31 Ocak 2021 Pazar

TANRI ORPHEUS'UN AŞKI



                                                                          Orpheus And Eurydice (Louis Ducis, 1826, oil on canvas)


TANRI ORPHEUS’UN AŞKI

 

           "Ben ölseydim;

           O belki ağlardı.

           Ama o ağlasaydı;

           Ben ölürdüm..."

                               Özdemir Asaf

                                                        

 

“Bir varmış bir yokmuş,” değil. Hem “birin varmışlığı” hem de “bir yokmuşun yokmuşluğu” o zamanlar henüz dile getirilmiyordu. O eski Yunan Mitolojisinde binler… binlerce yıl önce, birbirinden büyüleyici öyküleri ile belki de yüzlerce tanrı ve tanrıça vardı. Bunlar saymakla bitmezdi. 

Öyle pirelerin tellal, keçilerin berber olduğu da henüz söz konusu değildi.  Cinler ciritlerini eski hamam içinde atmıyorlar, çünkü yoklardı. Kalbur, belki saman içinde yuvarlanıyor olabilir ama padişahın üç oğlu veya üç kızı yoktu. O zamanlar padişahların esamesi okunmuyordu ki, oğulları ve kızlarının okunsundu. Babam beşikten, ben ise eşikten düşmedim o zamanlar. Oysa bu düşmeler binlerce yıl sonra olacaktı. Annemin ahşap beşiğini "tıngır mıngır" salladığım da büyük bir yalandı. Ama Yunan Mitolojisinin, o çağlarda, yüzlerce tanrı ve tanrıçaya sahip olduğu ise büyük bir gerçekti.

Bu çok sayda tanrı ve tanrıça arasında bir de Müzik Tanrısı Orpheus bütün cazibesi ile boy gösteriyordu ki, o alabildiğine yakışıklı mı yakışıklı, boylu-poslu ve göz kamaştırıcı bir endamdaydı. Orpheus tam bir “lir” kompozitörü, şarkıcı, müzisyen, şair ve  Yunan Mitolojisinin en son kahramanı olup, Tanrı Apollo ve güzel sesli Kallope’nin oğluydu. Kendileri aslen Trakyalıydılar. O kanlı savaş meydanlarında büyük kahramanlıklar gösteren biri olmadığı gibi, tam tersine duygu yüklü yüreği ile oldukça hassas, zarif ve ağzında mısraların bal misali sözcüklerin döküldüğü insancıl bir şairdi. Orpheus lir çalmaya görsün ince uzun parmaklarının dokunuşları esnasında doğaya yayılan melodilerden mest olan bütün hayvanlar bariş içinde onun kıyısına-yöresine gelir ve can kulağı ile onu dinlemeye koyulurlardı. Öyle ki boncuk mavisi Ege Denizi, coşkun nehirler, dereler, tepeler, dağlar, akarsular, ağaçlar, çiçekler, börtü böcek ve yeryüzünün semalarında kanat çırpan bütün kuşlar şuhu içinde bu melodileri dinlemeye koyulurlar, ardından ürpertici bir sessizliğe bürünürlerdi.  

Müzik Tanrısı Orpheus dere tepe demeden lirini çalıp dolaştığı bir anda tesadüfen karşılaştığı ve müziğinden çok etkilenen peri kızı Eurydike’e bir görüşte deliler gibi aşık oldu. Aşkı, Eurydike tarafından da aynı anda karşılık buldu. Kısa bir süre içinde sevgilileri sarıp sarmalayan bu güzelim aşk, onları çok geçmeden bir araya getirdi ve dillere destan kırk gün ve kırk gece süren, kol kol girilerek sirtakilerin oynandığı, çalgılı çengili bir düğünle mutluluklarını taçlandırıp dünya evine girdiler.

Orpheus günün büyük kısmını karısı masalsı bir güzellikteki Eurydike'ye ayırıyor, onun kadifemsi yanaklarını, beline kadar uzayan dalgalı altın sarısı saçlarını okşuyor, su misali gülümsemesinden bakışlarını alamıyor, gamzelerindeki çukurlara öpücükler konduruyor, yumuk ellerini sürekli tutuyor, uzun uzadıya sohbet ediyor, ona şevda şiirleri okuyor, birlikte gülüyor ve sevdiğinin yosun yeşili gözlerinin derinliklerinde kayboluyordu.

