17 Kasım 2018 Cumartesi

KIRMIZI BİSİKLET













KIRMIZI BİSİKLET

İki gün boyunca bardaktan boşanırcasına durmaksızın yağmur yağıyor. Garip ama sokaklarda hiçbir yerde göller oluşmuyor. Bu kadar su nereye gidiyor, şaşırmamak elde değil! Yağmurun bu kadar uzun süre yağdığını ilk defa görüyorum. Hava hayli soğuk. Gökyüzünden yeryüzüne sular seller bu denli yoğun düştüğü halde insanlar hiç aldırmadan bisikletlerine binip işlerine veya okullarına gidiyorlar. Hayatın ritmi bütün hızı ve ahengi ile kesintisiz devam ediyor.
Babam bana da bisiklet alacağını söylüyor. Öylesine çok sevindim ki, babamın yanaklarına defalarca öpücükler kondurdum. Bisikletim kırmızı olsun dedim. Bugün yarın alır diye bekliyorum. Bu küçük ülkede herkesin bir veya iki bisikleti var. Her binanın önünde en az otuz-kırk tane bisiklet üst üste zincirlerle kilitli duruyor. Hollandalıların fakir olduklarını sanmıyorum, ama yine de bisikletlerin çoğu eski. Sanırım eski veya yeni onlar için fark etmiyor. Böyle düşünüyorlarsa, bu daha güzel elbette.
 Mevsim sonbahar. Geldiğimiz ilk gün, bizi fırtınalı bir rüzgâr karşıladı. Doğrusu çok da “hoş geldiniz-sefalar getirdiniz” türünden bir karşılama değildi. Kırmızı halıların ayaklarımız altına serilmesi beklentisi içinde de değildik elbette. Ama ne o, dört bir yanda rüzgarın başına buyruk delice “pufff… puffu” ve uçuşan onca yaprak. Ayağımızın tozu ile saçımızı başımızı öteye beriye savurmalar. İlk günde küskünlük olur mu? Doğrusu biraz ayıplanacak bir misafirperverlik.
Ayağımızda toz falan da kalmadı elbette. Hırçın bir edayla yapılan bir buyur etmeydi desem, sanırım yeridir. Kaldırım ve sokakları bir halı misali kaplayan kuru ve sararmış ağaç yaprakları rüzgârla birlikte havalanıp yüzümüze ve gözümüze çarpmalarının ardından, kuytuluk duvar diplerinde hareketsiz kalıyorlar. Bu kadar ağaç yaprağını bir arada ilk defa görüyorum. Anlaşılan daha pek çok bir ilke yine burada tanıklık edeceğim. Sararmış kuru yapraklar havada uçuştukça göz gözü görmüyor. Akşama doğru fırtınanın dinmesi ile kanatlanan bütün yapraklar birer serçe misali yere konuyorlar. Sonrasında serçe olmaktan vazgeçmiş olacaklar ki, yeniden sarı bir halı halini aldılar.
Yok, ben ilk fırsatta geldiğim yere geri dönmeliyim. Oysa Diyarbakır’da havalar henüz soğumamıştı. Zaten bu uzak ülkeye geleli daha bir hafta oldu. Alışamadım. Alışır mıyım onu da bilemiyorum. Babam on sekiz yıldır burada. Sonunda özlemimize daha fazla dayanamadığından annemi, on üç yaşındaki kız kardeşim Zelal’ı ve beni alıp Hollanda’ya getirdi. Benim adımı da merak ediyorsunuzdur. Adım Halil. On altı yaşındayım. Bıyıklarım ve sakallarım yavaş yavaş yüzüme garipsediğim yeni bir görünüm verdiriyor. Uzun sürmez. Artık babamın yanında olduğuma göre onu taklit etmeye bolca zamanım olacak. Çocukluğu yavaş yavaş ardımda bırakıyorum. Zor bir döneme tedirginlikle adımlarımı atıyorum.
Babam dedemin adını bende yaşatmak istemiş. Adımı seviyorum. Belki de Halil dedemi çok sevdiğim içindir. O bizimle gelmedi. Babaannem iki yıl önce ölmüştü. Dedemin o günkü hali her daim gözlerimin önünde. Nasıl da yapayalnız kalmıştı. Küçülmüştü. Tutunacak dalı kopmuş, adeta aşağılara doğru korku ile düşüyordu. Güneş rengini andıran gözlerinde bunu sezmek hiç de zor değildi. Bizim de kendisini zorunluluktan ardımızda bırakmamızla, yalnızlığı öyle sanıyorum ki; daha da katlanılamaz hale geldi. Bir başına ne yapar, ne eder bilemiyorum. Gerçi amcalarım ve akrabalarımız yanında, ama benim ve Zelal eksikliğini bütün yüreğinde hissediyordur. Orada kalsam bu kez de babam aynı özlemi duyacaktı. Burada bana vaat edilen gelecek daha parlak.   
