1 Haziran 2013 Cumartesi

GÖKYÜZÜ





GÖKYÜZÜ

         Ulaşılması zor, sarp, meşe aǧaçları ile kaplı daǧların ardından, suların sevgiliye koşar gibi hızla aktıǧı derelerden ve bin bir çeşit albenili-kırılgan kır çiçeǧi ile bezeli yeşil ovalardan; yıllardır kulaǧına gelen asker, silah, bomba, helikopter ve savaş uçaklarının nahoş sesleri oldu. Sonrasında her ne olduysa, tam da olanca umudunu yitirip ve bu devran böyle devam edecek kaygısına kapılmışken, bu berbat gürültüler apansız dindi. Dört bir yan sessizliǧe büründü. Sökün eden bahar ile birlikte; onlarca yıl sonra ilk defa kuş, arı, cır cır böcekleri, kelebek kanatlarının çırpmaları ve kır çiçeklerinin narin goncalarının çatlama seslerini duyar oldu. Can almanın işareti olup, öd koparan, başat çirkin gürültüler, yerlerini doǧanın yaydıǧı düşük frekanslı, yıllardır duymadıǧı tatlı, ferahlatıcı, ruh okşayıcı, hayata daha baǧlayıcı, umutlandırıcı ve dinlendirici seslere bıraktılar.
         Duyduǧu silah, bomba, helikopter patırtısı ve kurşun hızıyla gökyüzünde daǧlara doǧru uçan savaş uçaklarının inlemeleri, yüreǧinin her defasında aǧzına gelmesine neden oluyordu. Bilinmeyen bir daǧın yamacında yine birilerinin hayatına, genç yaşında son verilecekti. Hem de karşılarındakinin kim olduǧunu, hayallerini, rüyalarını, yeni doǧan kızına aldıǧı bebeǧi cebinde taşıdıǧını, umutlarını dahi bilmeden, tanımadan. Oysa birbirlerinin tavuklarına da "kış" dememişlerdi. Ama onlar, ne yazık ki; birbirlerini öldürme ve yok etme misyonunu üstlenmişlerdi. Bu arada doǧa  hunharca bir talanla yerle bir ediliyor, dünyanın ciğerleri olan ormanlardan, savaş uçaklarından atılan bombalardan dolayı, geriye sadece ağaç külleri kalıyordu. Ve hiç kimse bu gidişata dur demiyordu. Naze Ana tüm bu olup bitenlerin ardından hüzünlenip, başını kederle yere eǧerken, yaralı yüreǧinden gelen göz yaşları, gözlerinden boncuk boncuk akıyorlardı.
         İki oǧlunu yıllarca önce, peşe peşe, yükseltileri süt beyazı karlarla kaplı, amansız daǧlara kaptırmıştı, Naze Ana. Daǧlar ciǧerlerini söküp koparırken, canından aldıǧı iki canı gerisin geri vermedi. Neler olup bittiǧine akıl erdiremeyen, bu altmışlı yaşlardaki, açık maviye çalan buǧulu gözlü, yuvarlak çehreli, kısa boylu küçük kadının, büyük yüreǧi iki yerinden kor şişlerle, derinden daǧlanmış gibiydi. Evlat acısı ile adeta her an boǧulur gibi oluyordu. Kim olursa olsun, gencecik insanların ölmesi, annelerin aǧlaması, yuvaların daǧılması ve bu acıları yaşayanların,  yalnızca yoksullar olması (ne gariptir ki), O’nu daha da hüzünlendiriyordu. Yoksul gençlerin anneleri olarak, ellerinden gelen bir şey yok gibiydi. Karşılarında duran karanlık güçler, zalimlikte rakip tanımıyor, her geçen gün daha çok kan akıtıyorlardı.          
          Oysa Naze Ana’ya göre, hangi kutsallık adına olursa olsun, kimsecikler ölmemeliydi. Hiç bir kavram, insan canından daha deǧerli deǧildi. Fakir insanların gencecik oǧuları ve kızları bir hiç uǧruna, kum taneleri gibi avuçlarından kayıp, gitmemeliydi. Onlarca yıldır devam edegelen bu vahşet, tez elden sonlandırılmalıydı.
         Ölen iki tarafın da cenaze törenlerine baktıǧında, sahne sürekli kırsal kesimden, eşarplı kadınlar, şapkalı erkekler, yoksullukları yüzlerinden okunan biçarelerdi. Acı çekip, dövünen ve kaybettikleri deǧerlerin ardından aǧıtlar yakanlar arasında en küçük bir farklılık yoktu. Aynı manzara, hiç bir ayrıcalık göstermeksizin, onlarca yıldır devam ediyor, katledilen fakirlerin sayısı her geçen gün daha da artış göstererek on binleri buluyordu. Şiddet devam ettikçe de, kandan beslenenler, kene misali emdikçe kanlanırken, yaşamlarının hiç bir bedeli olmayan, bu iǧrenç oyunun kurbanı olan yoksul çocukları art arda ölmeye devam edeceklerdi.