           Evlilikleri eşi benzeri az rastlanır bir mutlulukla devam ederken, hiç beklemedikleri bir anda, olmadık bir trajedi ile yaşamları sekteye uğradı. Eurydike kocası Orpheus’un doğum günü öncesi hazırlıklar yaptığı bir anda bahçede davetliler için koyduğu metrelerce uzunluktaki masada çiçeklerin eksikliğini fark etti. Güneşin upuzun kızıl saçlarını Yunan dağlarından henüz sarkıttığı bir bahar sabahıydı. Taze gelin Eurydike elini çabuk tutup çiçekler toplamak üzere kırlara çıktı. Canlıların gözlerinin görebileceği her yer alabildiğine yeşilin her tonu ve kır çiçeklerine bezenmişti. Turnalar, leylekler ve diğer göçmen kuşlar gittikleri sıcak diyarlardan haftalardır dönmüş, gökyüzünde kafileler halinde uçuşup boy gösteriyorlardı.

Güneş bütün canlılara ve bitkilere ol cömertliği ile sıcaklığını ve ışıklarını sevecenlikle salıyordu. Eurydike alımlı yüzünde kocaman bir gülümseme ile neşe içinde şarkılar söylüyor, ceylanlar gibi hoplaya zıplaya sekiyor, mis kokulu yasemin, gelincik, papatya, mimoza, zambak, şakayık, mor salkım, sümbül, lale, gül, orkide, kasımpatı, nergis, zambak, çiğdem ve doğada bulunan bütün bitkilerden öbek öbek çiçek buketlerini bir araya getiriyordu. Güzel bir doğum günü partisi olmalıydı ve eğlenceye bütün tanrılar davetliydi. O nedenle en küçük bir eksik veya kusur olmamalıydı.

Eurydike dalgın bir halde çiçek toplamaya devam ederken, bu sırada aynı yerde koyunlarını otlatan çoban Aristaios, Eurydike’nin göz kamaştıran güzelliğini gördü ve o anda kendisine vuruldu. Çoban Aritaios kendisini daha fazla tutamadı ve bu olağanüstü güzelliğe sahip olmak için Eurydike'ye saldırdı. Genç kadın topladığı mis kokulu renga renk çiçeklerini bir tarafa bırakıp korku ile yakındaki ormana doğru kaçıp kendisini kurtarmaya çalıştı. Nefes nefese koşarken telaşla bir çukura düştü. O sırada bulunduğu çukurda dinlenme halinde olan zehirli bir yılanın üzerine bastı ve yılan onu bacağından soktu. Düştüğü çukurda acılar içinde kıvranan güzeller güzeli Eurydike tesirli zehrin etkisi ile yosun yeşili gözlerini bir daha açılmamak üzere hayata yumdu. Ormanda bir çalı kuşu art arda yardım çağırmak üzere öttü. Ama onu duyan olmadı. Kanat çırpıp Eurydike'nin yanı başına geldi. Güneş ışınları misali başının atrafına dağılan saçlarından uyanması için çekiştirdi. Uyanmadı. Sinsi yılan çoktan hızlı sürünmelerle oradan uzaklaşmıştı.

Bu oldukça üzücü olayın ardından Orpheus’in yüreği dayanamayacağı acılarla dolup taştı. Sevdiğinin ölümünü kabullenmedi. Duyduğu ıstıraptan ne yapacağını şaşıran Tanrı Orpheus lirini alıp aylarca dağlarda dolandı. Lirinden acıklı melodiler dört bir yana dağıldı. Bütün canlılar ve doğa mest oldu. Ama tek avuntusu müzik dahi yüreğinde duyduğu acıya derman olamadı. Hayatından bütün renkler bir anda silindi. Eurydike’nin varlığı ile duyduğu mutluluktan yüksek burçlu bir kale gibi duran kalbi, cılız bir dal gibi kırıldı. Yüreğindeki keder, onu atıldığı bir kezzap kuyusu gibi yakıp kavurdu.

Orpheus dünya güzeli karısı Eurydike olmadan yapamayacağını bildiğinden, ona yeniden kavuşmak için çareler aramaya koyuldu. Eurydike’nin ruhunu yeraltı ve ölüler Tanrısı Hades ve Tanrıça Persephone’den istemeye karar verdi. Bunun için bir tanrıyı, tanrıçayı ve yer altı dünyasının üç başlı zehirli bekçisi azgın köpek Cerberus’u da ikna etmesi gerekiyordu.

Uzun araştırmalar sonunda yeraltı alemine inen gizli kapıyı buldu ve bu yolda canını dişine takıp hızla ilerlemeye başladı. Bir an önce Eurydike’sını  bulması gerekiyordu. O olmadan yaşama katlanması imkansızdı. Hades ve Persephone’yi konuşarak etkilemeyeceğini bildiğinden, geriye onları bir tek lirinden çıkacak melodilerle ikna edebileceğini düşündü. O nedenle Hades ve Persephone’nun karşısına çıkar çıkmaz lirini eline aldı ve yüreğini kasıp kavuran bütün hüznü ile çalmaya başladı. Çok geçmeden Yeraltı Tanrısı ve Tanrıçası kulaklarına doluşan hüzün dolu melodilerden oldukça etkilendiler. Ceberus dahi çömeldiği yerde bir kez dahi havlamadan sessizce ağzından salyalar akıtıp can kulağı ile dinledi.