Güvendiğim, sevdiğim ve birlikte olduğum zaman büyük keyif aldığım pek çok arkadaşım da geldiğim topraklarda kaldı. Şimdiden onları öylesine çok özledim ki. Ne güzel takılıyorduk. Nasıl da onlarla birlikte olmaktan müthiş haz alıyordum. Her biri benim için birer kardeşten daha da ileri düzeydeydi. Bu yeni diyarda kimlerle arkadaşlık yaparım, aynı dostlukları edinebilir miyim, en büyük kaygım şimdilik bu.
Hiç bisikletim olmadı. Ama arkadaşlarımın bisikletlerinde binmesini öğrenmiştim. Babamın bugün iş dönüşü bisikletimi de beraberinde getireceğini zannediyorum. Babamın gelmesine az kaldı. Her an kapı zili çalınabilir. Bisikletim gelse dahi bu yağmurda binebilir miydim?
Babam çıkageldi. Hem de kırmızı bisikletimle. Çok güzel. Gözlerime inanamadım. Uzun uzun baktım. Ellerim far, zil, direksiyon, sele ve her bir yanını okşar gibi hayranlıkla gezindiler. Çok mutlu oldum. Yoğun yağmura rağmen bisikletimle dışarı çıktım. Annem ve babam kaygılansa da çabuk geleceğime dair söz verdim. Hem Hollandalılar da bu havada bisikletlerin üzerinde değiller miydi?
Hızla çevrilen her pedalla evimiz daha bir geride kaldı. Arkadaşlarım da yanımda olsalardı, kim bilir nasıl da imrenirlerdi. Hiç tereddüt etmeden onları da bindirirdim. Yağmur olmasaydı, kız kardeşim Zelal’i de arkama bindirirdim. Dedemin bu mutlu anımı görmesini nasıl da isterdim. Onun mutlu olması, benim için her şeyden çok daha önemli. Sevecen bakışlarını hep üzerimde hissedeceğim. Bu bakışların beni bütün kötülüklerden koruyacağına inanıyorum. Hissiyatlı dedem gözlerini hemen nasıl da sulandırmasını bilirdi. Arkadaşlarım ve dedemin bakışları gözlerimin önünden gitmiyor. Çok özledim onları. Onlardan yedi gün değil, sanki yedi yıldır ayrıydım.
Çok ıslandım. Üstüm başım sırılsıklam oldu. Çabuk döneceğime dair söz vermiştim, ama bir saatten fazla dışarıdayım. Artık dönmeliyim. Evden hayli uzaklaştım. İyi ama hangi yoldan tekrar döneceğim? Sanırım kayboldum. Korktuğum başıma geldi. Nerede olduğumu bilemiyorum. Yağmur bütün hızı ile devam ediyor. Bir evin saçağına sığındım. Beklemeye başladım. Ne gelen var ne de giden. Gelip giden olsa dahi kaybolduğumu, bilmediğim bir dilde nasıl anlatacaktım. Adresimizi dahi bilmiyorum. Kırmızı tuğlalı dört katlı bir binaydı. Baktığın zaman bütün binalar kırmızı tuğlalı. Sokaklar birbirlerinin kopyası. Diyarbakır’daki gibi ne Dağkapı, Urfakapı, Yenikapı veya Mardinkapısı var. Kapısız bir şehir düşünebiliyor musunuz? Şehrimde olsaydım, kaybolmam ama yine de olsaydım, şimdiye kadar yardımcı olmak için kaç tane ‘qırik’ etrafımda fır dönüyor olacaktı.
“Bırem sen kimlerdensin? Evin nerededir. Babanın adı nedir?” Bir diğeri hemen devreye girer.
“Ulan ‘kevaşe’ soru sorup duracağına şu ‘qeşmerin’ diğer kolundan tut da kaldıralım.”
Kulağımda buna benzer uğuldamalarla sonradan sığındığım bir merdiven altında uyuya kalmışım. Uyku esnasında çok öksürmüş olacağım ki, üst katta oturanlar merak edip polise haber vermişler. Polis sirenleri ve dönüp duran mavi ışıklarla kendime geldim. Anlamadığım yığınla soru sordular. Hiç birine cevap veremedim. Bisikletimi arandım. Görünürde yoktu. Afalladım.
