8 Aralık 2016 Perşembe

ÇİFT İBİK




ÇİFT İBİK

         İkindi vaktiydi. Mamoların Hacı Ömer kuş sütünün eksik olduğu kahvaltısını köy yolunun hemen yanı başındaki geniş avlulu, altı odalı evinde bulunan torun kalabalığının o dayanılmaz gürültüleri eşliğinde yaptı. Kahvaltı sonrası acele ile kendisini soluk soluğa zor bela dışarı atabildi. Bayram tatilini fırsat bilen kızı ve iki oğlu, Ankara'dan misafir olarak geldiler. Evi çok büyük olsa da, bir anda her tarafı anneler, babalar ve sürekli kavga eden afacan torunlar kapladı. Sabrı neredeyse son kertesine gelip dayandı. İnsanın kendi evinde de rahat yoktu. Cümbür cemaat topluca sökün etmenin ne lüzumu vardı. “Gidin kardeşim istediğiniz yere gidin. Sizi tutan mı var? Antalya’ya, Marmaris’e, Çeşme’ye veya olmadı Bodrum’a gidin. Ne işiniz var Camili Köyünde. Paranız mi yok sanki. Ciyak cıyak çığlıklardan kafam iyice şişti. Şu iki üç gün geçseydi de, evli evine yolcu da bir an evvel uzun yoluna gitse.” diyesi geldi, ama diyemedi.        
          Keskin ilçesinden aldığı altı köşeli kasketini çıkarıp, duvar dibinde oturduğu hasır kürsüye yaydığı haşmetli kıçını biraz daha iyi yerleştirmek için ileri geri hareket etmesinin ardından, rahatça oturdu. Daha sonra iri parmaklı ellerini uzamış kır saçlarında bir tarak gibi gezdirdi. İri burnunu sol eli ile iyice ovuşturdu. Hali vakti yerindeydi. Köyde bütün akranları Hac’a gidip gelmişlerdi. Varsıldı olmasına varsıldı, ama kendisinin bu taraklarda aslında bezi yoktu. Adet yerini bulsun diye, köylünün ağzını da bir torba gibi büzüp bağlamış olmak için, bir yıl önce karısı Hacı Hüsne’yi de istemeyerek koluna taktı ve o da kutsal topraklara gidip geldi. Böylelikle köyde ileri geri konuşan ağızlar da bağlanmış oldu.
         Gün sabahın çok ilerleyen saatleri olmadığı halde, bin bir çeşit renk ahenginden oluşan, sıcak güneş ışınları toprağa neredeyse dik olarak iniyorlardı. Sıcak da olsa, Çift İbik önce Kara Tavuk’un peşinden bir hayli koşturdu. O’nu bir yerde sıkıştıramayınca, nefes nefese kalıp, dinlenmeye çekilmek isterken, o sırada oradan geçen Loklok Tavuk aklını başından aldı. Derken yeni bir koşuşturmadır başladı. En nihayetinde Loklok Tavuk avlu kapısının yanında pes edip, kanatlarını yere indirdi. Çift İbik büyük bir öz güvenle metresinin üzerinden silkinerek, tekrar piste indi. Bir müddet adeta yerde sürünerek giden Loklok Tavuğu izledi. Ardından da kafasını olabildiğince yukarı kaldırıp, zafer edası ile uzun uzun öttü. Doğanın parlak tüylü kızılkanatlarına yüklediği ve kendisinin de hiç bir şekilde şikâyetçisi olmadığı, bizatihi memnuniyetle icra ettiği, büyük misyonunu yerine getirmişti. “Karada ölüm yoktu.”
         Erken bastıran bunaltıcı sıcağı fark eden Hacı Ömer’in küçük kızı Şengül doldurduğu iki kova suyu ardı ardına mermer terasın dört bir yanına yayarak döktü. Ardından da ne denli çalışkan olduğunu göstermek istercesine üç çocuktan sonra büyümeye iyice yüz tutmuş kalçalarını sallaya sallaya göl halindeki suyu önüne katarak süpürdü. Kızına hafiften yan gözle bakan Hacı Ömer kirli suyun kazara üzerine sıçramaması için kürsüsünü duvar gölgeliğinde iki adım daha ileri aldı. Şengül’den yana gönlü pek razı idi. O diğerlerine pek benzemiyordu. Her ortama uyduğu gibi, eli de her işe yakışıyordu. Kocası olacak adam da iyi birisi idi. Kızının gönlünü hoş tutuyor, O’nu mutlu etmek için elinden geleni yapıyordu. Bütün bunları düşünedururken güneş ortalığı ısıtıyor, Hacı Ömer’e diğer yandan da her daim var olan hayalleri kanat takıp, kendisini uzaklara götürüyordu. Bu hacılık da nereden çıkmıştı. Hacı olalı her istediğinde Ankara’ya gidip çapkınlık yapamıyordu. Oysa eskiden ayda en az iki üç kez Ankara’da o pavyon senin bu pavyon benim demeden gezip tozuyor, eğleniyor, ayran içer gibi rakı kadehlerini tokuşturup, şuh hatunlarla sarmaş dolaş felekten gün çalıyordu. Aslında hacı olduktan sonra da bir kaç kez her zaman gittiği pavyonu ziyaret etmiş, ama her zaman birileri kendisini görüp, “Hacı, hayır ola senin burada ne işin var?” diye soracaklarından ödü koparcasına korkup, boncuk boncuk terliyordu.
         Gece olup da yatağına uzanıp, gecenin karanlığında bakışlarını tavana diker dikmez aklına Fatoş geliyor, Fatoş gözlerinin önünde hayal meyal belirmeye görsün, hemen yüzünü buruşturup, gaga burnu benli Hacı Hüsne’ye sırtını dönüp, hemen horlamalar dâhilinde derin uykulara dalıyordu. Her gece ahu gözlü Fatoş’un, o akça pakça kolları, dolgun dudakları ve hafiften sarkan gerdanı gözlerinin önüne geliyordu.
         Yok, böyle olmayacak. Ben bir şeyleri bahane edip, ne yapıp edip Ankara’ya gitmeliyim diye kafasından geçirdi. Pavyondaki balıketli Fatoş’u nasıl da özlemişti. Fatoş’un yumuş yumuş ellerini bedeninde taze sarmaşıklar gibi dolandığı hissine kapılmıştı ki, farkında olmadığından gölgenin silinmesi ile güneş tam tepesinde durup, gözlerini kamaştırınca kendisine geldi.
         “La havle… Lanet olsun sana kör şeytan” deyip, dizine geçirdiği şapkasını, güneşin geçtiği başına aldı. Hafif bir tökezleme ile ayağa kalkıyordu ki, köy imamı Resul’un ayaklarını sürüyerek kendisine doğru geldiğini gördü. Hoca da tam gelecek zamanı bulmuştu. Fatoş’un üzerinde dolaşan ellerini söküp atar gibi, bedenini silkeleyip, hocanın kendisine yaklaşmasını beklemeye koyuldu.
         “Selamun aleykum Hacı Ömer Amca, nasılsın?” Hacı Ömer kendisini bir çırpıda toparlayıp, ayağa kalktı.
         “Ve aleykum selam. Allahı’mıza şükür. Çok şükür yaşayıp gidiyoruz. Allah dinden imandan etmesin. Hocam buyur, sen nasılsın? Kızım Yeter… Çabuk Resul Hocaya bir kürsü getirin. Tez çay kahve bir şeyler getirin. Hocam sen nasılsın?”
         “Allah’a şükür Hacı Ömer Amca, sağlığınıza duacıyız. Ne olsun işte. Camiye gidip geliyoruz.” Yeter’in ortanca oğlu Bora içerden kaptığı kürsüyü getirip, Resul Hocaya verdi. Bir koşuda gidip, bir tepside iki dilim kek ve nar kırmızısı iki çayı da alıp, dökme korkusu ile getirdi. Dedesinin sevecen bakışlarından kocaman bir aferin aldı.
         Hocanın gelmesi ile Hacı Ömer’in canı hayli sıkıldı. Üstelik sıkı sıkıya sarılı halde dolanan sarmaşıklar da bir anda solup, döküldüler. Kendisini büyük bir boşluk içinde hissetti. Resul Hocanın garip bakışları arasında Fatoş Hatun’un silkelediği ellerini üzerinde aranır gibi yaptı. Gelen şahıs ne de olsa, bir din adamıydı. Kötü davranamaz, kovamaz veya surat edemezdi. Sonra köylü kendisini tefe koyardı. Zaten “adı dokuza çıkmış, sekize inmiyordu.” ona kalsa, rekor zirve dokuzda kalmasından yana bir şikâyeti yoktu. Bu umurunda değildi. Ama adının her kokan ağızda sakız olması da katlanılır gibi değildi. Çocuklarından utanır hale gelmişti. Öyle veya böyle kendisini artık bir yerlerde frenlemesi gerekiyordu.
         Hoca acaba ne diye gelmişti. Bir an evvel ağzındaki baklayı çıkarsa da çekip gitseydi. Hoca da Hacı Ömer’in sabırsız bakışlarından bunu sezinlemiş olacak ki, anında konuya girme gereği duydu.
         “Hacı Ömer Amca bu köyde hali vakti yerinde bir insansın çok şükür. Allah tutuğunu altın yapsın, var olanı daha da ziyade etsin. Bizim caminin üç tane hoparlöre ve ses yükselticisine ihtiyacı var. Cami olarak düşündük taşındık bu hayrı ancak sen işleyebilirsin diye düşündük.” Hacı Ömer’in yüzüne aniden hiç beklenmedik büyük bir gülümseme gelip oturdu. Kalkıp hocayı öpmemek için kendisini zor tuttu.
         “Aman hocam ne iyi düşünmüşsünüz. Üç değil, altı tane hoparlör alayım. Bu sevaba da Allah´ın izni ile ben gireyim. Ahiretimiz için bizim de biraz yatırımımız olsun, değil mi? Bu hayrın yapılmasına beni münasip gördüğün için çok mutlu oldum. Allah senden ve cami cemaatinden razı olsun. Cami bizim ibadet yerimiz, Allah’ın evi. Hatta hemen bugün Ankara’ya gider istediğin hoparlörleri ve ses yükselticisini alır, yarın getiririm. İstediğin bu olsun.” Hoca her ne kadar araya girip;
         “Hacı Ömer Amca acelesi yok, sen parayı ver, biz de gelecek hafta gittiğimizde alırız.” dediyse kendisini dinletemedi.
         Hemen karısı Hüsne’ye ve çocuklarına seslendi.
         “Hüsne, Asım, Yeter, Şengül… Bakın hele. Ben Ankara’ya gidiyorum. Köy camisine çok acil hoparlörler alınması gerekiyormuş. Hadi bana müsaade. Ben bir hayır işi için gidiyorum. Kalın sağlıcakla!” Arabasına atladığı gibi karısı Hacı Hüsne, çocukları, torunları ve Resul Hocanın garip bakışları altında, gaz pedalına asıldı. Doğa Hacı Ömer’i de Çift İbik gibi unutmamış, O’nun omuzlarına da hacı olmasına rağmen büyük bir misyon yüklemişti. Bunu yerine getirmek boynunun borcu idi. Doğanın terazisindeki o ince dengenin bozulmaması için Hacı Ömer köyde ziyarete gelen oğullarını, kızlarını ve torunlarını evde bırakıp, herhangi bir gecikmeye mahal vermeden yollara düştü. Klakson sesleri arasında bir çırpıda köydeki kırmızı kiremitleri beyaz bir toz bulutu altında bıraktı. Ardından arabanın camını iyice indirip, köy mezarlığını geçerken;
         “Bekle beni Fatoş’um aç o beyaz kollarını. Ben geliyorum…” diye avazı çıktığı kadar büyük bir mutlulukla bağırdı.
         Loklok Tavuk kümeste kar beyazı bir yumurtayı ardında bıraktıktan sonra, Çift İbik ile göz göze geldi. Avluda aheste adımlar ile dolaşmaya koyuldu. Çift İbik hiç oralı olmadı. Yerde bulduğu ölü bir çekirgeyi iştahla kursağına indirdi. “Âlem bu ise, kral şimdilik o idi.” Resul Hoca her zamanki gibi elini kulağına götürüp, ikindi namazı için yanık bir sesle ezan okudu. Hacı Ömer’in Ankara yolunu tutmasının ardından, sesi daha bir gür çıktı. Ama Hacı Hüsne’nin verdiği Loklok ve Kara Tavuğun yumurtalarını çığ yutmanın da bunda payı yok değildi. Güneş ışınlarını dikine salmaktan yorulmuş olacak ki, biraz daha aşağılara kayıp, aydınlığını daha yatay saldı. Sarı sıcak yerini, pembe sıcağa bıraktı.