Orpheus Müzik Tanrısı olarak yaptığı sunumdan sonra Hades ve Persephone’a isteğini kabul ettirdi. Böylelikle Eurydike ölüler diyarından çıkıp tekrar yaşayanların dünyasına dönebilecekti. Fakat bir şartları vardı. Buna göre; Eurydike, Orpheus’un peşi sıra ölüler dünyasından çıkıp gidecek ve Orpheus bu sırada bir kez olsun dönüp ardına bakmayacaktı. Orpheus şartı aynen kabul etti ve ellerini tez tutup karısını ardına takıp uzun ince yola koyuldular. Tam çıkışa ramak kala, Orpheus karısının ani bir çığlık atması üzerine, ardına bakar bakmaz Eurydike’nin ruhu apansız sonsuzlukta buharlaşıp kayboldu.

Orpheus için acılı günler yeniden başladı. Yaşayanların dünyasında dağlara çekildi. Mecnunlar gibi yüreğinde küskünlüğü ile dolandı. Yedi ay kadar bir zaman, yüreğinde ezilmiş bir gülün hüznü ile bir mağaraya kendisini hapsetti. Karalar bağlayıp gece gündüz derdine ağladı. Daha sonra da “Bakkhalar” tarafından yakalanıp paramparça edilip öldürüldü.

Orpheus öldürülürken mutludur ve yüzünde büyük bir gülümseme vardır. Çünkü sevdiğine bu yolla yeniden kavuşacaktır. Bakkhalar, Orpheus’un bedenini parçalara ayırıp kestikleri başı ve liri ile birlikte nehre attılar.

Nehirde Orpheus’un başını bulan “Musalar”, Lesbos (Midilli) adasında Tanrı Orpheus adına yaptıkları tapınağa nehirden aldıkları başını alıp mezar taşına koydular. O günden sonra bir bülbül gelip mezar taşına kondu ve durmaksızın ötmeye başladı. Bedeninin parçaları ile birlikte atılan lirini de bulan Musalar, Orpheus’un enstrümanı lirini alıp Zeus’a verdiler. Ondan bunu gökyüzüne salması ricasında bulundular. Zeus teslim aldığı liri gökyüzünde diğer yıldızların yanına özenle yerleştirdi.

Her gün başımızı onlarca kez kaldırıp baktığımız deniz mavisi gökyüzünde yeni bir yıldız doğdu ve bilim adamları bu yeni yıldıza “Lyra” adını verdiler. İyice kulak verip dinleyecek olursak, belki de Orpheus’un gökyüzündeki lirinden, yani yıldız Lyra’dan onun ölümsüz aşkını dile getiren melodileri duyanlarımız olabilir. Buna, elbette o an içinde bulunduğumuz hissiyatın yoğunluğu etkili olacaktır.   

Masallardaki gibi "hem birin varmışlığı, hem de birin aynı zamanda yokmuşluğunun" olmadığını söylemiştik. Ama "onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine de yoktu." Gökten de her ne hikmetse tek bir elma dahi düşmedi. Tanrılar mutlu olmayı onlara çok gördü. Orpheus sabırsızlığının cezasını çekti. Tanrılara karşı olan güvensizliği onu çılgınca sevdiği karısından ayırmış oldu. Çehresindeki kocaman gülüşü üşüdü. Yüreğini kuş misali kanatlandıran güneş gülüşlü sevdiği yok oldu. Gönül harını ziyan etti. Ve Müzik Tanrısı Orpheus hatasının kurbanı oldu.

 

Amsterdam, 30 Ocak 2021

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


9 Ocak 2021 Cumartesi

DOĞUM GÜNÜ





DOĞUM GÜNÜ

 

        “Seni düşünürken

        Bir çakıl taşı ısınır içimde

        Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar

        Bir gelincik açılır ansızın

        Bir gelincik sinsi sinsi kanar

        Seni düşünürken

        Bir erik ağacı tepeden tırnağa donanır

        Deliler gibi dönmeğe başlar

        Döndükçe yumak yumak çözülür

        Çözüldükçe ufalır küçülür
        

         Çekirdeği henüz süt bağlamış

        Masmavi bir erik kesilir ağzımda

        Dokundukça yanar dudaklarım“         

                                            Bedri Rahmi Eyüboğlu

 