İki polis aynı anda kollarıma girdiler. Sirenleri dinmiş olan polis arabasına doğru sürüklüyorlar. Ben gitmemekte direniyorum. Ama polisler çok güçlü. Karşı koyamıyorum. Sürekli ardıma bakıyorum ve gözümün ilk ağrısı kırmızı güzelimi arıyorum. Babam ve anneme ne diyeceğim? Kavuşma günüm, kaybetme gününe dönüştü.
Polis karakolunda babam ve annem büyük bir merakla gelmemi bekliyorlardı. Kapıdan içeri girmemle annem büyük bir sevgiyle üzerime atıldı. Polislerin verdiği havlu ile saçımı başımı kuruladı. Bir yandan da yanaklarımı ve ateş misali yanan anlıma öpücükler konduruyordu. Babam da bir yandan polislerden bilgi alıyordu.
Benim rüyalar âlemine dalmamın ardından, oradan geçen ve benim gibi çok da ıslanan biri bisikletimi alıp gitmiş olmalı. Hayallerimi yerle bir ettiği yetmemiş, demek ki; yüreğinde mutluluğumu da çok görecek kadar vicdan barındırmıyordu.
Babam kızmadı. Sadece söz verdiğim halde zamanında eve dönmediğim için bozuldu. Kanallardan birine düştüğümü sanıp çok korkmuşlardı. Bisikletim için de üzülmememi ve bir daha ki maaşı ile yeni bir bisiklet daha alacağını söyledi. Ben yine kırmızı olsun istedim.
Yeni bisikletime kavuşmam için bir ay beklemem gerekiyor. O zamana kadar ben de arkadaşlarımın ve dedemin özlemi ile belki yeni dostluklar edinirim. Yarın ilk defa okula gideceğim. Tek kelime bilmediğim bir dilde dersler alacağım. Sınıftaki çocuklar bana bakıp gülerler ve beni alaya alırlar mı?
Belki de Hollanda lalelerini andıran sarı saçlı ve yanakları kaybettiğim bisikletin kırmızılığında bir kız arkadaşım olur. Okuldan onu alır, bisikletimle evine bırakırım. Elinden tutarım. Parmaklarımla durmadan sarı saçlarını tararım. Kolumu boynuna dolar, büyük bir gülümseme ile resim çektiririm. Bu cansız hayalimizi de burnumda tüten arkadaşlarıma gönderirim. Dedeme göndermesem daha iyi olur. Utanırım.
Çok da rahat değilim. İçimde bin bir kuşku var. Korkuyorum. Sizce Hollandalı kızın babası Diyarbakır’daki kocaman bıyıklı babalar gibi kızar mı? Bıyıklı olacağını sanmıyorum ama ardımda kalın bir sopa ile beni ‘o sokak senin bu sokak benim’ deyip kovalar mı? Dünyayı başıma zindan eder mi? Şehrimdeki babaları taklit ederler mi? Kafama, sırtıma, kıçıma hızlarını alamadan tükürdüğü kıllı ellerindeki sopayı acımasızca üst üste indirir mi? Olmaz, olmaz dediğinizi biliyorum.
Yıllar yıllar önceydi. Sürekli ertelediğim duygularımı ancak şimdilerde aktarabiliyorum. Zaman su olup aktı. Artık kırklı yaşlardayım. Babam emekli oldu. Annem biraz rahatsız. Bir dünya güzeli ile evlendim. Saçları Hollanda laleleri misali sarı değil. Varsın olsun. Kömür karası. Onu çok seviyorum. Babam ve annem gibi bir kızım ve bir oğlum var. Hollandalı babalardan dayak yemedim. Öyle bir adetleri yokmuş.
Kırmızı bisikletim hala duruyor. Ona gözüm gibi bakıyorum. Üzerinde tek çizik yok. Anısı büyük. Sadece yenilenmesi gerektiğinden el frenlerini ve lastiklerini değiştirdim. Dedem hayatta değil artık. Onu özlemeye devam ediyorum. Arkadaşlarımı her Diyarbakır’a gidişimde ziyaret ediyorum. Qırıklarla aramızdan su sızmıyor. Bana “qılo pıllo” yapmıyorlar. Hollanda’yı tamamen kabullendim, alıştım ve seviyorum. Amsterdam ikinci şehrim oldu. Kısacası mutluyum. Bu satırları okuyanlar da mutlu olsunlar diyorum.

