29 Eylül 2010 Çarşamba

TREN GİTME





TREN GİTME…

Gece boyu, hafiften kıllı kolunu sevgiyle boynuna doladığı karısı Sultan ile sırt üstü uzandığı yer yatağında, kestane rengi gözlerini kırpıştırarak açmaya çalıştığında; açık sarıya boyalı yatak odalarının loşluğundan, günün hala ışımadığını fark etti. Yün yorganın kenarından usulca tutup üstünden attı. Bu sırada karısı da uyandı ve sabah oldu mu diyen gözlerle kocasına baktı. Bu sabah; yine köyü Camili’de yeni bir güne merhaba diyen Seyfo için farklıydı. Göğüs kafesi yüreğine dar geliyordu. İçi kıpır kıpır ediyordu. Birazdan uzun yıllar sonra yeniden şehre gitmesi gerekiyordu. Yeleğinin cebinden köstekli Devlet Demir Yolları baba yadigarı gümüş saatini çıkarıp uzunca bir süre baktı. Saatin arka kapağındaki tren kabartmasını defalarca okşadı. Trenler hakkında çok şey duyuyordu ama hiç binmemişti. Kısmet olursa çok yakında binecekti. Okuma yazması olmamasına rağmen, saati biliyordu. Fazla zamanının olmadığını anımsadı, o nedenle de acele etmesi gerekiyordu.
İnce uzun bıyıklarını ve gür kaşlarını yer yer çatlamış nasırlı parmakları ile özenle düzeltti. Sekiz köşeli şapkasını öne doğru çekiştirerek kelleşmiş olana kafasına düşmeyecek şekilde iyice yerleştirdi. Daha sonra abdest alıp, sabah namazını acele ile kıldı. Karısından hatır isteyip, hemen yola düştü.
Sabahın köründe köyde hiçbir hareketlilik gözlenmiyordu. Karşı mahallede öten bir horozun zor duyulan cılız sesi ve gecenin bu saatinde yokuşu tırmanmaya çalışan Xello’yi Heci Qoppe’nin otuz beşlik Massey Ferguson traktörünün gürültüsü bu durağanlığı bozdu. Güneş henüz doğmadığından hava serinceydi. Hafiften üşüdüğünü hissettiğinden ellerini, ani bir refleksle pantolonunun ceplerine hızla itti, adımlarını sıklaştırdı. Beş dakika sonra Xelili Tinte’nin dükkanının yanındaydı. Köy mezarlığına geldiğinde evler artık geride kalmıştı. Mezarlığın yanında saygıyla toprağa diz çöküp, ellerini açarak ölülerin ruhuna fatiha okudu. Yolu uzundu. Çok geçmeden art arda sıralanmış olan Heciban Köyleri arasında yılan kıvrımları ile dolanıp, çevre il ve ilçelere yönelen yollara katılan; bol çakıllı şose yolda kendisini buldu. En son iki yıl önce Ankara’ya gitmiş ve bir daha da herhangi bir şehre yolu düşmemişti. Oysa şehir yaşamı olanaklar dahilinde, buralara kıyasla çok daha renkli ve de farklıydı. Belki bir gün, biraz daha çalıştıktan sonra ve çocukları biraz daha büyüyünce, o da şehre göç eder, orada dilediği bir yaşama kavuşurdu.
Neredeyse tüm hayatı kendi köyünde çobanlık yaptığı kırlarda bayırlarda geçiyordu. Hani öyle ha… demeyle de şehre gidilmiyordu. Bu kez yolculuğu Kırıkkale’ye idi. Bu şehre daha önce de bir kez gitmişti. İlk seferinde olduğu gibi, yaklaşık on kilometrelik yolu yürüyüp, maden ocağına gelip, oradan da Kırıkkale’ye demir madeni taşıyan kamyonlardan birine binip, gidecekti. Şose yola girer girmez şehre gideceğinden dolayı, yeni boyadığı kunduraları toza bulandı. Yolda bulunan irili ufaklı çakıl taşlarına basmak zorunda kalırken, kundurasının ince köselesini delecekmiş gibi gelen çakıllar ayağını acıtıyordu. Bundan rahatsızlık duysa da yapılacak bir şey yok gibiydi, bu yolu yürümek zorundaydı. Sabah kahvaltısını da doğru dürüst yapmamıştı. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra az ileride ki Küçük Camili Köyünü aşıp, maden yoluna yaklaştı. Maden ocağına ait kamyonlardan   birine (eğer ön tarafta yer varsa) binip, ver elini Kırıkkale diyecekti. Uzaklardan maden ocağı tarafında bir kamyonun yokuşu zorlanarak da olsa; tozu dumana katarak geldiğini gördü. Ne güzel bu fazla vakit kaybetmeyecek demekti. Hesabına göre kamyon yaklaşık on dakika sonra kendisine ulaşmış olurdu. Yolun kenarındaki rampada gözüne büyükçe bir taş kestirip, taşın sivri olan kısmını alta getirip, sivriliklerin kıçına batmasını bertaraf ettikten sonra, üstüne yayıldı. Eline aldığı küçük bir çöple ayaklarının arasında kalan toprağa daireler çizmeye çalışıyordu. Bu çizikler onu alıp çocukluğuna götürdü. Arkadaşları ile köyde keşfettikleri ıslakça bir yere çömelerek otururlar ve ellerindeki çubuklarla; tıpkı şimdilerde kendisi gibi birer yetişkin insan olan köylülerinin yaptığı gibi, olabildiğince büyük daireler, dikdörtgenler çizip, buraları kendi tarlaları olarak ilan ederlerdi. Elbette o zamanlar, onlar da kendi aralarında kavga ederlerdi. Ama bu hırlaşmalar oyun maksatlı olduğu için, çabukça unutulur ve arkadaşlıkları kaldığı yerden tüm ağız tatlarıyla yeniden devam ederdi. Oysa büyükler de öyle miydi? Tarla sınırlarını çizip, başkalarının hakkını elde etmeye çalışırlarken, çıkan kavgalar zaman zaman gayri insani boyutlara varır ve bu esnada birbirlerini dahi öldürebiliyorlardı. Tüm bunları derin derin düşünüp, köyünde ve çevrede yaşanan bu olumsuzluklardan dolayı kendi kendisine hayıflanırken, kamyonun kendisine iyice yaklaştığını gördü. Sağ elini gözlerine siper edip baktığında bunun kendi köyünden Hemo olduğunu fark etti. Hemo’yu çok severdi, doğrusu o da kendisine karşı saygıda kusur etmezdi. O halde yolculuk keyifli olacak demekti. Yörede kamyon şoförleri yoldan aldıkları yolculara kendi aralarında ‘ördek’ diyorlardı. Her ördek şoförler için ekstra bir cep harçlığı demekti. Hemo kamyonunun frenine tüm gücüyle basıp durdurdu. Araba yüklü olduğu için durmakta biraz zorlandıysa da on metre kadar sonra durdu. Seyfo kamyona yetişmek için koştu ve kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle, bir çırpıda Hemo’nun yanına oturup, aynı hızla selamlaştı. Hâl hatır derken, Kırıkkale’ye neden gittiğini ve oradan da bir günlüğüne Ankara’ya geçeceğini soluk soluğa anlattı. Hemo aniden telaşlanıp;
“Seyfo Amca Kırıkkale öyle çok büyük bir şehir değil ama sakın Ankara’da kaybolayım deme ha.”
“Yok Hemo ya o kadar da değil. Adresi bulamasam Müslümanın birisine sorarım. Sora sora Bağdat dahi bulunur demiyorlar mı? Biz de elbet buluruz.” “İyi Seyfo amca kendine dikkat et de.”
“Sen merak etme. Ama tek sorun bildiğin gibi Türkçeyi fazla bilmiyorum. Belki bu konuda zorlanabilirim.”
“Yok canımmm… Derdini anlatırsın o kadar da değil. Tek kelime Türkçe bilmeyenler dahi hiç zorlanmıyorlar. Sen haydi haydi yolunu bulursun.”
Yaklaşık iki saatlik bir yolculuğun sonunda Kırıkkale kırmızı kiremitli yüksek binaları ile yeşillikler eşliğinde gözükmeye başladı. Seyfo kalbinin daha hızlı atmaya başladığını hissetti. Gülümseyip, Hamo’ya baktı.
“Eee… Kırıkkale’ye geldik.” Hemo kamyonunun uzun vites koluna sarılıp, hızını biraz daha düşürmeye çalışırken;
“Evet Seyfo Amca geldik. Bugün Kırıkkale kazan sen kepçe bakalım ne yapacaksınız.”
“Hemo ne yapacağım biraz gezip, çocuklara elbise falan, evin ihtiyaçlarını karşılarım. Hemo istersen sen beni bu köşe başında indir”
“Tamam Seyfo Amca, buyur.”
Hemo’ya ördek parasını verip, hatır istedikten sonra kamyondan atlayarak indi. Sokağın her iki tarafında da farklı sanatçılardan müzik sesleri ve belediyenin anonsları yükselip birbirine karışıyordu. Bir tarafta Orhan Gencebay, diğer tarafta ise Ferdi Tayfur’un damar şarkıları havada buluşup, anlaşılmayan bir gürültüye dönüşüyordu.
“Buyurun efendim, size nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. Seyfo fruko gazozlarından birini gösterdi. Delikanlı hemen fruko şişesine sarılıp, kapağını yankılı bir gürültüyle ustaca açtı. Seyfo şişede yükselen kabarcıkları büyük bir hazla seyretmeye başlamıştı ki, gencin ikinci sorusu sökün etti.
“Başka arzunuz var mı efendim?”
Seyfo yine eliyle tezgâhın arkasında büyükçe bir kutuda bulunan kaymaklı bisküvileri gösterip, onlardan da biraz aldıktan sonra yoluna devam etti. Yolda kese kağıdına elini daldırıp, bir tane bisküviyi alıp, ağzına atarken; şarapçılar gibi fruko şişesini de kafasına dikiyordu.
Bahar güneşi ortalığı iyice ısıtmıştı. Susuzluğunu ve açlığını güzelce bastırdı. Çarşıya geldiğinde kafasında oluşturduğu ihtiyaç listesi ile teker teker mağazalara girip, elinde çantalarla çıkıyordu. Paralar yavaş yavaş suyunu çekiyordu, biriktirmek ve harcamak çok farklı kavramlardı. Yaklaşık iki yıl boyunca dağ tepe demeden gecesini gündüzüne katarak, çobanlık yapmıştı. Aldığı para ile çocuklarının karnını kıt kanaat doyurmaya çalışıyordu. Bunca zaman sonra bin bir güçlükle biriktirmeye çalıştığı parayla da ailesine biraz üst baş almanın zamanı gelmişti. Çünkü giyecek bir şeyleri kalmamış, üstleri başları adeta dökülüyordu. Kim bilir on yaşındaki, siyah bukleli saçlı kızı Bese; uzandığında göz kapakları açılıp kapanan bebeğini gördüğü zaman ne kadar çok sevinecekti. Bebeğinin saçlarını her gün tarayıp, akşamları onunla yatağa gideceğinden emindi. Dokuz yaşındaki alabulus traşlı elma yanaklı oğlu Baran’a da kocaman kırmızı bir traktör almıştı. Baran da alt dudağını titretip tükürükler saçıp, motor sesi çıkararak oynayacaktı. Elbette aynı şekilde karısı Sultan da bu güzelim allı güllü göz kamaştıran fistanlarını giyecek ve Seyfo’sunun karşında salınacak, Seyfo da ona hayranlıkla bakıp; sevinecek, gururlanacak, mutlu olacaktı. Aldığı her hediye Seyfo’nu gözlerinin önünde tatlı bir hayal oluşturuyordu. Derken alışveriş tamamdı. Unuttuğu bir şey yoktu. Bütün çantaları bir araya getirip, sora sora Ankara’ ya gitmek için tren istasyonunun yoluna koyuldu. Elinde onca çantayla Allah’tan istasyon o kadar da uzakta değildi. Büyükçe olan ve hemen arkasında dumanların yükseldiği istasyon binasından içeri daldı ve bilet almak amacıyla insanların sıraya girdiğini görünce, o da sıraya katıldı. Önünde yer alan yolcuların nasıl bilet aldıklarına kulak misafiri olup, bilet almaya hazırlandı. Bu o kadar da zor değildi. İnsanlar sadece gidecekleri şehrin adını söylüyorlardı. Ankara deyip, biletini aldı. Kendisinden bir önceki iri kıyım ince bıyıklı bir adam da Ankara’ ya gidiyordu. Gözleri ile daha uzaklaşmamış olan adamı yakın takibe alıp onun gittiği yöne doğru gitti. Adam hazır bekleyen ve beş dakika sonra kalkmak üzere olan, tepesinden yığınlar halinde dumanlar çıkaran trene bindi. Ardından Seyfo da kendisinden çok emin adımlarla çantalarını özenle kaldırarak trene bindi. Bir kompartımana geçti ve o da çantalarını alıp, tek tek başının üst tarafında bulunan bölmeye yerleştirdi. Acı acı öten düdük seslerinin ardından tren büyük bir gürültü ile yavaş yavaş hareket etti. Tren istasyonda el sallayan insanları, istasyon binasını ve sonra güzel bulduğu Kırıkkale şehrini ardında bırakarak Ankara’ya doğru ilerledi. Açık olan camlardan trenden çıkan simsiyah dumanlar içeri doluşuyordu. Ortalığı bir sis kokusu almıştı. Ellerinin ve yüzünün bu kurum halindeki sisten kirlenip, siyahlaştığını gördü. Cebinden çıkardığı mendiliyle yüzünü sildiyse de pek   payda etmeyeceğe benziyordu. Aniden camlardan yol kenarında bulunan evlerin ağaçların, insanların ve hatta gökyüzünün dahi kaybolduğunu görünce telaşa kapıldı. Uzun ve karanlık bir yerden geçmeye başlamışlardı. Çok geçmeden bunun bir tünel olduğunu anlamakta zorlanmadı. Tünelin sonunun geleceği olmadığı gibi çıkan dumanlar şimdi daha yoğun bir şekilde içeri doluşuyordu. Kendisini göremiyordu ama karşısında oturanların yüzlerinin simsiyah olduğunu fark etti. Kim bilir kendisi nasıl olmuştu. Hay Allah ne diye elin aklına uyup, bu lanet olası trene binmişti. Tren uzunca bir zaman daha yola devam ettikten sonra nihayet Ankara’ya yaklaşmıştı. Binlerce yüksek binanın arasından dumanlar eşliğinde Ankara Garı’na ulaşmışlardı. Uzunca öten bir klaksondan sonra peronlardan birine yanaşan trenden yolcular; garda bulunanların şaşkın bakışlarını hissederek indiler. Seyfo da üstünü başını çırpa çırpa indi. Bir an evvel tren istasyonundan çıkıp, Balgat Mahallesinde oturan amcasının evine gitmek istiyordu. Gider gitmez duş alacak ve ilk yüz yılda hiçbir trene binmeyecekti. Kararı kesindi, bu hayatında bindiği ilk ve son trendi. Lanet olsundu; bu insanı zenciye dönüştüren demir yığınına. Ankara’da bir gün kalıp, akrabalarını gördükten sonra tekrar köyüne gidecekti. Epeyce yürümüştü ki, birden ellerinin boş olduğunu fark etti. Eyvah deyip, telaşla kan ter içinde nefes nefese koşarak tren garına tekrar geldi. Tam perona adımını atmak üzereyken, tren hareket etti. Tüm aksilikler gelip, kendisini buluyordu. Hay aksilik nasıl oldu da eşyasını unutmuştu. Çocuklarına, karısına ne diyecekti şimdi. Hangi yüzle onlara bakacaktı. İki yıllık emeği bir çırpıda yok olmuştu. Onları kırk yılda bir olsa da sevindiremeyecek miydi? Bese’nin, Baran’ın ve karısının yüzünde oluşacak olan o mutluluğu göremeyecek miydi? Hevesi kursağında kalmış, yıllar sonra tekrar şehre gelmiş olmanın tadı aniden kaçmıştı. Seyfo ciğerlerinde toplamaya çalıştığı son nefesini de kullanıp, biçare bir şekilde trene doğru koşarken, gözünde canlandırdığı demir yığını; hiç eksik olmayan kara dumanını da beraberinde alıp, bir hayli yol almıştı. Ankara Garı’nın yüksek kubbelerinde Seyfo’nun insan yüreğini dağlayan hüzünlü sesi yankılanıyordu. Garda bulunan yüzlerce kadın ve erkek Seyfo’nun feryadını anlayamıyordu.
“Treeeen gitme… tıştım (eşyam) kaldıııı… Treeeen gitmeeee… tıştım kaldı. Tren gitmeeee…”




