KARA ÜZÜM HABBESİ
"ikimizin yerine
dinliyorum
sevdiğin şarkıları
siyah tişörtünü giyiyorum yatarken
gömleklerini, kazaklarını, kokunu
senin rüyalarını görüyorum ölür gibi uyurken
gün boyu elimde kahve fincanı."
sevdiğin şarkıları
siyah tişörtünü giyiyorum yatarken
gömleklerini, kazaklarını, kokunu
senin rüyalarını görüyorum ölür gibi uyurken
gün boyu elimde kahve fincanı."
Murathan Mungan
Merdiven altındaki dar kilerde, rafta yer alan cam kavanozdaki siyah kuru üzümden bir kaç tane alıp, ada mutfağına yöneldi. Üzüm tanelerini mutfak tezgahındaki sarı pirinç havana koydu. Açık pencereden karşı sokakta bulunan heybetli kilisenin çan sesleri mutfakta yankılanıyordu. Var olduğu günden beri hep şikayetçi olduğu kısa boyu ile bedenini alttan yukarı doğru ittiren hareketler eşliğinde ayaklarının ucunda yükselerek, “ıhlayıp-puflayıp” siyah üzüm tanelerini olabildiğince ezdi. Ezdiği çekirdeksiz üzüm tanelerini cam bir çay tabağına alıp, yatak odasındaki aynanın önündeki pufa ilişti. Sağ elinin kalın baş ve işaret parmaklarının yardımı ile kaytan bıyıklarının ince uzun kısımlarına sağlı ve sollu sürüp, yukarılara doğru Osmanlı’daki yeniçeri askerlerinin bıyıklarına andıracak biçimde şekillendirdi. Aynı uygulamayı gür kaşlarına da uyguladı ve kısık gözlerinin üzerindeki bu kılları dikleştirerek asi bir görünüm verdirdi. Kuru üzümlerin bu ezilmiş hali, bıyıklarını ve kaşlarını istediği görünümde olmasını ve uzun süre kalıcı kılan bulunmaz bir kurtarıcı idi.
Yıllar önce, şimdilerde altmış yaşında olduğuna göre elli beş yıl öncesine
gidip, sevgili anacığının altın varaklı büyük aynanın önündeki o hali
gözlerinin önüne geldi. İlk defa annesinin kaşlarını bu üzüm şırası ile
düzeltirken görmüş ve kendisi de annesine özenip, arta kalan üzüm ezmesi ile
kaşlarını, ileriki yaşlarda da boğumlu burnunun altında aniden türeyen,
gökyüzüne doğru kalkık asi bıyıklarını şekillendirmeye başladı.
Bu asi bıyıkların sökün etmesinin öncesindeki yıllarda, on yaşlarında
annesinden kulaklarını deldirip, tıpkı O’nun gibi küpe takmak istediğini
söylediğinde, bu dünyalar kadar sevdiği insanı nasıl da şaşırtıp telaşlanmasına
neden olduğunu gördü. Annesi sinir krizleri geçirdi, günlerce gizli gizli
ağladı ve babasına “kadın gibi küpe takmak istediğini” söylemekle tehdit etti.
Oğlunun diğer erkek çocuklar gibi olmadığını, bir kaç kez makyaj malzemelerini
kullandığını, kız çocuklarının oyuncakları ile oynadığını, tesadüfen görünce
çok zamandır var olan bu yöndeki kuşkuları arttı.
Gözlerinizin önünde bir akarsu misali akıp gittiğine inandığım bu
satırların sonrasında, benim öykümü en iyi ben anlatırım diye düşündüm. Nasıl
ki kolu kırılan birinin acısını en iyi kolu kırılan bir başkası anlıyorsa,
burada da aynısı söz konusu olsa gerek. Acılarla dolu kısa hayat hikayemi
başlangıçta kaleme almaya çalışan kişinin kısa anlatımından, eşcinsel olduğumu
anlamışsınızdır. Yaklaşık yirmi beş yıl önce memleketim Elazığ’ı kimselere
haber vermeden terk edip, Almanya’ya geldim. Bir daha da geldiğim yere hiç
dönmedim. Oysa bir kez olsun gitmeyi ne çok isterdim. Sorup yaramı deşmeyin ne
olur. Kimleri bırakmadım ki ardımda, canımdan canlarımı, annemi, babamı,
kardeşlerimi, akrabalarımı ve arkadaşlarımı.
