26 Mayıs 2018 Cumartesi

SU VER LEYLA






SU VER LEYLA

Kitlendim. Hem de yüksek burçlu fethedilmez kale kapıları gibi kitlendim. Şifremi kaybettim. Hiçbir sisteme giremiyorum. Yapılması zaruri olan güncellemeler de bir o kadar büyük bir öneme haiz olduğu halde, şifresizlikle bunu yapmak da ``hak getire." Elimden bir şey gelmiyor. Biçare kalakaldım. Oysa nasıl da özene bezene süt beyazı bir A4 kâğıdına altın yaldızlı kalemle, büyük puntolarla, hem de kalın harflerle bastıra bastıra yazmıştım. Unutmayayım diye, hemencecik yan duvardaki kırmızı kadifeli panoya da raptiyeledim. Hay Allah, bir anlık aymazlığıma gelmiş olmalı ki; kapı ve pencereyi aynı anda açık bırakınca meydana gelen cereyandan oluşan sert esinti altın yaldızlı şifremi kaptığı gibi alıp uçurdu. Yakında bulunan maviş denize düşürdü.
Adamlarıma anında emirler yağdırdım. Keskin komutlarım üzerine dalgıçlar derin sularda kulaç üstüne kulaç attı. Sonunda şifremin bulunduğu kâğıt bulunup getirildi. Fakat ıslanan kâğıttaki şifremden eser yoktu. Silinip gitmişti. Bedenim kitlendi. Kollarıma, ayaklarıma, boynuma binlerce kelepçe takıldı. Gelinen noktada; bütün uğraşıma rağmen bu prangalardan bir tanesini dahi çözemedim. Kendimi, tıpkı cüceler ülkesinde esir düşen Jonathan Swıft’in kahramanı Guliver gibi hissediyorum. Aman Tanrım, şifrem olmayınca üst üste kenetlenmedik yerim kalmadı. Parmağımı dahi milim kımıldatamıyorum. Tamamen devre dışı kaldım.
Sil baştan kendimi “resetlemem” de mümkün değil. Şifrem olmadan bunu da yapamıyorum. Uçtu gitti. Mavi sulara düştü. Oldukça karmaşık bir şifre tasarlamıştım oysa. Dost-düşman kimseler bilmesin, görmesin deyi. Hani "top secret" devlet sırrı cinsinden. Kimileri bedenimin, kişiliğimin yeniden eski fabrika ayarlarıma dönmem için ne çok da girişimde bulundu. Allah’tan meyillerinde tam başarılı olamadılar. O fabrika ayarları ki, hepten gözyaşı, kan revan. Yürek acısı, inim inim inleten yaralardı. Alınan kelleler, boğazlanan kardeşler, oğullar, babalar ve en yakın akrabalar. Bir anlık hırsla başları gövdelerinden koparılan binlerce beden. Dini yaymak adına yapıldığı söylenen; istilalar, yağmalamalar, acıma duygusundan alabildiğine yoksun ganimet paylaşımları ve talanlar.
Fabrika ayarlarının çok daha uzağına, güzelliğe, çağdaşlığa, demokratikliğe, insan haklarına, barışa, kardeşliğe ve insani değerlere daha çok ulaşmaya çalıştıysam da, bugüne değin hep kör-topal, tökezlemelerle istenilen yere bütün çabalarıma rağmen varamadım. Kimi zaman zapturaptla-postallarla, kimi zaman ırkçı ulusalcı zihniyetlerle ve din kisvesi altında yaşatılan örümcek ağlarının tamamen sarıp sarmaladığı kafa yapıları ile "sözüm ona varıldığı söylenen" yolun hiç de alınmadığına şahit oldum. Dünyada belki de en çok sorulan soru bencileyin hakkında oldu. Ağlar mısın, güler misin? “Ne olacak bu memleketin hali?” Özellikle de yudumlanan aslan sütlerinin ardından ve “kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına” şarkısının hemen akabinde.
Bedenim üzerinde bin bir sıkıntıyla yaşama reva görülen halkın tayın ettiği kelli felli muavinler her daim ileri doğru manevramı sağlayacak viteslerimi devre dışı bıraktılar. Oraya buraya toslatılıp, geri manevrada seyir etmemi sağlık verdiler. Affınıza sığınarak, tam da halk deyimi ile “Götün götün gel.” dediler. Farlarımı kırdılar. İleride ne olup bittiğinden beni bihaber kıldılar. Karanlıktan göz gözü görmeyen Ortadoğu bataklığına kımıltısız-devinimsiz kalacak halde park ettirdiler.
Bilmem, beni bu çıkmazdan-dışlanmaktan kurtaracak, şifremi kıracak demokrasiye, hukuka, bilime, sanata, bütün canlıların ve hatta bitkilerin haklarına saygılı yiğit bir “hacker” bulunur mu? Sil baştan çağdaş dünyanın gidişatına bendeniz de usul usul ayak uydurabilir miyim? "Gayrık yeter!" Onlarca yıldır; uçsuz bucaksız bir çölde susuzluktan ölmek üzere olan bir canlı gibiyim. “Su ver Leyla.” diye çığlıklar atasım var. Susadım. Güzelliklere susadım. 
“Komşu komşu hu. Oğlun geldi mi? Geldi. Ne getirdi? İncik boncuk. Kime kime? Sana bana. Başka kime? Kara kediye? Kara kedi nerde? Ağaca çıktı. Ağaç nerde? Balta kesti. Balta nerde? Suya düştü. Su nerde? İnek İçti. İnek nerde? Dağa kaçtı. Dağ nerde? Yandı bitti kül oldu…”
Komşu komşu huuu..... Şifrem nerde? Suya düştü. Su nerde? Öküz içti!