Amsterdam, 9 Ekim 2016 


28 Kasım 2016 Pazartesi

KULIKA


 KULIKA
        

         Öylesine dar, havasız ve kapalı bir yere tıkıldım ki, anlatılır gibi değil. Üstelik de vıcık vıcık garip, bulamaç gibi bir sıvının içindeyim. Burada hiç hareket etmeden daha ne kadar kalacağımı da bilemiyorum. Üstelik gün geçtikçe daha da büyüyor, oramda buramda garip tüyler ediniyor ve kabuğuma sığamayacak bir hale geliyorum. Zaman zaman nefes alamıyor, ayağımı var gücümle, hızla etrafımı çepeçevre kaplayan kabuğa vurup, Berlin duvarı gibi yıkarak, kendimi alabildiğine özgür kılmak istiyorum. Her geçen gün bulunduğum alan daha bir daralıyor ve bazan “nerede ince ise orada kopsun,” kırılsın diyorum.
         Ama bütün bu süreci hiç yaşamayıp, kısmette belki de kızgın bir yağın üzerine, kabuğu çıt çıt kırılıp, “coooss…” diye düşüp, karabiber veya isot ekilerek iştahla, ekmekler bandırılarak, hiç ilintimin olmadığı, tanıyıp bilmediğim birilerinin midesinin ıslak karanlıklarına inmek de vardı.
         Kürtçedeki adı “Kulıka” olan Tepe Köy’deki Topal Fate Teyze’den Allah razı mı olsun desem bilemedim. Aksak olduğu için Allah’ından zaten bulmuş. Bari ben bir hayır duasında bulunayım da, belki Tanrı hayatın başka taraflarında yüzüne güler. Topal Fate Teyzem yaklaşık iki hafta önce kocası Gaso ile aylar sonra ilk defa böylesine o ağzında tat bırakan geceyi yaşamasaydı, kafası başka yerlerde olacak, aklına anacığım Kınalı Tavuk’un gurk olmak üzere olduğu büyük ihtimalle gelmeyecekti. Yumurtalarından biri olan bendenizi ve dokuz tane yumurta kardeşimi kuluçkaya yatırmaya karar vermeseydi, şimdi burada olmayacaktım. Yine de Tepe Köylü Topal Fate Teyzemin çok akıllı bir kadın olduğu kanaatindeyim. Neden derseniz o köylü hali ile günlerin artık uzamaya başladığını, haliyle anacığımın da Camgöz Horoz ile sürekli kırıştırdığını gözlemlemez ve Kınalı’da iş olduğunu görmeyebilirdi. Yılların vermiş olduğu hayat tecrübesinin bir getirisi olsa gerek.
         Hiç unutmuyorum, o gün Gaso Amca ile geçirdiği oldukça debdebeli gecenin ardından, nasıl da  mutluydu. Bütün elektriklenmelerinden arınmış, pır pır eden yüreğindeki duygular kanatlanarak uçup gitmişti. O gün topal ayağında en hafif bir sızlama hissetmedi.  Aldığı gusül abdesti ile var olan topal ayağına rağmen, alımlı bedeninden aşağı sıcacık sular dökünüp, süngeri iyice köpürtüp paklandı. Vücuduna yeni bir zindelik katarak, el ile değdirilen sert bir spiral yay veya başını bir metronom gibi sallayarak kümesten içeri daldı. Anacığımın yumurtalarına nasıl da sevgi ile baktı. Laf aramızda gözleri gülerek en çok da beni o yumuşacık avuçlarının arasına aldı ve kardeşim yumurtalardan daha farklı olduğumu, kabuğumdaki minik benekler ile farklılığımı hayranlık ile seyretti. Tekrar yumuşacık bir hareketle sarı samanların üzerine bıraktı. Kınalı anacığım belki altın yumurtlayan bir tavuk değildi, ama görünen o ki Topal Fate Teyzemin gözünde benekli güzel bir yumurta olan bendenizin de çil bir altından farkım yoktu. Beni avucunda uzun uzadıya tutup, okşayınca ödüm koptu. Aklıma hemen kendisine güzel bir gece yaşatan Gaso’yu ödüllendirmek üzere beni alıp, o cehennem sıcağı tereyağını üzerine el yordamı ile döküp, kızarttıktan sonra kocasına mı sunacak olması geldi. Sarı samanların üzerine yeniden usulca, anacığımın o yumuşacık, sıcacık, bin bir renkli parlak tüylerinin altına bırakılınca, içimden derin bir oh çektim, ama Topal Fate Teyze’min bunu duyup duymadığından pek emin değilim. Aklıma gelen, başıma gelmedi. Allah vurup, bir ayağını topal eylemiş Fate Teyzemin, iyi kadındır, has insandır, yüreği sevgi doludur. Tanrım kalbine göre versin. Varsın mutlu olsun derim. Zaten çocukları da olmadı. Kocası Gaso’yu oldum olası sevmedim. Deyyus kendine hiç toz kondurmadan, çocuk olmamasını hiç araştırmadan Topal Teyzemin üzerine atmış. Hatta üzerine kuma getirmekte diretmiş. Fakat o gün Fete Teyzem bir şahin misali Gaso’nun karşısında durmuş, hem de kardeşleri Millo, Feyzo ve Ali de ablalarının arkasında durmuşlar. Tandırlara yuvarlanasıca deyyus Gaso süt dökmüş kedi misali ayaklarını sürüye sürüye Kemikli Kuyu tarafındaki tarlasına gidip, uzun süre gelmemiş. Aradan uzun süre geçtikten sonra, Fate Teyzem bir gün içini döktü.
         “Eh ne yapayım, kocamdır, yine de bana kaldı. Anası olacak o çatlak Asiye’nin yönlendirmesinin fazla etkisinde kalmadı. Hani benden ve kardeşlerimden zoru görünce diyeceğim ama, ne yapayım. Başka çare bırakmadı bize. Bu saatten sonra benim gibi kör topal giden düzenimi bozamazdım. Bende de bu topallık olunca, kırık olan kıçımı bir kez daha kırıp, Gaso’nun yanında yer almakta karar kılmak zorunda kaldım. Gaso da anası olacak o çatlağın etkisinden uzaklaşınca, daha iyi bir insana dönmedi değil. Ama Gaso’yu elimde tutmak için de bütün dişiliğimi, kadınlığımı kullandım.” Bunları Tepe Köy’e Büyükcamili Köyü’nden İsmetlere gelin gelen, oğulları Yusuf’un hanımı Yeter’e nasihat olarak, kümesin yanı başında anlatırken, ben de ister istemez bu heyecanlı konuşmanın kulak misafiri oldum. Kulaklarıma inanamıyordum. Gagamı hızla vurup, içinde yer aldığım yumurta kabuğunu kırmamak için kendimi zor tuttum. En çok da sırtı sürekli dönük olan Yeter’in yüzünü merak ettim. Gider ayak Yeter geline son bir nasihat vermeyi de ihmal etmedi.
         “Hani atalarımız boşuna dememişler; Güzellik ondur, dokuzu dondur. Bu atasözü de kulağına küpe olsun.” Yeter gelin ağzı kulaklarında gitmiş olacak. Art arda minnet dolu gözlerle gözlerini kırpıştırarak dönüp dönüp, baktığı için nihayet o alımlı yüzünü görebildim. Fazla tanımasam da, o anda kendisine kanım kaynadı. Bir yandan da yüreğim acıdı. İçim kıyım kıyım burkuldu. Umarım dilediği gibi bir birlikteliği yakalamakta zorlanmaz.
         Kınalı anacığımın şefkat dolu bedenin altında güvende yata dururken, babam Camgöz Horoz kümese gelip, anamın etrafında dört dönse de, O’na yüz vermiyordu. Babamın hareminde daha onlarca tavuk vardı. Ama yine de aklı fikri anamdaydı. Kafasını kaldırıp, uzun uzadıya ötüp, ardından da anama laf atıyordu.
         “Ne o kız, aramıza kara kedi mi girdi? Niye hiç suratıma bile bakmıyorsun? Sana kışşş falan da dediğimiz yok.” Anam gagasını önüne eğip, oralı olmadı. Çok geçmeden babam haremindeki başka tavukların ardında, yüreği ağzında koşturmaya koyuldu. Gagası ile ibiğinden tuttuğu gibi tavukları bir bir altına çekti.
         Tahminim yaklaşık üç hafta sonra nihayet kabuğumu kırarak dışarı çıktım. Güzel ve sıcak bir gün. Güneş Tepe Köy diğer adıyla Kulıka Köyünde bulutları kızıla boyayıp, allayıp pullamak ile meşgul. Tam bu sırada büyük bir istekle, ortaya çıkıp anacığım ile göz göze geldim. Gagası ile beni uzun uzadıya sevgiyle okşadı. Bedenimin her yanını bir bir inceledi. Ardından aynı işlemi kardeşlerime uyguladı.
         Ben hariç dokuz kardeşim daha var. Baktığınızda, ben diğer kardeşlerime kıyasla daha da sarıyım. Tüylerim öylesine parlak ki, sormayın gitsin. Anacığım bütün yavrularını bir araya getirip, Topal Fate Teyze’nin avlusunda görücüye çıkardı. Gaso sigarasından yoğun duman bulutlarını kömür bağlamış ciğerlerinin derinliklerine çekerken, bir yandan da göz ucu ile küçümser bir eda ile bize baktı. Ardından da Fate Teyzeme seslendi.
         “Kaç tane civcivi var, senin bu Kınalı’nın? Yemlerini verdin mi bari?” Topal Teyzem isteksizce cevap verip geçiştirdi. Biz de acemi adımlarla ilk turumuzu başarı ile tamamladık. Teyzemin gözleri gururla bizi takip ederken, babam Camgöz Horoz da turumuzun sonunda gelip bize katıldı. Babamın kafasını göğe değecek şekilde kafaya kaldırmasından, O’nun da en az Fate Teyzem kadar gururlu olduğunu gördüm. Birlikte kümese dalarken, akşamın alaca karanlığı usulca çöktü. Sağ olsun Teyzem akşam yemeğimiz olarak toprak bir kaba bolca darı koymuştu. Yani başında da suyumuz vardı. Ailecek hep birlikte akşam yemeğimizi yedik. Cik cik… Cik cik…Tepe Köy’de büyük bir sessizlik hakimdi.

