19 Mart 2014 Çarşamba

MARATON



MARATON

Her insan, insanlığın var olduğu günden günümüze değin, ebeveynleri tarafından organize edilen, startın baba tarafından verildiği, kısa parkurlu bir maratona, milyonlarca türdeşi-kardeşi olan spermle, spermler aras
ı amansız bir koşturmacaya katılıp, büyük bir efor harcayıp, diğerlerini geride bıraktıktan sonra, o yumuşak, saf ipek kumaşlardan yapılan hayat ipini göğüsleyip, yaşama ilk adımlarını attı. Kaçınmasız her insanın katıldığı bu maraton esnasında, organizatör eşler, bir birlerinin paha biçilmez tenlerine öpücükler kondurup, karşılıklı koklaşırlarken, gökyüzünden yıldızları toplayıp, cömertlikle her türlü vaatte bulunarak, en güzel sözcüklerle aşklarını, sevgilerini fısıldarlar.
Yaşama atılan ilk adım, çok sevilen ölümsüz bir şairimizin, yine çok sevilen bir şiirinde yer aldığı gibi de olabiliyor.
"İğneli şiir
Anam babama aşık olmuş,          
Babam da anama..
Gezelim bu çarşamba demiş babam.
Sur-dişli anam, öyle şık bir fistanı yok,
Ablasının nişanlığını istemiş ödünç,
Teyzem daha toplu, oturmamış üstüne entari,
Teyelle, iğneyle ayarlamışlar üstüne
Anamın..
Babam, kavilleri üzre, gelip topkapı dışındaki evlerine,
Anamı alıp, kaç bir tramvaylan aktarma,
Bebeğe götürmüş o Afrodit 'i
Bebek sırtlarına çıkmışlar..
Babam oturtmuş anamı çayıra,
Denizi göstermiş,
İyi şeylerden söz etmişler,
Derken öpecek olmuş anamı,
Anam çoktan razı..
Babam el atınca orasına, burasına,
Fistandaki iğneler batmaz mı eline!
Ay! demiş bağırmış babam..
O gün, o çayırda, o an
Düştüğüm için ben anamın imgelemine,
Yaşamda da, şiirde de
Böyle iğneli konuşmaklığım..Can Yücel"
Hayata atılan bu ilk adımların ardından, nerelerde, hangi mekanda, dünyanın hangi noktasında, hangi inançların, gelenek-göreneklerin, dilin, kültürün ve ruhi şekillenmenin hakim olduğu topraklarda emekledik, düştük-kalktık, yeryüzünü adımladık. Hangi diyarlarda, sokaklarda, caddeler ve bulvarlarda dolaştık. Hangi "kuçeleri", patikaları, köy yollarını dolaştık.
Hangi köylerde, kasabalarda, şehirlerde ve ülkelerde bulunduk, havasını teneffüs ettik, deklanşöre basıp, eşsiz enstantaneler yakaladık.
Kaç bisiklet eskittik, kaç misket kazandık-kaybettik. Kaç tane balonumuz elimizden uçtu, kaç uçurtmamızı vurup, düşürdüler. Rüyalarımızda kaç kez Heidi ve Peter ile Alp dağlarında çiçek toplayıp, gezdik. Koşa koşa kendi dedemizmiş gibi, Heidi'nin büyükbabasının kollarına koştuk.
İlk sözcüğümüz belki de baba-anne oldu. Gün geldi, abi-abla, amca-hala, dayı-teyze, baba-anne diye bizlere de seslenilirken, dede-nine de denilir olduk.
Hangi insanlarla tanıştık, arkadaş, dost, yaren, yoldaş olduk, oturduk-kalktık. Ekmeğimizi-soframızı paylaştık, ekmeklerini-sofralarını paylaştık.
Kimlerle ağız dolusu güldük, göz yaşlarımız birbirine karıştı. Kimleri özledik, arzuladık, kulağına güzel sözcükler fısıldadık, yüreğimizi açtık, birlikte bulutlarda gezindik, sevdik, seviştik.
Kimlere bağırdık, çağırdık, kavga ettik, barıştık, darıldık, küsüp gönül koyverdik, yüreğimizi parçaladı, yüreğini parçaladık.
Kimler ardımızdan küfretti, fütürsüzce has siktir çekti, hak etmediğimiz övgülerde bulundu, bizleri yükseklere çıkartıp, başımızı göklere erdirdi.
Hangi tatlı rüzgarlara gülümsedik, ıslık çaldık, yıldızlardan hangisine sığınıp, göz yaşlarımızı inciler gibi akıttık, mazlumun yanında yer alabildik. Sıra bize gelmeden, sesimizi çıkardık.
Kaç kez elimizi boyamak için ayaklarımızın ucunda yükselip, gökkuşağına elimizi uzattık, zaptı uzak olmayan "güneşi zapt ettik", çiçeklerin, börtü-böceğin, çayır-çimenin ve toprak kokusunu ciğerlerimize çektik, ceplerimizi yağmurlarla doldurduk.
Kaç kez kollarımızı açıp, baharı bir sevgili gibi karşıladık, kuş cıvıltılarına, art arda patlayan narin çiçek tomurcuklarına kulak verdik, doğanın filizlenmesine mest olup, tanıklık ettik.
İnsanlara yardımcı olabildik mi, düşkünlerin elinden tutabildik mi, yavrusunu yitiren annenin acısına ortak olabildik mi, kanadı kırılan serçeye ağlayabildik mi.
Kaç kitap okuduk, kaç şiir yazdık, neler yazıp-çizdik, hangi türküler, melodiler, senfonilerle kulaklarımızdaki pası giderip, ruhumuzun ihtiyaç duyduğu gıdayı aldık.
Kaç kez annemizi kokladık, babamızın ellerini öptük, dedemizin yumuşak elinden tutup, parklara-bahçeler gittik.
Hangi ağaca salıncak kurup, ayaklarımızı gökyüzüne değdirdik. Bir süre sonrasında aynı ağaca kaç tane oklu kalp çizip, yüreğimizde saklı olanın büyülü adını kazıdık.
Büyük şair Nazım' ın da dile getirdiği gibi, belki üç yüz kilometre giderken yarimizin dudaklarından öpmenin ne denli güzel olduğunu tadamadık ama, söz konusu onurlu taraf olunca; ne denli olunması gereken tarafta, "bizim tarafta" olduk ve "yeni bir alem için dövüştük", tırnaklarımızı dişlerimize geçirip, mücadele ettik.
Demem o ki ne kadar güzelliği ve istenmeyen çirkinliği ömrümüze, hayatımıza sığdırdık. Bunlar saymakla bitmez. Ne mutlu, güzellikleri çoğunluk kılanlara. Ne mutlu ömür yumakları olabildiğince az kör düğümle dolu olanlara ve insanlıktan, barıştan, kardeşlikten eşitlikten, adaletten ve demokrasiden yana adım atanlara.
Ve bir kez daha gözlerimizi Can Yücel'in  aşağıdaki şiirine odaklayalım  ve noktayı koyalım mı?