Amsterdam, 25 Haziran 2010
















9 Eylül 2010 Perşembe

Bi Dolu Güneş

Bi Dolu Güneş

Burnumda çiçeğim,
Ceplerimde bi dolu güneşimle, 
Hüzün içinde geldim.
Velhasılı;
Soldu çiçeğim,
"Eridi yağım,
Tükendi fitilim".
Ve şimdi, 
Uzak olan bu diyarda;
Ceplerimde bi dolu yağmur.
Aman Tanrım!
Ne çok ıslandım,
Ne çok ıslandım.

Amsterdam, 26 Aralık 2003





8 Eylül 2010 Çarşamba

YİTİK DEĞERLER

YİTİK DEĞERLER

Bilindiği gibi Dünyada ve hayatımızda gelişmiş ülkeler oldukça büyük bir öneme sahiptirler. Bu ülkeler onlarca yıl önce yaşamış oldukları sanayi devrimlerinin akabinde, gün be gün artan yeni teknolojik gelişmelerini insanlığın hizmetine kâr amacıyla sunarken, haliyle keselerini de tıka basa dolduruyorlar. Teknoloji insanlığa pek çok kolaylığı ve refahı getirirken, elbette pek çok değeri de beraberinde bu getirilerine karşılık olarak alıp götürüyor ve hayatımızı da allak bullak etmekten geri kalmıyor. En acı olanı da; teknolojinin çocuklarımızı doğadan, temiz havadan, dünyadan kopartıp dört duvar arasına kapatması, gözlerini bir ekranı sürekli izlemeye mahkum ederek onları birer robot haline getirmesidir.
Kızılderili Reisi Dwan 1885’te ABD başkanına yazdığı bir mektupta, teknolojinin getireceği bu tehlikelerin önseziyle bu mektuptan yapacağımız alıntıda insanlığa şu mesajı verir:
“Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kurduğu kentlerde bir çiçeğin taç yapraklarını açarken çıkardığı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz. Belki vahşi olduğum için anlamıyorum,...... insan bir su birikintisinin çevresinde toplanmış kurbağaların, ağaçlardaki kuşların ve doğanın seslerini duymadıkça, yaşamanın ne anlamı ne değeri olur¬?”
Günümüz dünyasında Reis Dwan’in işaret etmiş olduğu bu ve buna benzer değerlerden hiç birine yer kalmamıştır. İnsanlık dizginsiz bir şekilde teknolojiyi de adeta araç bilerek, kendi egolarının esaretinde, hırsları uğruna doğanın köküne kibrit suyu çeker hale gelmiştir.
Benim yaşantımın ancak dörtte biri reis Dwan’ın tasvirine tam yakın olmasa da, yine de el değmemişliğin, teknolojinin bu denli henüz gelişmediği doğduğum köy olan Ankara ilinin Bala ilçesine bağlı Büyük Camili Köyü’nde geçti. O sıralar teknolojinin epeyce uzağında, var olan doğamızla kucak kucağaydık. Sabahları erkenden kalkar, gece geç saatlere kadar bugün her biri birer kelaynak kuşu olan bin bir oyunu oynar, sıkılmak nedir bilmezdik. Diğer bölgelerle karşılaştırma olanağım olmadı, belki de oynadığımız bu oyunların pek çoğu sadece bizim yöreye aitti.
Oyunlar hep kendi yaratıcılığımızla ortaya koyduğumuz, tamamen tabiattan gelen materyallerle oynanırdı. Anne ve babalarımızın bütçelerine ihtiyacımız yoktu, onları hiç bir maddi külfete sokmazdık. Oyunlarımızın çoğu İç Anadolu Bölgesinde bulunan Kürt çocuklarının fantezilerini kullanarak, yaratıkları oyunlardı.
Türçe’de çelik çomak olarak adlandırılan bir oyun vardı ki, bunun bizde iki versiyonu vardı. Bunlar “bodrık” ve “kit” oyunlarıydı. Kit oyununda Osmani Mille dediğim arkadaş oldukça ustaydı. Bu oyun için yere büyükçe bir daire çizilir, dairenin içine oyunculardan biri girer, uzunca bir sopa ve kısa kesilmiş bir çubuk parçası ele alınarak, sopa yordamı ile bu küçük çubuk parçasına hızla dairenin dışında bulunan diğer oyunculara doğru atılırdı. Daire dışındaki oyuncular, yani sırasıyla bizler bozuk Türkçemizle, daire içindeki oyuncu çubuğa vurmadan önce, şu an anlamını pek kestiremediğim şu cümleyi olanca gücümüzle bağırırdık: “Üstüm başım kere çalı her yanıma değerse kabul.”
Bu cümle söylenmemişse havada uçarak gelen çubuk parçası daire dışındaki oyunculardan eli hariç başka bir tarafına değerse daire içindeki oyuncu yanmıyordu. Çubuğu eliyle kimse tutamamış veya herhangi bir yere değmemişse çubuğa en yakın oyuncu çubuk parçasını alıp, dairenin içine atmaya çalışır, bunu başarırsa daire içindeki oyuncu yanmış olurdu. Fakat daire içindeki oyuncu da uzun sopası ile atılan bu çubuk parçasına vurarak onun daire içine düşmesini engellerdi. Bu oyunu ben hep İngilizler ve uzun bir zaman sömürgesi halkalardan olan Hintliler ve Pakistanlılar tarafından çok oynanan hokey oyununa benzetiyorum. Kim bilir belki de İngilizler bu oyunu biz İç Anadolu’da ki Kürt çocuklarından çalarak biraz daha da geliştirerek kendi milli oyunları haline getirmişlerdir. Fakat bu oyunun orijini bizim bölgeye aittir.
İkinci olarak yine aynı sopa ve çubuk parçası ile oynanan oyun da “bodrık”oyunuydu. (Tabii tamamen bir bozkırdan oluşan köyümüzdeki ağaçlıklı tek yer olan rahmetli doğa hayranı Nuri Hemenin bağından çalınan ağaç dallarından, bu oyunun malzemeleri tedarik edilirdi.) Bodrık oyunu için ayrıca küçük bir kuyu ve ince uzun arkvari bir oyuntu yerde kazılırdı. Çubuk parçası bu arkın ucuna getirilerek uzun sopa parçasının yardımı ile arkın içine konulan sopa hızla ittirilir ve çubuk parçasının olabildiğince uzağa gitmesi sağlanırdı. Yine bu oyunda da “ üstüm başım kere çalı” teranesi atılır ve çubuk parçası elle tutulmaya çalışılırdı. Eğer karşı oyuncular bunda başarılı olamamışlarsa, bodrik kuyusunun arkasındaki oyuncu uzun sopasını kuyunun üstüne uzatır, karşı oyuncuların çubuk parçası ile yatırılan sopaya vurmaları istenirdi. Hatırladığım kadarıyla bu oyunda da ben oldukça ustaydım. Küçük çubuk sopaya değmemişse, kuyu arkasındaki oyuncu, çubuk parçasını alarak ayaklarını kuyunun üzerinde açarak ve çubuğu burun hizasına kadar getirerek, “Boooddırık” diye uzatmalı bir ses çıkararak çubuğu mümkün olduğu kadar kuyunun içine düşürmeye çalışır ve kuyuya düşen çubuğun havada kalan tarafına, sopa yardımı ile tekrar vurularak çubuk kuyudan uzaklaştırılır, oyun böyle devam ederdi. Galip gelen oyuncu kuyudan itibaren oyunun başında yapılan anlaşmaya mutabık kalarak, elli adım sayar ve ellinci adımda yenilenin sırtına binerek kuyuya kadar bir günün beyliği beylik deyip yenilenin sırtında o anlık hükümranlığının tadını çıkarırdı.
Üçüncü önemli bir oyun da “nelbir” oyunuydu. Bu oyunda ki malzeme de oldukça basit ve yine tabiat anadandı. Bu oyun için düz ince ve daire şeklinde bir taş ve yine küçük ama top gibi bir başka taş bulunur ve bunlarla oynanırdı. Yuvarlak küçük taş bir yere konur ve tüm oyuncular belirli bir çizginin arkasında durarak oyuna adını da veren nelbir adlı düz taşlarla, küçük yuvarlak taşa vurarak olduğu yerden uzaklaştırılmaya çalışılır ve bu mesafe ayakla sayılarak ölçülüp, puan toplanırdı. Oyunun sonunda yine kazanan oyuncu sırta binerek ödüllendirilirdi. Bu oyunun da günümüzde golf veya Fransızların “boule de joule” oyunu ile benzer yanları vardır.
Tüm bu oyunlar gündüzleri oynanır, yorgun düşen bedenlerimiz akşam yenilen “Şorbe keşke” veya İç Anadolu Kürtlerinin oldukça fakir olan yemek kültürlerinin tek yüz akı olan ve bölgede oldukça iyi pişirilen tereyağlı bulgur pilavı yenir gerekli enerji tekrar depolandıktan sonra akşam oyunlarına başlanırdı.
Kelaxlar tüm yıl boyunca biriktirilen hayvan gübresi evin arka tarafında bir yerde biriktirilir, bahara doğru bundan “kerme”veya “tepik”denilen ve şekillerine göre adlandırılan tezeklerdi. Görüldüğü gibi zengin bir dil olan Kürtçe, bu alanda da zenginliğini ortaya koyarak tezeği dahi aldığı şekle göre ayrı ayrı isimlendirmiştir. Bunlardan kerme kasnak denilen yuvarlak çemberlerin içine doldurulup bastırılarak şekil
verilir, kalıp olarak kullanılan kasnak çekilir ve böylece kışın yakılmak üzere bu bol kalorili kermenin üretimi yapılmış olurdu. Kerme içinde her ne kadar beceri gerekiyorsa da tepik yapmak, her ev kadınının harcı değildi. Tepik için “Kevani’nin”oldukça becerikli olması gerekli, çünkü tepik ustalık isteyen bir iştir. Kurutulmak üzere “gom” denilen hayvan barınaklarının duvarlarına yapıştırılan tepiklerin sergisi, o evin kadının ne denli maharetli olduğunun bir göstergesiydi. Tepike güzel bir form verilmişse, elbette o kevaniye sergiyi gözetleyenler tarafından tam puan verilirdi. Tepikin hazırlanması için kevaninin tepik karışımının oranını bir laborant titizliği ile iyi yapması gerekmektedir. Burada kullanılacak olan gübre, saman ve suyun oranının önemi ve kalitesi de çok büyük bir önem teşkil etmekteydi.
Oyunları bir tarafa bırakıp, tepik konusunu fazlaca uzattıksa da tepik olayı da geçiştirilecek kadar ehemmiyetsiz değildir, tepik deyip geçmemek gerekir. Çünkü kışın okula giden her öğrenci, sırasıyla bu tepik veya kermelerden birisini bir kolunun altına, bir kolunun altına da kitap ve defterlerini yerleştirerek okul yolunu tutar, sınıfa giren öğrencinin eline öğretmen kitap ve defterden önce kerme veya tepikin olup olmadığına bakardı. Öğrenci tepiki ile sınıfa girmeden önce sınıftaki gönüllü
ajanlardan kimlerin okul sonrasında kaç defa Kürtçe konuştuğu hakkında gerekli bilgiler rapor edilirken, ajanın kafası öğretmen tarafından okşanarak ödüllendirilirdi. Öğretmen tarafından tespit edilen ve Kürtçekonuştuğu bilgisi alınan öğrenci, eğer tepik te getirilmemişse bu küçücük bedenlerin avuç içlerine veya birleştirilen parmaklarının uçlarına “cetvel” denilen öğretmen coplarıyla, öğretmenin insafına ve tespit edilen cezaya göre vurularak, cetvelin iniş ve kalkışları ona göre belirlenirdi. Eğitimdeki yeri bu denli büyük öneme sahip olan tepik bu nedenle taktir edersiniz ki üç kelime ile geçiştirilemezdi.
Akşamları geç vakitlere kadar oynanan diğer bir oyunda ay taşı anlamına gelen “kevre hiwe”dir. Kevre hiwe için gerekli olan tek malzeme beyaz yuvarlak bir taş parçasıdır. Oyuncular damların bir tarafına geçer, taraflardan biri taşı hızla damın üzerinden diğer tarafa hızla atar ve rakip timden çocuklardan, damın arkasında karanlıkta yerde olan taşın belirlenen bir süre içinde bulunup, getirilmesi istenirdi. O sürede taşı bulup getiremeyen karşı taraf, belirli bir cezaya çarptırılırdı.
Genelde gündüzleri oynanan başka bir oyun da “bist” oyunuydu. Bist bu oyunun oynanması için kullanılan kazıkların adıydı ki, bu kazıklar yine rahmetli Nuri Heme’nin bağından aşırılan ağaç dallarından yapılır ve bunlar kalınlıklarına göre değerlendirilerek hepsine ayrı ayrı isimler verilirdi. En kalın biste “galton” , daha incesine “xılç” ve diğer kalanlara da bist adı verilirdi. Bist oynamaya giden çocuklar bütün galton, xılç ve bistlerini kollarının altına cephanelik gibi alır, mahalledeki çamurlu ıslak bir yerde bir araya gelerek, genelde sağ ayak biraz havaya kaldırılarak, sırayla herkes kazıklarından birini hızla yere ve  yan yana çakmaya çalışarak bir diğerinin kazığını düşürmek suretiyle ona sahip olur,
böylelikle var olan cephaneliğine yeni mühimmatlar katmış olurdu. Bu bir tür kumar oyunu sayılırdı. Köyde en güzel galton, xılç ve bistlere Nuru Heme’nin torunu olan Osmani Mille sahipti ki, çocukluğumda hep Nuri Heme’nin torunu olarak dünyaya gelmemişliğin burukluğunu yaşardım.
Gündüz veya akşam oynanabilen oyunlardan biri de beş taş ve kırk taş oyunlarıydı. Beş taş adından da anlaşılacağı gibi beş tane küçük misket benzeri taşla yere iyice bağdaş kurulup oturarak, taşlardan biri havaya fırlatılırken yerdeki taşlar sırası ile diğer taşlara değmeden bir, iki, üç derken on sayısına kadar çeşitli şekillerde oynanır, sonuçta elde edilen sayı kadar, yenilen kişi bir o kadar faresini rakibine yedirmiş olurdu. Her oyundan sonra da “çar, şeş, nehe mişke mine dewite danı” denilerek gerekli hatırlatma yapılırdı.
Kırk taş oyunu da buna benzer onlarca hatta yüzlerce taşla oynanırdı. Bu oyunda da yine taşlardan biri havaya kaldırılır, mümkün olduğu kadar yerden taş toplayarak rakip alt edilmeye çalışılırdı.
Bir diğer oyun da “kab” oyunuydu. Bu oyun bir tür zar atma oyunuydu, genellikle daha büyük çocuklar veya yetişkinler arasında onanırdı. Kab, büyük baş hayvanların ayak eklemlerinin arasından çıkarılan dört köşe bir kemikti. Bu kemik zar gibi yere atılarak, kab’ın yere atılıp duruşuna göre puanlar alınır ve bu duruşlar da değişik olarak adlandırılırdı. Örneğin duruşa göre şek, çik, tix veya piştek gibi adlar verilirdi. Her duruşunda kendisine göre getirdiği bir puan sayısı vardı.
Genelde kışları veya düğün evlerinde gençler bir araya geldiklerinde de yüzük oyununu oynarlardı. Andersen’in masallarını aratmayacak güzellikte masallar tüm gece boyunca birbirini kovalar, masalların vermiş olduğu korkuyla gece yarısı evimize dönerdik.
Yüzük oyunu bir tepsinin üzerine ters olarak konulan kahve fincanlarından birisinin altına gizlice bir yüzük saklanır ve bu yüzüğün diğer oyuncular tarafından bulunması istenerek, oyuna devam edilirdi.
Baharın gelmesine yakın, daha doğrusu koyunların kuzulama döneminde,
“Yüzibeyz” denilen bir kutlama günü olurdu ki, bu baharla birlikte yeni yılın tüm bereketiyle gelişinin kutlanması türündendi. Bunun için köyümüzün gençleri değişik giysiler giyerek, pamuk veya yünden sakallar yapıp her taraflarına “zengil” denilen çanlardan takar, büyük gürültülerle ev ev dolaşılırdı. Bu evlerden genelde buğday veya bulgura benzer tahıllar istenir ve bunlar ertesi gün köyün bakkalı Kamber Amca’ya götürülerek paraya çevrilir, okula gidenlerse bununla kalem defter ve benzeri okul ihtiyaçlarını karşılarlardı. Şayet evlerden biri gençlere herhangi bir yardımda bulunmamışsa, o zaman gençler hep bir ağızdan; “seri sale bini sale, me ....... .....)” diyerek sonu kafiyeli olarak biten müstehcenlik içeren sloganlarını atarlardı. Ev kadınları haliyle gen yapılarında cimrilik olsa dahi, böylesi bir durumun önüne geçmek için cimri davranmamaya çalışırlardı.
Başka unutulması güç olan bir gelenekte yine bahara doğru toprağın ısınması ile birlikte kutlanan “Hidrellez”di. Bu gelenek genelde yağmur yağmadığı zaman baharın kurak geçeceği anlaşıldığı sezildiğinde daha bir ağırlıklı olarak gündeme gelirdi. O yıl yine ” yaz harmana” deyip yüklü bir borcun altına girenler, havaların kurak gideceğini görüp, gidişatın pek hayra delalet olmadığını görürler, böylesi bir günün organize edilmesine önayak olur, bir iki tane de koyun bulunarak ziyafet vermek için bir cami hocası eşliğinde kırların yolu tutulurdu. Artık çok büyük bir tesadüf eseri yağmur yağarsa, yapılan duanın kabul gördüğü, Allah’la iletişimin sağlandığı anlaşılırdı. Ama tüm bu masraf ve organizasyona rağmen yağmur yağmazsa yapılacak tek şey vardı ki ,o da tüm bunların üzerine susuzluktan kavrulan köyümüzde su bulabilirsen bir bardak soğuk su içmekti ve iş sonuçta yine Allah’a havale edilirdi.
Sayılamayacak kadar kaybolan değerlerin ardı arkası gelmez. Günümüzde pek çok deyim ve atasözü de yok olmak üzeredir. Bu deyimlerden ve ata sözlerinden birkaçını da gün ışığına çıkarmamız için “hafızayı beşerimizi” biraz yoklamaya kalkarsak nelerin yitip gittiğini bir kez daha görmüş oluruz.
- Bi fisa hemam germ nabi (yellenmeyle hamam ısınmaz)
- Çev ji çeva reştiri (göz gözden karadır)
- Çev li der (gözü dışarda)
- Çev tirsi (gözü korkmuş)
- Dani bi kevir (bulguru taşlı)
- Dev sist (gevşek ağız)
- Dest giran (eli ağır)
- Dil qetin (ödü kopmak)
- Deste xwe alastin (elini yalamak)
- Dest direj (uzu elli)
- Ji dest derxistin (elden çıkarmak)
- Ker û gej (sersem)
- Rû nerm (yumuşak yüzlü)
- Rep û rut (çırılçıplak)
- Xwelî bi serî kirin (toprak başına)
- Xer nedîn (hayır görmemiş)
Ve daha yüzlerce deyim bugün hiç kimsenin diline almadığı ve unutulmakla yüz yüzedirler.
Anlamları çok büyük olan iki atasözünü de anmadan geçemeyeceğim.
- Beq ne qiri ye biteqi (kurbağa bağırmasa patlar)
- Akle siwik bare girane (hafif akıl ağır bir yüktür)
Bunların anlamları insanlarımız tarafından hala çok iyi bilindiği gibi, sık sık kullanıla gelen ata sözleriydi. Bu atasözleri her ne zaman duyulsa insanlarımızın yüzlerine bir Mona Lisa gülümsemesi yayılırdı.
Nazar ve göz değmesine karşı da insanlarımız oldukça tedarikliydiler. Hayvanların boynuna nazara karşı olduğuna inanılan “kespik” veya ince ağaç dallarından kesilip bir ipe geçirilen “kener”ler takılırdı. Bu kenerlerin yapımı da elbette incelik ve beceri isterdi.
Çok ilginç olan bir gelenek daha vardı ki, o da ineği veya başka bir hayvanı kaybolan köylülerin, hayvanını bulana kadar hatırı sayılır dini bütün birisine gidip dua ile kurdun ağzını bağlamasıydı. Kurdun ağzı sembolik olarak bir çakının ağzı kapatılması ile kapatılır, kayıp olan hayvan bulunduğu zaman da bıçağın ağzı tekrar açılarak, adeta bundan sonra “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” deyiminin gereği yerine getirilerek doğanın dengesinin korunmasına katkıda bulunulurdu. Fakat işin diğer ilginç yanı da dualar okunsa da eğer bu arada kurdun ağzı suya değmişse bizim hatırı sayılır dini bütünün prestjinin sarsılmaması için bu bahane edilerek kurdun ağzının açıldığı söylenirdi. Bu ihtimalde kurt, kayıp hayvanı yemişse duaların yapabileceği bir şey yoktu. Ardı arkası gelmeyen ve tuzla buz olan buna benzer onlarca gelenek, görenek, güzellik ve değer. Elbette bu değerler ortadan kalkacak diye teknolojiye de
sırt çevirmemek gerekir. Ama diğer taraftan da insanın bu değerlerin ortadan kalkmasından dolayı içi ezilmiyor değil. Bence biraz olsun bu durumda yalnız Kızılderililerin değil tüm insanlığın Reisi olan Dwan’a kulak asmak gerekir. Bunları kulağımıza küpe yaparak, elimizden uçup giden güzelliklere de sahip çıkalım ve doğanın dengesi ile daha fazla oynamayalım. Teknolojiye her zaman hoş geldin derken, güzellikler yerli yerinde dursa ve çocuklarımız bilgisayar, playstation ve benzeri oyun araçlarıyla olan zincirlerini koparıp özgürleşerek temiz havayı solumaya, doğayı kucaklamaya daha fazla zaman ayırmaları halinde gelecek nesillerin daha sağlıklı, daha insani düşünen nesiller olacağı uzak bir ihtimal değildir.