Onlarca yıl öncesinde, onu tarihi İstanbul Sirkeci Garı'ndan alıp, o zamanlar çok yabancısı olduğu Hollanda’ya getiren kömür karası bir trendi. Yirmi yaşındaydı. Gençti, ama onun da al olan kanı deli mi, yoksa akıllı miydi, bugün sorsanız o da bilemezdi. Ve ona doğumundan iki gün sonra, anne ve babası Arhan adını vermişlerdi. Yirmi yaşına kadar olan vasat yaşamında, o ilk kez İstanbul’a geliyor, ilk kez bir trene biniyor, ilk kez ülke sınırlarının dışına çıkıyor, ilk kez pek çok ülkenin içinden transit geçiyor ve yine ilk kez dağlar-denizler ardında bulunan, doğduğu topraklardan binlerce kilometre uzaklıktaki Hollanda’nın çok kültürlü toplumunda  üfürülen bir toz zerreciği gibi kayboluyordu. 

Öncesinde geldiği İstanbul’un büyüklüğü, balık istifi şehre sığmayan kalabalığı, insanların iç içeliği, akla gelebilecek her şeyin ayaküstü satılıyor olmasının şaşkınlığı, bağırış-çağırışlar, yaşanan hengame, klakson sesleri, trafiğin yumak misali karmaşıklığı, ak bulutları delen binlerce minare, dört bir yandan zangır zangır ezan sesleri, fırsat kollayan yankesiciler, dönen dolaplar, ayakta kalmakta zorlanan tarihi binalar, meraklı-bir o kadar da renkli turistler, martılar, deniz, balıkçı kayıkları, çözülmeye çalışılan balıkçı ağları, denize sarkıtılan oltalar, sandallar, güvercinler, feribotlar, raylarda hareket halinde trenler, simitçiler, sarhoşlar, dilenciler, travestiler, dolmuşçular, taksiciler, kapkaççılar, kokoreççiler,  ayakkabı boyacıları ve İstanbul’u İstanbul yapan, kendisine özgü daha yüzlerce şaşılası motifin yadsınamayan varlığı.

Arhan için yaban elde tutunmak hiç de kolay değildi. Onca farklılığa alışmak kolay olmayacaktı. Biraz zaman alacağa benziyordu. Elbette en büyük engellerden biri de dil sorunu olmalıydı. Bunu aşmak ve bu konuya hakim olmak da ayrıca onu hayli zorlayacaktı.

Yukarıda sayılan onca ilki bir anda yaşamak üzere yola çıkmadan önce, kendisini uğurlamaya gelenlerden sevdiği ve ağabeyi olarak gördüğü büyüğü, vedalaşma anında sol elini omuzuna koyup kulağına fısıldamıştı.

“Hadi koçum, tez zamanda iyi haberlerini bekliyorum. Bana hemen yaz. Yapacağın ilk işin hızla dil öğrenmek olsun. Oranın dilini öğrenirsen, gerisi çorap söküğü gibi gelir. Ha… Bir de kulağına küpe olsun. Dil dile değmeyince dil öğrenilmiyormuş. Bu işin erbapları öyle söylüyorlar. Ben onların yalancısıyım.  Onun için ne yapacaksın? En kısa zamanda sarışın bir hatun bulacaksın. Şöyle kardeşimin duygusal yüreğine seslenen, onun gönlünü hoş tutan, mutlu kılan ve kocaman bir kalbi olan. Göreyim seni. Yüzün hep gülsün. Hadi yolun açık olsun. Güle güle git.”

Ağabeyi olarak gördüğü Zeki’ye karşı nasıl da utanmıştı. Ama  içi de hoş olmadı değil. Evet güzel günlerin, çok daha güzel günlerin kendisini beklemiyor olmaması için hiçbir neden yoktu. Azim, sahibini günün birinde elbette düzlüğe çıkarırdı.

Derken zaman yıl yıl geçti. Bir başına zor yıllar. Dil de öğrendi. Belki dilini dillere değdirerek değil, ama öğrendi. Derken günlerden bir gün, bir yerde tesadüfen görüşüp tanıştığı birisine yüreğini kaptırdı, hem de ne kaptırma. Öyle ki; kısa sürede alev alan sevdası dağları yerinden oynatabilirdi. O yürekten geçen bin bir türlü hoş, ılık, şekerli, ballı, şerbetli, ekşi, tatlı ve tutam tutam baharatların serpiştirildiği duygular anlatılamazdı. Bunu görebilmek için o an Arhan’ın hareli acemi yüreğini lime lime edip bin bir parçaya bölüp, her zerrecikte onu hoş tutan olgulara tek tek bakmak gerekirdi. Bu kısımda şekerler, bakın bakın şerbet nasıl da sızıyor, balın parlaklığına bakar mısınız? Ne hoş.. ne hoş. Kahve falına bakar gibi; ya şu bulutların üzerinde uçuşan renk cümbüşü kelebeklere ne demeli? Hayır… Hayır bir insan yüreği sevgi adına bu kadar güzelliği barındıramaz ki, patlar o yürek. Ya şu boncuklar misali patır patır düşenler gözyaşları mı acaba? Yazık! Şu alt tarafta gökkuşağını görüyor musunuz? Bayıldım, bayıldım renklerine. Umutlanmak bu olsa gerek. Dört bir yan kır çiçekleri. Uçuşan arılar. Kuş sesleri. Baş döndüren mis kokular. Her zerrecikte tarifi zor ayrı bir güzellik.