Amsterdam, 26 Mayıs 2018



15 Mayıs 2018 Salı

ARMAĞAN








ARMAĞAN

SOBE

Söyle á mutluluk,
Abidin' in dahi çizemediği,
Keskin bıçak sırtında raks eden,
Tutarsız,
Elde, avuçta tutulamayan,
Binnaz mutluluk.
Saklambaç mı oynuyoruz seninle.
Bağırıyorum öyle ise,
Çıktığı kadar avazım;
‘Elmaaa... Elmaaa...'
Yeter, yeter artık,
Çık ortaya,
Ortaya çık.
Sobe! 


          Yorgun kambur sırtları güvenle birbirine yaslı tepelere yerleşik gecekondu mahallesindeki kırmızı kiremitli binlerce evi, ağaçları, saksılardaki bin bir renkli çiçekleri, taşı, toprağı, kaldırımı, yeni yapılan asfalt yolu, akşamın menevişliğinde ipil ipil yanan sokak lambalarını mehtabın tumturaklı kurşuni şavkı sardı. Peşi sıra, bir salyangoz misali kabuğunu ardında bırakıp, altı yüz dişi gözükecek şekilde tatlı bir esneme ile aheste aheste çıkagelen gün, görünen o ki, pek çok bakir sergüzeşte gebeydi.   
          Kuşluk vaktiydi. Hercai rüzgâr; serde var olagelen hoyratlığını fütursuzca sürdüreyim derken, hangi yönden eseceğini hepten unutuverdi. Yaşadığı büyük şaşkınlıkla elleri ve ayakları acemice birbirine dolandı. Lakin bir süre sonra, iş işten geçmeden ahengini bulmakta da gecikmedi. Sarsılmaz-kararlı hâkimiyetini yeniden ele aldı. Yüksek taş avlularla çevrili bahçelerdeki kavak, zerdali, dut, iğde, erik, ceviz, nar ve elma ağaçlarının dallarını alabildiğine sarmalayan, yeşilin çeşitli tonlarındaki parlak yaprakları ile birlikte dans etsinler deyi, kaytan bıyıklarının altından tatlı gülümsemelerle gerdan kırdı. Nezaketle diz çöküp el uzattı. Kıvrak dansa, bütün tabiatı davet etti. Rüzgârın dört bir koldan ihtimamla oluşturduğu muhteşem senfoni orkestrasının icra ettiği müzikten uğultu halinde gelen melodinin eşliğinde göz kamaştıran, debdebeli bir vals başladı. Gecekondu mahallesinde yaşayan bütün canlıların kulaklarına düdük, panflüt, piyano, saksafon, gitar, çello, keman, vurmalı çalgılar ve bilumum müzik aletinin sihirli sesleri doluştu. Guk Guk Baykuş tünediği zerdali ağacının dalına pençesini daha sıkı geçirip tutunmaya devam etti. Pamuk Kirpi meşin bir top gibi yuvarlanıp yuvasından içeri aktı. Rüzgâr ulumaya devam ediyordu.
          Tepelere serpiştirilmiş bu evlerden yeşile boyalı olanların birinde; yetmişli yaşları ardında bırakmaya ramak kalan bir kadın, ürkek bir kuş misali sığındığı pencerenin ardında dışarıda olup biteni izlemeye koyuldu. Düşünceleri her ne kadar alabildiğine darmadağın olsa da, tez elden kendisini toparladı. Şenay Hanım doğanın baş döndüren koşturmasına bütün benliği ile pür dikkat