Amsterdam, 11 Mayıs 2006


SOBE

SOBE

Söyle á mutluluk,
Abidin' in dahi çizemediği,
Bıçak sırtındaki,
Binnaz mutluluk.
Saklambaç mı oynuyoruz seninle.
Bağırayım mı dersin,
Hani çıktığınca avazımın;
‘Elmaaa... Elmaaa...'
Yeter, yeter artık,
Çık ortaya,
Ortaya çık.
Sobe!!!


Amsterdam, 01 Ağustos 2008

HACIK'IN HAYDAR

HACIK’ IN HAYDAR

Gün gece yarısıydı. Dışarıda uğultulu bir rüzgarın harmonisinde lapa lapa yağan karlar, havada birer kelebek misali uçuşuyorlardı. Bu beyaz kelebekler; köydeki tüm çirkinlikleri, üstü açık akan lağım çukurlarını, evlerin hemen önünde yer alan çöp yığınlarını, susuz dere boylarını, fakir görünümlü evlerin damlarını ve gözle görülebilecek her bir yanı, ak bir çarşafa bürüyerek, geçici de olsa göze hoş gelmeyen tüm görünümleri kamufle ediyordu. Zengin fakir farkı gözetmeksizin süt beyazına bürünen her mekan, yağan karların homojen dağılımıyla, gözleri kamaştırıyordu.
Aynı kar taneleri, geçen baharda kulaklarının yarısı kesilmiş, kocaman gözlü ve özellikle böylesi kış aylarının soğuk gecelerinde, kara ve benekli kafasını yukarıya doğru kaldırarak uluyan, Devreş’ın üzerine yağsa da, o sığınıp, uzanmaya ve arada bir uykuya dalmaya çalıştığı ahır damının kuytuluğunda, iki de bir ayağa kalkıp, üzerine doluşan karları, kendisini hızla sallayıp, silkeliyordu. Uzun dilini çıkarıp, ağzının etrafını yalıyor, keskin dişlerle dolu ağzından büyük bir buhar bulutu çıkarıyor, daha sonra da tekrar ısıtmış olduğu kuru yerine gidip, çömeliyordu. Böyle olunca da yağan karlar onun üstünü örtmüyordu, ki o zaten üstü örtülmeyecek güzellikte bir köpekti. Hizmetinde bulunduğu evin önünde yaz kış demeden, kendi cinsinden beklenen bir sadakatla oturup, sık sık uluyarak, sahibinin istemediği gelişmelerin oluşmaması için gerekli yerlere uyanık, orada hazır ve nazır olduğunun mesajını düzenli olarak veriyordu.
Köyün ortasındaki, Devreş’in sahibi Heciki Heceli’nin tek katlı evinde gecenin ilerleyen bu saatinde, baş döndürücü bir telaş yaşanıyordu. Hecık’in karısı Keve üçüncü doğumunun sancıları içinde kıvranıp duruyordu. Keve, Hecik’le on yıl kadar önce evlenip, bir Türk köyü olan Sırapınar’dan Camili Köyüne gelin gelmişti. Orta boylu, yuvarlak masum yüzlü, koyu kahve rengi gözlerini sık sık kırpıştıran sade bir kadındı. Sırapınar ve çevre köylerde nam salmış olan Kemali Şıxlı’nın kız kardeşiydi. Hecik, kırk kilometre uzağındaki Sırapınar Köyü’nden Keve’nin güzelliğinin methini duymuş, maddi durumunun da pek kötü olmamasının da vermiş olduğu güvenle, çevre Türk köyleri tarafından vahşilik, kıllılık ve kuyruklu olmakla suçlanmalarına rağmen annesi ve babası ile birlikte gidip, Allah’ın emri Peygamberin kavliyle, Keve’yi istetmişti. Keve’nin annesi babası epeyce nazlanmışlarsa da, sonuçta oğulları Kemal’in direnmesine rağmen onun da gönlünü alıp, bu insanların anlatılagelen rivayetlere hiç uymadıklarını, vahşi herhangi bir davranışlarını görmedikleri gibi, görünürde de arkalarında herhangi bir kuyruğun sallanmadığını, üstelik öyle abartılı bir şekilde kıllı olmadıklarını kabullendirerek, bu işe zoraki “hee” demişlerdi. Kız evi naz evidir derler ama bunlar nazda biraz fazla ileri gitmişlerdi. Hatta, neredeyse oğulları Kemal’i ikna etmek için erkeklerden biri gidip, Hecik’in ve babasının arkasına iki büklüm eğilerek, bakıp:
“Bak oğlum bak kuyrukları yok, vallahi de yok billahi de yok, istersen sen de gel bi yol bak, inanmıyorsan gel gör,” diyecekti. Hecik ya sabır diyerek, sineye hiç te çekilmeyecek bu hakaretlere katlanıp, yutulmayacak olan bu hazmı zor, zehir zıkkım lokmayı; salt Keve’nin ve onun güzelliğinin hatırına yutmak zorunda kalıyordu.
Kemal ise hal ve hareketleri, görücülere karşı takındığı tavırlarıyla, söylenenleri aslında hiç te yutmadığını belli eden gözlerle bakıp:
“iyi iyi gördüm, bir şey yok, sizin dediğiniz olsun,” deyip yapılan hakaretleri reva gören tavırlarla, olayı geçiştirir gibiydi.
Keve’nin Sırapınar Köyü’ndeki adı Keklik’ti. Nasıl ki şimdilerde Almanya’da, düştüğü Köln, Münih, Frankfurt ve diğer büyük denizlerde Alman bir koca bulamayan sarışın bomba Maria, koca havliyle Çorum’lu Çörtük Hasan’a sarılıp onunla evlenerek, “Kelimeyi Şahadet” getirdikten sonra, Meryem adını alıyorsa, aynı dinden olmalarına rağmen, zamanla Keklik’in adı da, aynı paralellikte ki konumlar olmasa da, her ne hikmetse Keve’ye dönüşüyordu.
Hecik gecenin bu soğuğunda doğum için içeri doluşan komşu kadınlar kendisini kapı dışarı ettiklerinden, kalın siyah paltosunu giyip, ellerini ovuşturarak, üç gündür kesmediği sakallarının yer aldığı avurtları çıkmış yüzünü, gür kaşlarını ve bir çuval dolusu kalın pala bıyıklarını sıvazlaya sıvazlaya istemeyerek te olsa, istenilmediği evin kapısını açıp, kulaklarında Keve’sinin iniltileriyle, yüreği sızlayıp acıyarak, ayaklarını yerde sürüye sürüye, kendisini dışarıda buldu. Devreş hala uluyordu. Sahibinin bu saatte dışarı çıktığını görünce buna pek şaşırıp, gözlerine inanamadı. Gecenin bu saatinde, karanlığında, soğuğunda ne işi vardı bu adamın? Ulumasını yarıda keserek yanına gitmek istediyse de, bunu çok yorgun ve uykusuz olduğunu göz önüne getirerek, bu sefere mahsuz yapmayayım deyip, yerine çömelip boylu boyunca uzandı. Ön ayaklarını epeyce öne doğru uzattıktan sonra, kafasını sahibini gözlemleyecek şekilde ayaklarının üzerine koyup, Hecik’e bakarken, uzandığı yerden, arada bir kuyruğunu olabildiğince yükseklere kaldırıp sallamayı da ihmal etmiyordu.
Hayırlısı ile bu gelen yolcu, Hacık’in üçüncü çocuğu olacaktı. Sekiz yaşlarında Şixo ve altı yaşında Sultan adlı bir de kızı vardı. Bu sefer kız mı olacak, erkek mı olacak diye çok merak ediyor ve bir taraftan da erkek olması için, içinden tanrıya dua ediyordu. Görünüşe göre bu defa doğum oldukça güç olacağa benziyordu. Daha önceki doğumlar bu denli güç olmamıştı. Yarım saattir dışarıda köpeği Devreş’le birbirlerine bakıp, soğuktan tirtir titreyip, bekliyorlardı. Tam esnemeye başlamıştı ki, en nihayetinde, içerden tiz, viyak viyak gelen bir bebek ağlamasını duyunca, esnemesi yarıda kaldı, titremesi durdu. Üşüdüğünü unutup, bakışlarını hızla Devreş’ten kaçırarak evinin kapısına yöneltti. Kapı açılır açılmaz kardeşi Bahri’nin hanımı, yengesi Bese:
“Hecik, Hecik... Lawike ke te bu (Hecik, Hecik... Bir oğlun oldu),” diye bağırınca, Hecik paltosunun yakalarından iki eli ile sıkı sıkı çekiştirerek tutup, kapıda durarak, kendisinin tepkisini bekleyen yengesi Bese’ye yöneldi.
“Ee rindi, rindi Bese, ma bi xer bi, Xude ji te razi bi, çi muradi te heye bide te. Zariye te ji ji tera bibaxşini...(İyi, iyi Bese, hayırlı olsun, Allah senden razı olsun, ne muradın varsa versin. Çocuklarına sana bağışlasın.)”
Sevincini karanlıkta fazla belli etmeden, şaşkınlıkla ayakkabılarını çıkarmadan evin içine daldı. Mutluluğuna diyecek yoktu. Oğlunun adı hazırdı. Evde sabaha kadar hiç kimse uyumadı. Oğlu Şıxo, kızı Sultan’da babalarının Heyder adını verdiği kardeşlerine sevecen gözlerle, ama birazda çekinerek bakıyorlardı. Babaları Hecik, iki gün öncesinden köyün harman yerinde kuru bir yer bularak, kundak için bir torba dolusu beyaz toprak getirmiş, anneleri Keve bu toprağı burnuna deyen şiş karnı ile eğile büküle elekten geçirip, doğumdan sonrasına hazırlamıştı. Bese toprağı alıp, bir tepsiye koyduktan sonra, saman ve tezekle yanan sobanın üzerine koydu. Eline tahta bir kaşık verip, şaşkın gözlerle bakan Sultan’a sobanın üzerideki toprağı yemek karıştırır gibi karıştırmasını sıkı sıkı tembihledi. Sultan ne olup bittiğini anlamadan, verilen emri yerine getirirken, Bese’de Keve’nin yanı başında uzanan simsiyah saçlı Heyder’ı alıp, biraz ısınmış olan topraktan alıp, yere serdiği kundak bezinin içine serpiştirip, bebeği özenle yatırarak, kundağı üç metre uzunluğundaki kalın ipiyle sıkı sıkı bağladı. Elleri ayakları kundak bezinin içinde kalan Heyder, hareketsiz halde, hazır ola geçmiş, yerde uzanan minik bir askeri andırıyordu. Hecik sevgi dolu gözlerini oğlundan ve daha önceki çocuklarından kalan yer yer sarı, kırmızı, mavi, beyaz ve siyah çizgilerle boyanmış tıngır mıngır sallanacak olan beşiğinden ayıramıyordu. Oğlu birazdan buraya konulacak, burada hayata gülümseyecek, acıkıp susadığı, altı kirlendiği zaman ağlayıp, figan eyleyecekti.
Derken geçen zaman Hecik’in beklentilerini gerçekleştirdi. Heyder oğlan, annesi Keve’den Türkçe birbirinden güzel ninniler, masallar ve hikayeler dinleyerek beşiğinde sallana sallana etrafına gülücükler saçarak büyüdü. Heyder bir yaşına gelmişti ki, İç Anadolu Kürtlerinde adet olduğu üzere, Keve Heyder’i alıp, babasının boynuna (kolüne) bindirdikten sonra, Heyder’in ayaklarına da bir ip bağladı, oğlu ile öylece koşan, Hecık’e büyük oğlu Şıxo yetişip ipi kopardı. İpin kopmasıyla; Heyder düşe kalka ilk adımlarını atmaya başladı. Keve büyük bir tencere nohutlu hedik kaynatıp, bunu tepsilere doldurup, Şıxo ve Sultan’la tüm komşularına gönderip, oğullarının artık yürüdüğü müjdesini verdi. Komşuları da “çam sakızı çoban armağanı,” kimi bir çocuk çorabı, kimi de küçük bir elbise veya evde hediyelik ne buldularsa, bunu gelen tepsiye koyup, hayırlı olması dileğiyle, Keve’nin evine gönderdi.
Annesi Keve geçen zamanla birlikte Kürtçeyi her ne kadar öğrenmeye çalıştıysa da bu hep kırık dökük bir düzeyde kaldı. O nedenle bu dilde konuşurken hep çekine çekine hata yapacağından korkarak konuşuyordu.