Arhan’a göre ne hoştu, ne hoştu o. Anlatmak için onu “kelimelerin kifayetsizliğinden daha büyük bir kifayetsizlik yoktu.” Güzeldi. Apak tenli, çilliydi yüzü. Bal bakışlıydı ve ay gülümsemesiyle bir sevda şiiri olurdu. Helen’di adı. Ufacık tefecik, ama kocaman yürekli. Minnacıktı burnu. Fındıklara benzetmek istemiyordu onun burnunu. O da ne fındık. Yok… yok. Okşanasıydı onun burnu. Saçları saman sarısı. Tamam. Memleketlisi şair de doğduğu topraklardan uzakta ki sevdiceği Vera'sının saçları için aynen böyle demişti. Varsın o da söylesindi. İmlemenin bir anlamı yoktu. Nasılsa “kelimelerin kifayetsizliği bile bu kifayetsizliği anlatamıyordu.

Günlerden bir gün; “İl Postino” adlı muhteşem filmde, şair Pablo Neruda’nın İtalya’daki sürgünlüğünü anlatan hikayesini büyük bir hayranlıkla izlemişti. Film daha çok şair ile onun dünyanın her tarafından gelen mektuplarını ona  getiren postacısı arasındaki diyaloğunu konu alıyordu. Filmde postacı da aynen Arhan misali bir dilbere gönlünü kaptırıyor. Ama onun gönlünü kaptırdığı uzun, selvi boylu. Helen gibi ufak tefek değildi. Üstelik yüzü çilli de değil. Postacı bir buluşmalarında, hep bir metafor olarak gördüğü ve adı Beatrice olan sevdiğinin yüreğinde daha çok yer edinmek için Neruda’nın bir şiirini, kendi şiiriymiş gibi sesinde titremelerle okuyor. Sonrasında da gelip bunu Neruda’ya anlatıyor. Büyük şair küplere biniyor.

“İyi de kardeşim, ama bu benim şiirim. Sen nasıl olur da benim şiirimi kendi şiirinmiş gibi sevdiğine okursun?” Şairin gereksiz kızgınlığını gören postacı sesinde aynı titreme ile postacı cevap veriyor.

“Bir şiir yazılana kadar şairindir. Ama yazıldıktan sonra kime lazımsa artık o şiir onundur.” Neruda’nın kızgınlığı geçiyor ve “haklısın” deyip postacısının sırtını sıvazlıyor.

Ne diyelim? Arhan’ın vurgunu olduğu sevdiğinin saçlarının saman sarısı, başka nasıl anlatabilir ki? Bu anlatımına Nazım da ters tepki göstermezdi elbette. Belki de kolaylık olsun diye cebine harçlık gibi bir birinden güzel daha pek çok kelime daha koyardı. Bu artık başka bir bahara kalsındı. Ama Helen güzeldi.

Maviliği solmuş kumaş çantası, yakası dantelli çiçekli bluzu, denizlerden Akdeniz maviliğindeki gözleri, ipeksi yumuk elleri, kıvrımlı dudakları, uzun kirpikleri ve çilli yüzü ile Arhan onu görmeye görsündü. Nasıl da büyük, yüzlerce kucağın açılımına sığmayacak bir güzellik kaplardı yüreğini. O an zaman, ne demeye geçisindi ki. Zaman geçmesin, dünya olduğu yerde titreşimsiz dursun, gözle görülebilen her yanda bütün renklerden çiçekler açsın, ağaçlar tomurcuklarını o an açsın, Tanrı yukarılardan gülümsesin, olmadı el de sallasın, kadehler dolsun, kuşlar bin bir dilde şarkı söylesin, piyanoların tuşları durmasın, dünyanın en eşsiz müzisyenlerinin eserlerini seslendirsin, Beethoven’ın “Moonligcht-Ay ışığı” sonatı mutlaka çalsındı. Sonrasında Vivaldi’nin Dört Mevsim Konçertosundan” sadece “Bahar” çalsın, kış üşütürdü, kalsındı.