Amsterdam, 17 Kasım 2018


8 Kasım 2018 Perşembe

KİRPİ








KİRPİ

"Şurama batan" diyor şair,
"Şurama batana özlem demeselerdi;
bıçak derdim".
                                                                              Cemal Süreya


Herkesten uzaklarda, kır evimdeyim. Açık pencereden, gözlerimin önüne sere serpe cömertçe yayılan büyüleyici doğayı, tepemde renk yelpazesi kanatlarını çırpaduran yüzlerce güzelim kuşu mayışmış bir halde hayranlıkla seyrediyorum. Gözlerimin önünde bir yağlı boya tablosu gibi yayılan muhteşemlik, anlatılamayacak güzellikte. Doğrusu nereden başlayacağımı ben de bilemiyorum. Bu oldukça ağır yükü kaygılarla sırtlanmanın öncesinde, ben kimim sorusunu cevaplayacak olursam; adım Veli. Elli iki yaşındayım. Saçlarıma yeni yeni karlar düşmeye başladı. Kendi halinde bir devlet memuruyum. En güzeli de bir damla su güzelliğinde bir kız ve bir oğul sahibiyim. Her insan gibi ben de bin bir düşünce içindeyim. “Boşa koyup dolmama ve doluya koyup almama” gibi çelişkili durum konusunda ne faydası varsa gecemi gündüzüme ekleyerek mesai yapıyorum. Her ne zaman doğa ile baş başa-kendimle kalsam, boş veya dolu kovaya su aktarmaktan o vakit alabildiğine uzaklaşıyorum. Kaybettiğim beni yeniden ve çarçabuk buluyorum.
Büyleyici bir coşku ile bahara uzanan kıvrım kıvrım bunca ağaç dalı, yaprak, çiçek, börtü böcek, kelebek, arı, solucan, karınca, kurt, kuş ve her türlü nebat nasıl anlatılır ki? Çılgın tabiat ana; evrenin var olduğu ilk gününden bu yana başkaca işi gücü yokmuş gibi, eline aldığı fırça ile belki de “yüz milyon baloncuk” kadar denilecek rutin tekrardan sonra, ağaç yapraklarını ve ol çeşit nebatı, güneşin artık ısıtan ışınları ile birlikte, bir kez daha yeşilin onlarca tonuna boydan boya boyadı. Cümle alem bin bir çeşit kır çiçeğini tohum ekercesine sayısız sayıda eliyle dağlara, kırlara, tepelere ve ovalara cömertçe saçtı. Yapraklar arasında nazlı edalarıyla boy gösteren birbirinden alımlı, güzel ve narin çiçeğe kızıl, sarı pembe, mor, eflatun, beyaz, lacivert ve mavinin göz kamaştıran tonlarını sürdü sürüştürdü. (Turuncuyu unuttum galiba, hatırı kalmasın, o da ihtişamlı çiçek renkleri arasındaydı.)
Gözünüzün alabildiğine görebileceği güzelim geniş coğrafyada yer alan irili ufaklı dağ, taş, dere, tepe, düzlük, nehir boyu ve göl kenarları görücüye çıkan gelin adayları kızlar gibi süslendiler. Sürüp-sürüştürdüler. Bir tek acı kahve sunumları olmadı. Ama kızlarımızı bir çırpıda, bir an evvel kurtulmak istercesine, hem de hiç tereddütsüz verdik gitti. Üstelik damat adaylarının ne iş yaptıklarını, ne kadar maaşlarının olduğunu, iyi ve kötü huylarının araştırmasını dahi yapmadan ve hiç de naz evi olmaya gerek görmeden, "he" dedik. Ardından bütün evrene mis amber kokular yayılır oldu.
Ruhsal gidişat yönünden vaziyet berkemal de olsa, üzerime her daim vahşi bir yaratığın zapt edilmesi için atılan ağlardan aynısının fırlatıldığını hissediyorum. Hareketsiz, işlevsiz, eli kolu bağlı, beyaz teslimiyet bayrağını her daim sallandıran, sevmeyen ve düşünemeyen biri olmamı istiyorlar. Yıllardır oğlum Edip ve kızım Deniz’in büyük aforozu ile bütün hayatımda vazgeçilmezim olan onlardan mahrum kaldım. Beni kendileri ile görüşmemi reddederek cezalandırıyorlar. Yüzlerce kez kapılarını çaldım. Okullarının önünde kolumda sevecekleri hediyeler ve çiçeklerle bekledim. Her defasında içlerinde kaybolmaya hazır olduğum gözlerini benden alabildiğine uzaklaştırdılar. Dışladılar. Kabullenmediler. Düşman bakışlarla benden kaçtılar. Elimde pörsümüş çiçekler ve hediyeler ile kör pişman evime döndüm. Ama ertesi günü olup biteni yaşanmamış gibi unutan ben, yine onların izindeydim.
Arada bir kaçamak yapıp naçizane anlatımımda tekrarlarla doğaya dönme eğilimimim halinde, hoş görün ne olur. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Hep sorun anlatmayayım.
Kuş cıvıltılarının senfonisi nasıl da beni benden alıyor. Aman Tanrım bu ne ahenk, bu ne coşku? Mest olmamak her insanın harcı değil. Bir an için bu melodiler halindeki ses coşkusu ruhuma, kalbime ve beynime iyi geliyor. Kendimi bırakıyorum hepten. Ben sadece ve sadece bendeyim. Hiçbir şey umurumda değil. Veli’nin dertlerini varsın kendisi düşünsün. Bana ne Veli’den. Hatta ve hatta Ali’den.