kesildi. Penceresinin ardından geniş boşluğa her şeyi alaya alırcasına gülümsedi. Kuş kanatlarından farksız kalp çırpıntılarını derin nefes alıp-vermelerle dindirdi. Yüreğini derinlemesine çimdikleyen acılar sığ bir su misali duruldu. Gamı bir çırpıda olmasa da def eyledi. Bir kirpi misali savunma içgüdüsü ile toparlanmaktan vazgeçti. Kuğu boynu dikeldi. Kalaylı iki tas dolusu balı andıran buğulu-derin gözleri iyice belerdi. Bir ara elleri isyan edercesine düzeltmek umuduyla kar beyazı yüzünde yer alan acımasız çizgilerde bir müddet gezindi. Bunun beyhude bir çabalama olduğunu anladığından, ellerini yorgun dizleri ile buluşturdu. 
          Art arda irili ufaklı bin bir boğumla bir top pıtrağa dönüşen ağaç dallarının, zümrüt yeşili yapraklarla olan raksına bayıldı. Dallar ve yapraklar öylesine muhteşem bir uyum ve ahenk içindeydiler ki, şaşakalmaktan kendisini alıkoyamadı. Pek çok sayıdaki narin dal ve yeşilin her tonunu özünde barındıran yapraklar nasıl da birbirlerine dokunmadan bir aşağı bir yukarı doğru hareket halindeydiler. Rüzgâr; katıksız bir yalnızlık içindeki kendisine ve Tanrıya ıslık eşliğinde şen şakrak şarkılar söylüyordu. Yarı yarıya açtığı pencereden doluşan esinti ak buklelerini savurdu. Yaşlı bedenini şerbetli bir ürpermedir aldı. Tüyleri diken diken oldu. Yuvarlak çehresi pul pul pembeleşti. Islak kirpikleri kaşlarına değdi. Sızlayan derin yaralarına boncuk gözyaşlarını merhem olsun diye sürdü. Yumuk elleri önceleri pır pır titredi, sonrasında duruldu.
Rüzgâr yoruldu. Şenay Hanım ardına yumulduğu penceresini biraz daha araladı. Yağmur çiseliyordu. İçeri doluşan yağmur taneleri ile buğulanan toprağın mis kokusu genzine doluşuyordu. Hafiften ıslansa da o aldırmıyordu. Bugün doğum günü. Böylelikle geçen zamana kocaman bir çentik daha atmıştı. Şenay Hanım üç oğlu ve onlardan dokuz torun sahibi bir nine olarak, her an buharlaşıp uçacak, bir yonca yaprağına konan çiy tanesi gibi yapayalnızdı. Hüznü boğazında düğümleniyordu. Bir armağanmış gibi onun doğum gününde ölen ve mavi göğünde artık güneş olmayan, hayatındaki tek eşsiz dayanağı kocası on yıldır yoktu. Son yudumunu aldığı çay bardağını sehpaya usulca koydu. Bal gözlerini kapadı. Koltuğuna iyice yaslandı. Akşam karalığının sönük rengi sokakta yer yer biriken yağmur sularına indi. Yeşile boyalı duvar boyunca ekili süsenler durulmayı unuttular. Bin bir nazla salınmaya devam ettiler. Çakır gözlü hayat arkadaşını dehşetli özlemişti.

Amsterdam, 15 Mayıs 2018























CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...