Kimsenin olmadığı zamanlarda çocukları ile hep Türkçe konuşup, onların ileride bu dilde de zorluk çekmemeleri için, kendince buna önem verdi. Heyder ve kardeşleri böylelikle mülti kültürel bir ortamda, çok dilli olarak büyüyüp her iki dili de konuşmaya gayret gösteriyorlardı. Daha üç yaşına yeni gelmiş olan Heyder, kendilerinden bir kaç yaş büyük olan amca çocukları Kerman, Heci, Selehattin ve diğer komşu çocukların peşine takılıp oynarken, zaman zaman kendisini şaşırıp spontane bir şekilde onlarla Türkçe konuşunca, onlar da garip garip bakıp, kendi kendilerine “çattık ha belaya” deyip, ama yine de akraba olduklarından onu da aralarına alıp, birlikte oynuyorlardı.
Zaman dur durak bilmiyordu. Hecik’in evinde de mutluluğuna gölge düşürecek bir durum olmadığı halde, Heyder daha yeni altı yaşına basmıştı ki, babası Hecik’in sağlık durumu ani bir hızla çok kötüye gitti ve Hecik çok geçmeden, ardında çok sevdiği Keve’sini ve çocuklarını bırakıp, hayata veda etti. Aksilik bu ya Keve’nin de sağlık durumunda belirli aksamalar vardı. Kocasının ardından bir yıl gibi bir süre geçmeden, canını dişine takıp, çocuklarını büyütüp, vatana millete hayırlı birer evlat yetiştirmek istediği halde, ömrü bu istediğini gerçekleştirmeye yetmedi ve o da hayata bir daha açılmamak üzere sürekli kırpıştıradurduğu gözlerini yumdu.
Şixo büyümüş delikanlı olmuştu. Sultan’da bir hayli serpilip gelişmişti. Bir tek küçük olarak ortada Heyder kalıyordu. Heyder’in bu halini gören ve Tol Köyü’nde zengin bir adam olan Çavuş Ahmet’le evli olan teyzesi Kamer; Heyder’e acıyıp büyütmek üzere yeğenini kendi köyüne alıp götürdü. Kamer, Heyder’e kendi çocuğu gibi davranıp, onu kendi çocuklarından her bakımdan ayırmadan; bir annenin yapabileceği her şeyi yapıp, sevgisini ve şefkatını esirgemedi. Çavuş Ahmet’te Heyder’i kendi öz oğlu gibi kabullenip, olanaklarını olabildiğince seferber etti.
Bir kaç yıl aradan sonra ağabeyi Şıxo Küçük Camili ve ablası Sultan da Kuyular Köyü’nden evlenmişlerdi. Heyder ilk kez on yedi yaşındayken kendi köyüne gelip, ağabeyi Şıxo’nun evinde bir kaç gün misafir olduktan sonra yeniden Teyzesi Kamer’in yanına döndü. Tol Köyü her bakımdan kendi köyüne hiç benzemiyordu. Kendisine burada köylüler Hacık’ın Haydar diyorlardı. Konuşulan dil, örf ve adetler, yaşam sitili ve akla gelebilecek her şey farklıydı. Tüm bunlara intiba etmek pek kolay olmadı. Özellikle dilin farklılığı çok ön plandaydı. Zamanla çocukluğunda öğrenmiş olduğu Kürtçeyi konuşmaya konuşmaya unutup gitti. Babasızlık ve annesizlik böylesi bir yaşta, insanın şekillenmeye başladığı bir yaşta oldukça güçtü ve kaçınılmaz bir gereklilikti. Dışarıda arkadaşları ile oynuyor, gülüp koşuyor, fakat yine de yüreğinde var olan bir eksiklik tüm acımasızlığı ile gelip baş köşeye çöreklenip kalıyordu. Oynarken düştüğünde ne “baba” ne de “anne”diye bağırabiliyordu. Kanayan dizini gidip göstereceği bir anne
veya babası yoktu. Bir bayram sabahında uyandığında, saçlarını ıslatıp taradıktan sonra, duvardaki aynada kendisine bakıp yakışıklı olduğuna kanaat getirerek, koşa koşa gidip, elini öpeceği bir anne ve babadan ne yazık ki yoksundu. Her ne kadar başkaları ona anne ve baba olmaya çalıştılarsa da, hiç kimse kendi anne veya babası iyi de olsalar kötü de olsalar bu biyolojik değerlerin yerini tutmuyordu. Yaşanılan burukluk, gariplik ve yüreğindeki boşluk katlanılır gibi değildi. Her şey yarım, anlamsız, yavan ve alabildiğine tatsızdı.
Yirmisine gelen Hacık’ın Haydar, askere gitmeden önce ikinci defa gidip ağabeyini ve ablasını ziyaret etti ve oradan çok uzak diyarlara, şarkılara konu olan Kağızman’a gitti. Bu uzak ve oldukça soğuk mahrumiyetler diyarında, askerlik umduğundan daha kolay ve çabukça geçti. Uzun boylu ve düzgün bir görünüme sahip olduğu için, askerde kendisini hemen merasim alayına aldılar. Bölüğünde bando şefi olmuştu. Tüm merasimlerde bölüğün en önünde yürüyüp, Viyana Flarmoni Orkestrasının şefliğini yapıyormuşçasına bir edayla, elindeki süslü şef sopasını ileri, geri, yanlara ve yukarı aşağı sallayıp durdu. Bu işi askerliği boyunca sürekli yaptığından, zamanla bu sopa sallama işi kendisinde tik halini almıştı. Sivil yaşamında da Heyder’in normal sokakta yürürken, elinde sopa varmış gibi elini kolunu sallayarak ve sık sık ardına bakıp, bölüğünün ne alemde olduğunu da ihmal etmediğini söylerler.
Askerlikten sonra gelip, kendi köyüne yerleşti. Fakat kısa süre sonra köy yaşantısının kendisine pek bir getirisinin olmayacağını fark edip, kısa bir süre sonra Ankara’ya gidip, iş aradı. Şehir yaşamı oldukça farklı olmasına rağmen, buradaki yaşama tez elden ayak uyduran Heyder, uzun bir aramadan sonra, pek çok gazetenin matbaalarının bulunduğu Ulus Rüzgarlı Sokakta bulunan, o zamanlar Ankara’nin önemli gazetelerinden olan Hakimiyet Gazetesi’nin danışma bölümünde iş buldu. İşi çok rahattı, gelen telefonlara bakıyor, gazeteyi ziyarete gelen misafirlere yol gösterip, gününü gün ediyor, sekreter hanımlarla sohbet edip, çay yudumlamayı da ihmal etmiyordu.
Ankara’nın Bab-ı ali’sine kapağı atan Heyder’in sonunda yıldızı parlamıştı. Geriye bir evliliği kalıyordu. Onu da hal etmek üzere izin alıp köyüne giden Heyder; köyünde amcasının oğlu olan, kendisinden bir kaç yaş küçük yakın arkadaşı Osmani Behri ile gezerken, o zamana kadar kendisine “Xalo – Dayı” diye hitap eden, Zeve Heci Qero, Camili kırlarının yeşerip, binlerce çiçeği ağırladığı bir bahar günü, köyün dışında bulunan ve Heyder’in dedesi Heceli’nin hayratına yaptırmış olduğu kuyuya su getirmeye giderken:
“Xalo tu deheri ku dere, tu bi xer hati. (Dayı nereye gidiyorsun, hoş gelmişsin.)” diye hal hatır sorma sohbetine girmişken, hafif bir elektriklenmenin ardında onunla göz göze gelir. Heyder ayağına gelen bu kısmet üzerinde düşünüp, amcasının oğlu Osman’ın da Zeve hakkındaki övgülerinin ardından gelen diretmenin karşısında, daha fazla dayanamayıp, yelkenleri olduğu gibi suya indirir. Gerçi o hep, Ankara’nın mürekkepli sokağında gördüğü sekreter bayanlara olan sempatisinin de etkisinde kalarak, uzun boylu ve özellikle de uzun boyunlu bir bayan kafasından geçirse de, bu tam tersi olan kısmetinin önüne geçememiştir. Annesi ölen Zeve’yle aynı kaderleri paylaşmaktadır. Kader ortaklığının haricinde Zeve’deki ebatlar, hiçte onun gönlünden geçen verilere yakın değildir. Öyle de olsa kader kısmet kuramı burada da ağırlığını ortaya koyar ve bu iki genç insanın birlikteliğini gündeme getirir. Dolayısı ile evdeki hesapla, çarşıdaki arasındaki fark oldukça büyüktür ve en değme, işinin erbabı muhasebeciler dahi büyük defterdeki bu balans ayarını eşitlemekte zorlanırlar. Biri uzun, biri de kısa olan bu iki insan yan yana geldiklerinde nokta ile virgül imla işaretleri gibi irili ve ufaklıydılar. Ve virgül tüm birliktelikleri boyunca, noktanın kısalığından, tombulluğundan yakınıp durur. Evliliğin ardından virgül, noktayı da beraberine katarak, bu işaretlerin çokça kullanıldığı iş yerinin bulunduğu, her bahtı karanın görmek istediği, Türkiye’nin kalbi Ankara’ya götürdü. Heyder, o zamanlar yeni yeni bir yerleşim yeri haline dönüşen Balgat gecekondu semtinin, halk tarafından Qurduk Mahallesi olarak adlandırılan kısmında, küçük bir ev kiralayarak, evini dayayıp, döşedi. Hakimiyet Gazetesindeki işine gidip gelen Heyder’in aklında aslında hep kendi iş yerini açma planları vardır. Gece gündüz hep bunu hayalleyip, durdu. Uzun araştırmalar sonunda o zamanlar, Ulus’taki meşhur Postacılar Caddesinde bir lokantanın satılık olduğunu öğrenen Heyder gidip, lokantaya müşteri oldu. Sıkı pazarlıklarda usta olan Heyder, uzunca bir tokalaşmanın ardından, anlının akıyla beşi bire indirerek, lokantasının anahtarını aldıktan hemen sonra, ceketini mutfak duvarındaki çiviye asıp, işe başlamak üzre kollarını sıvadı.
Çok kısa bir zaman zarfında, ünü Ulus semtinde dilden dile yayıldı. Lokantada işler umduğundan çok daha iyi gidiyordu. Ankara’nın pek çok tanınmış siması gelip, yemeğini burada yiyor, Heyder gün geçtikçe pek çok ünlünün ikinci adresi haline geliyor, siparişlerin ve iş yoğunluğunun üstesinden zor geliyor, bu nedenle de gecesini gündüzüne katıyordu.
İş yerinde gidişat çok iyi olduğu halde, evde nokta ile virgül’ün birlikteliğinde ki gidişat pek iç açıcı değildi. Gece yarıları evine gelen Heyder’in yolunu dört gözle bekleyen Zeve’nin ise bu duruma dayanacak gücü ve takati kalmamıştır. Zeve her gün ağlayarak, sorun çıkarmaya başlamıştı. Babasını ve köyünü dehşetlice özlediğini hüngür hüngür
ağlayarak, küçücük evin bir penceresinden diğerine gidip gele haykırıyordu. Heyder’in de zaten askerlikten kalma bir sopa sallama tiki vardı ki, o zaman sopayla Zeve’ye veryansın edip, notadan bihaber olan Zeve’ye her türlü notayı attığı dayakla okuturdu. Gün boyunca yediği dayaktan sonra evde yalnız kalan zavallı noktacık, kırk metre kare Qurduk Mahallesi evinin içinde, dört duvarın arasında yıllarca yuvarlanıp durdu. Hiç kimsecikler yoktu. Kapısını çalacağı, gidip dertleşeceği Allah’ın tek tanıdık bir kulu yoktu. Günler müthiş bir yalnızlık içinde geçiyordu. Vakit geçmek nedir bilmiyor, üstelik uzaklardaki güzel köyü ise gözünde buram buram tütüyordu. Zeve’nin bu ağlamaları, sızlamalarıdır ki, Heyder; Vehbi Koç ile birlikte attığı adımları, yaptığı yatırımları geri çekince, Camili Köyü’nde de bir Vehbi Koç’un çıkma şansı böylece ortadan kalkıyordu.
Rivayete göre Heyder; Rüzgarlı Sokağına o zamanlar “Garipçiler” adıyla anılan Melih Cevdet ve Oktay Rifat’la birlikte gidip gelen, duygu yüklü büyük şair Orhan Veli’ye bir karşılaşmalarında, karısının durumunu anlatınca, ünlü şair aşağıdaki unutulmaz mısraları kaleme alır:

“YALNIZLIK ŞİİRİ
Bilmezler yalnız yaşamayanlar,
Nasıl korku verir sessizlik insana;
İnsan nasıl konuşur kendisiyle;
Nasıl koşar aynalara,
Bir cana hasret,
Bilmezler.”
Orhan Veli

Zeve’nin ağlayıp sızlamasından illallah getirip, onu anlamakta zorlanan Heyder, lokantasını tezden elinden çıkarıp, tekrardan köyüne döndü. Boş olan baba ocağına yerleşip, ağabeyi Şixo ile babadan kalma tarlalarını ortaklaşa ekip, biçmeye başladı. Heyder ve Zeve’nin de kendileri gibi uzun ve kısa boylu, kimi nokta kimi virgül gibi iki kızı ve üç oğlu oldu.
Heyder köyde yer aldığı her cemaatte, Ankara’nın Rüzgarlı Sokağını, orada nasıl bir memur olduğunu, daha sonra nasıl gece muhabirliğine yükseldiğini anlatır, ardından lokantasından, o zamanki işlerinin gidişatından dem vurur, gelen müşterilerinin ününü, tanınmışlığını, örneğin Zeki Müren’i, chavrolet marka arabasıyla kapıda nasıl karşıladığını, arabasının kapısını açıp, kendisini nasıl lokantasına buyur ettiğini ballandıra ballandıra anlatırdı.
Bunca anlatımın ardından, bu kez daha gerilere giderek, Tol Köyü’ndeki yaşantısını, oradaki insanları tek tek isim vererek, mübarek insan Kamer Teyzesini, kocası Çavuş Ahmet’i ve oğullarını anlatır da anlatır. O
nedenledir ki, yıllar sonra Aslani Ussi Cummo’nun sarı ford ve Heyderi Ekremi Cuddo’nun mavi magirus marka dolmuşlarına binip, Ankara’ya doğru yol alan Camili’ler; ilçemiz Balâ’nın medari iftihari olan ünlüleri Milli Damat Davulcu Asım, Medya Kralı dünya pot kırma rekortmeni Reha Muhtar, Cüneyt’ten dahi daha Cengaver ve mert delikanlı Deli Yürekli İmirzalıoğlu, Esteregon Kalesi’ni yeniden hortlatmayı başaran belediye başkanımız Turgut Altıntop kadar ünlü olmasa da, yarım asır gibi bir zaman biriminden daha önceleri, bu adamı, diğer anlamda Camili Köyü’nün ilk gazetecisini, yani Heyder’i, Ankara yolu güzergahında bulunan Tol Köyünü gördüklerinde hemen anarak:
“Elo loo, Heydere Hecike işte li vi gündi Tırka mezin biyi, ( Heyderi Hecike işte buTürk köyünde büyümüş) der, herkes meraklı gözlerle dolmuşun penceresinden bakıp, bu köyü ilk defa görüyormuş gibi süzer ve Heyder’li kısa bir sohbetle yollarına devam ederler.
Heyderi Hecikenin, Sırapınar’dan meşhur ağa dayısı Şıhlı Kemal oğulları ile sık sık, o zamanlar o çevrede hiç kimsede bulunmayan “impala” marka yaylı kırmızı arabası ile gelir, yeğeni Heyder’e misafir olurdu. Heyder’in çocukları ve komşu çocuklar, uzaydan bir araç gelmiş gibi, arabanın gelişi ile birlikte, hemen koşup arabanın içinde, arka koltuğun arkasında sabit bir şekilde oturan, küçücük köpeğin arabanın yaylanması ile birlikte yaylı kafasını sallamasına bakmaya giderlerken; Şıxlı Kemal’ın oğulları, bu çocukları yakalayıp, bu kez de başka şüphelerini onlarla gidermeye çalışırlardı. Kuyruk, vahşilik ve kıllılık varsayımları ortadan kalkmış, bu kez bunların müslüman olup olmadığı merak konusuydu. Arabanın içinde bulunan köpeğin kafasının sallanışını pür dikkat ayakları üzerinde yükselerek izleyen çocuklara sorulan soruları, çocuklar da yadsıyıp hiç duymamazlıktan gelirdi.
“Söyle bakalım lan, Kürt müsün, Müslüman mısın?”
Çocuklardan gelen yanıtsa, kısa ve netti:
“Té got çıııııı?.... (Ne dedin?)”





Amsterdam, 10 Ağustos 2006

RÜYALARIMIZI ÇALDILAR

RÜYALARIMIZI ÇALDILAR
Gurbet? Zor iş olduğu söylenir. Bu denli zorluğu ile bilinen bu olgu, sanırım insanoğlunun doğduğu topraklarda bir nevi kendisine yer edinememesi, tutunamamasının getirisi olsa gerek. Şairler, yazarlar, ozanlar ayrılıklar söz konusu olduğu günden bu yana, dillerinin döndüğünce yaşanan bu güçlüğü anlatmaya çalışmışlardır. Halk ozanı Muhlis Akarsu söz konusu zorluğu ve tutunamamayı, aynen şöyle dile getirir:
“Gurbeti ben mi yarattım?
Yokluk beni mecbur etti.”
Şarkılar gurbette her şeyin yabancı ve başka biçimde olduğunu anlatırken, “yarinin yanağından gayri” var olan tüm insani gereksinimleri; dünya insanlığı ile paylaşma sevdasında olan dünya şairi Nazım da; kendi deyimiyle “deli hasretini” başka uzak diyarlardan, yürekleri parçalayan bir özlemle bas bas bağırır. Varna’dan hemen karşı yaka olan memleketine, oğluna olan özlemini duyulacakmış gibi, göğsünü yırtarcasına haykırır. Bununla da kalmayıp, memleketine doğru demir alan vapuru usulcacık okşar ve hasretlikten olsa gerek, elleri yanar. Nazım; bazen Gülhane Parkında bir ceviz ağacı, bazen da Memed´i ile anası binerken vapura, Marmara´da köpüklü dalgalar olup, kıyıya vurur. Memleket işi - yapımı olan son kasketi ve Şile bezinden mintanı çoktan paralanıp yırtıldıktan çok sonra, yenilerini giyemeden, yaban elde tarifsiz bir memleket özlemi içinde, ne yazık ki, hayata güzelim mavi gözlerini yumar.
Bilindiği gibi filmlerde de en çok kullanılan tema yine gurbet ve özlemdir. Hava alanlarında, tren ve otobüs garlarında; her gün uzaklara yollananların ardından milyonlarca el havada hüzünle sallanır. Anneler, babalar, sevgililer süklüm püklüm göz yaşlarını ipi kopan bir tespihin taneleri gibi gözlerinden aşağı doğru salarlar.
12 Eylül darbesinin ardından binlerce yurtseverin, demokratın, ilericinin uğruna hayatlarını ortaya koydukları ülkelerini terk edip, yaban elde birer sığıntı olarak, insanlık onurunun rencide edildiği mülteci kamplarında, yıllarca bin bir zorlukla yaşamak zorunda kalmaları da, adına gurbetlik dediğimiz zorca olan işin başka ve çok dramatik olan bir boyutu.
Gurbet, hasretlik, özlem çıkmazlarında yıllar yılı gurbette olan kendime baktığımda da durum farklı değildir. Bildim bileli; varlığı ile insanın ağzında kekremsi bir tat bırakan, bu kavramla sarmaş dolaşım. Yakamdan düşmek nedir bilmeyen bir illet halini aldı adeta. Tutunmak dedik sanırım, bu yaban elde bu işi ne denli yapabildik, o da ayrı bir muamma. Gönlümüzün istediği çok şey değildi elbette. Doğduğumuz topraklarda kalıp, ayrılıkları yaşamamaktı, bunun ötesi yoktu. Üstelik bu oldukça insani bir istemdi. Tabi ki dünyayı gezip görmek de beraberinde pek çok avantajı sağlayacaktır. Bulunduğumuz bu gezegenin başka pencerelerinden de bakabilelim, ufkumuzu genişletelim, dimağımızı daha işler hale getirelim, farklı kültürleri tanıyalım, başka dağları ovaları görelim, değişik tatlarla tanışalım, renklerin cümbüşünü de daha renkli kılalım. Tüm bunlar söz konusu olduğunda, hiç kimse, bir insanın kendisine olan yatırımında azımsanamayacak getirisi olan bu olanağı elinin tersiyle itecek kadar da naif değildir. Oysa kalamadık doğduğumuz topraklarda. Payımıza hep tekerine bir türlü çomak sokamadığımız, kör olası gurbet düştü. Söküp atamadığımız; acımtırak berbat tadı her daim damağımıza yapışık kaldı. “Kapansın el kapıları” demekten başka diyecek başka dileğimiz veya lakırtımız olmadı. Kapılar kapanacağına daha çok açıldı.
Sabahları uyandığımda yaptığım ilk şey, evin penceresinden dışarıya göz atmaktır. Gördüğüm manzarada yıllardır bir değişiklik olmadı, hep gurbet içerikli oldu. İçimden komşularımızdan birinin yüzünde büyük bir gülümseme ile köydeki evimizin avlusundan ( geldiğini bağıra bağıra haber vererek) içeri girdiğini görmek geçer. Gelen komşumuz neşeli bir sesle bizi selamlar, daha sonra da annemizi veya babamızı sorar derim, ama gelmez ve de soramaz. Bahçeye dalacakmışım gibi bir hisse kapılırım, ama dalamam. Bahçede ekili olan yeşil soğanın, maydanozun, domateslerin fidelerinin ne denli boy verdiklerine gün be gün tanık olmak isterim ama olamam. Köyün aşağısında bulunan kurumaya yüz tutmuş olan çeşmenin hala inatla akmaya devam ettiğine tanık olmak isterim, ama olamam. Köyümüz delikanlılarından birinin üç gün üç gece süren düğünlerinden birine, hiç değilse bir dakikalığına gidip, çekilen halaya bakmak isterim, ama gidemem. Evimizin yanındaki toprak yoldan tüm ihtişamı ile bir traktörün tozu dumana katarak geçişine tanık olmak isterim, ama geçmez. Komşumuzun okuldan daha yeni gelmiş, siyah önlüklü on yaşındaki kızının, annacığımdan sulanmış yufka ekmek istemesini isterim, ama istemez. Keskin’li bir dilencinin köpeklerden korunmak için iki uzun değneğini ardında sallaya sallaya, boynunda heybesi ile bir tas buğday veya un istemesi için gelmesini isterim (ki geldiğinde ne var ne yok veririm bu hasretle), ama gelmez.
Zaman zaman Ankara’ya da yolumun düşmesini de çok istiyorum elbette. Ankara’da Zafer çarşısına dalıp, o eski sol atmosferi (şimdilerde eser kalmasa da) teneffüs etmek isterim, ama edemem. Sokakları baştan aşağı büyük bir sabırla istifini bozmadan, Çin’in büyük lideri Mao’nun üniformasını andıran elbiseleri ile çöpçülerin her yanı süpürmelerini görmek isterim, ama süpürmezler. Saman pazarı, Çıkrıkçılar Yokuşu, Hergele Meydanı’nda dolanıp, insanların yerlere nasıl tükürdüklerini görmek isterim, ama tükürmezler. Ve bu istemler gerek Ankara, gerek köy ve hasret duyulan yurdun diğer kesimleri ile ilgili olarak uzar gider, gurbetliğin uzayıp gitmesi gibi.
Zaman zaman aklıma gelmiyor değil. Bize de “ya sev, ya da terk et” mi dendi acep? Bunu söyleyen içinde bulunduğumuz koşulların ta kendisi oldu galiba. Anamızı da alıp gitmemizi utanmadan, pütürsüzce söylemeyi ihmal etmediler ama anamız hasta, tansiyonu yüksek, yorgun ve yaşlıydı. Belki de bizim de işimize gelmedi, getiremedik. Gitmemizi buyuranların yanında bırakmak zorunda kaldık. Oysa ne biz, ne de analarımız kimselerin yerini dar etmemiştik. O topraklar daha çok seviyormuş gibi görünenlerin, yani sevme adına gözünü oyanların, çalıp çırpmalarının önünde engel miydik? Bilemiyorum!
Su misali akıp giden her yeni gün ömrümüzü eskitiyor. Kış mevsimi; soğuk havası, uzun geceleri, kısa günleri ile bir kez daha gurbette geride kalırken, “memleketimin dağlarına bahar” geliyor, bahar dört bir yana çiçekler serpiştiriyor.
Çalıp çırpanlar; hayallerimizi, uykularımızı ve ağız tadımızı da çaldılar. Rotayı hep kendi çıkarları doğrultusunda bulanık sularda yönlendirip, yönetiyorlarmış gibi görünerek, var olanı hamudu ile götürdüler. Öylesine çok çarptılar ki, gözleri bönleşti, göbekleri davul gibi şişti, yağlı gerdanları dökülecek gibi sarktı. Doymak bilmediler. Bereket tanrıçası ülkem Artemis de bitmek nedir bilmedi, her ne hikmetse! Doyurdu çalıp çırpanları ve yedi düvel sülalesini.
Heyhat... Rüyalarımızı çaldılar, bizi de gurbetçi eylediler.