Nerede kalmıştık? Evet, tabiat ana. Az ileride zırhına bürünmüş bir kirpi ben misali her ne kadar kuş cıvıltılarına kulak verse de etrafını kollayıp temkinli aheste adımlarla ilerliyor. En hafif bir tehlike anında bütün silahlarına mermileri sürecek. Ama o sadece savunmada kalacak. Başkaca da kimseciklerin tavuğuna kış dediği yok. Benim suçum mu? “Sevmek.” Yıllar süren birlikteliğim süresince sevilmediğim, dışlandığım, ötelendiğim evliliğimde, kazara beni anlayan birisine gönlümü kaptırmam, benim kabahatim. Kendimi onda bulmam. Var olan değerimin ortaya konulup bilinmesi. Başkaca da ömrüm yok ki. Hani bunu böyle ıskaladım, bir dahaki sefere Allah kerim diyemem. Elbette Allah kerim. Ama benim ömrüm hepi topu bir defaya mahsus. Miadı dolmaya görsün. Sonrasında “sen sağ ben selamet.” O nedenle şu üç günlük olduğu söylenegelen dünyada, müsaade buyursunlar, ben de sevgiden payıma düşeni alayım. O bal damlalarını yüreğime akıtayım.
Güneş ağaçların zümrüt yaprakları arasından zorlu damıtımının ardından göz kamaştıran rengarenk hüzmelerini yeryüzüne salıyor. Arılar ve karıncalar birbirleri ile yarışırcasına hummalı bir çalışmanın içindeler. Sarı ve beyaz renklerin hâkim olduğu kanatlını çırpan bir kelebek korkusuzca açık penceremin camına kondu. Uzun uzun dolandı. Bir ara düşecek gibi oldu. Yüreğim ağzıma geldi. Oysa kantları olduğu için düşmesi imkânsızdı. Kim bilir kaç günlük ömrü vardı? Mutlu muydu? Acaba çoluk çocuğu var mıydı?  Merakla seyre daldım.
Aklım bir taraftan da kirpideydi. Ne çabuk da görünmez olmuştu. Eğildim baktım. Emniyetteydi hazretleri. Hatta yanında da var birileri. Güle oynaya, sarmaş-dolaş oynaşıyorlar. Mutluydu yoldaş. Ben de onun adına mutlu oluverdim.
Kızım ve de oğlum; çok özledim sizleri. Yalvar yakar oldum. Elinizi eteğinizi öper oldum. Yapmayın etmeyin. Bitsin bu aforoz. Son bulsun özlemim hasretim. Bendeki de yürek. Daha ne kadar dayanırım ki? Demez mi, memleketlim güzel şair: “Yürek değil çarıkmış bu manda gönünden, teper paralanmaz taşlı yolları.” Yemin billah, dokunun bak “vallahi he mi de billahi”  bendeki de yürek. Manda gönünden çarık değil elbet. Siz dokunmaya görün. Ne kadar da ağlamaklı bu yürek. Çok gitmez, kırar belimi bendeki bu kahreden ağır gam yükü.
Tek geldi, kol kola çift gitti kirpi. Bakakaldım artlarından. Kırk bir buçuk kez maşallah eyledim arkalarından. Tanrı kem gözlerden korusun. Mutluluğun daim olsun kirpi yoldaş.
Güneş karşı tepeliğin ardına çekilmeye başladı. Dört bir yanı kızıllıktır aldı. Yeşil yapraklar, çimenler dallar, turuncunun da arasında olduğu çiçekler ve bütün bitkiler başka bir görünüme dönüştü. Birkaç aya kalmaz dünyanın en kararız ressamı tabiat bütün yaprakların, dalların ve nebatın yeşilliğinden vaz geçer. Güzelce bol berrak bir suda fırçasını yıkar. Bu kez paletine sarı, vişneçürüğü, kahverengi ve birkaç tane soluk rengi de yanına katar. Bahar bitti der, sezonu kapatır, paletindeki bakır tonlu renklere boyar ol bitkileri.
Kirpi sevdiceği ile evine vardı. Şimdilerde çoktan kurmuştur Halil İbrahim sofrasını. Loş mum ışığı ve fonda caz müziği. Ben yek başıma kalakaldım buralarda. Serzeniş değil benimkisi. Gitmek taraftarı da değilim. Ama yorgunum. Usum da alabildiğine karmakarışık.
Haber saldım Edip ile Deniz’e. Umut bu, belki kırarlar kör şeytanın topal bacağını. Dinlerler derim son bir defa yüreklerini. Çıkagelirler bende kaybolmuş olan babaları bana. Acep toplasam mı kır evimde öte ve beriyi? Sarılırlar mı yıllar yılı babalarının bükük boynuna? Salarlar mı, evlat kokusunu ciğerlerimden içeri? Gamımı size de yük eyledim. Sığınacak kimim var ki? Sağ olun, var olun. Dert görmeyin. Kanımca, elleri kulaklarındadır oğul ile kızımın. Toparlayıp ak pak edeyim derme çatma kır evini! Bilmem severler mi, onlar da caz türünden bir müzik? Uzaklardan kulağıma melodiler geliyor. Pek bi imreniverdim kirpiye!

