Bir yandan da memleketteki
karısına ve çocuklarına da para gönderdiğinden, bu birikim kolay
olmadı. Yaklaşık on yıl önce Köyü Kesikkoprü’den kalkıp, Almanya’nın Kamp-Lintfort
şehrine geldi. Bu şehirde arkadaşı olan bir kaç köylüsü daha vardı. Çalıştığı
vida fabrikasında mesaiye kalmasına gerek olmayınca, soluğu çok geçmeden
köylülerinin yanında alıyordu. Onlar ile birlikte yemek yapıp yiyorlar,
memleketten haberler, çocukları, fabrika ve Alman kadınları sohbetlerinin
ağırlıklı konuları oluyordu. Kimi zaman arkadaşları Feyzo’nun evine gelseler de,
genelde Hasan’ın evinde toplanıyorlardı. O’nun evi daha geniş ve merkeze de yakındı.
Fabrikadan çıktığı gibi acele ile
evine geldi. Boncuk tam kapısının önünde duruyordu. Yavaşça geldi ve
komşularının görebileceği korkusu ile çaktırmadan Boncuk’a yanaştı. Güneş
arabanın camına yansıdığından, cam elmas taşları gibi parlıyordu. Daha yeni
tanıştığı bir sevgilinin ipeksi tenini okşar gibi elini arabasında gezdirdi. Elleri
gıcır gıcır gök maviliğinde kayboldu. Çok mutluydu. Allah’ın bugününe de
şükürdü. Kesikköprü’de kalsa, on tane de ömrü olsa böylesi bir arabaya sahip
olması imkansızdı. Ne olacaktı ki, babadan kalma elli dönüm tarlayı ekip
biçecek, su misali akıp giden ömrünün büyük bir kısmını tepeyi tırmanıp, baraj
kulübüne gidip, kendisi gibi işsiz güçsüz arkadaşları ile “okey” oynayıp, bira
içecekti. Okey oyununu Almanya’da da oynuyor ve birasını da içiyordu, hem de
daha kaliteli olanından. Fabrikada iyi bir işi vardı. Para kazanıyor ve çoluk
çocuğunu perişan etmiyordu. Onlardan ayrı kalmak elbette kolay değildi, ama en yakın zamanda onları da Alamanya’ya aldıracaktı. Karısı
Güle’ye kırmızı bir manto giydirecek ve her gece O’nun kollarında, koynunda mışıl
mışıl uyumayı hayal ediyordu. Her sabah cıvıl cıvıl gülen oğlu ve kızının öpücükleri ile
uyanıp, işinin yolunu tutacaktı.
Fort Taunus bir arabaydı. Koltukları
geniş, spor direksiyonu olduğu gibi, gaza tam basınca uçarcasına yüz seksen
kilometre hız yapabiliyordu. Daha önceki sahibi Christina adlı yaşlı Alman bir bayandı. Arabayı iki yıl önce almış ve ilerleyen yaşı dolayısı ile çok da kullanmadığından, fazla
kilometre yapmamıştı. Arabayı alır almaz, cebinden çıkardığı nazar boncuğunu iç aynasına doladı.
İlk kez Hasan’in evine arabası ile
gidecekti. Hasan, Ali, Süleyman ve Kadir de evde olacaklardı. Beş kafadar
arabasına doluşup, Köln’e eğlenmeye gideceklerdi. Feyzo direksiyona kuruldu,
kemerini bağladı, iç ve dış aynalara bakıp, ayarını tekrar yaptı. Debriyaja
basıp, kontağı çevirdi. Zil gibi çalışan bir motor sesi yükseldi. Ardından gaza
basıp, Hasan’ın evine doğru yola koyuldu. Trafik yoğun değildi. Acemi bir şoför
de olsa, yol boyunca fazla zorlanmadı. Hasan’ın evinin önünde durdu. Kapı zilini çalıp, arkadaşlarını aşağı
çağırdı. Patır kütür üçüncü kattan
inen diğer Kesikköprü’lüler hayranlıkla Feyzo’nun
arabasına baktılar. Hepsi teker teker Feyzo’yu tebrik edip, “hayırlı olsun”
dileklerinde bulundular. Feyzo’nun yüzündeki gülümseme oldukça büyüktü. Arabaya binip. Köln şehrine doğru yola çıktılar.
Otobanda Boncuk beş Kesikköprü'lü kafadarın altında hızla akıp, onları Köln şehrine doğru uçuruyordu. Hasan Feyzo’ya
dönüp;
“Ula Feyzo bu araba en fazla kaç
kilometre yapıyor?”
“Valla kardaş tam gaza basarsan yüz
seksen kilometre yapabiliyorsun. İsterseniz biraz daha hızlı gideyim mi?” Bu
defa Ali devreye girdi;
“Vallahi iyi olur. Şöyle bir yüz
altmış yap bakalım nasıl olacak?” Feyzo gazda bulunan ayağını daha da bastırdı.