Amsterdam, 28 Kasım 2016
        
        








23 Kasım 2016 Çarşamba

MEKTUP



MEKTUP

Çok sevgili ağabeyim;

Sabah uyku mahmurluğu ile gelen telefonda, hiç beklemediğim bir anda sesini duyunca çok sevindim. Duyduğum mutluluk ile uzun uzadıya pamuk bulutlarda gezinip durdum. Böyle erken bir saatte, memleketimden, uzaklardan çok değer verdiğim birisinin, beni merak edip, ardından da araması ne güzeldi.
Haliyle telefondaki konuşmamız beni olduğum yerde bırakmadı. Kanatlandırdı hemencecik, çok uzaklardan gelen sesin geldiği yere, hem de çok eskilere götürdü. Evet, hayli zaman oldu. Neredeyse bir insan ömrü, otuz yılı aşkın bir zaman öncesiydi. O zamanlar amcamın oğlu ile kapını aşındırır, her hafta sonu rahatsız ederdik. Ankara’da Emek ve Balgat mahalleleri arası, üç dört kilometrelik, kışları oldukça çamurlu olan patika yolu yaya halde, soğuktan titreyerek ayakkabılarımıza bulaşan çamur ile daha bir ağırlaşarak, içimizde ise her daim var olan ezikliği, kıçımıza iyice kenetlenmiş bir kene veya yürek yarası gibi istemimiz dışında bütün benliğimizde taşıyarak gidip gelirdik.
O zamanlar bizim açımızdan çok titiz olduğun gibi, aynı zamanda da idolümüz konumundaydın. Fakir ayakkabılarımıza yapışan bunca çamur ile, örnek aldığımız titiz bir ağabeyin evine nasıl giderdik. Şaşkınlıktan elimiz ayağımız birbirine dolanırdı. Balgat Mahallesinin hemen girişindeki beyaza sıvalı, tek katlı evine yaklaştığımızda ilk yaptığımız iş, hemen bir mıntıka taraması yapıp, bir çubuk veya benzeri bir cisim ile çamurlu ayakkabılarımızı bir güzel temizlemek olurdu. Çatıyı andıran kapalı bir yerden geçip, yol boyunca üzerimizden atamadığımız ezikliğimiz ile ikiye katlanmış bir vaziyette büyükçe bir koridoru geçip, kar beyazı duvarların yer aldığı ve her eşyanın itina ve titizlikle yerli yerine yerleştirildiği oturma salonunda kendimizi bulurduk. İlk göze çarpan, bir yanda rahmetli babanın, diğer tarafta da o günlerin deyimi ile Karaoğlan’ın birer kara kalem portresi oluyordu. Karaoğlan ile o zamanlar ne kadar büyük bir yanılgı yaşadığımızı, çok geçmeden anladık. Bu resimlere hayranlık ile bakar, böylesine çizme yeteneğinden yoksun olduğum için de kendi kendime hayıflanırdım.
Şimdilerde o uzun yıllar öncesini anımsayıp, içinde bulunduğumuz konumu göz önüne getirdiğimde, olanaklarımızın bu denli insan onurunu kıracak kadar yetersiz oluşunu bir türlü kabullenemez ve her defasında içimi derinden ve inceden bir sızı kaplar. Belki de şimdilerde içimiz başka gayri insani haller için sızlasa da, günümüzde hissettiğimiz sızlamalar da azımsanacak türden değil. Deyim yerindeyse, ki yerindeydi; ne üstte vardı, ne de başta. Olsa ne olacaktı ki; kare desenli bir ceketimiz, genelde yine kare bir gömlek ve işin garip tarafı çok uzun boylu olmadığım halde, hep kısa paçalı bir pantolonum olurdu. Amca oğlu ile oluşturduğumuz ikili ile Lorel ve Hardy'den pek fazla farkımız yoktu. Bizlere talebe dendiği için, kısacık ve küçük bir boğum ile bağlanmış olan kravatlarımız da elbette ki olmazsa olmazımızdı. Oluşturduğumuz bu komik ikilinin kravatlarını her ne zaman apansız bir Bolywood filmlerinden birinin karesi olarak gözlerimin önünden geçirdiğimde, acı acı gülümsememin önüne geçemem.
Söz kravatlardan açılmışken, oldu olacak çok tuttuğum, saygısızlık etmek istemem ama biraz da müstehcen olan bir fıkra anlatayım, müsaadenle.
İri kıyım kömür karası bir zenci, bir aksam resmi bir tören için yakınındaki bir kiliseye davet edilir. Adamcağız iş çıkışı apar topar kendisini soluk soluğa kilisenin kapısında bulur. Kilise girişinde görevli olan izbandut, zenci adamı baştan aşağı süzer ve kendisini takım elbisesi olmadan içeri alamayacağını söyler. Yalvarıp, yakarsa da görevli “Nuh der ama peygamber demez” ve bizim zenciyi evine gönderir. Evinde gardırobunda takım elbisesi olmadığını bildiğinden, ne yapacağını acele ile düşünür. Sonunda elbise giymek yerine, nasıl ise dışarı karanlık ve benim tenim de geceden karanlık, çıplak gidersem siyah takım elbise giydiğimi sanırlar ve beni de davetli olduğum bu geceye alırlar. Ve derken öyle de yapar. İzbandut efendi, tekrar karşısında bulduğu bizim tatlı zenciyi bir kez daha baştan aşağı süzer;
“Ha şöyle şimdi olmuş, içeri girebilirsin, fakat bence kravatı epeyce aşağıdan bağlamışsın.” der.
Fıkra bu ya, baktığımızda bizim ikilinin durumu belki böylesine zenci yoldaşımız kadar vahim değildi, ama bizde de doğrusu, var olagelen malum çelişkilerin bini bir paraydı.
Okul tatillerinde soluğu, büyük bir özlem duyduğumuz köyümüzde alırdık. Tabi yola koyulurken, o meşhur pantolonumuzu, kareli ceketimizi ve çelişkiye bakın ki bütün bu şıklığın altına spor ayakkabılarımızı giyerdik. Günlerden Pazar olmasına rağmen, koltuğunun altında buruşuk dosyalı vergi memurları gibi “iki dirhem bir çekirdek” ince boğumlu, göbeğimizin üst kısımlarında bir kısalıkta yer alan kravatımızı da takmayı ihmal etmezdik. Ayrıcalıklı olmanın sembolü olan kravatlarımız ile araçta yer alan koyun, tavuk ve hayvanlar aleminden başka canlıların da olduğu köy minibüsüne biner, bütün mütevaziliğimiz ile yöremizin medarı iftarları olan bizler bir yerlere ilişir, turşu, soğan ve sarımsak üçlüsü ve sigara dumanının o dayanılmaz kokularını içimize çekerek yolculuk ederdik. Ailelerimizin ve yakınlarımızın  büyük gururu olan bizler, anne ve babalarımız tarafından büyük bir coşku ile karşılanırken, yerlere kırmızı halının neden döşenmediğine hayretler içinde kalarak, etrafımıza bakınırdık.
Yukarıdaki satırlarda anlatmaya çalıştığım mütevazi evinin penceresinden baktığımızda; hemen karşıda büyük avlusu ile Ömer Seyfettin Ortaokulu, karşı sokakta bir dizi dükkan yer alıyordu. Bu sokak bana hep uzak bir taşra kasabasını andırırdı. Her ne zaman bu sokağa gözüm ilişse,  o an sanki Silopi, Cizre, Kızıldere veya Pervari gibi bir ilçedeymişim gibi bir duyguya kapılırdım. Sokağın hemen başında mavi boyalı duvarına bütün ihtişamı ile hep eğri duran tabelası ve onun yanı başında da bir kasap dükkanı yer alıyordu. Kasap dükkanının tabelasında ciğer, dalak, beyin, işkembe, böbrek, kelle, paça gibi canlı organlarının sergisi ile tam bir canilik ortaya konulurdu. Kasap dükkanının dışında, aynı zamanda vitrin görevi de gören buzdolabında, derileri yüzülmüş koyunlar baş aşağı ayaklarından asılı bir şekilde dururlardı. Koyunlar başlarına gelen bu vahşeti işaret eder gibi, dillerini ısırmış bir şekilde asılı dururlarken, dışarı doğru bakan kıçlarına plastik kırmızı karanfiller konularak, dünyada bugüne değin var olagelen estetiğin çıtası da böylelikle yükseltilmiş olurdu.
Abartı gibi gelecek ama bizim de konumumuz o günün koşullarında kıçlarına kasabın kırmızı karanfiller koyduğu koyunlardan pek de ayrıcalıklı değildi. Bizim karanfillerimiz de kravatlarımızdı ki, Allah’tan takılan yerlerimiz farklıydı.
Sözünü ettiğim uzun yıllar öncesine ait olan arzu halimiz böyle. Bunu çok daha uzatabiliriz, ama ne gerek var, daha fazla yazıp, bu trajikomik halimizle vaktini almaya.
Olanca saygı ve sevgimle…