Anacığımın Elazığ gibi tutucu bir yerde, O'na yaşattığım onca
şoka artık daha fazla karşı koyacak gücü kalmamıştı. Babam da bana dair bir
şeyler sezinliyor ama yanıldığını sanıp, bana toz kondurmuyordu. Evlenecek yaşa
geldiğim zaman annem bulunduğu içinde, benim için
hummalı bir çaba ile gelin adayı arayışına girdi. Sonuçta annemin
dayatması ve deyimi ile "el iyisi değil, bizim iyimiz" olsun deyip, Kemal dayımın en büyük
kızı Hüsniye’de karar kılındı ve kısa bir süre sonra baskılara daha fazla
dayanamayıp evlendim. Her düğünde olduğu gibi bizim için de, mutluluklar saçan
bir düğün davetiyesi bastırıldı. Kartta “Hüsniye ile Murat’ın bu en mutlu
günlerinde, siz dostlarımızı aramızda görmekten büyük bir onur duyacağız”
yazılıydı. Ben mutlumuydum, değilmiydim, bu durumda bana soran olmamıştı. Benim
kara günüm olacak bu günde, düğün davetiyesinde benim en mutlu günüm olduğu
söyleniyordu. Oysa bu böylemiydi acaba. Ben Kemal dayımın büyük kızı Hüsniye’ye
değil, oğlu Hüseyin’e platonik bir aşkla ölesiye bağlıydım. Hüseyin
hiç bir şeyin farkında değildi ve ben kendi kendime hayali olarak
yaşadığım her anımda O’nunla el ele, kol kola, başım omuzunda, ellerim kısacık
saçlarında, gözlerim gözlerinde, kalbi kalbimde ve her halimle aşkımı
yaşıyordum. Hüseyin ne yazık ki benim gibi eşcinsel değildi. O
sabahtan akşama kadar, benden bihaber kızların peşinde koştururken, söz
geçiremediğim yüreğimin üzerinde ki baskı her geçen gün artıp, daha çok
eziliyordu.
Evet evlendim. “Dünya evi” denilen karanlık haneye ben de girdim. Gerdek
gecesi ve devresi günler olması gerekeni, her defasında Hüsniye’ye çeşitli
bahaneler uydurup, erteliyordum. Günlerce bir icraatın olmamasına daha fazla
dayanamayan Hüsniye durumu aileme anlatınca gitmedik doktor veya hoca
bırakmadık. Bütün gizli yerlerden bir muska çıkıyordu. Üzerimdeki baskı her
geçen gün daha da artıyordu. Dayanacak gücüm kalmadı. Mutsuzluğumu biraz olsun
unutmak maksadı ile bir gün kafayı iyice çektim. Hayatımda bu kadar sarhoş
olduğumu hiç hatırlamıyorum. Ayakta duracak halim olmadığı gibi, ayaklarım
birbirine dolanır halde zar zor eve geldim. Sarhoş olmama rağmen Hüseyin’i
unutamamış, aklımda fikrimde hep o vardı. Hüsniye dırdır ederek yatağı
hazırlarken, o an Hüsniye gözümde Hüsniye olmaktan çıktı ve sihirli bir çubuk
değdirilmiş gibi Hüseyin’e dönüştü. Ezik yüreğimin büyük aşkı karşımdaydı,
hayalimdeki Hüseyin ile sabaha kadar deliler gibi seviştim. Ertesi gün
Hüsniye’nin hüsnü cemalinin çok mutlu olduğunu, serçeler gibi cıvıldadığını,
martılar gibi maviliklerde süzüldüğünü, geyikler gibi sektiğini, maymunlar gibi
daldan dala atladığını, ağzı kulaklarında ve dünyanın en mutlu kadını olduğunu
gördüm. O’nu anlamıyor ve hak vermiyor değildim. Ama ne yazık ki elimden bir
şey gelmiyordu. Kendimi değiştirmemin imkanı yoktu. Bu anlık veya geçici bir
heves değildi. Kader olarak kabullenecek olursak, bu benim hiç şikayet
etmediğim yazgımdı. O gün kendimden tiksindim. Sanki ruhum ve bedenim
kirlenmişti. Hüsniye’yi bu mutlu gününde olsun, mutsuz etmemek için, tuvalete
gidip, gizlice kustum. Bunda Hüsniye’nin hiçbir suçu yoktu. Hüsniye’ye kendimi,
duygularımı ve dünyamı anlatmayı, beni anlamasını ne çok isterdim. Karım aslında
özünde çok iyi bir insandı. Ne de olsa Hüseyin’in kız kardeşi idi. Ama beni
anlayamazdı. Benim dünyaya bakışım, duygularım ve kendimce duruşum ne kadar da
farklıydı. Bana kalırsa duygularım zengindi, çünkü gizli dünyamda hem kadınlık
ve hem de erkeklik vardı. Yani dünyaya iki pencereden daha zengin bir ruh hali
ile bakıyor ve gözlemlerimi de çok yönlü yapıyordum. Toplumda dilediğince
yaşama cesaretini onca kötü koşul, düşünce ve dayatmalara rağmen kendisinde
bulanların durumu, ülkemde, doğup büyüdüğüm topraklarda içler acısı idi.