Amsterdam, 4 Mart 2010

CACIK NASIL YAPILIR?

CACIK NASIL YAPILIR?

Gurbetçiler yaz mevsiminin gelmesi ile birlikte, büyük özlem duyduğu doğduğu topraklara bir süreliğine de olsa giderek, orada kendi nostaljilerini yaşayıp, taze kan edinirler. Çoğu zaman her yıl yaşanan bu yolculuk; onlar için adeta bir gelenek halini almıştır. Eş, dost, hısım ve akrabalar ziyaret edilerek, zamanları elverdiğince sevdikleri ile doyasıya özlem giderirler. Dönüşlerinin akabinde, her defasında yaşadıkları bu yeni ayrılığın bir başka olan burukluğuyla günlerce cebelleşirler.
1998 Yazında köyümüze gittiğimizde; küçük oğlum Robin henüz üç yaşındaydı. Ağustos ayının o bunaltıcı sıcağında, yıllardır suya hasret olan köyümüzde; ortalık sanki dünyanın diğer kesimlerine kıyasla daha bir yanıp kavruluyordu. Kızgın güneşin akşam üzeri insafa gelip biraz el etek çekmesiyle, kendimizi çocuklar ile hemen dışarı atmış, köydeki akrabalarımızı, köylülerimizi tek tek büyük bir heyecanla ziyaret edip, doyasıya özlem gidermiştik. O yıl da köye yine bir kaç günlüğüne gelmiştik. Köydeki son günümüzdü, ertesi günü yeniden gurbete gitmek üzere Ankara’ya dönecektik. Köyde çocukların oyalanabileceği herhangi bir oyuncak ve benzeri bir şey yoktu. Büyük oğlum Filinta ve küçüğümüz Robin haliyle iyice sıkılmaya başlamışlardı. Onları oyalamak adına olur olmaz şaklabanlıklar yapıyorduk. Robin habire tavukların, horozların peşi sıra paytak paytak koşup, onları yakalamaya çalışırken, kah kalkıyor kah düşüyor, bir müddet ağladıktan sonra kovalamaca sil baştan başlıyordu. Derken kendisini sağa sola sallayarak koşan bir tavuğun ardından, o da kümese daldı. Kümeste o güne değin bu gencecik yaşında hiç tanık olmadığı bir olayla karşı karşıya kalmıştı. Tam tavuklardan biri yumurtlarken, gördüğü olay karşısında şaşkına dönüp, dışarı çıktı ve kolumdan çekiştirerek beni de kümese çağırdı. Kümesten yumurtayı alıp çıktık. Bu olup biten çok hoşuna gitmiş olacak ki, habire tavukların yumurtlamasını istiyordu. Şansımız yaver gidiyordu, tavuklar da sıraya girmiş gibi her on dakikada bir yumurtluyor ve her defasında Robin büyük bir merak ve sevinçle kümese dalıp, yumurtayı kaptığı gibi dışarı fırlıyordu. Derken üretim bitmiş, tavuklar artık yumurtlamaz olmuşlardı. Robin de bu nahoş durum karşısında mızmızlanmaya başlamıştı. Bunun üzerine biz de Robin’in dikkatini dağıtıp, o başka bir yöne bakarken hızla evdeki yumurtalardan birini alıp, kümese koyuyor ve ardından da bir süre sonra Robin’i tekrar gönderip, onun sevincinin sürmesinin mutluluğunu yaşıyorduk.
Bu işin sonunun gelmeyeceğini görmüştüm, bir değişiklikle bu işi sonlandırmalıydım. Aklıma aniden bir muzurluk geldi ve hemen etrafının bir kısmı yıkılmaya yüz tutmuş taş yığını bir duvar ve ardından eğri büğrü çitlerin bulunduğu bahçemize daldım. Küçük bir hıyarı koparıp, kümese götürdüm ve yere koydum. Ardından da Robin’i gönderdim. Robin yüzünde yine kocaman bir gülümseme ve bir o kadar da büyük şaşkınlıkla elinde hıyarla çıkageldi.
‘Babaaa... baba... Tavuk hıyar yumurtlamış’. Hepimiz onun bu çocuk temizliğine, saflığına hayran kalıp, katıla katıla gülmüştük. Robin daha sonra bunun böyle olmadığını, işin aslının başka türlü olduğunu öğrendiğinde, oldukça bozulmuş ve bana olan büyük güvenini bir şekilde yitirmişti. Onun sarsılan güvenini yeniden onarmak ve bunun sadece bir oyun olduğunu anlatmak hiç de kolay olmamıştı.
Dünyalar güzeli oğlum Robincik şimdi on üç yaşında. Aradan on yıl gibi uzunca bir zaman birimi geçti. Robin’in bana olan güvenini kazanıp kazanamadığım konusunda hala kendi kendime ikirciklenirim. Bu konuda aklımın bir köşesinde bir acabam her daim yerinde durup durur.
Ülkemizde de bir türlü olgunlaşıp, gerekli olan standartlara kavuşturulamayan “Demokrasi tavuğumuzun” altına, benim Robin’i oyalamak için kümese koyduğum hıyar gibi; yıllardır Moskova’dan komünizm geliyor, ha bölündük ha bölünüyoruz, etrafımızda bulunan tüm ülkeler bize düşman, Türk’ün Türk’ten başka dostu yok ve şimdilerde uzunca bir zamandır, gelmesinden iyice umut kesilen komünizmin yerini şeriatın, irticanın sökün edip geleceği teraneleri aldı. Son duyumlara ve koparılan yaygaraya göre; şeriat ve irtica efendilerin elleri kulaklarında, her an buyur edip gelebilirler. Ne de çok gelen var bu ülkeye deyip, şaşırmamak elde değil, doğrusu. Yeni gelenlere kırmızı halılar döşemekte geç kalınmasa bari. Ne yazık ki tüm böylesi durumlarda ise; halkımız çareyi işi ölü bir insanı rahatsız edecek kadar bir kerteye vardırıp; Atatürk heykellerine sarılmakta, milyonlarca ve kilometrelerce uzunlukta bayraklar açmakta, askeri bir disiplin ile onuncu yıl marşını hep bir ağızdan okumakta buluyorlar. Tanrının koruması altında olan Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığından, sayısı milyonu bulması gereken ve bu rakamı bulan, Cem Yılmaz’ın deyimi ile; “omuzlarında galaksideki tüm yıldızları taşıyan” silahlı kuvvetlerinden medet umuluyor.
Geçen bunca zaman sonrasında, artık bu ülkenin insanı; şeriat gibi gayri insani, geri ve ilkel bir sistemi kendisine reva göremeyecek kadar gelişmiş bir beyin yapısına sahip olmalıydı. Böyle bir sistemin bu ülke insanının idari rejimi olacağını düşünmek dahi, kendi kendimizi aşağılamakla eş anlamlı değil midir?
Avrupa’daki ırkçı partilerden dahi daha geri söylemleri, programları ve tüzükleri olan, kendilerini sosyal demokrat olarak lanse edip, sözüm ona oldukça demokrat olan partilerimiz, hani “koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi kesilen keçiler” misali; dünyanın dört bir yanında düzenlenen sosyalist enternasyonal toplantılarına bu paye ile yüzleri kızarmadan katılıyor ve bu arada konumları gereği, demokrasi tavuğumuzun altına habire yeni hıyarlar koyuyorlar. Halkın da güvenini her gün sinsice yerleştirdikleri bu hıyarlarla elbette sarsıyorlar. Çetin Altan’ın deyimi ile “enseyi karartmamak lazım”. İnsanlarımız her geçen gün bir nebze de olsa, medetin kendi gelişmiş beyinlerinde olduğunu daha çok görür hale geliyor. Ülkelerini her on yılda bir darbe yapılacak ülke olma ve yukarıda anlatmaya çalıştığımız konuların çok uzağında tutmaya çalışıyorlar.
Bir öneride bulunacak olursak; edilen bunca hıyar söyleminin ardından akşam yemeğinizin yanında bir cacık yapmaya ne dersiniz? Süzme yoğurt, taze kıyılmış nane ve dere otu ile rendelediğiniz hıyarların suyunu iyice sıkmayı unutmayın. İnanın bu cacık size ferahlık, hazım kolaylığı vereceği gibi, rahatlamanızı da sağlayacak, bir an sizi çeşitli şişirme fobilerden uzaklaştıracaktır. Şimdiden afiyet olsun.


Amsterdam, 2 Mayıs 2010 

1 Eylül 2010 Çarşamba

QAF KÜNDIR (Kabak Kafa)