Aydın


Amsterdam, 20 Şubat 2005 

18 Ekim 2016 Salı

HASBİHAL



 HASBİHAL

         Altın sarısı ağaç yapraklarının, o nazlı-boğumlu-kıvrımlı dallardan, tabiatın karşı konulamaz döngüsüne bir kez daha dayanamayıp, asiliği usulca yanı başına bırakıp, birer birer yerlere düştüğü, çisil çisil yağan bir sonbahar yağmuru sonrasında yüzünü gösteren, serin ama güzel bir sabah. Güneş bulutların arasından ustaca sızmasını biliyor. Görünen o ki, hiçte acemisi değil bu işin. Komşunun altı yaşlarındaki oğlu mutlu, el sallıyor bisikletinin üzerinde. Sokağı bir baştan bir başa geçiyorlar, cellabeler içindeki Faslı karı koca. Erkek önde, karısı beş adım ardında yürüyorlar. Kadın sırtı dönük olan kocasının arkasından koşturmayı kader bilip, sürekli sağa ve sola bakışlar atıyor. Onun arkası sıra yürüdüğünden dolayı, şikayetçi değil, tam tersine belki de mutlu. Kargalar buldukları bir ekmek parçasının üzerine üşüşmüşler. Gagaları ile vurdukları darbeler ile ekmekten parçalar koparıp, midelerine indiriyorlar. Karşı binadaki yeni evli çiftler işlerine gitmek üzere birbirlerinden uzaklaşırlarken, ayrılık öpücüklerini alıyorlar. Evet sabah bir kez daha güzel. Madem sabah bu denli güzel. O halde; bu upuzun elli altı yıllık ömrü hayatımda, çağırayım hele bir kez de kendi kendimi. Buyursun gelsin, ben olan ben, yüce olduğunu hiç bir zaman iddia etmediğim huzuruma. Çağırdım, hemencecik ışınlanmış gibi buyur etti de.
         Usulca, çok ürkek bir eda ile tıklattı kapıyı, perde aralığından sızan bir ışık gibi gelip geçti, her ikimizin de evi olan hanemizden içeri. İlk defa döküp içimizi, özsöyleşiler eyleyecektik. Neden çekingen ve huzursuzdu karşıma geçip, kurulan ben. Hesap sorulmasından çekinceli idi besbelli. Bakarmısınız, tıpkı ben. Gidip gelen halogram bir görüntü sanki. Ellerimle tutamadım karşımdaki bedenimi. Yine de tokalaşma uğraşısı içinde biçare buldum kendimi. Ancak hissedemedim elimde, elimin sıcaklığını, terini, kızıl kanın ırmaklar misali devinimini. Öpüştük, kucaklaştık, sıkıca bağrını bağrıma bastırdım kendimin. Sormayın, hayli uzak kalmışız, meğer ne kadar da çok özlemişim ben beni.
         Tıpkı benim gibi giyinmişti. Bende olduğu gibi üzerindeki sade uzun kollu bir gömlek ve siyah bir pantolon. Aynı anda gülümsüyor ve yine aynı anda göz kırpıştırıyorduk. Bir ağzı ve burnu vardı. Tıpkı benim ağzım ve burnum gibi. “Pek biçimli olmamakla birlikte.” Göz göze geldik, gözleri gözlerimdi. Diz dize geldiğimiz dizleri dizlerim, elleri ellerimdi. Mumlar yaktım, ışığı kıstım, loşlaştırdım ortamı. Biliyorum pek bir romantiktir kendileri.
          “Hayırola bir şey mi oldu?” der gibi uzun uzun baktı gözlerimin derinliklerine. Gözleri gözlerim gibi buğulu idi, karşımdaki “ben”in.
         “Hiç ne olsun, bir ömür ki, gelip geçiyor. Hasbelkader şöyle bir oturup istişarede bulunalım. Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Hani doğrusu halimiz, hiç hal değil. Başkalarını kendimizden hep daha yüksek tutup, daha çok sevip ihanet mi ettik derim, kendimize. Koca bir hayatı; bıkıp usanmadan sürekli altan almalar, hakkını savunmamak, her daim kendini incitmek, kırmak ile pul eyleyip, harman gibi savurduk. Yerlere eğilerek olduk müteşekkir, bir tek bizim ağzımızdan çıktı, her daim özür ve teşekkür.” Hiçte yabancısı değildik bütün bu masum düşünce ve davranışların. Aynı anda kırpışan gözlerimiz daldı, kıvırcık saçlı başlarımız önümüze eğildi.
         “Yerden göğe kadar, ne desen haklısın. Baltayı acımasızca ormana dalar gibi hep ama hep kendimize vurduk. Olur olmaz herkesi salt insan diye, zerre kadar hak etmediği olabildiğince ayyuka çıkardık. Kendimizi adeta pas pas eyleyip, sere serpe yerlere serdik. Bizim de insan olduğumuzu unutarak, kadir ve kıymeti yerlerde sürünerek sadece başkalarına verdik.”
         Bizimkisi açıldıkça açılıyordu. Görünen o ki, O da bugüne değin olan gidişatımızdan pek hoşnut değildi. Belli ki bir dokunsam, bin ah işitecektim. Özümüzü, belki de kanamalı yaramızı derince deştik böylelikle. Omuzunu arayıp, dokunmaya çalışıp teselli ettim, aynı zamanda ben de teselli oldum. Göz yaşlarını kurutmaya çalışırken, göz yaşlarım o anda kurudu. Apansız gülümsedi, gülümsedim. Dost oluverdik, üzüldük halimize ve birbirimize.
         Yok yere hayli uzaklardan alıp, gelmiştim kendimi. Değişecek veya değiştirilecek bir şey yoktu sanki. “Eski köye yeni adetler gelmeyecekti.” Böyle gelmiş böyle gidecek gibiydi. Tıka basa dolu sineye mi atılacaktı yine her şey. Acımasız yargılamalar, yine hep kendi kendimize yönelik olacak. İzdüşümlerimizden oluşacak olan mahkeme heyetimizde, ne yazıktır ki; yargılanan da kendimiz olacağız. İhaleyi tekrar tekrar kendimize çıkaracağız. “Gelen ağamız, giden paşamız” olmaya devam edecek. Andavallık bir kene gibi yaşantımız boyu bedenimize yapışık kalacak. Kolonyalar, bayram şekerleri tutacağız. Zamanımızı hunharca öldürürken, ölecek olan bizim ömrümüz.
         “Her hıyarım var diyene, nemlenmesin deyi, içine Tosya pirinci taneleri koyduğumuz “yerli Himalaya tuzu” doldurulmuş tuzluğumuz ile oradan oraya koşturacağız. Kendimize bir kase cacığı dahi reva görmeyeceğiz. Tuz olup, hıyarlara dökülüp, şırıl şırıl eriyeceğiz.
         Karşılıklı bakışa kaldık birbirimize.
         “Ben gideyim artık. Her ne kadar, elle tutulur, gözle görülür bir sonuç alamadıysak da, davetin için teşekkürler. Ben, sen olan benden kopup uzaklara gidiyorum yine. Bu gidişat ile bizden beklenen kişilik oluşmayacak elbette ki. Müsfette olmasak da, eminim temize çekemeyiz kendimizi. Yine de insan olabilmekte ve bu çizgide kalabilmekte fayda var elbette. Böyle gelmiş, böyle gider, gitsin de derim. Söyle bakalım can kardeşim sen ne dersin?”
         Diyecek bir şey yoktu. Kendime geldiğimde, karşımdaki "ben" çoktan seyirtmişti. Boynum bükük, gözlerim buğulu idi yine. Bitmişti hasbihal. Kendisine bir Diyaribekir karpuzu olsun kesip, ikram edememiştim. Masada lale işlemeli tek bir kahve fincanı duruyordu. Demek ki tek fincanda aynı kahveyi içmiştik. Hanede olmasa da kırk yıllık bir ömür, hatırı vardır, yine de bir onca sene. Ve hayatım kendi rutin güzergahında seyri sefer eylemeye koyuldu, kaldığı yerden. “Hoş geldiniz ağam, güle güle paşam.”