Amsterdam, 8 Kasım 2018

2 Kasım 2018 Cuma

İPEK MENDİL






   İPEK MENDİL

"Aramıza girmiş dağlar, denizler
Gelemem diyorum öf öf, sen gel diyorsun
Kar yağmış yollara, örtülmüş izler
Bulamam diyorum öf öf...
Sen bul diyorsun

Sanma bu sevgimiz sence yaygara
Ne dertler bıraktın öf öf, hep sıra sıra
Sen yoksun ya böyle ıssız Ankara
Sensiz Ankara
Duramam diyorum öf öf...
Sen dur diyorsun."   Ali Kızıltuğ


Çetin koşulları ile insanlığı tir tir titretip üşüten, hasta ve perişan eden soğuk zemheri ayı Bektaşlı Köyünde de evlerin kapı, pencere, delik ve eşiklerini olabildiğince sıkı sıkıya kapattırdı. Hafta boyu lapa lapa uçuşan beyaz kelebekler halinde yağan kar, İç Anadolu’ya gönlünce yayılan bozkırın dört bir yanını kocaman adamların boyu kadar kapladı. Bembeyaz bir boşluk oluştu.
Nuh Peygamber’den de evveli akmaya devam eden ve zemheride de beyazlara bürünmeyi kabullenmeden, Maviliğinden de ödün vermeyen Kızılırmak’ın boyu sıralanan Heciban aşiretinin köyleri, devasa beyaz bir çarşafın altında kayboldular. Taş duvarlı evlerin oyukları kar ile kapandı. Sisli soba bacaları görünmez oldu. Damların üstünü yığınla bir beyazlık kapladı. Bu yüke dayanamayan bazı damlar çöktü. İnsanlar el birliği yapıp, yün eldivenlerin geçirildiği ellerini buharlı hohlamalarla ovmalarının ardından, yıkılan damlarını yeniden onardılar. Komşuları ile evler arasındaki kar kütlelerini kargaların meraklı bön bakışları altında küreklerle küreyip, savaş siperleri benzeri üstü açık, gri gökyüzünün görümünü kapatmayan tüneller kazdılar. Bu oyuklar aracılığı ile iletişimlerini sürdürdüler. Bu geçitlerden gidip gelerek, kimi zaman ödünç üç yumurta, iki kuru soğan, altı yufka ekmek veya karları atmak için kürek istediler.
Günlerdir devam edegelen ayaz kuru ve dondurucuydu. Çıkan kar tipisinin ardından Kesikköprü’den Hirfanlı’ya kadar bozkıra serpişmiş olan bütün köylerin yolları tamamen kapandı. Onlarca köy bir anda ölü sessizliğine büründü. Dünya ile çok da içli dışlı olmadığı bilinen iletişimleri de tamamen ortadan kalktı. Tam anlamı ile “Adana’ya kar yağdı. Kar altında Kürt kaldı.”
Pamuk şekerlerini andıran bulutlar arasındaki uçuşları esnasında, heybetli gagalarını yere paralel gelecek konumda tutan leyleklerin, turnaların ve diğer göçmen kuşlarının uzun soluklu kanat çırpmaları ile daha sıcak ülkelere doğru uzaklaşmalarının üzerinden aylar geçti. Sarı sıcakların ter döktüren hükümranlığını bir kez daha sürdürdüğü, bütün canlıların kemiklerini ısıtan yaz ayları büyüleyici muhteşemliği ile bir kez daha geride kaldı. Köylerde bir kez daha verimli hasatlar kaldırıldı. Harmanlar savruldu. Nişanlı genç kız ve erkeklerin dört gözle bekledikleri gün bu yaz aylarında gelip boy gösterdi ve onlar da mutluluğa adım attılar. Gelinen bu zemheri ayında; pek çok yeni evli gelin karınları burunlarında evlerinin içinde bin bir naz ile dolanırlarken oturdukları pencere kenarında yayılan uçsuz bucaksız beyazlığı dalgın bakışlarla seyre daldılar.
Bektaşlı Köyünden İsmo da böylesine güzel geçen baharla birlikte deliler gibi sevdiği Esme ile nihayet nişanlandı. Muradına erdi. Sevincinden kalbine dur durak olamadı. Yüreği göğüs kafesinin altından bir kuş misali çırpınıyor, uçup gitmek ve adeta onu bir başına bırakmak istiyordu. Çok mutluydu. İnanılmaz bir hızla çarpan yumruğu büyüklüğündeki yüreğine ne denli büyük bir sevdayı sığdırdığına kendisi de şaşa kalıyordu. Öyle ki kimi zaman kendisinin bulutlarda gezindiğini de hissettiği oluyordu. Ona olan sevgisi; bir annenin evladını bağrına basması, bir babanın çocuğunun saçlarını şefkatle okşaması, serçenin yavrularının ağzına yiyecek vermesi, ayçiçeklerinin sarı başlarını usulca güneşe dönmeleri, kelebek misali usulca yârin yanağına konan bir buse, martının özgürce dünyayı çevreleyen mavi çarşafta süzülmesi, mahkûmun korku, kan ve ter içinde kazdığı tünelin sonunda aydınlığı görmesi, itfaiye erinin küçük bir çocuğu yangından son anda kurtarmasının yaşattığı sevinç veya tutturulan piyangoda atılan çığlık gibi bir duyguydu.