QAF KÜNDIR

Dışarıda sağanak bir yağmur vardı. Hava soğuk değildi. Mevsim bahardı. Daha yarım saat öncesine kadar ortalık, şimdi yağmur yağmasına rağmen tam tersine günlük güneşlikti. Olan deniz mavisi gökyüzüne olmuş, mavişlik karamsar bir ressamın gazabına uğramıştı. Ressam paletine döktüğü bir yığın gri ve koyu renkli boyaya fırçasını batırıp, fütürsüzce gökyüzüne dayadığı düştü düşecek olan merdiveninin üzerine çıkarak, kar beyazı pamuk bulutları yer yer karalara boyamıştı. Ortaya çıkan kötü denebilecek, insanın içini karartan tablonun ardından da, aşinası olduğumuz, istenmeyen misafir çıkageldi. Yağmur gök gürültülerinin eşliğinde, dayatmacı konukluğunu, askeri bir darbe gibi ilan ederek, damlalar halinde yeryüzüne hücum etti. Yağan yağmurla birlikte, henüz siyasi seçim zamanı yaklaşmadığından, ikamet ettiğim gecekondu mahallesinde patikalığını koruyan eğreti yollar, alabildiğine çamurlaşırken, her tarafa “sadık yar kara toprağın” güzel doğa kokusu burcu burcu yayılıyordu.
Burası ülkenin dört bir yanından daha iyi bir yaşam gayesiyle akın eden, yüz binlerce yoksulun yerleşim yeriydi. Dağ taş köyden şehre göç ederek, umut yolculuğuna çıkan bu zavallı insanların, iki gün gibi kısa bir zaman zarfında inşa etmeye çalıştığı barakavari, derme çatma ve bir devedeki eğrilikleri aratmayan, binlerce eğri büğrü evle dolup taşmıştı. Evler adeta bulundukları dik yamaçlarda, birbirlerinin üstüne yuvarlanacaklarmış gibi bir intiba veriyordu. Her evin, taşlarla sur gibi örülmüş, irili ufaklı bahçesinin içinde; yoksulluklarını sembolize edercesine bir kaç tane cılız, ileriye dönük yatırım olarak gördükleri ağaç fidanı da eksik değildi. Yıkılma korkusu ile çarçabuk yapılan bu evler, yerden mantar gibi bitiyorlardı. Kafalarını sokacakları bir evlerinin olmasının ardından, bu yoksul insanların yaptığı ilk iş, hemen ekmeklerini kazanma kaygısıyla, Ankara’nın paylaşım kazanına kevgirlerini daldırmak üzere kollarını sıvamalarıydı. Eğitimde, belirleyici bir kesimi eksi sıfırlarda bulunan bu insanlardan pek çoğu; pazarlarda hamallık yapıyordu. Bir küfe ayarlayan her ev reisi; pazarlarda lüks giyimli, kabarık cüzdanlı tin tin yürüyen bayanların peşinden onca ağırlığı iki büklüm olmuş bir halde tısılıyarak koşturuyorlardı. İnsanların parası var diye yiyeceğini dahi başkasına taşıtmaları çok garipti. Ekmek parasını böylesi güç koşullarda kazanarak, çocuklarının karnını yarım yamalak doyurabiliyorlardı. Kimileri de inşaatlarda amelelik yaparak, sırtladıkları ağır çimento torbalarını akşama kadar, zemin kattan dördüncü beşinci katlara taşıyıp, geçimlerini el birliği ile kıt kanaat ta olsa sağlamaya çalışıyorlardı. Asiliği kendi taraklarının bezi yapmadan, yine de yaratıcılarına binlerce kez şükrederek, yoksulluklarının vermiş olduğu eziklikle boynu bükük, kendi köşeleri olan fakirhaneleri gecekondularında kendi değer yargıları dahilinde yaşamaya çalışıyorlardı.
İşte çamur içinde kalan bu patika yollardan birinde yürürken, yağan yağmura her nedense o gün hiç aldırmıyordum. Ben de bu insanlardan biriydim. Kısa bacaklarımla uzunca olmayan adımlar atarken, ayağımdaki Sümerbank’in Beykoz kunduralarına bulaşan onca çamura da aldırdığım yoktu. Ayağımdaki ayakkabılardan hepten gına gelmeye başlamıştı, bir yerde “gayrık yeterdi.” Onları hiç mi hiç sevmiyordum. Yırtmak için elimden geleni yapıyordum, ama gel gör ki bana mısın demiyorlardı. Bu ayakkabılar varlığı tartışma konusu olan prestijimi de daha bir alt kademelere indirip, iyiden iyiye marjinalleştiriyordu. Oh olsundu, çamurlara batıp çıksınlardı. Ben onlardan nefret ettiğim halde, babam Heyderi Hecike, her okul döneminde Ulus Meydanı’ndaki Sümerbank mağazasına uğrar, bu dizayn fukarası dünyanın en çirkin ayakkabılarından bana hiç sormadan, beğenip beğenmediğimi ise hiç göz önünde bulundurmadan, sanki kendisi giyecekmiş gibi, her defasında ucuz ve sağlam olduklarından dolayı, bir çift daha alırdı. Beykoz kunduraları oldukça sağlam olmalarına rağmen derilerinde her nedense bir gariplik vardı. Alındıktan en geç bir hafta sonra taşlara her değmesinde üstleri pötür pötür yara gibi kavlar, boyandığında ise garip bir hale gelirlerdi. Ama bunlarla dağa da çıksan yırtılmak nedir bilmezler, altı falan kolay kolay sökülmezdi. Dolayısıyla ayaklarımın prangası olan bu çirkinlikler, ayaklarımda yırtılmadan kalmakta inatla direnirlerdi.
O zamanların benini, affınıza sığınarak yine de fazla övgüye kaçmamaya özen göstererek (hoş övgülük bir yanım olsa olurdu belki), ben anlatmaya çalışırsam ki, bu durumda başkaca bir seçenek yok, öyleyse:
Kısa boylu (hoş şimdi de selvi boylu değilim, benimki de laf mı), on dört yaşlarında, hani çelimsiz olduğum yetmiyormuş gibi, birde bal kabağını andırır büyükçe de bir kafam vardı. (Belki de kafamdan dolayı olsa gerek, cennetten gelmiş olsa da, kabak yemeğini hiç sevmedim, hep kabak tadı verdi. Ama iyi yapılmış bir krem şantili kabak tatlısına da hayır demem. Fakat bunun yanı sıra bir gerçek daha var ki o da cennete gidecek olanları her gün kabaklı yemekler bekliyorsa cennetin hiç bir cazibesi kalmaz.) Bu kafa yapısına, bizim yöredeki Türk Köyleri halis mulis “Kürt kafası” diyorlardı. Kafanın arka kısmında kürtçede “qotik” denilen bir çıkıntı tüm albenisi ile hakimdi. Babam Heyderi Hecike sağ olsun, Allah ömrüne ömür katsın, açığı kapatmak için merak edip bu çıkıntıyı soranlara:
“Efendim benim oğlum çift akıllı, kafasının arka kısmında görmekte olduğunuz çıkıntı o yüzdendir.” der ve bendeki bu fiziki mazuratı, böylesi övgü yüklü bir böbürlenme ile kapatırdı.
Ve yine kürtçede aynı kafa yapısına “kaf çakuç” veya “kaf qündır” denildiği de oluyordu. Birde “kaf şönik – tokaç kafa” denilen bir kafa yapısı vardı ki, bu kafa modeli arkası tokaçla vurulmuşçasına dümdüz olduğundan, bu ismi almıştı. Yine kürtçede bir de “kaf tujik” denilen bir model vardı. Tujik bilindiği gibi sivri anlamındadır. Bizim köyün Qolit tepesini tanıyanlar bu kafa yapısının bu meşhur ve sık sık sözünü ettiğimiz ve bir yerde şahsen hayranı olduğum, sevdiğim bu tepeyi andırır. Tujik kafa yapısının en iyi modeline (hatırlayanlar bilir), rahmetli Murıq sahipti. Bu durumda ben kendi kafa modelimi başka bir alternatifim olmadığından dolayı, her zaman için yeğledim, zevkler ve renkler farklı olsa da. Tabii söz konusu kafaya hala sahibim, çok araştırmama rağmen değiştirme gibi bir olasılığın maalesef olmadığını gördüm. Lakin zamanla saç modelimi değiştirerek, kafamı kabaklıktan az da olsa kurtardım, yoksa her an kabak seven birileri, kafamı kabak sanıp koparabilirdi. Qotik sorununu da hep sırt üstü yatmaya özen göstererek, akıl sayısını bire indirme pahasına da olsa (Gerçi bundan sonra başarı grafiğimde bir hayli düşüşler olmadı değil), biraz olsun rütüşledim. Zeka oranındaki azalma olsa da, kabak sevenlerin saldırı tehlikesini de bertaraf ettim. Yumuşak karakterli ve oldukça da duygusaldım. Belki bir o kadarda romantiktim, kel başa (kabak başa da diyebiliriz) şimşir tarak olsa da. Duygusallık ve romantiklikte, çok şükür bir erozyona uğramadım, tam tersine bu daha da gelişti ve ben oldum olası bunu hep insani bir yön ve meziyet olarak gördüm. Hissiyatın insana mahsus olduğu kanaatini taşıdım ve bunu insanlarda hep secde edilecek bir erdem olarak kabullendim. Hani dış görünümüm öyle ahım şahım olmasa da, övgü kısmına geçecek olursak; yüreğimin ev sahipliği yaptığı duyguların güzel olduğunu söyleyebilirim. Fazla övgüye kaçmadan, ne yiğidi öldürelim, ne de hakkını yiyelim ama işin gerçeği ve belirgin naçizane özelliklerimden biri, insani yönümün ağır bastığıydı. Bu kadar anlatımla gözlerinizin önünde, uzaylı olmasa da, herhalde ucube bir şeyler canlanmıştır. İşte o benim. Bana ne diyebilirsiniz elbette. Ama benim de beni anlatmam gerekiyordu. Onca hikayeden sonra bir de kahramancık ben olayım dedim, lakin zor bir işe giriştiğimi de bu arada itiraf edeyim.
Bu yağmurlu bahar günü okulumun son günüydü. Biraz önce karnemi almış ve bu iş burada bitti deyip, derin düşünceler içinde, ıslana ıslana kaldığım evin yolunu tutmuştum. Ankara’nın Şentepe adlı mahallesindeki bu serüvenim de böylelikle sona ermişti. Şentepe Çalışanlar Ortaokulu’ndan, çok çalışan biri olmasam da, sonuçta öyle veya böyle mezun olmuştum. Bundan sonra ne yapacaktım, hangi mahallede hangi okula gidecektim, benim için tüm bunlar birer muammaydı. Karar merci-i yine Beykoz Kunduralarının alıcısı sevgili babam Heyderi Hecike’ydi. “Gün ola devran döne” diyerek bekleyecektim.
1970 yılı baharının ardından, Büyük Camili Köyü İlkokulunun dördüncü sınıfını yeni bitirdiğimde, tahminen on yaşındaydım. Henüz on yaşında olmama rağmen babamın gözünde, o güne değin hiç çocuk olarak görülmemiştim. Çünkü; babam kendi çocukluğunu yaşama gibi bir lükse sahip olmadığı için, bu konudaki empatiden bihaberdi ve haliyle her beşerin geçirdiği bu sürecin ne olduğunu, ne yazık ki bilmiyordu. Ona göre evin tüm sorumluluğunu, evin büyüğü olarak, benim çoktan üstüme almam gerekiyordu. Tarlaya tapana koşturmalıydım; çocukluk, oynamak, sevgi, şefkat ve benzeri şeyler de oldukça gereksiz, kof kavramlardı. On yaşındaki bir çocuk olduğuma göre (pardon yetişkin), Qolit Tepesinin altlarında, Hevşi Velo’da ve Kemikli Kuyu bölgesinde bulunan tarlalarımızın yerini, kaç dönüm olduklarını, o yıl nadasa mı bırakıldığını, yoksa ekili mi olduğunu bilmem gerekiyordu. Ben bunların yerini bir türlü öğrenemedim ve hala da bilmiyorum. Babamın vaatlerine göre bunlar ileride benim olacaktı. Her şey çocukları içindi ve günde on kez Cuma namazlarında verilen vaiz gibi, babam tarafından tüm bunlar nasihat olarak bıkıp usanmadan tekrarlanırdı. Çocukluktan ve oyundan uzak geçirilen dört aylık bir okul tatilinin ardından, okul zamanı yeniden geldi ve o yıl ilkokul beşinci sınıfa devam edecektim. Okulların açılmasına bir gün kala, ışıl ışıl aydınlık güzel bir öğlen vaktinde; Kesikköprü Köyünü geçip, Büyük Camili Köyüne doğru Ziyaret Yokuşunu ardında simsiyah bir eksoz dumanı bırakıp, zorlanarak tırmanan Aslani Usi Cumo’nun emektar dolmuşunda, üç tanede yabancı misafir vardı. Camili köyüne ilk defa gelen misafirler, etrafa meraklı gözlerle bakarken, bir an evvel aldıkları evrakta adı yazılı olan köye varmak istiyorlardı. Bu köy; Bala ilçesinin köylerinden, benim köyüm nami diyar Cami Kebir Köyü’ydü. Ortada oturan Meryem Hanım henüz on yedi yaşında olmasına rağmen, mahkeme kararıyla yaşını büyütüp; öğretmen olmuş ve tayini bu köye çıkmıştı. Köye gelmeden önce, ailecek biraz köyü sorup soruşturmuşlardı. Söylenildiğine göre bu bir Kürt köyüydü. Anlatılanlarla haliyle yüreklerine bir korku gelip çöreklenmişti. Kurada kendisine çıka çıka bir yamyamlar adası çıkmıştı. Duyumları Kürtlerin medeniyet tarlasından çok uzak, ilkel ve vahşi yaratıklar olduğu yönündeydi. Din iman bunlarda hak getireydi, zurnada peşrev belki olasıydı ama maneviyat bunlarda ara ki bulasın. Peygamber, Kur’an tanımayan, her gün adam öldürmeyi kendilerine meslek haline getirmiş vahşilerdi. Ama görev yeri burasıydı ve başka da çaresi yoktu. Onca negatif anlatımın şokuyla, anne ve babası ile birlikte, Ankara Etlik Mahallesi’ndeki Eski Garajlar’da köyün dolmuşuna bindiklerinde, araçta bulunan köylülere ürkek gözlerle bakıp, korku içinde yerlerini aldılar. Dolmuşta bulunanlar her ne kadar kendi aralarında yabancısı oldukları bir garip dille konuşsalar da, araçta yerlerini almalarının ardından, ağır bir Türkçe aksanla kendilerini buyur edip, saygıda kusur etmediklerini gördüler. Bu kafalarındaki tüm soru işaretlerinin bir çalkantıya uğramasına yetmişti. Bu işte bir bit yeniği vardı. Anlatılanlarla bu insanların alakası yok gibiydi. Evet çoğu bakımsız, sakalları uzamış, dişleri sapsarı ve her ağızda bir kaç diş eksikti, ama Türk köylülerinin de bunlardan pek geri kalır yanları yoktu. Üstelikte ilk etapta çok misafirperver ve saygılı gözüküyorlardı. Biraz olsun rahatlamışlardı. Köylüler de genç bayanın öğretmen olduğunu duyunca, hepten şaşırdılar. Aslani Usi Cumo kanarya sarısı dolmuşuna binip, uluslararası taşımacılık yapan TIR şoförlerini aratmayan bir kasılma ile direksiyonun arkasına oturunca, aniden hiç tanımadığı iki bayan ve bir erkeğin arabasında yer aldığını gördü. Yanındaki yolculardan Küçük Camili’li Heyderi Bone’ye şaşkınlıkla dönerek:
“Elo bı Xude vana ki ni? – Yahu Allahını seversen bunlar kim?” diye sorunca Heyderi Bone, Aslan´ın kulağına eğilip:
“Ev jınka melima gündi veyi, jıne dın û merik ji; dê û bave melime nı. – O genç bayan sizin köyün öğretmeni, diğer kadın ve erkekte öğretmenin anne ve babası”.
Bunun üzerine Aslan sol kolunu direksiyona yatık tutup, sıkıca direksiyonu kavradı. Arkasına dönerek, yuvarlak yüzünde yer alan ışıl ışıl gözlerini daha da açarak, pala bıyıklarının altından yukarı doğru ustalıkla oluşturduğu bir eğri sayesinde, yüzüne yerleştirdiği ani hoş bir gülümsemeyle:
“Efendim xoş gelmişsiniz, köyümüze xoş gelmişsiniz. Biz de ne zamandır köyümüze bir muâlim bekliyorduk. Demek siz ögretmensiniz? Ne güzel ne güzel. Tekrar xoş gelmişsiniz. Yeriniz rehet midir? Eger orda rehet değilseniz! İsterseniz buyurun bu koltığe geçin!”
Dolmuşta bulunan yabancı misafirler, mütevazice hep birlikte kafa sallayarak:
“Evet, sağ olun. Hoş bulduk. Yerimiz oldukça rahat.” derken Aslan direksiyona dönüp, birinci vitese takmıştı bile. Büyük Camili’nin köy dolmuşu; yelkenler fora deyip, dar sokaklardan geçip, pek çok kırmızı, mavi, beyaz ve diğer renkteki aracı Eski Garajlar’da ardında bırakıp, “yamyamlar adası” Cami Kebir Köyü’ne doğru yola koyuldu.
İki buçuk saat gibi tozlu dumanlı bir yolculuğun ardından, nihayet hedefe varılmak üzereydi. Dolmuş Küçük Camili Köyü’nü daha yeni geçmişti ki, aslen Türk asıllı olan ama Camili’de tamamen asimile olup, kendi anadili türkçeyi bir Kürtten dahi daha bozuk bir aksanla konuşan emektar taşımacımız Aslani Usi Cumo misafirlere dönüp:
“İşte Xanimefendi bizim koy bu karşıdaki köydür. Köyümüz tahminen yüz elli hanedir. Hepimiz rençperlik yaparız. Bu da bizim işimiz. Biz de geçimimizi böyle sağlıyoruz. Ha koy de bir öğretmen daha vardır. Adı Memet öğretmen.”
Köy hakkında verilen bu detaylı bilgileri can kulağı ile dinleyen misafirler, yerlerinden doğrulup, yaklaştıkça daha bir belirgin hale gelen köye merakla bakmaya başladılar. Öğretmenin babası Mehmet Bey, Aslan’a doğru dönerek:
“Şoför efendi, köye geldiğimize göre, bizi mümkünse müsait gördüğünüz bir evin önüne bırakın. Artık orada ne yapacağımıza karar verir, nereye yerleşeceğimizi de araştırırız. Size zahmet olacak.”
Aslan uzun uzun düşündükten sonra bizim evi, yani Heyderi Hecike’nin evini uygun görüp, arabayı kapıya çektikten sonra, minibüsünün camından kafasını çıkarıp, evinin balkonunda oturup istifini bozmayan Heyder’e seslenerek:
“Elo Heyder Emi, mevane te heni, care veri vıra. – Haydar Amca misafirlerin var, zahmet olmazsa buraya gel.”
Herhangi bir misafir beklemiyorduk, bu gelenler de kimdi acaba diyerek, meraklı gözlerle dolmuş kapısının önüne üşüştük. Köye yeni bir öğretmen gelmiş olmasının sevinciyle, biz çocuklar arasında büyük bir coşku yaşanmıştı. Acaba nasıl biriydi, parmaklarımızı bir arada toplatarak cetvelle hızla üstüne üstüne vurur muydu? Bizi falakaya yatırır mıydı? Kürtçe konuşmamızı o da yasaklar mıydı? Bu ve benzeri pek çok soru gelip, kafamıza arılar gibi üşüştü..
Babam misafirlerimizi evimizin yukarı katına buyur etti. Hoş beş ve tanışma faslından sonra, öğretmenin babası ve annesi ikindi vaktinin namazını kılmak istediklerini söyleyince, babam, Mehmet Bey’e dönüp:
“Evet, namaz vakti geldi. Ben de namaz kılacaktım. İstersen abdest alıp, birlikte kılalım.” deyince; Mehmet Bey, hayret ederek babamın suratına bakmadan edemedi.
Mehmet Bey namazını kıldıktan sonra, mahcup bir edayla:
“Haydar Efendi; kusurumuza bakma ne olur. Bize buraya gelmeden önce, sizler hakkında çok kötü şeyler anlatılmıştı. Oysa siz de bizim gibi elhamdülillah müslümansınız ve aynen bizim gibi ibadet ediyorsunuz. Aynı Allah’a ve aynı peygambere inanıyorsunuz. Doğrusunu söylemek gerekirse, şimdiye kadar sizler hakkında anlatılan, ipe sapa gelmeyen söylentiler, çok abes şeylermiş. İnsanlar hakkında böylesi ön yargılar, ayrımlar şimdi iyi anlıyorum ki, çok kötü.”
Babam olup biteni, biz yamyamlar adasındakiler hakkında söylenenleri pek kestiremediğinden, Mehmet Beyin anlatımlarına pek kulak asmadı.
İki aile arasında sağlanan güven ortamının akabinde, Meryem öğretmenin kalması için köyde boş bir ev arandıysa da bulunamadı. Bunun üzerine babam bir teklifte bulunarak:
“Mehmet Bey; ev bulmak biraz zor. İstersen öğretmen hanım bizde, bizim evin yukarı katında kalabilir. O da bizim kızımız sayılır. Bizim için hiç bir mahsuru yok.”
Duygulanıp, gözleri buğulanan Mehmet Bey daha bir mahcup olmuş halde:
“Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Bu iyiliğinizin altından nasıl kalkarız, doğrusu onu da bilemiyorum. O zaman kızım size emanet. Ben de yarın Ankara’ya içim rahat ve kaygısızca dönebilirim”
İki aile arasında unutulmayacak bir dostluğun temelleri atıldı. Bizler onlara büyük bir saygı ve sevgi gösterirken, onlardan da aynısını görüyorduk. Birbirine bu denli yabancı insanların, böylesine kaynaşması ve kader birliği yapmaları doğrusu çok duygulandırıcıydı.
O yıl dahil olmak üzere Meryem öğretmen bizimle birlikte yedi yıl kaldı. Aynı yer sofrasında Allah baba ne verdiyse (çok çeşitli olmamakla beraber) yiyip içiyorduk. O da evimizin bir ferdiydi ve işin garip tarafı aynı tasa ikirciklenmeden kaşığını daldırarak çorbasını içmesiydi.
Ben de aynı yıl ilkokul son sınıfa gidiyordum. Derken koskoca bir yıl geride kaldı. Babam beni okutmak istiyordu, köyde ortaokul olmadığı için benim Ankara’ya gitmem gerekiyordu. Fakat Ankara’da evimiz yoktu. Ne yapacağımızı kara kara düşünedururken, olup biteni sezinlemekte gecikmeyen Meryem öğretmenin ailesi de, karşı bir teklifte bulunarak; benim de onların evinde kalabileceğimi belirtince, bana da Ankara Şentepe Mahallesi’nin dik yamaçlı, kışın iletişimin tamamen kesildiği, yılan kıvrımlı yolu gözüktü.
Bu mütevazi, görgülü insanların evinde üç yıl gibi bir süre kalarak, ortaokulu bu mahallede bitirdim. Onlarda kaldığım süre içinde kendilerinden çok şey öğrenmiş ve bu yaşta edindiğim ruhi şekillenmem daha sağlıklı olmuştu. Pek çok güzelliğe burada tanıklık ederek, bizzat yaşadım. Bu insanlara doğrusu çok şey borçluydum. Minnettardım, ufkum kendi ölçülerim dahilinde de olsa genişlemişti. Oysa hayat oldukça karmaşık ve çetrefildi. Cenneti hep veresiyeye bağlayıp, cehennemin yaşanması için elimizden geleni ardımıza koymuyorduk. Bugün yaşananlar da çok farklı değil. Her şey katmerlendi. Bugün dünü her dem aratır oldu. İnsanlığa verilen hep vaat hep vaatti. İcraat maalesef nafileydi. A dan Z’ye her şeyin gidişatı dur durak bilmeyen destursuz, mendebur bir gidişattı.
İnsanlıktan beklenen hep olumsuzluk mu olacaktı? Çetin Altan harikulade olan her yazısında, enseyi karartmamayı sağlık verir. Büyük sözü dinleyip böyle yapmaktan başkada çözüm getirecek alternatifimiz yok.
Bir yandan da o günlere dair acı tatlı anılar içimde depreşip durur. Anılar tiril tiril titrer, “qündır kafamda” yer alan gözlerimin önünden film şeridi gibi gelip geçerler. Bazen elimi atar bu film karelerinden bir kaçını yakalar ve akabinde dalar giderim. Dur durak bilmeyen, gem almayan duygu yoğunluğu, yerini yüce padişahtan ferman da gelse, kendisini tüm ağırlığınca ortaya koyar. Yüreğim bir hoş olur. Ömürden geçen her günün kendince bir hatırası vardı.
Hiç unutmam ortaokul ikinci sınıfa gidiyordum (müthiş bir kariyer değil mi?). Soğuk bir kış günü Ulus’tan Şentepe’ye gitmek üzere bu istikamete giden dolmuşlardan birine binmiştim. Yukarıda sözünü ettiğim meşhur kafamın verilerinden ve bir türlü düzeltemediğim aksanımdan (dilimi eşek arısı soksun hala düzelmedi), tıka basa dolu olan minibüsün şoförü “leb demeden leblebiyi anlamış” olacak ki, bana dönüp, faka bastırmak için kasten bozuk bir aksanla:
“Lo sen Kürt müsen? Ben de Kürdem, hele bir kürtçe konuş bakalım sen nasıl konuşuyorsun. Ben de sonra konuşurum.”
Rolünü çok iyi oynadığından ben de kendisine inanmıştım. Kısık ve ürkek bir sesle:
“Bilmem ne diyeyim ki” ardından da:
“Nawe te çi yi? Tû yi ji ku dere yi? – Adin ne? Sen nerelisin?” diye sorduğumda, tüm yolcular, hep bir ağızdan katıla katıla kahkahalarla
güldüler. Onca “hihi ve hoho” nun ardından, minibüs şoförü kendisinin benim kadar düşük bir seviyede olmadığını ima edercesine beni kandırdığını söyleyince; utancımdan, tongaya bastığımdan dolayı da hırsımdan kıpkırmızı oldum. Bugünü her ne zaman hatırlasam hala aynı utancı ve yüzümdeki renk değişimini yeniden hissetmeden edemiyorum.
O yıllar dünya insanlığı için oldukça zor koşulların hüküm sürdüğü yıllardı. Yaşanan her zaman biriminin kendisine özgü zorlukları var. Olanaklarımız bugüne kıyasla şaşılacak düzeyde kıt kanattı. Alınan yeni bir kurşun kalem, bir silgi dahi o güne farklı başlamamızı sağlıyordu. O gece gördüğümüz rüya dahi, adeta renkleniveriyordu. Bugünkü gibi alabildiğine tatminsizlik söz konusu değildi. O yaşlarda zincirleme platonik aşkların bini bir paraydı. Aşık olmak insanın hayata daha iyi tutunmasını sağlayacak kadar güzeldi. Hayalimizde her gün ulaşamadığımız yeni bir aşkımız vardı. Başımızda esen kavak yellerinin en tatlısıydı. En küçük bir şey dahi mutluluğumuzun ayyuka, hatta Paşa Dağının doruklarına çıkmasına neden olurdu. Oysa şimdilerde ne kadar da doyumsuzlaştık farkında bile değiliz. Heyhat deyip, hayıflanmamak elde değil. Güzelliklere bakan kör olduk. Tılsımlarımızı hepten ellerimizden uçup giden kuşlar misali yitirdik ki, bu pek hayra alamet değil. Yok oluşlar ağız tadımızın kaçması demekti. Keşkelerimizin sayısı bir tavus kuşu gibi bir hayli kabardı, her geçen gün iç çekişlerimize bir yenisini ekledik.
Oradan, buradan, okuldan öğrendiğimiz her şeyi hemen başkaları ile paylaşır bir yandan da bu kulaktan dolma bilgilerimizi, ukalalığımızı son kertesine kadar acımadan kullanır, bu konuda bihaber olan herkese, bilmişlik taslayarak aktarırdık. Böylelikle onlara neler bildiğimizi kanıtlamaya çalışırdık.
Demokratlığımızın üstüne yoktu. En demokrat, en solcu bizlerdik. Kendimizi kurtaramadan Don Kişotluğa soyunur, haksızlıkların üstüne öğrendiğimiz bir kaç kıçı kırık kelime ile yel değirmenlerine saldırır gibi saldırırdık. Benim en mutlu olduğum ve yüreğimin tüm yağlarının eridiği konumlardan biri de, kendi köylülerimden birini kendi paralelimde, kendi dünya görüşüme yakın görmekti. Böylesi bir çizgiyle köyümüz cahillikten, gerilikten ve çağ dışı olmaktan kurtulacaktı, en azından ben öyle sanıyordum. Dişe dokunur bir katkıda bulunmadan, alabildiğine romantik bir idealizm.
Çocuk yaşta Şentepe serüvenimle on iki yaşımda gurbetlikle tanıştığımdan, insan boğazından geçmeyen bir lokma gibi olan bu duyguyu da çok iyi bilirim. Bu nedenle de gurbette olanların da durumlarını göz önünde bulundurur ve kendi kendime onlar adına üzülürdüm. Şentepe de bulunduğum sırada bizim akrabamız olsun veya olmasın, askerde bulunanlara veya köyün dışında bulunan ve adresini edindiğim herkese mektup yazardım. Hele askerde olanlara yazmak en büyük mutluluğumdu. İçimden geçirdiğim keşkelerden biri de o mektupları saklamış olsaydım. Öylesine güzel mektuplardı ki. Benim için bu mektuplar; Tolstoy, Dosktoyevsky, Gorki, Stendal, Balzak klasikleri gibi klasiklerdi. Çoğu; “Çok değerli”diye başlar, bilinen “nasılsın, annen nasıl selam eder ellerinden öperim – Haydar Amca nasıl, selam eder ellerinden öperim. – Sen de ben kıymetsiz kardeşinden soracak olursan, hamt olsun iyim. Kestane kebap acele cevap…..” Ve herkese kebap olan kestanenin kokusunu da hissederek, acele cevap gönderirdim. İyi yönlerimden biri de insanları bekletmekten hoşlanmadığımdır(kendi mi fazla mı övmeye başladım yoksa…kusura kalmayın).
Amcamın oğlu Erol’la da mektuplaşıyordum. O zamanlar hala Şentepe’de Meryem öğretmenin evinde kalıyordum. Erol Avanos'ta kiremit fabrikasında çalışıyordu. O da köye izinli olarak geldiğinde, mintanında bulunan dokuz düğmeden altısını açıyordu (Bağrı yanık olmak kolay değildi). Günlerden bir gün Erol’dan bir mektup aldım. Mektup yukarıdaki klasik mektuplardandı. Fakat ilerleyen satırlarda sevgili amca oğlum mektubunu biraz geliştirmişti. Meryem öğretmenin annesinin adı Berna Hanımdı. Nasıl olmuşsa Erol Berna Hanımı hiç tanımadığı halde, adını duymuştu ve mektubunun satırlarına aynen şöyle devam ediyordu. “Aydın, Berna Teyzem nasıl? İyi ve rahat mı? O da ben değersiz kardeşini soracak olursa iyi ve rahatım. Aydın, Berna Teyzeme söyle aman ha aman beni hiç merak etmesin. Ben burada çok iyi ve rahatım. Mehmet Amcamın pamuk ellerinden öperim.” Ne kadar güzel, naif ve de klasik duygulardı bunlar. Hiç tanımadığın bir insanın, seni merak edeceğini düşünmek ve kırk yıllık dost gibi yazabilmek. Oysa insan çok samimi bir arkadaşına yazarken dahi, pek çok acabayı aşamayabiliyor. Medeni cesaret bu mu olsa gerek! Bu mektuplardan sadece bir tanesiydi. Atmayıp saklamış olsaydım dünyanın en iyi mektup arşivlerinden birine sahip olacaktım. Fakat yapılacak bir şey yok, olan olmuştu.
Sonuçta bunca öz eleştirinin, irdelemenin ve tek tük hatıranın ardından dönüp dolaşıp Şentepe’ye dönecek olursak; karnem elimdeydi ve son kez kalmak üzere, kaldığım evin yolunu çamurlara bata çıka yürüyordum. Köyümü, annemi babamı, kardeşlerimi, akrabalarımı, arkadaşlarımı çok özlemiştim. Ertesi gün ben de Aslani Usi Cumo’nun dolmuşuna binip sevinçle doğduğum köye ve özlem duyduklarıma gidecektim.
Babamın bana yeni bir Beykoz kundurası almasının zamanı yaklaşıyordu. Aradan dört ay gibi bir zaman su gibi akıp gidecekti. Babamla Ulus meydanından geçip, Sümerbank’ın mağazasına gittiğimiz zaman, babamın kafasında benim hangi okula, nerede gideceğim, onun kılı kırk yaran araştırması ile daha da netleşmiş olacaktı. Yeniden yer yer kabarıp, pörtük pörtük olacak olan bir Beykoz kundurasına kavuşmaya uzunca bir zaman kalmamıştı. Sayılı gün tez geçerdi. Yani istenmeyen vuslat, Küçük Camili Köyü’nden bakıldığında şipşirin görünen (Orada bir köy var uzakta, o köy benim köyümdür), istediğimiz oranda gidip gelemediğimiz Büyük Camili Köyü gibi uzak değildi. Kim bilir belki o günde yağmur yağabilir ve ben de yepyeni olan güzelim ayakkabılarımı, ihanet edercesine hemen çamurlara yatırabilirdim.

Amsterdam, 15 Eylül 2006

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...