Amsterdam 18 Ekim 2016    

10 Ekim 2016 Pazartesi

ANAVATOS


ANAVATOS

         O kahrolası yıl içinde bizlere yaşatılanlar ile dünya, gayri insanlığın alabildiğine dibine vurdu. Zaman denilen kavram, yine insanlığa dair olanca emarenin tamamen toprağa gömüldüğü bir noktada seyir etti. Bize reva görülen, benim ise her an insanlığımdan baştan ayağa utanç duyduğum anılarımı anlatmaya çalıştığım bu öykü; şu an mavi, yeşil, kahve rengi, kestane veya ela gözlerinizin önünden kelimeler halinde geçip tarafınızdan okunuyorsa, bire bir yaşayıp tanıklık ettiğim, yaşanan o içler acısı olayın üzerinden yüzlerce yıl geçmiş, ben ise bu dünyadan çoktan kanatlanıp gökyüzünde, Ege’nin boncuk maviliğinde kayıp olmuşum demektir. İstedim ki bu yürek dağlayan dram gelecek kuşaklar tarafından da bilinsin, insanlık bir daha böylesi acılar ile karşı karşıya gelmesin. Anılarımı kaleme aldığım şimdilerde takvimler bin sekiz yüz yetmişleri gösterirken, ben yetmiş sekiz yaşında Yunanlı bir bayanım. Sakız Adasında yaşıyorum ve adım Melani. Bütün yakınlarımı, şefkat abidesi annemi, pos bıyıklı babamı, çakır gözlü civan delikanlı oğlumu, güzeller güzeli kıvırcık kızımı ve can kardeşlerimin hepsini art arda bir kaç gün içinde kaybettim. Aileden, bir tek ben ve eşim sağ kalabildik. Bir kaç yıl önce kocamı da sonsuzluğa uğurladım. O da, bana sorma gereği bile duymadan, beni Ege Denizi’nin mavi suları ile çevrili Sakız Adası’nda acımasızca yapayalnız, bir başıma bıraktı.
         Yıllar, acılara gark olmuş bir halde, art arda bağlı tren vagonları gibi birbirini kovaladı. Zehirli acımı, içimi acıta acıta yüreğimin derinliklerinde sakladım, saklıyorum. Ailemin acısını da elbette unutmadım. Ama asıl anlatacağım, beni daha farklı bir üzüntüye boğan, ölümsüz bir aşktan geriye kalan, olabildiğince insani ve bir  o kadar da devasa olan bir aşkın acı anıları. Ancak yok edilen bu aşkın acısı benim olduğu kadar, bütün adalıların da yüreklerinin derinliklerinin adeta bir “kavun acısı.”
         Bin sekiz yüz yirmi ikili yıllardı. Sakız Adası’na bahar bütün güzelliği ile hükmediyordu. O zamanlar eşimle yaklaşık kırk yaşlarındaydık. On sekiz yaşında bir kızımız ve on altı yaşında bir oğlumuz vardı. Aktarmaya çalıştığım yaşadıklarımızı; benden önce veya sonra belki de pek çok kişi tarafından yazılmış ve daha yazılacaktır da. Bir kez de ben anlatmadan, içimdeki ağuyu dışarı atmadan, bütün bedenimi saran kavun acısından kurtulamayacağım.
         Onların aşkı dünyada yaşanan en güzel, saf, temiz ve en insani duyguları barındıran, ada halkının gıpta ile baktığı sımsıkı bütünleşmiş, iki insanın bütünlüğünü  simgeleyen bir sevgi yumağını andırıyordu. Aşıklar Asta ve Milo’ya kalsa, günün yirmi dört saati bıkıp usanmadan el ele tutuşacaklar ve her ikisi de açık yeşil gözlerini hiç ama hiç birbirinden ayırmayacaklardı. Dünyaya geldikleri Avgonima Köyü’nde ve Sakız Adası’nda onların kalplerinin göğüs kafeslerini delercesine çarpmalar eşliğinde dile getirdiği, dillere destan bağlılık, iki insan arasındaki sevgiye, sakız ağaçlarının altında, köy kahvehanelerinde, panayırlarda ve her sohbet ortamında örnek gösterilen bir aşktı.
         Bahar mevsiminin bütün albenisi ile adaya bir defa daha sökün ettiği bu günlerde, Milo yine sevdiğinin elinden tuttuğu gibi, O’nu Avgonima dışındaki sakız ağaçları bahçelerine götürdü. Her defasında olduğu gibi, yüksek bir kayalığa çıktı. Ellerini kıllanmaya yeni başlayan yüzünün iki yanında tutarak, avazı çıktığı kadar uzaklarda sere serpe yayılmış Chios şehrine doğru bağırdı.
         “Astaaa.. Seni seviyorummm…” Ses yankılanıp bir bumerang gibi dönünce, gülümseyerek çıktığı kayalıktan indi. Sakız ağaçlarına kesitler atan köylüler, bıçaklarını bir müddet bırakıp, bu yankılanmaya gülümseyerek kulak verdiler. Milo görevini yerine getirmiş olmanın edası ile yerini Asta’ya bıraktı. Bu kez aşklarını, kurda, kuşa, börtü böceğe ve bütün Sakız Adası’na ilan etmenin sırası Asta’da idi.
         “Miloooo… Ben de seni seviyorummmm…” Chios şehrine çarpıp gelen sevgi çığlıkları iki sevdalıyı bir kez daha alabildiğine mutlu kıldı. Birbirlerine sıkı sıkı sarılırlarken, Milo sevdiğinin gül yüzünü avuçlarının içine aldı. Kıvrımlı dolgun dudaklarına defalarca buseler kondurdu. Düz kömür karası saçlarını parmakları ile taradı. Onlar kendilerini, tabiatın ve adalıların huzurunda dünyanın en mesut gençleri olarak ilan ettiler. Hiç ama hiç ayrılmayacaklarına dair, uzun uzadıya göz göze gelip, bir kez daha kavli karar ettiler.
         Milo her zamanki gibi, sakız ağacına elindeki küçük uçlu bıçağı ile kesikler atarken de sol kolunu Asta’nın beline doladı. Üst üste sakız ağacından billur damla sakızlarının ağaç altındaki beyazlığa damlaması için çok derin olmayan ustaca kesitler attı. Adanın dört bir yanı sakız, nar, karabiber, çam, bal tadında incirler veren ağaçlar ve kehribar üzüm bağları ile kaplıydı. Dağ taş tam bir doğa harikasıydı. Ataları bunu yüzlerce yıl koruyup bugüne değin getirmişlerdi. Dünyanın başka hiçbir yerinde olmayan sakız ağaçları huzurun, barışın, insanca yaşamın ve güzelliklerin hüküm sürdüğü ismi ile özdeşleşen güzelim adalarına özgüydü.
         Aile arasında sözlenmişler, bereketli olacağını umut ettikleri sakız hasadının ardından, bütün adalıların davetli olduğu güzel bir düğünle dünya evine gireceklerdi. Avgonima Köyü’nde babasının yaptırdığı taş evlerine taşınacaklar, diledikleri kadar boy boy çocukları olacaktı. Üzerinden onlarca yıl da geçse, birlikteliklerine özenle kattıkları güzellikler dolu her yıl, sakız ağaçlarına atılan her kesit gibi dibine aşk damlacıkları olarak akacak, sevgileri damlaya damlaya mavi Ege olup, büyüyecekti.
         Milo komşularının sakız ağacı bahçesinde telaşlı bir hareketliliğin olduğunu görünce, kolunu Asta’nın narin belinden çekip, O’nun telaşlanmaması için elinin tersi ile yanağını okşayıp, acele ile taş duvarı atlayıp, soluğu komşularının bahçesinde aldı. Köylüleri Nikos Halkio Köyü’nden bir kaç kişinin korku ile askerlerin adayı karış karış taramaya başladıklarını ve bir kaç güne kalmadan da buralarda olacaklarını anlatıyorlardı. Milo duyduklarına inanamadı. Gelenler Osmanlı askerleri idi. Önüne gelen herkesi çoluk çocuk, yaşlı kadın ve hasta demeden yakaladıkları gibi asıyorlardı. Hemen telaş ve korku içinde olup, biteni bir sakız ağacının gövdesine sarılmış olan Asta’nın yanına geldi. Asta’ya hiç bir açıklamada bulunmadan, elinden tuttuğu gibi, tepeden aşağı koşturarak, nefes nefese bir kilometre ilerideki köylerine geldi. Bütün köylüler şaşkınlıkla köy meydanına toplanmışlardı. Çok geçmeden kendisi ile Asta’nın anne ve babasının bir arada onları telaş içinde ararlarken buldular. Anne ve babaları onları gördükleri zaman sıkıca sarılıp her ne kadar rahatlamış olsalar da, durum oldukça vahimdi.
         Komşu köyler Zyfias, Chalhios, Lithi, Vavilli ve Halkio’dan da insanlar gelmişlerdi. Hararetle ne yapabileceklerini yüksek sesle tartışıyorlardı. Avgonima köyünün ileri gelenlerinden yaşlı ve bir o kadar da saygın bir insan olan Mikis bıyıklarını çekiştirip, etrafındaki kalabalığı teskin etmeye çalıştıysa da, bunun pek bir yararı olmadı. Mikis yüksek bir kayanın üzerine çıkıp, köylülerine seslendi.
         “Sevgili insanlar, sevgili Sakızlılar. Kulağımıza gelen haberlerin hiç hoş olmadığını sizler de artık biliyorsunuz. Bu haberler hiç te hayra alamet değiller. Osmanlı askerleri insanlarımızı katlederek adamızın içlerine, yani bize doğru hızla ilerliyor. Bu durumda bizim yapabileceğimiz ne yazık ki pek bir şey yok. Moralinizi daha fazla bozmak istemiyorum. Ama Osmanlı askerlerinin dünyanın dört bir bucağındaki daha önceki istilalarını bilmiyor değilsiniz. Dünyanın her tarafında oluk oluk kan akıttılar. Şimdi sıra biz masum ve savunmasız Sakızlılar da. Bizden ne isterler, doğrusu bilemiyorum. Acı olan da şu ki, kendimizi savunacak her hangi bir gücümüz de yok. Edindiğim bilgilere göre bütün adalılar Anavatos surlarına sığınmak için hızla ilerlemeye başlamışlar. Bizim de hemen toparlanıp, Anavatos’a tırmanmamız belki de tek kurtuluşumuz olabilir. Diğer komşu köylere de haber saldık. Bir saat sonra yanımıza yük olmayacak şekilde çok az miktarda yiyecek ve içecek alıp, Anavatos’a gideceğiz. Hepinizi Avgonima dışında bekliyorum. Tanrı yardımcımız olsun.” Mikis kayanın üzerinden indi ve köy meydanındaki evine doğru yöneldi. Köylüler korku içinde evlerine dağılırken;
         “Amin… Amin.” Sesleri hepsinin ağzından uğultu halinde bir anda yükseldi. Ve adalılar geçitsiz, aşılamaz, çıkılamaz anlamına gelen Anavatos’a doğru ilerlemeye başladılar.
         Homeros gibi büyük bir Yunan ozanına ev sahipliği yapan bu şirin adayı, korkunç büyüklükteki bir katliam bekliyordu. Sakızlılar hızla Anavatos’a doğru koşturup, tırmanmaya çalışırlarken, Osmanlı askerleri de, bahar ile birlikte dört bir yanı bezeyen gelincik, papatya, menekşe, çiğdem ve sümbül çiçeklerini ayaklarının altında ezerek hızla ilerlediler. Ellerine geçirdikleri günahsız bütün adalıları, yakaladıkları yerde acımasızca astılar.
         En nihayetinde Milo, Asta ve öykü anlatıcınız ben-Melani’nin aileleri de Anavatos’a her tarafımız yara, bere ve çizikler içinde, ölü yorgunluğunda ulaşabildik. Görünen o ki, burada da günlerimiz, belki de saatlerimiz sayılı idi. Can havli ile korku içinde olup biteni beklemeye koyulduk. Yiyecek ve içeceğimiz oldukça sınırlı idi. İdareli kullanmamız gerekiyordu. Anavatos’taki birer kaleyi andıran taş evlere sığındık. Anavatos’lular başka köylerden ölüm korkusu ile akın eden bizleri sımsıcak bağırlarına bastılar. Ancak tamamı ile savunmasızdık. Geçit vermeyen, aşılamayan, çıkılamayan Anavatos da, gözlerini masum insanların kanına dikmiş olan Osmanlı askerleri tarafından geçilip, aşılıp, çıkılacaktı.
         Anavatos’un surlarının ve taş evlerinin duvar diplerinde yorgunluktan çoğumuzun uykuya daldığı, yükseltinin de etkili olduğu biraz serince olan günün sabahında, şafak sökerken askerlerin dört bir yandan tırmandığını gördük. Korkumuz çok büyüktü. Etrafta çıt çıkmıyordu. Adalıların yapabileceği tek şey yukarıdan askerlerin tırmanışını engellemek için, büyük kayaları ve taşları onların üzerlerine doğru yuvarlamaktı. Bu önlem belli bir zaman askerlerin tırmanışını engellese de, çok geçmeden yeni yollar bulup, sinsice ilerlediler. Yakaladıklarını anında olduğu yerde öldürüyorlardı. Bütün insanlar titreye titreye birbirlerine sarılıyor, kadınlar, çocuklar ağlıyorlardı. Ölüm korkusu ile bu ölüm adamlarının eline geçmektense kendilerini kayalıklardan aşağı atmaya başladılar. Kadınlar kucaklarında sıkı sıkıya sardıkları bebekleri ile yüzlerce metre yükseklikteki Anavatos kayalıklarından aşağı atmaya başladılar. Bütün Sakız adası Anavatos’a kurtuluş umudu ile gelmişlerdi. Fakat Anavatos da bizim için bir kurtuluş olmadı.
         Milo ve Asta bulunduğum yarı yarıya yıkık duvarın on metre kadar ilerisinde korku ile birbirlerine sokuldular. Milo’nun aniden ayağa kalkıp, Asta’nın elinden sıkıca tutup, uçuruma doğru koştuklarını gördüm. Bütün köylüler, anne ve babaları engel olmaya kalktılarsa da, bunun önüne ne yazık ki geçemediler. Onların önüne geçmekte çok geç kalınmıştı. Uçurumun başına geldiğimizde, Milo ve Asta çoktan kendilerini uçurumdan aşağı bırakmışlardı. Avgonima Köyü’nün bu dillere destan aşkı, insanımızın yüreğine su serpen, gülümseten sevdası böyle ölümsüzleşti. Bütün köy halkı feryat, figan eyleyip, ağıtlar yakıp, dövünüp çaresizce ağladılar. Anavatos’a tırmanan askerler bütün Sakızlıları yakalayıp, meydanda topladılar. İnsanlar arasında maddi durumu iyi olduğunu gözlemledikleri bir grup insanı ayrı bir köşede topladılar. Bunların arasında ben ve kocam da vardı. Ama ailemin diğer kalanları, oğlum, kızım, annem, babam ve kardeşlerim diğer kalabalığın arasındaydılar. Neden ikiye ayrıldığımızı anlayamadık. Boynu bükük başımıza gelecekleri beklemeye koyulduk.
         Milo deliler gibi sevdiği nişanlısı Asta’nın elinde tutup, kayalıklardan aşağı atlarken;
         “Seni seviyorummm…” diye avazı çıktığı kadar som defa bağırdı. Asta yere çakılırken ancak;
         “Seni sevi….” Diyebildi. Kanlar içinde birbirlerine yakın, uçurumun dibinde düştüler.
         Askerler bütün sakız ağaçlarımızın kuruması için, o güzelim canlıların köklerine tuz serpiştirdiler. Yani yalnız insanlarımızı değil, damla damla elmas zerrecikleri halinde gözyaşı döken ağaçlarımızı, üzüm bağlarımızı, kırlarımızdaki gelincikleri, papatyaları, menekşeleri de katlettiler. Ağaçlarımızda öten yüzlerce çeşit kuşumuzu, ürkek tavşanlarımızı, baykuşlarımızı, kaplumbağalarımızı, evet bütün canlılarımızı korkutup, uzaklaştırdılar, katlettiler.
         Ailem de dahil olmak üzere yaklaşık 47.000 insanımızı hunharca astılar. Binlerce insan Milo ve Asta’yı takip edip, uçurumdan aşağı atladılar. 50.000 Sakızlı Kahire ve İzmir’deki esir pazarlarına sürüldüler. Benim ve kocamın da içinde bulunduğumuz, varsıl olduğumuza inandıkları 2.000 kişilik bir grup, katliamdan arta kaldık.
         Büyük ozanımız, dünya mirası Sakızlı Homeros’umuzun dediği gibi;
         “Temiz kalp, zehirli dillerin bozduğunu düzeltir.” Zamanla temiz kalpler, zehir dillerin gayri insani tahribatını düzelecektir. Zehirli diller yok olmaya mahkum olurken, Ege denizinin kıyılarında yer alan halklar, bu eşsiz maviliğe bakıp, mavimtırak bir renk alan gözleri ile semalarında kanat çırpan barış güvercinlerini, büyük gülümsemelerle izleyecekler.
          Ve yine ozanımız Homeros, Taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayıp, Ege insanlarını katlederek insanlıktan alabildiğine uzaklaşanlara, Odeysseia’da olduğu gibi aynen şöyle seslenecektir.
         “Yanıp kül olmuş bir şatodan başka bir şey bırakmayın ölüme.”
         Ege’de, daha doğrusu bütün dünyada, barış yer edinirken, dünyada ölüm ve öldürmenin yeri dar olacak. Ölüm yanıp kül olmuş şatosu ile baş başa kalacak. Milo ve Asta’lar; her daim sımsıkı el ele tutuşacaklar. Kalplerde aşk yoksulluğu asla yaşanmayacak! Yürekler, barındırdıkları aşklar ile Ege kıyılarındaki mavi dalgalar gibi durmaksızın çarpacaklar.