Nişanlısını görmeyeli hayli zaman oldu. Esme her haliyle sürekli çakır gözlerinin önünde gidip geliyordu. Onu ne çok göresi gelmişti. Bir an evvel gidip görmeliydi. Çetin geçen hava koşullarını usuna dahi getirmedi. Kendi köyü ile Esme’nin oturduğu Hirfanlı ile arasında en fazla on beş kilometrelik bir mesafe vardı. Üstünü iyi giyinir, kar botlarını da kalın yün çoraplarla ayaklarına geçirirse iki metre boyunda kar da olsa, bana mısın demezdi. Çok geçmez üç dört saat içinde soluğu sevdiğinin yanında alır ve saatler boyu onun ela gözlerinin içlerinde dururdu.
Yola çıkmak üzere tez elden hazırlıklara başladı. Esme için aldığı mavi kır çiçekleri ile bezeli ipek eşarbı avucunda ovuşturdu ve sonrasında uzun uzun kokladı. Büyük bir özenle katlayıp paltosunun iç cebine yerleştirdi. Hediyesini unutmaması lazımdı. Yoksa nişanlısının o güzelim yüzüne nasıl bakar ve onun ela gözlerinin içini nasıl güldürebilirdi. Kar ayakkabıları 'lekanları' yokladı. Bunlar sayesinde ne denli çok olursa olsun kara batmayacaktı. Akşam yemeğinden sonra kimselere görünmeden yola çıkmak niyetindeydi. Görünen o ki; Esme’sine giden çetin yol, ne yazık ki bu sert kış koşullarında kestirmeden değildi.
Acele ile yediği akşam yemeğinin hemen ardından, anne-baba ve kardeşlerine gözükmeksizin eşyalarının bulunduğu tandır damının kapısını sessizce araladı. Her şey tamamdı. Sıkıca giyindi. Lekanlarını köyün çıkışında botlarının altına tutturacaktı.
Yolu uzun ve oldukça zorluydu. Tipi, ayaz veya adam boyu kar umurunda değildi. Esme’ye geleceği günü çok önceden haber salmıştı. O da dört gözle İsmo’nun gelmesini bekliyordu. Esme aslında bu kar kıyamette gelmesinden korkuyordu, ama ona gelmemesi için haber salamadı. Kafasına koyduysa o her koşulda istediğini yapardı. Kendisine koşa koşa gelirdi. Bu yiğit adamı çok seviyor, ürkek bir kuş misali titreyen yüreği onun için atıyordu.
Karlara bata çıka güçlükle yol aldı. Kuyular Köyünü kulaklarında köpek havlamaları ile henüz ardında bırakmıştı ki, kurtlar tarafından yenilen savunmasız zavallı bir eşeğin karların beyazında etrafa serpilen kanları ve geriye kalan iskeleti gözlerine ilişti. Büyük bir ürperti duydu. Garip bir korkuya kapılmaktan kendisini alamadı. Burkulan yüreği ile yoluna yeniden koyuldu. Hirfanlı Köyüne ulaşmasına daha çok yol vardı. Hafif sakallı yüzü kah terliyor kah buza kesiyordu. Yorgunluktan ve soğuktan bitap düşmüştü ki, en nihayetinde Esme’sine kavuşmaya iki yüz metre kadar bir mesafe kaldı. Ay ışığı yerde ve evlerin damına yayılan her kar tanesini adeta birer pırlantaya dönüştürüyordu. Gözleri kamaştı. Kalan son adımlarında yığılıp kalmamak için canını dişine taktı.
Etrafta kimseler yoktu. Esme’nin penceresinden sıcak loş bir ışık süzülüyordu. Evin köpeği Paşa onu kapıda karşıladı. Bir iki kez havlamanın ardından, İsmo’nun yerde buz tutan karların üzerine attığı ekmeği görünce sus pus oldu. İsmo yavaşça loş ışıklı pencereye yöneldi. Donmak üzere olan parmakları ile buğulu camı hafiften tıklattı. Sesi duyan Esme’nin yüreği bir anda yerinden çıkacak gibi oldu. Çabukça camdan nişanlısı İsmo’yu içeri aldı. Bütün yaşamları boyunca böylece birbirlerinden kopmadan sarılıp kalacaklarmışçasına bir duyguya kapıldılar. Esme nişanlısının ne çok üşüdüğünü, donmak üzere olduğunu fark edip yün bir battaniye ile İsmo’yu güzelce sarıp sarmaladı. Ellerindeki yün eldivenleri çıkardı. Donmalarına ramak kalan, hasret kaldığı İsmo’nun ellerini kondurduğu onlarca öpücük ile ısıttı. Tekrar birbirlerine sımsıkı sarıldılar.