İbre yüz altmışı gösteriyordu. Hızla akıp giderlerken, aniden bir flaşın
yandığını görünce, Feyzo gazdan ayağını aniden çekti. Yanında oturan Hasan’a;
“Hasan sen de flaş yandığını gürdün
mü?”
“Evet ya, bana da öyle geldi.
İstersen buradan hemen dönüp bir daha bakalım. Aynı hızda gelip, yanılıp
yanılmadığımıza bakalım.”
“He vallahi doğru söylüyorsun. Ben
de çok merak ettim.” Feyzo yavaşlayan arabanın direksiyonuna var gücü ile
asılıp döndü. Yaklaşık iki kilometre sonra Köln’e giden yola tekrar girdiler.
Arkada bulunan Kadir, Ali ve Süleyman’dan ses çıkmıyor, ama onlar da ne
olacağını çok merak ediyorlardı. Arabada aynı hızla biraz önceki noktaya tekrar
geldiler. Bir kez daha bir flaş yandı. Dikkatli baktıkları için bu kez
yansımayı daha belirgin gördüler. Bundan bir şey çıkmayacağına kendi aralarında
ikna olup, gamsızca yollarına devam ettiler. Köln bulundukları Kamp-Lintford
şehrine kıyasla daha büyük ve güzel bir şehirdi. Canlı müziklerin çaldığı bir
Türk restaurantında karınlarını bir güzel doyurdular. Onlarca kez kadeh tokuştudular.
Kol kola girip halaylar çektiler, çifte telli ve diğer oyun havaları ile hayli
zamandır birikmiş olan kurtlarını bir çırpıda şehri Köln’de döktüler.
Kamp-Lintfort’a geldiklerinde hayli
yorulmuş olduklarını hissettiklerinden, herkes hemen evine gitti. Feyzo uzun
zamandır felekten böylesi bir gün çalmamıştı. Önce Boncuk ve ardından da arkadaşları ile birlikte olmak O'na bir hayli iyi
geldi. Şimdi sırada Boncuk’a binip, ver elini Türkiye demek vardı. Bunu gecenin
ilerleyen saatinde hatırlayınca bütün bedenini bir karıncalanma ve yüreğini
tarifsiz bir heyecan kapladı. Kızı Dilek’i, oğlu Neco’yu, karısı Güllü’yü,
Kesikköprü’deki çocukluk arkadaşlarını,
akrabalarını, her şeyi ve herkesi çok özlemişti. İzinli olarak geleceğini daha
önce mektupla karısına da bildirdiğinden O’nun da haberi vardı. Kim bilir Güllü nasıl bir heyecan sarmalı içindeydi. Her
ikisi için de birbirlerinin uzağında günler geçmek bilmiyordu. Bu özlem bitmeli
idi.
İki gün çabuk olmazsa da geçti.
Bütün hazırlıklarını tamamladı. Elbise, para, pasaport, yiyecek, içecek ve
hediyeler hepsi tamamdı. Sabah erkenden uyandı. Bütün eşyalarını mavi arabasına
itina ile yükledi. Ardından “ya bismillah” deyip, Boncuk’un motorunu
çalıştırdı. Yolu uzun ve yorucuydu. En geç iki, iki buçuk günde Kesikköprü'de
olmalıydı. Çocukları, karısı ve akrabaları dört gözle yolunu
gözlüyorlardı. Hasretlik tam anlamı ile tavan yapıp, canına tak ettiğinden
yollar O’na “viz gelir tırıs giderdi.”
Yaklaşık üç gün boyunca gece ve
gündüz demeden art arda sıralı birbirinden farklı güzellikteki ülkeleri,kültürleri,
zümrüt ormanları, dağları, tepeleri, dereleri ve ırmakları aşıp, bir aksam
üzeri kendisini yorgun argın kırmızı toprakla boyalı evleri ile Kesikköprü’de
buldu. İlçesi Bala hala yükseklerde fakirliğini inatla sürdürüyordu. Belki de
ülkenin en az gelişme gösteren ilçesi idi.
Alaca karanlıktı. Köy içinden
geçerken arabanın camından elini çıkartıp, büyüklere salam veriyor, küçükler
ise şaşkın bakışlarla ilk defa gördükleri bu güzel maviş arabaya bakıyorlardı.