Amsterdam, 10 Ekim 2016

26 Eylül 2016 Pazartesi

“FİGARONUN DÜĞÜNÜ”


“FİGARONUN DÜĞÜNÜ”
         İstanbul Üsküdar’da sevgili Roman akrabalarımın düğünündeyim. Tekdüze hayatın getirisi çekilmez olanca sıkıntı, bir anda bilmediğim zulalarına çekildiler. Büyük bir yükten kurtulmanın geçici rahatlığını bütün bedenimde hissettim.  Üzerinde yaşamımızı idame ettirip, bir yandan da kısa ya da uzun olacağını kestiremediğimiz miadımızı doldurma uğraşımızı sürdürdüğümüz yaşlı gezegen, apansız prizden fişi çekilmiş gibi durdu. Dünya alabildiğine nasıl da toz pembeliklere bürünüverdi. Roman akrabalarımın kınalı ellerinde şavkı apartmanların duvarlarında oynaşan  “aynalar ve cımbızlar.” Ne hüzünle düşen yaprağın, ne de Marmara depremi fobisinin önemi var. Denilen o ki, yaşanacaklar bugün ve şu an yaşanmalı. Düğünse; krallara layık bir düğün bütün ihtişamı ile eylenmeli, renga renk elbiseler giyilip, çıkarılmalı diye düşünüyor sevgili akrabalarım.
         Mahallede Roman düğününü görünce kıpır kıpır eden içimin dizginini elimden kaçırdım. Hayatım boyunca var olagelen mahcup, çocuksu utangaç ve çekingen hallerimi nasıl olduysa, bir taraflara atmayı benden beklenmeyen bir ustalıkla becerdim. Bir anda bu güzel insanların arasında buluverdim kendimi. Böylesine muhteşem bir şölene ilk defa tanık oluyorum. Adeta Tony Godlief’in büyük beğeni ile izlediğim Romanları anlatan filmlerinin birinde sıradan bir figürandım. Aman Tanrım, nasıl bir sihirdir bu, inanılır gibi değil. Bu insanlar Dünyayı ne kadar da yaşanır kılıyorlar. Tam anlamı ile “vur patlasın-çal oynasın.” Renkler o kadar göz alıcı ki. Tesadüf bu ya, ben de bugün pembişlerimi üzerime geçirdiğimden, akrabalarımın yanında, bir nebze de olsa soluk kalmadığımdan dolayı, kendimi mutlu hissediyorum. Gelin ve damat öylesine güzeller ki, sormayın gitsin.
         Davul ve klarnet eşliğinde oynanan oyunlar ara sıra es veriyor. Ansızın bir kavgadır başlıyor. Güzelim küfürler sıcak havada kanatlanıp uçuşuyorlar. Öyle vurma, kırma türünden şiddet söz konusu değil. Ardından hiç bir şey olmamış gibi, Roman havası kaldığı yerden devam ediyor. Tekrar rastık çekili albenili gözler süzülüp, kıvrak göbecikler atılıyor. Gerdanlar kırılıyor. Zarif hareketler ile eller bir çırpıda havada uçuşuyor. Kaynanalar karşılıklı raks edip, aynı zamanda da atışıyorlar. Çocuklar kafalarını yukarılara kaldırıp, anne ve babalarını izlemeye koyuluyorlar. Dünyanın tek sahibi Romanlar. Yer yüzü yuvarlağının dört bir yanını yurt edinmişler. Gülümsemeler dünyayı gülistanlığa ve bayram yerine çeviriyor.
“Oynamaya geldik oynamaya
Düğün dernek göbek atmaya
Limoncu derler adıma
Kimseler doyamaz tadıma
Ayılana gazoz bayılana limon
Ayılana gazozu da bayılana limon.”
         Ve çok geçmeden yeni bir kavga için davul ve klarnet kısa bir ara veriyor. Eller bellere sıkıca konulup, meydan okunuyor. Söz düellosu tam gaz bastırıyor. Karşılıklı küfürleşmeler başlıyor. Bacaklar “caarrrtt” diye ayrılıyor.
         Gelinin o dillere destan, göz kamaştıran güzelliği, anlatılması güç asaleti, genç delikanlı dayım-damat Figaro, gururlu, vakur, mağrur duruşlu, nasıl da yağız bir delikanlı kendisi. Sağ olsunlar, gelin ve damat, her Romanın sol göğsünün altında yer aldığı gibi; onların gönüllerinde de taht kuran sönmeyen, harlı özgürlük ateşi, “an”ın ve kuralsızlığın tadı çıkarılarak alabildiğine yaşandığı yürekleri ile mutluluklarına doğru yol alan arabalarının şoförlüğünü (tekin olmayan İstanbul trafiğinde) yapmam için beni onurlandırdılar. Güzeller güzeli zarif Zarife ve hüsnü cemali bir o kadar güzel olan Hüsnü’ye sonsuz mutluluklar dileği ile… Onlar ersinler muratlarına, biz çıkalım kerevetine!
  