Kimselerin din, ahlak, sağlık ve her türlü anlayışları, benim ve benim
gibilerin dilediğimiz gibi özgürce, yüreğimizin işaret ettiği yönde yaşama
istemimizin önüne geçme hakları olmamalıydı. İnsan ömrü bir gelincik misali, bugün
var olduğu halde, yarın çıkacak bir rüzgarla ortadan kalkabilirdi. Bu kısacık
dünyada, ciğerlerime doldurduğum nefesimi istemediğim kollarda tüketmemeliydim.
Her günüm bir azap ve tiksinti idi. Bu evliliğe beş yıl dayanabildim. Beş yıl
boyunca üç kez sarhoş olup, başka hayaller ile birlikte olduğum Hüsniye’den iki
oğlum ve bir kızım oldu. Kimselere haber vermeden, pasaportumu alıp, gizlice
Almanya’ya geldim. Yaklaşık yirmi beş yıldır el kapılarındayım. İltica edip,
başka bir isim aldım. Yeni kimliğimle bana ulaşmak isteyenler, bütün
aramalarına rağmen bana bugüne değin ulaşamadılar. Tek merakım onca
yıldır ardımdan, hakkımda söylenenler. Özlemiyor değilim, hem de dünyalar
kadar. Çocuklarım büyümüşler, iş güç ve makam sahibi olmuşlar. Onlar bana
ulaşamasalar da, sosyal medya üzerinden onları her an takipteyim. Kızım Fadime
iki yıl önce, oğlum Hasan da bir yıl önce evlendi. Kızımdan bir torunum var,
adı Pınar. Kocaman gözlü, kömür karası saçları sıhhatli yanaklarında derin
gamzeleri var. Küçük oğlum Zafer kendi işini kurdu, henüz evlenmedi. Ama O’nun
da Hale adında güzel bir kız arkadaşı var. Resimlerinde çok mutlu gözüküyorlar.
Bütün bunlar, beni uzaktan uzağa oldukça mutlu ediyor. Onlara dokunma lüksüm
yok, sadece sanal alemde gözlemleyebiliyorum.
Bu arada önce annem ve ardından da babam öldü. Çocuklarım yine sosyal
medyadan bana duyurmak istermiş gibi her ikisinin de üç yıl ara ile olan
ölümlerini yayımladılar. Acımı yüreğime gömdüm, yalnızlığıma bir anne gibi
ağladım. Günlerce bir başıma hıçkırıklarla katıla katıla, bir boğa misali
böğürerek göz yaşlarımın yağmur olup, dökülmesinin önüne geçemedim.
Yüreğim alev alev yanıyor, bu yaşantı için davetiye çıkarmadım. Bedenim,
yaratılışım, ruhum, duygularım bilinen ve onay gören bir kadın erkek ilişkisini
kabullenmedi. Uzun zamandır yaşantıma ve tercihime nefretle bakan gözlerin
uzağındayım. İlişkilerim sadece Almanlar ve beni ben olarak kabul eden bir kaç
Türkiyeli ile sınırlı. Almanya’da özgür ve mutluyum.
Eski adıyla Murat yeni adı ile Murti’nin akşama misafiri vardı. Kırmızı
uzun bir mumu özenle masanın tam ortasına koydu. Işıkları hafif kıstı, her
tarafa oda parfümleri sıkıp, küçük vazolu bir kaç çiçeği evin uygun köşelerine
yerleştirdi. Her şey hazırdı. Yemekleri soğumasın diye ısıtıcıların üzerine
yerleştirdi. Buzdolabından pembe şarabını açıp, iki
kristal bardağı ile birlikte tabakların yanı başına
bıraktı. Soğuktan dışı buğulanan şarap şişesinden odaya mis gibi
bir buket yayıldı.
Son kez aynaya baktı, vaziyet berkemal sayılırdı, karizmada gözle görülür
bir çizik yoktu. Sadece daha yeni boyadığı, artık kırlaşan
bıyıklarının sağ tarafı aşağılara sarkık duruyordu. “Kara üzüm
habbelerinden” öğle üzeri sarı pirinç havanda dövdüğü ezmenin
şırasına parmaklarını bulayıp, kaytan bıyıklarına yeniden sürdü. Sol
kulağına taktığı pırlanta küpenin ışıldayıp ışıldamadığına baktı.Tam bu sırada
kapı zilinin sesi antrede yankılandı. Yirmi yıldır ilişkileri olmasına
rağmen, tanışmalarının ilk günkü heyecanı ile
yüreği ağzında kapıyı açtı. Gür bir ses yükseldi.
“Guden abend meine lieben Murti – İyi akşamlar benim sevgili Murtim.”
Kapıdaki iri yarı heybetli adam, elinde rengarenk kocaman bir buketle, kızıl
kaytan bıyıklı, biricik aşkı Günter’di. Daha dün görüştükleri halde, asırlardır
ayrı kalmışlarcasına, kapıda bedenlerini sıkı sıkıya birbirine dolayan da,
nefret dolu gözlerden uzak, ölümsüz sevgileri idi.
Amsterdam, 29 Nisan 2015