         Son zamanlarda söylenildiǧine göre, insan yüreǧine hafiften su serpen belli adımlar atılıyordu. Olumlu gelişmelerden dolayı, köylüleri son zamanlarda haberleri daha bir can kulaǧı ile dinler olmuştu. Çok şükür, son zamanlarda  ölüm haberleri gelmiyordu. Barış adına, insanlık adına bazı girişimler söz konusuydu.Türkçesi iyi olmasa da, haberleri yine torunu ile izlemeyi yeǧledi. Dört yıl önce kocası Ali kalp krizinden ölmeseydi, O’nunla birlikte izleyecekti. Aslında Ali’ye biraz kırgındı. Kendisini bu daǧın başında, tam da birlikteliǧe daha çök ihtiyaç duyduǧu bir zamanda, hiç sorup sual etmeden çekip, gitmiş, kendisini elleri böğründe bırakmış, gözleri ise hep gökyüzüne dönük kalakalmıştı. Acelesi neydi? Oysa kavilleri böyle deǧildi. Anca beraber, kanca beraber deǧil miydi? Göz yaşlarını kendisi mi silecekti? Görmediǧi iyi günleri neyse de, hepten acı olan günlerinde bir başına mı kalacaktı. Ali yanı başında olmayacak mıydı. Başını O’nun goǧsüne gömerek teselli bulmayacak mıydı. Ali’den yana yüreǧi kırık ve buruktu.
         Oǧlu Misto’ya seslenmeden önce ortalarda kuyruǧunu sallayıp duran, evin köpeǧine baktı. İçinden Zoro’ya acıdı. Kuyruǧunu mütemadiyen sallamasından belliydi, hayvancaǧız aç olmalıydı. Gelini, üç torununun annesi Hediye’ye avazı çıktıǧı kadar baǧırdı.
         “Hediye.... Kızım, Zoro  aç herhalde. Geçmişlerinin hayrına bi doyuruver hayvancaǧızı. Hadi çabuk ol kızım.” Hediye, sadece evlerinde deǧil, bütün köyde de büyük saygı gören ve belli bir otorite olan Naze Ana’nın bu direktifini yerine getirmek için, cılız bedenini hızla harekete geçirip, tandır damına yöneldi. Naze Ana sonrasında samanlıǧın duvarına sırtını yaslayıp, güneşlenen, kırk yaşında olmasına raǧmen, hala saygı mahiyetinde, kendisinden gizli keyifle sigarasını tüttürüp, ne düşündüǧünü belli etmeyen, daǧlarin kendisinden alamadıǧı burma bıyıklı oǧlu Misto’ya seslendi.
         “Misto, hele Helin’i çaǧır gelsin. Haberler başlıyor. Haberleri izlemek istiyorum,“ Helin Mustafa’nın kızıydı, kürtçede kuş yuvası anlamına geliyordu. Bu yuva yeteri kadar daǧılmıştı ve daha fazla talan edilmemeliydi. Anaların yaptıkları “helinleri” korumak için, kanatlarını bu güzelliǧin üzerine germeleri gerekiyordu. Türk , Kürt, Laz veya Çerkez demeden barış için el ele verip, bu gayri insani gidişata dur demeleri gerekiyordu.
         Helin’in babaannesinin gözlerine benzeyen gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Kasabada lise son sınıfta okuyor ve üniversiteye gidip, avukat olmak en büyük hayaliydi. Böylelikle çaresiz bırakılanların savunucusu, kolu-kanadı olacaǧını düşünüyordu. Naze Ana, haberleri Helin ile birlikte izlemeyi çok seviyordu. Çünkü Helin izledikleri her haberin ardından, kendi yorumunu da katarak, babaannesine aktarıyordu. Torunun beyaz, kadife gibi ellerini, yer yer çatlamış, nasırlı avuçlarının içine alıp, O’nun yorumunu ve açıklamasını göz göze gelerek bekliyordu. Torunu ile haberleri izlerken, yüreǧi O’nun yüreǧine çarpar gibi oluyordu. Helin'in son zamanlarda verdiǧi haberler ise, birer müjde gibiydi.
         “Babaanneciǧim, sen o güzelim gönlünü ferah tut. Bugün de sevinebiliriz, ölen kimse olmadı. Kimselerin ocaǧına, şükürler olsun, ateş düşmedi. Barış görüşmeleri sorunsuz devam ediyor. Herhangi bir komplo olmazsa ve her şey yolunda giderse, herkesin yüzüne dünyanın en güzel-geniş gülümsemesi gelip, yerleşecek. Daha önemlisi de, bundan sonra analar aǧlamayacak.” Helin barışla ilgili her haberin ardından, maviş gözlerini mutlulukla kırpıştırıp, muştular gibi yorumlarını ballandırarak gelişmelere katıp, babaannesine olup biteni, bütün maharetlerini sergileyerek, bir çırpıda anlatıyordu.
         “İnşallah benim güzel kızım, inşallah.” deyip, torununun örgülü saçlarını okşayan Naze Ana, ellerini gökyüzüne kaldırıp, uzun uzun bildiǧi bütün duaları peş peşe mırıldandı. Her şey iyi olacak ve sonunda kazanan elbette insanlık olacaktı. Bu coǧrafyada da, nihayet barış olanca maǧrurluǧu ile hüküm sürecekti. İnsanlık dolu günler uzak deǧildi.
         Naze Ana torunun elinden tutup, dışarı çıktı. O’nun saçlarını okşamaya devam edip, pembe yanaǧına öpücükler kondurup, gönlünü aldı. Hava iyice kararmıştı. Köydeki evlerden cılız ışıklar saçılıyor, açlık sorunu olmayan köpekler koro halinde havlarken, cır cır böceklerinin çıkardığı tiz sesler kulakları tırmalıyordu. Akşam'ın siyahında; gökyüzü her zaman olduǧu gibi, erişilmeyecek uzaklıklarda ve biri diǧerinden daha parlak yıldızlarla dopdoluydu. Dünya; anaların bir damla gözyaşı dökmediǧi, muhteşem barış güzelliǧindeydi.

Amsterdam, 2 Haziran 2013




CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...