İstanbul, 30 Ağustos 2016

12 Eylül 2016 Pazartesi

BAYRAM


BAYRAM
         Asırlardır, her yıl yapılagelen, dört gün boyunca süren ve bütün yurt sathına yayılacak olan yeni bir savaşın, arefesindeyiz. Yarın, sabah şafağında hazır olacak imama uyularak kılınacak bayram namazının akabinde, dört bir koldan; değil silahları, siperleri dahi olmayan düşmana karşı taarruz emri verilecek. İki ayaklı canlılar günlerce öncesinden hazırlıklarını en ince detaylarına kadar yaptılar. Biledikleri kara saplı hançerlerini, saplarını yenileyip jilet keskinliğine getirdikleri baltalarını, satırlarını, palalarını, bıçaklarını, düşmanın her hangi bir firar anında pompalı tüfeklerini büyük bir şuhuyla cephanelerini bir araya getirdiler. Seferberlik hemen ilan edildi. Şimdilik mehter takımı, tamtamlara, Hasan Mutlucan türkülerine, kılıç ve kalkan ekiplerine ihtiyaç yok gibi. Bu savaşta böylesi dolduruşlar rağbet görmüyor.
         Yarın “Kurban bayramı.” İki ayaklı savaşçı canlılar, kendilerinin insani yönden fukaralığına bakmaksızın, dört ayaklı masum-biçare canlıları Tanrı katında çok daha yüksek mertebeler edinmek için, kurban eyleyecekler. Yapılan coşkulu sohbetlerde, verilecek olan savaşın stratejileri belirleniyor. Dost birlikler, kırmızı ve mavi kuvvetler nerelere konuşlandırılacaklar, hangi siperlere kimlerin yerleştirilecekleri teker teker belirleniyor. Taarruzun nereden, nasıl ve hangi öncü birliklerin bilgisi dahilinde yapılacağı da bütün detayları ile saptanmış durumda. Hedef dört ayaklı tek düşmanın canlı kalmaması. Tek tek boğazlanıp, al kanları oluk oluk kara toprağa akıtılacak. 
         Köylüler sohbetlerinde “Biz yedi kişi bir danaya girdik.” gibi garip terimler kullanılıyor. Önceleri bu kadar kişinin bir danaya nasıl girdiklerini kavramakta elbette zorlanıyor insan. Birer birer mi girecekler? Girdikten sonra orada kalacaklar mı? En çok merak edilen de, o kadar iki ayaklı girecekleri yere nasıl sığacaklar? Sonradan yedi kişinin bir araya gelerek, bir danayı hep birlikte katledecekleri, edinilen sinerji ile bu işin üstesinden ancak gelecekleri çok geçmeden anlaşılıyor. Yani adil bir savaş değil. Taşkın bir ırmak olup, öylece saldıracaklar. Toplu halde savunmasız tek başına olan dört ayaklı düşman katledilecek. Eğer hayvan bir koyun veya keçi olursa, bunun hakkından bir kişinin gelebileceğini söylüyorlar.
         Yarın kurban bayramı; milyonlarca hayvanın kelleleri bir anda kırılan ağaç dalları misali yanı başlarına düşürülecek, kanlar akıtılıp, kelleler alınacak. Hayvanların boğazlarına acımasızca vurulan hançerlerden dolayı çırpınışları, böğürmeleri, can havli ile debelenmeleri zerre kadar kâle alınmayacaktır. Dört ayaklı düşmanların esameleri okunmayacak, toplu katliam yapanların vicdanları milim sızlamayacak, onlar duyulmayacaklar ve görülmeyeceklerdir. Danaya giren yedi kişi, kalabalık olmalarına rağmen canını savunacak olan dana ile baş edemeyeceklerini bildiklerinden, yeni teknikler geliştirme konusunda da bir hayli kafa yoruyorlar. Söylediklerine göre kurban edilecek dana zincirlerle ayaklarından traktörün hidroliğine bağlanacak ve kafası tam yere gelecek kadar havaya kaldırılacak. Tamamı ile bedeni yukarıda savunmasız halde kalan dananın boğazını, kendisine güvenen bir babayiğit, hayvanı gözünü kırpmadan hayvanın boynunda önlü arkalı sürtmeler dahilinde, art arda getireceği tekbirler eşliğinde kesecek. Ve yarın namazının hemen akabinde, günümüz Ortadoğu coğrafyasında karşılıklı saldırılarda daha çok duyulur olan tekbir sesleri, bu kez mırıltılar halinde dört bir yanda duyulacak.
         Etrafta yarın telef olacak olan danaların, koyunların ve koçların sesleri geliyor. Görünen o ki, şimdiden başlarına gelecekleri sezmiş olmalılar. İnilti halindeki bağrışları, adeta yalvarma-yakarma halinde. Otlaklarda anıran eşekler hallerinden memnun olsalar da, her ne kadar “bizlik bir durum yok” deyip, seslerinde arkadaşlarının başlarına gelecek olan felaketten dolayı belirli bir hüzün de yok değil. Köpekler daha uzun uzadıya ulur oldular. Tavuklar, horozlar da pek mutlu gözükmüyorlar. Hayvanlar aleminde hüzün diz boyu. İnsanlar yarınki cihat için ellerini ovuşturuyorlar.
         Hayvanlara yönelik bu amansız savaş, üç veya beş yaşındaki çocukların masum bakışları altında yapılacak. Çocuklar savaş alanından uzaklaştırılmayacak, bizzat tanılık ettirilerek, travmatik bir devreye girecek olan bu masum insancıkların alınlarına zafer nidaları atan, cennet diyarında Huri ve Nurileri garantileyen büyükleri tarafından parmakla, kurbanlık hayvanın pıhtılanan al kanı sürülecek.
         Daha sonrasında da; bilindiği gibi kanı yerlere akan cansız hayvanın bedeni ustura keskinliğindeki bıçaklar, hançerler, satırlar, keserler ve bilumum kesiciler ile lime lime edilerek parçalara bölünecek, etler hemencecik ateşte pişirilip, kavrulacak. Bir batımda, başka bir canlı etinin açlığını çeken midelere lop lop indirilecek. Hayvanın bedeninden kopartılan kilolarca et insanların midelerini dolduracak. İnsanoğlunun kendisine besin olarak gördüğü, başka bir canlının etine olan özlemi bitecek, bugüne değin edindikleri negatif yüklü elektriklenmeler minimum bir seviyeye inecek, öldürme iç güdüsü belli bir zaman dilimi için kafalardan silinecek. 
          Danaya giren yedi kişi karşıya tek geçit olan “kıldan ince-kılıçtan keskin” Sırat Köprüsünden kurbanlıklarına binip, ayaklarını sallaya sallaya, hiç bir ücret ödemeden, "Buyursunlar ağam-paşam hoş geldiniz. Boş gelmiş olsanız da hiç bir ehemmiyeti yok." bir çırpıda 'yedi katlı cennet yakasına' geçecekler. Bu durumda danalara giremeyenlerin durumu biraz zor gibi görünüyor. Cennete giden yol 'danaya girmekten' geçiyor. Giremeyenlerin, Allah taksiratlarını affetsin. 
          BARIŞIN BAYRAM GÖRÜLDÜĞÜ YARINLAR BİR AN ÖNCE GELSİN. BAYRAM KUTLU OLSUN!



Büyükcamili, 11 Eylül 2016

28 Ağustos 2016 Pazar

DİKKAT!


DİKKAT!