Esme’nin babası Mılo’yu uyku tutmadı. Duyduğu baş ağrısı da gittikçe artıyordu. Ne yapacağını şaşırıp kararsızlıkla etrafına bakınırken, karısı Fato’nun çoktan uyuya kaldığını gördü. Bir iki seslense de, o oralı olmadı. Horlamaya devam etti. Mılo uzandığı yataktan usulca kalkıp mutfağa yöneldi. Bu sırada kulağına sesler geldi. Gülüşme seslerinin Esme’nin odasından geldiğini görünce yolunu değiştirdi. Kapıyı hızla açtı. İsmo ile kızı Esme sarmaş dolaştı. Gözlerine inanamadı. Baş ağrısından eser kalmadı. Gece yarısı bin bir küpe bindi. Evin altını üstüne getirdi. O hiddetle sopasını aranadururken, İsmo girdiği pencereden tekrar atlayıp soluğu hızla kaçmakta buldu. Ne yazık ki, eldivenlerini ve atkısını, acele ile sıvışırken Esme’nin yanında bırakmıştı. Son anda akıl edip lekanlarını almayı unutmamıştı. Geldiği onca yolu nasıl dönecekti? Yorgunluktan ve uykusuzluktan ölüyordu. Daha kemikleri dahi ısınmamıştı ki, kayınbabasının gelmesi ile neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Koşa koşa Hirfanlı Köyünün dışına ulaştı. Az ileride kuytuluk bir yerde bir kaya oyuğu gözlerine ilişti. Biraz dinlenmek üzere o yöne doğru yorgun adımlarla yöneldi.
Kayalığın oyuğunda soğuk rüzgârın esintisi çok hissedilmese de, burada da uzun süre hareketsiz kalınmazdı. Donduran bir soğuk vardı. Oturduğu yerde Esme ile birbirlerine sarılmaları gözlerinin önünden art arda film kareleri halinde geçti. Ne kadar da güzeldi. Ela gözleri ile kendisine baygın ve büyük bir hayranlıkla nasıl da bakıyordu. Eldivensiz ellerinde sevdiğinin öpücüklerini aradı. İçini tatlı bir ürperti aldı. Esme’sine eşarbını dahi vermeye fırsat bulamamıştı. Paltosunun cebinden ipek eşarbı çıkardı, sakallarında gezdirip, kokladı. Bu büyüye kendisini öylesine kaptırmıştı ki, çok geçmeden göz kapaklarının altına çöken tatlı ağırlığa direnmeden teslim oldu. Olduğu yerde uyuya kaldı.
Gün her zaman olduğu gibi bütün renkleri ile ışıdı. Güneş ışınları bir prizmadan geçer gibi renklere ayrılıyordu. Kuyular Köyünden Hınto sabah ezanı ile birlikte uyanmış, Hirfanlı Köyüne doğru karlara bata çıka yol alıyordu. Kayalıkların dibinde bir karaltı görür gibi oldu. Merakla oraya doğru koşturdu. İsmo’nun boylu boyunca uzandığını görünce, heyecanla baktı. Onu tanımakta gecikmedi. Bu delikanlının bu saatte, bu halde ne işi vardı buralarda? Hınto bütün bedeninin buza dönüştüğünü fark edince, ne yapacağını şaşırdı. Dizlerine vurup feryat-figan eyledi. Yardım istedi, ama ortada kimseler görünmüyordu. İsmo’nun avucundaki ipek mendil rüzgâra kapılıp karın yüzeyine çıkan bir çalıya takılmıştı. Güneşin ışınları ince dokulu eşarptan geçip mavi kır çiçekleri ile beyaz kar üzerinde usta bir ressamın tablosunu oluşturuyordu.
Kara haber Esme'ye bir anda beynine indirilmiş binlerce şamar etkisi ile ulaştı. Yürekleri dağlayan matemle geçen altı ayın ardından, Esme ve İsmo’nun kardeşi Süleyman kıyılan hoca nikâhı ile dünya evine girdiler. Düğün benzeri herhangi bir kutlama yapılmadı. Bütün ömrü boyunca yüreğinde bir yumruk halini alan sıkıntıyı bir an için atamadı. Dünyası devrildi. Yaşadığı bir nevi gülün cehennemiydi.  Her an durmak nedir bilmeyen göz yaşlarını elinde her zaman sıkıca sakladığı ipek mendille kuruladı. Tek tesellisi sonradan kendisine ulaştırılan bu hatıraydı. Nişanlısının acele ile unuttuğu eldivenlerin ve atkısının kokusu bu hayatta nefes almaya devam etmesini sağladı. Bir yıl sonra dünyaya gelen oğlunun adını İsmo koydu.


Amsterdam, 2 Kasım 2018 

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...