Şairler en güzel sevda şiirlerini, duygu yüklü kadifemsi sesleri ile mısra mısra okusundu. Öykücüler en güzel öykülerini, “Güzel bir ata binip giden,  gidişi ile dünyayı öksüz kılan Yaşar Kemal” geri gelsindi. Anavarza’yı, Çukurova’yı, Yılan Kalesi'ni, Gavur Dağı'nı, İnce Memed’i ve Hatçe’sini, Karıncanın Su İçtiği Yeri, Yağmurcuk Kuşu, Ağrı Dağının Efsanesi, Çakırcalı Efe, Höyükteki Nar Ağacı'nı gürül gürül anlatsındı. Sonrasında bir “dengbej” Yaşar Kemal’in yanı başına otursun, elini kulağına götürüp “Mem û Zîn”i yanık sesi ile anlatsın, ama kara çalı Beko’dan hiç söz etmesin, Mem û Zîn mutlaka kavuşsundu.

Dünya insanları kadınlı, erkekli ve çocuklu bir halaya veya “sirtakiye” dursun, yüzlerce kez gezegenlerini çevreleyen rakslarında, mutlaka her elde gökkuşağı mendilleri olsundu.

Vincent van Gogh aynı muhteşemlikte yeni resimler yapsın, cebinde resim malzemesi alacak, yaşamını idame ettirecek parası olsun, ağabeyi Theo’dan onuru kırılmalarla harçlık istemesin, resimlerini satabilsin, ama ne olur kulağını kesmesindi.

Bütün bunlar olup biterken, Arhan da Helen’in ay güzelliğindeki yüzünde çilleri saysaydı. Bir, iki, üç…  on beş… yok yok olmadı, çenenin altında iki çil daha varmış. Şaşırdım. Sil baştan yeniden. Bir, iki, üç, dört… Tamam altmış bir tane çil. Helen güzeldi. Ama artık yoktu. Arhan ise aşka aşık, hüzne dolaşık kişiliği ile şimdilerde altmış bir yaşındaydı!

 

Amsterdam, 9 Ocak 2021

 


6 Ocak 2021 Çarşamba

GIDIKLAMA BENİ



GIDIKLAMA BENİ

 

Seksenli yıllar diye, “ben diyeyim bir, siz deyin iki katlı bir damdan düşercesine” naçizane bir anlatımla öyküye giriş yapmakta herhangi bir mahsur olacağını sanmıyorum. Umarım sizce de öyledir. Cevabınız insanı gocundurmayacak oranda, bir tutam alay serpişimli gibi kulağa gelse de “öyle olsun bakalım” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Eyvallah, o halde, varoluşunuzun oldukça onure eden ağırlığı ile bahşettiğiniz destur için teşekkür etmek boynumuzun borcu oldu. O halde kalpten teşekkürlerimi kabul buyurun lütfen. Derken hemen öykümüzün devamını getirecek olursak, devamının  aynen şöyle sürdüğünü göreceksiniz.

Başkent Ankara; o yıllarda, üzeri avuç avuç verimli toprakla örtülen bir patates misali önceleri çiçekleniyor ve ardından üst üste yeni yeni yumrular mahiyetinde yeni yeni semtler doğuruyordu. Eskişehir ve İstanbul yoluna doğru “her bahtı karanın ille de göreceğim dediği” şehir her geçen gün dudak uçuklatan bir hızla devasa beton yığınları halinde büyüyordu. Yerden fışkıran mantarlar misali art arda yeni bir mahalle daha göz açıp kapama hızında Ankara’ya ekleniyordu. Başkent genişliyor, genişliyordu.

Hal böyle olunca da belediye beklenmedik bir hızla yeni eklenen yerleşim bölgelerindeki insanlara her konuda hizmet sunmakta zorlanıyor, oldukça kapsamlı bir çalışma gerektiren ciddi örgütlenmeyi kısa zamanda sağlayamıyordu. Çeşitli alanlardaki boşlukları irili ufaklı işletmeler canhıraş bir halde, amatörce doldurmak zorunda kalıyorlardı.

Taşımacılık alanındaki büyük açığın bir kısmını da Camili Köyünden Kel Mısto ve kardeşi Kuru Bilo birlikte başlattıkları şirketin otobüsleri ile sağlamak için kolları sıvamışlardı.

Köyden şehre göçün önüne geçmek imkansız bir hal almıştı. Ankara ilçelerine bağlı olan köylerden, her yorganını sırtlayan-bakır tasını şimşir tarağını da toplamayı da unutmadan, taşı ve toprağının altın olmasını ne yazık ki açık ara farkla İstanbul’a kaptıran, ama yine de rivayete göre en azından onun taşının-toprağının da gümüş olduğu söylenen bu şehirde soluğu alıyordu. Köylülerin yaptıkları çiftçilik ölmüş, adeta getirisi olmayan boş bir uğraşıya dönüşmüştü. Bunun haricinde yeni yetişen gençlerin eğitimlerini sürdürüp, onların da yoksul birer çiftçi olarak kalmamaları için şehre göç etmeleri zaruri oluyordu. Her gün küçük kamyonetlere bindirilen eşyaları ile köylüler yığınlar halinde Ankara’ya doluşuyorlardı.