Ve koca bir yılın ardından, yine insanın üstüne üstüne sökün edegelen, "beni benden alan" İstanbul sokakları. Dön dolaş, bilinen balık istifi değil, insan istifi, alabildiğine hınca hınç bir kalabalık. Hava sarı sıcak ve denilen o ki, daha da sıcak olacak. Sokaklar tıklım tıklım kalabalık. Her bir yanda, her türden insan mahşeri. Mini etekli, bıyıklı, sakallı, yakışıklı, güzel, çirkin, şişman, zayıf, çarşaflı, peçeli, turbanlı, pantolonlu, şortlu, kasketli, külahlı, silahlı, sarıklı, kravatlı, yalvaran gözlüler, az da olsa gülümser gibi-gibi olanlar, somurtanlar, hayat yorgunları, asık suratlılar, masum çocuklar, işportacılar ve dilenciler. Ama her elde son model mobil telefonlar.
“Aloo… Beni duyuyor musun. Tamam AVM’de buluşalım. Fazla vaktim yok, zamanında gel canım. Olmaz mı. Hadi öptüm.”
Hava sarı sıcak, sokaklar kalabalık.
Kafaya dikkat!
Kıça dikkat!
Yanı başında yürüyen, karına dikkat!
Çocuğuna dikkat!
Çantana dikkat!
Ceplerine dikkat!
Kazıklanmamaya dikkat!
Acaba taksici sizi doğru yoldan götürüyor mu, dikkat!
Tarhana çorbası trafiğe dikkat!
Konuşmalarına dikkat!
Akla gelebilecek her şeye dikkat!
Hayatta kalmak adına dikkat!
Hava sarı sıcak ve denilen o ki, daha da sıcak olacak. Ol bedenden pıtır pıtır akan “tüh tüh kırk bir buçuk kere maşallah” mavi boncuk terler. Siyah poşette kilosu 1,5 tl. olan, hani salatasının tadı da pek bir merak edilen Çanakkale tarla domateslerinin ağırlığı.
Kafanıza her an her yerden bir şeyler düşebilir.
Kıçınıza her an parmak atılabilir.
Karınıza birileri her an laf atabilir.
Çocuğunuz her an kaldırım taşına takılıp, tökezlenip yüz üstü düşebilir.
Çantanız her an sizden uzaklaşabilir.
Ceplerinizde her an başka eller dolaşabilir.
Yüzlerce yıl önce keşfedilen ve dünyanın kaderini değiştiren tekerlekler her an bedeninizin üzerinde seyr-i sefere çıkabilirler.
Korsan kitap tezgahında Orhan Pamuk’un altı yılda yazdığı kitap 5 tl. Müşteriler arasından, güç bela sıyrıldı önlere doğru ve ardından bağırdı (modern görünümlü Cumhuriyet kadını olarak kabul gören teyze);
“Evladım Nutuk var mı?”
Kitaplarına iyice göz gezdirdi ve ardından üzgün bir eda ile yanıt verdi, tezgahtar Kürt çocuk.
“Abla Nutukkk… mu dediniz (O da nedir loo? Yenilir mi, içilir mi?). Yoktur abla ama yarın mutlaka gelir. Abiler, ablalar buyurun; Orhan Pamuk sadece 5 lira.”
Hava sarı sıcak ve denilen o ki, daha da sıcak olacak. Yeşil poşette kilosu 2 tl. iştah açıcı rengi ile tadı merak edilen, mürdüm eriklerinin kurşun ağırlığı.
Eşarp 5 tl. Üç eşarp alırsan 10 tl. Renk renk buyur seç beğen al.
Ona dikkat, buna dikkat. Engelleri aşıp akıp giden, yoran, bitap düşüren hayata dikkat.
Jan janlı vitrin camlarında “Bizimle çalışmak ister misiniz?” gibi abes sorular.
Kalabalık çok kalabalık. Daha da kalabalık olacak. Suriye’deki iç savaştan daha çok insan can havli ile kaçacak. Rivayet o ki, var olagelen kalabalık daha hayli çoğalacak. Hareket halinde insan kolonileri.
Kampanyamızı sakin kaçırmayın. Ooh ne güzel, ne rahat, yan gelde keyfine bak, Kampanyalı lüküs hayat."
 Öylesine bir güven veriyordu ki pala bıyıklı pazarcı, olmadık anda nutkumuz tutuldu, akıl edip tadına da bile bakmadık. Acı olduğunu söyledi. Acaba beyaz poşetteki kıl biberler acı mı?
Hava sarı sıcak ve denilen o ki, daha da sıcak olacak. Dikkat etsen de etmesen de kıçından maviş maviş boncuk terler akacak! “Ve hayat her şeye rağmen güzel be kardeşim.” Kısmet bu, hani olmasa da ince belli çıtır bir sevgilin, al çıtırından susamlı bir simit, çıtır çıtır hayatın tadını çıkar.

İstanbul, 28 Ağustos 2016


7 Ağustos 2016 Pazar

SAKLAMBAÇ





SAKLAMBAÇ  

         Aah… Canımın içi, canım, cicim, güzel, tatlımsı, kekremsi, ekşimsi, balımsı, reçelimsi, gamzeli-gamzesiz, şekerimsi, gül kokulu, çiçek, sevecen, ivecen, sevgili insanlar. “Karadutlar, çatal karamlar, çingeneler, gülen ayvalar, ağlayan narlar, kadınlar, kısraklar…” Sevgili, sevgili insanlar. Bir ağaç dalı kırmak vicdanları sızlatırken; ne kadar da çabuk birbirinizi kırar, yorar, olmadı marifetmiş gibi hakaretler yağdırır, en dibe vurdurur, düşene bir tekme de siz atar, size karşı gösterilen onca insanlığın köküne bir anda kibrit suyu çeker oldunuz. Şaşmamak elde değil. Aman Tanrım bu ne yaman çelişki, bu ne aymazlık, ne akıl almaz bir durum, bu ne kısır döngü? Ne denir sana bilinmez ki. Dil lal olur, söylemeye varmaz insan, zavallı insanlık mıdır seninkisi? Oysa alnının süt beyaz akı ile sana yakışan, heyhat; asaletli büyük insanlıktan olabilmek de vardı.
         Kiminiz, insanlığınız gereği benliğinizde olabildiğince var olagelen bütün iyi yanlarınızı beraberinizde bir gölge gibi taşırsınız. Yüreğinizden kopaduran ince duyguların getirisi gereği, karşınızdakine, elinizden geldiğince iyi davranmaya ve bir dediğini iki etmemek için bir kereye mahsus yeryüzüne gönderilen tatlı canınızı dişinize takarsınız. Dişinize taktığınız canınız inim inim acısa da, bir kez, sevdiğiniz kişinin o kutsal ağzından “bir” çıkmıştır. Bu sayının milim kıpırdamadan, yukarılara çıkmaması gerekir. İnsanlığınız, sevginiz, kendinizce yaşadığınız coşkulu aşk, kalbinizin pır pırları bunu gerektirir ve bunu harfiyen yaparsınız da.
         Ve gün gelir, yaptıklarınızın hiç bir kıymeti harbiyesi kalmaz. “Halik bilmezse Malik bilir” diye yaptığınız iyilikler ile deniz dolup taşar. Nerede bu Halik ile Malik diye boşuna bakınıp, durursunuz. Bir kez daha hayat size dibin en derinine vurdurur. Derinlikte ellerinizi yukarı doğru kaldırıp, yalvarır, debelenir, Tanrı’dan nerede ve nasıl yanlışlıklar yaptığınıza dair aman dilenirsiniz. Bir yanıt gelir mi, bilinmez. Ama siz yalvarıp yakarmaya devam edersiniz.
         Elbette diplere vurdurulduğunuzda, tam da içinizdeki derinliğin rengine dönmüşken, Tanrı’nın da bulunduğunuz derinliklerde yanı başınıza gelmiş olmasını çok arzularsınız. Belki de size en büyük teselliyi Tanrı’nın kendisi verecektir.
         Var mıdır yumuş yumuş elleri bilinmez ama ola ki var, başınızı okşamasını, parmakları ile yüreğinize dokunmasını istersiniz. “Yapma oğlum, yapma kızım” veya akrabalık dereceniz ne ise kendileri ile neyi iseniz artık O’nun, öylesi bir hitap ile teselli edilmeyi bütün yüreğiniz ile beklersiniz.
         Var mıdır gözleri, yalvaran buğulu gözleriniz ile O’nun gözlerine durmak, yalvarmak, medet ummak istersiniz. Utanma, sıkılma, mahcup olma duygusuna hiç kapılmazsınız. Anneniz, babanız, kardeşleriniz, dostlarınız ve arkadaşlarınızdan önce belki de bu güce aitsiniz, O sizin Tanrınız. Anneniz, babanızın zamanı geldiğinde size dirsek gösterme ihtimali olduğu halde, Tanrınızda böylesi bir ihtimale sıfır olasılık tanırsınız.
         Var mıdır bilinmez ama hani varsa kolları kucaklanmak, bağrına basılmak da istersiniz elbet. Sizi size getirecek olan sıcaklığını hissetmek en doğal hakkınız gibi görürsünüz.
         Var mıdır bilinmez ama ola ki varsa yüreği, Tanrı’nın yüreğinin kapılarını sonuna kadar açmasını beklersiniz. Yüreğine sığınıp, oraya kıvrılıp, güven içinde kıvrılıp kalmak istersiniz. Sığındığınız bu güvenli limanda dilediğiniz kadar demirleyebilmelisiniz.
         Var mıdır kocaman ayakları bilinmez. Varsa ayakları siz O’na O size doğru koşsanız. Nefes nefese kalsanız.
         En yakınınız tarafından çelme takılıp, acılar içinde yerlere kapaklandığınızda, “merdivensiz kör kuyulara” atıldığınızda, “denizler ortasında yelkensiz bırakıldığınızda” ve dolayısı ile yeniden, hak etmediğiniz halde hayata on sıfır yenik başladığınızda, gizemin ortadan kalkmasını, Tanrınızın yanı başınızda olmasını istersiniz ki, bu sizin en doğal hakkınızdır.
         Tanrı bir gizem olmasa, “elma” diye bağırdığınızda ortaya çıksa. Her daim “armut” duyumlarını algılamasa. Gelip, günah veya sevaplarınızın kabarıklığına bakmaksızın, beyaz ipek bir mendil ile gözyaşlarınızı silse. Ellerinin, kollarının, gözlerinin ve yüreğinin olup olmadığını bilmediğimiz Tanrı, Tanrılığını gösterse.
Oldu olacak karşılıklı oturup, verilen, sizi size getiren, on sıfırlık yenilginizin üzerine sünger çeken, dibe vuruşunuzu unutturan tesellinin ardından, karşılıklı oturup, birer köpüklü kahve içseniz hiç de fena olmaz değil mi?
         Bağır bağıra bildiğiniz kadar: “Elma… Elma…” Belki kulakları vardır, sizi duyar, aniden çıkıverir ortaya ve akabinde hemen size koşar!

Amsterdam, 7 Ağustos 2016






CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...