"Tersten Yaşamak

Yaşamın en tatsız tarafı sona eriş şeklidir...
Şüphesiz ki yaşamı tersten yaşamak daha güzel, hatta mükemmel olurdu.
Nasıl mı?
Cami'de uyanıyorsunuz.
Bir tahta sandık içerisinde, herkes karşınızda saf durmuş, iyiliğinize dua
ediyor ve tüm haklar helal edilmiş vaziyette tabuttan doğruluyorsunuz,
yaşlı, olgun, ve ağırbaşlı olarak.
Herkes etrafınızda, büyük bir itibar, iltifatlar, çocuklar torunlar hepsi
hazır.
Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.
Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir maaşınızı
alıyorsunuz.
Ne güzel, hazır maaş, hazır ev...
Altmışlı yaşlara kadar garanti, huzur içinde yaşıyorsunuz.
Sağlığınız gittikçe düzeliyor, kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.
Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve işe ilk başladığınız gün size hoş geldin
hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor patronunuz.. ve
genel müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli bir insan
olarak ise başlıyorsunuz.
Herkes karsınızda el pençe divan...
Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor.
Gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz.
Diğer hormonal aktiviteler artıyor, fevkalade.....aman ne güzel günler
başlıyor... derken bir gün patron size artık üniversiteye gitsen daha iyi
olur diyor.
Bu arada babanız ortaya çıkmış, 'fazla çalıştın' diyor 'artık eve dön, işi
bırak, okumaya basla, harçlığın benden olsun...'
Keyfe bakar mısınız?
Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor. Ekmek elden, su gölden bir dönem
başlıyor.
Partiler, diskotekler, kızların sayısı artıyor.
Derken anne ve babanız sizi götürüp getirmeye başlıyor, araba kullanma
derdi de yok artık....
Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, 'evde otur, keyfine bak,
oyuncaklarınla oyna' diyorlar.
Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile temizliyorlar, hatta
bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.
Derken anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor ve başka bir keyifli
dönem başlıyor.
Mama artık her yerde, her an ve en taze şeklinde hazır.
Bir gün karanlık ılık ve sıcak bir ortama giriyorsunuz. Beslenmek için
ağzınızı açmaya dahi gerek yok, bir kordondan besleniyor, sıcacık,
yumuşacık, gürültü ve patırtısız bir ortamda yaşıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz.
Veeeeee....
En güzeli deeee......
Günün birinde müthiş keyifli bir geceyle hayatınız bitiyor..."

Amsterdam, 18 mart 2014




CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...