Ankara’nın çiçeği burnunda semtlerinden Konutkent’ten Kızılay’a otobüsleri ile ulaşımı sağlama uğraşısı içinde olan Kel Mısto ve Kuru Bilo kardeşlerin rakipleri de yok değildi. En büyük rakipleri dolmuşçulardı. Bütün yolcuları otobüsleri ile bir çırpıda toplayan bu Kel ve Kuru kardeşler dolmuşçuların artık ezeli düşmanları olmuşlardı. Dolmuşçular bir olup bu gidişata dur demeliydiler. Yoksa halleri hal değildi. Boş dolmuşlarla iki semt arasında gidip gelmelerinin ve yok yere benzin yakmaları akıl kârı değildi. Bu ne idüğü belirsiz kardeşlere en kısa zamanda bir gözdağı verilmenin zamanı çoktan gelmişti.

Çok geçmeden Konutkent semtine servis yapan dolmuşçular bir araya geldiler. Kel Mısto o gün de gün ağarmadan uyandı. Acele ile elini yüzünü yıkadı. Abdest alır gibi keline doğru saçlarını ıslattı ve parmakları ile arkaya doğru düzeltti. Evinin biraz ilerisinde park ettiği otobüsüne doğru koşturdu. “Ya Allah ya bismillah” deyip aracına bindi. Kontağı hızla çevirdi. Motor bir seferde çalıştı. Mevsim bahar olduğu için motorun çalışmaması gibi bir sorun olamazdı. Ayağını debriyajdan çekmeden önce, dikiz aynasından mahcemaline bir kez daha baktı. Kendisi ile barışık olduğu için “vaziyetinin berkemal olmasının” uçarı kaçarı olamazdı. Konuşurken kekemeliğinin de engel olması umurunda değildi. Tehirli de olsa en sonunda meramını kafa göz yara yara anlatıyordu. Ne vardı yani insanlar da biraz sabretselerdi, dünya yıkılmazdı ya. Ama genel anlamda her hali ile zati alileri bizzat kendisi Kel Mısto’dan alabildiğine razı ve hoşnuttu.

Aracın hızla dönen tekerlekleri evini çoktan gerilerde bıraktı. Konutkent semtine doğru Eskişehir yoluna girdiğinde gruplar halinde öbek öbek serçe yol kenarında bulunan ağaçların yeşilin her tonunun hakim olduğu dallarına kondu. Kel Mısto otobüsünün büyük direksiyonunu hiç zorlanmadan çeviredururken bir yandan da hayranlıkla kuşlara bakakaldı. 

Havalar iyice ışımıştı. Kış aylarındaki hava kirliliğinin yerini çok daha temiz, teneffüs edilebilir bir havaya bırakmıştı. Araçlardan çıkan egzoz gazları her ne kadar kirlenmeye yol açsa da şimdilik çok da hissedilmeyecek bir yoğunluktaydı. Baharla birlikte Başkent Ankara şenlenmişti. İnsanlar yüzlerindeki somurtkan maskelerini fırlatıp atmışlardı. Kel Mısto aracına binen her müşterisini büyük bir güler yüzle buyur ediyor, yaşlı ve engelli yolculara yardımcı oluyordu. Bir saat sonra mesai başlayacaktı.

Kel Mısto’dan önce kardeşi Kuru Bilo işyerine çoktan vardı. Birazdan gelecek olan ağabeyi Kel Mısto ile birlikte kahvaltı yapmak için simit, poğaça, peynir ve zeytin aldı. Ocağın üzerine koyduğu çaydanlıktaki su kaynamaya başladı. Etrafı tatlı bir buhar kapladı. Kuru Bilo işlerinin seyrinden oldukça memnundu. Böyle giderse var olan dört araca birkaç tane daha katmak gerekiyordu. Bunun için de güvenilir iyi şoförlere ihtiyaçları olacaktı. İleriye dönük bu düşüncelerle ha geldi ha gelecek olan kardeşini beklemeye koyuldu. Demlenen çaydan bir bardak doldurdu ve höpürtü ile içtiği her çay yudumundan sonra da yaktığı sigarasından derin bir fırt çekip yoğun dumanı ciğerlerine boca etti.