Evinin virajlı yolunu hızla girdi. Yerden bir toz bulutu yükseldi. Tozların bir
kısmi Boncuk’un üzerine geldi. Diğer bir kısmı da, köyün içinde yol buyunca
uzanan Kızılırmak’in mavi suları ile buluştu. Evi Köy meydanındaki caminin
hemen ardındaydı. Güllü mavi bir aracın kendilerine doğru geldiğini görünce
çığlık çığlığa;
“Kızım dilek, Neco… Koşun babanız
geldi.” On üç yaşına yeni basan yanağında yer yer çillerin yer aldığı, uzun saçlarını
annesinin at kuyruğu gibi ördüğü Dilek ve kömür karası iri gözlü Neco anında
annelerinin yanı başına ışınlandılar. Arabanın teybinde bir İbrahim Tatlıses
kaseti vardı ve ses sonuna kadar bangır bangırdı.
“Ayağında kundura,
Yar gelir dura dura,
Ölürüm ben ölürem.
Nere gitsen gelirem.”
Allahtan Güllü’nün bir yerlere
gittiği yoktu, bıraktığı yerde kıpır kıpır bir yürekle, pür telaş özlemle Feyzo’yu
bekliyordu.
Feyzo ailesi ve akrabaları ile uzun
uzadıya hasretlik giderdi. Baba ve annesi yıllar önce iki yıl ara ile vefat
etmişlerdi. Köyüne gelip gitmediği dönemde de pek çok insan bu dünyadan göçüp
gitmişlerdi. Güllü’sünü de yanına alıp, Kesikköprü’ye özgü kırmızı toprakla
sıvalı evlerin arasındaki patika yollardan geçip, taziye evlerini tek tek
dolaştı. Kızılırmak mavi sularında onlarca çeşit balığı ve pek çok canlıyı barındırıp,
aynı zamanda doyurarak nazlı bir eda ile akmaya devam ediyordu. Irmak kenarı ve
evlerin bahçeleri daha da çok yeşile bürünmüştü.
Köyü büyüyüp gelişme gösteriyordu.
Cami önüne toplananlar, hararetli sohbetlerine kaldıkları yerden devam
ediyorlardı. Feyzo bu diyarda bulunmadığı zamanlar, devlet tarafından tarlaların
sulanması için her tarafa su kanalları yapıldı. Buğday ve arpa yerine çoğu yere
kavun ve karpuz bostanları ekili idi. Bunun yanı sıra, kimyon, ayçiçek, fasulye ve nohut tarlaları da boy gösteriyordu. “Akıp duran su artık
Kürdün baktığı değil, kullandığı su idi.” Köyündeki bu gelişmelerin yanı sıra,
daha çok gencin Ankara veya çevre illere gidip,
eğitimlerine devam etmeleri de Feyzo’yu oldukça mutlu etti. Geleceği gençler ellerinde
tutuyorlardı. Onların eğitimli-donanımlı birer birey olmaları her şeyden çok daha
önemli idi.
Sayılı gün çabuk geçti. Feyzo
yaklaşık bir aylık bir izninin ardından, ailesi, arkadaşları, akrabaları ve
bütün köylüleri ile vedalaşıp, “kendisinin yaratmadığı, ölümden beter” gurbet
yoluna yeniden düştü. Geldiği yolu takip edip, Kamp-Lindfort’a döndü.
Evinde olmadığı zaman ne olup
bittiğini de merak etmiyor değildi. Bu zaman zarfında Almanya’yı da özlediğini
fark etti. Bu ülkenin düzeni, sistemi ve insana olan yaklaşımı da
azımsanacak türden değildi. Anahtarlarından birini ara sıra gelip, evini kontrol
etmesi ve çok sevdiği küpe ve sardunya çiçeklerine su vermesi için Hasan’a
vermişti. Hasan bütün postasını da alıp, yukarı getirecekti.
Valizlerini yüklenip, yukarı çıktı. Kapıyı açar açmaz köşedeki küpe ve sardunya
çiçeklerine baktı. Çiçekleri daha da serpilip, gelişmişlerdi. Sağ olsun Hasan suyunu zamanında vermeyi ihmal
etmemişti.
Daha sonra önemli bir postasının
olup, olmadığına baktı. Masanın üzerinde bir yığın mektup vardı. Çoğu iş
yerinden ve reklam postası idi. Aynı resmi kuruluştan iki ayrı mektubu görünce
şaşırdı ve acele ile açtı. Her iki mektupta da, Köln yolu üzerinde aynı noktada
fazla hız yapmaktan 90 Alman Markı tutarında iki adet trafik cezası vardı. Mektuplarda
aynı zamanda direksiyon arkasında birer de resmi vardı. Resimlerden birinde gür
bıyıklarını çekiştiriyor, diğerinde ise saçını düzeltiyordu. Fotoğraftaki gibi
bıyıklarını tekrar çekiştirip, usturuplu bir küfür savurdu.
Evi havalandırmak için camı açtı. Dışarıda çok sıcak olmasa da parlak bir güneş
hakimdi.
Amsterdam, 30 Ocak 2017