Kuru Bilo servis işinin yanı sıra aynı zamanda üniversite öğrencisiydi ve başında onu bulutlarda kanatsız uçuran bir de sevdiceği vardı. Onu hayatta tutan tek şey yüreğindeki sevda idi. Bu konuda büyük pembemsi hayaller kuruyor ve her defasında da gülümsemelerle dalıp dalıp gidiyordu. Sevdiğine yeteri kadar zaman ayıramamak onu hayli üzse de her fırsatta iş yoğunluğunu biraz olsun geride bıraktığı zamanlar ona koşuyordu. Okulunu bitirecek, işlerini daha iyi yoluna koyacak ve en nihayetinde sevdiği ile dünya evine girip çoluk çocuğa karışacaktı. Velhasıl sevmek başka bir şeydi. Ona göre bu duygu anlatılamaz, ancak yaşanırdı. Yaşayan da hayatı kılcal damarlarına kadar hisseder ve dünyanın en mutlu canlısı olurdu.

Kel Mısto Konutkent’e aheste aheste yaklaşmak üzereyken yolda bir kalabalık ve karmaşa olduğunu gördü. Onlarca minibüs yol kenarına park etmiş ve şoförleri ileri geri volta atıyorlardı. Ne olup bittiğini anlayamadı. Tam onlara yaklaşınca en arkadaki minibüslerden ikisi Kel Mısto’nun otobüsünün önünde gelip durdular. Kel Mısto bir an büyük bir korkuya kapılmış olsa da olup biteni anlamak için aracından indi. Bir anda ellerinde sopalarla onlarca dolmuşçu Kel Mısto’nun üzerine yürüdü. Liderleri olacak iri yarı Dolmuşçu Şuayip hiç de ayıp olmuyor deyip üst üste Kel Mısto’yu yumruk yağmuruna tuttu. Dayak atma işinin ihalesini Şuayip almıştı.

Şuayip ani bir hamle ile pazılarını herkül misali şişirip Kel Mısto’yu boynundan havaya kaldırdı. Kel Mısto’nun ayakları boşlukta sallanıyor ve görünen o ki vaziyeti hiç de parlak değildi. Duyduğu acılar bir tarafa, boynundan tutulup kaldırılmaya daha fazla dayanamadı. Acı karışımı gıdıklanma korkunçtu. Son bir hamle ile ağzını açtı ve Şuayip’e yalvardı.

“Abiii… Kurban olum. Ne ooollluuurrr… Boynummmmmdaann tutma oordan çok gıgıgıdıklaannııyoooruummm.”

Dayak atan dolmuşçu bir anda kahkahalar atmaya başladı. Kendisini kaybetti, tutamadı ve kurbanı Kel Mısto’yu yere indirdi. Bir anda gülme krizine girdi. Eli ayağı gülmekten tutamaz oldu.  

“Git kardeşim git. Git işine. Ne biçim adamsın sen? Allah kahretsin ağız tadı ile adamı dövemiyoruz. Hayatımda bu kadar komik bir durum görmedim. Ben onu öldürüyorum, o boynundan gıdıklandığını söylüyor. Bela mıdır, nedir?”  Etrafına bakındı ve arkadaşlarına dönüp “hadi gidelim” anlamında baş ve işaret parmaklarını pala bıyıklarla kaplı ağzına götürüp ıslık çaldı.  

Ağabeyi Kel Mısto’nun geciktiğini gören, Kuru Bilo meraklansa da daha fazla beklemeye dayanamadan simitlerden birini koparıp peynir ve zeytinle yemeye koyuldu. Bir taraftan da merak ediyordu. Biraz sonra mutlaka çıkar gelirdi. Servise geç kalmasaydı. Suyu kaynamaktan iyice azalan çaydanlığa biraz daha ekledi. Çok geçmeden suyun kaynama sesi yeniden duyulur oldu. Mutfağı yeni buhar bulutları sardı. Camda hafif bir buğu oluştu. Kuru Bilo buğulu cama sevdiğinin adını yazdı. Yanına da büyük bir kalp çizimi iliştirdi.

Kel Mısto boylu boyunca daha sabah serinliğini koruyan asfalta uzandı yattı. Gökyüzü yeniden serçelerle doluştu. Yol kenarındaki ağaçlara konmaları ile telaşla cıvıldaşıp ne olup bittiğini anlamaya çalıştılar. İnsanların barbarlıklarına bir kez daha tanıklık ettiler. Yardım bile etmek istediler, lakin ellerinden bir şey gelmiyordu. Kel Mısto uzandığı yerde ağaç dallarına konan serçelere baktı. Boğazını gıdıklayan olmadığı halde serçelere kah sıcak ekmek gibi gülümsedi, kah yüksek sesle güldü. Paçayı kurtarmıştı. Lakin ona göre Şuayip çok ayıp etmişti.

 

Amsterdam, 6 Ocak 2021

 

 


CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...