GAK GAK
Her yılın mart ayında, insanoğlunun gözünün yaşına bir an olsun bakmadan,
kazma kürek yaktıracağı söylenegelen gri kış yine çıkageldi. Bütün kuşlar fora yelken kanat açıp, kafileler halinde upuzun soluklu uçuşlarla, daha sıcak
diyarlara doğru uçtular. Yalnızca, yapraklarından tamamen arınmış olan, hüzünlü
meşe ağaçlarının dallarına tüneyen bed sesli, kömür karası parlak tüylü, patlak
gözlü kargalar kala kaldı. Kargaların tek vukuatları da, durmaksızın
gaklamaktı. Bu kötü seslerden, daha çok dışarıdaki seslere odaklanmış olan,
yalnızlığın pençesinde inim inim inleyip, kıvranan yaşlılar daha çok rahatsız
oluyorlardı. Üstlerine sinmiş, yaşadıkları diz boyu yalnızlık içler acısı
idi. Çoluk çocuk, gelin, akraba, kız-kızan, torun ve bilumum akraba eş ve dost
görünümlülerden bihaberdiler. Duyma yetisini hafiften yitirmiş, ama her daim
hazır ve de nazır durumda, dışarıdan gelecek “merhaba” diyecek bir sese
yönlendirdikleri kulaklarına ulaşan, anlatılmaz bir rahatsızlık veren
“gak-gak”tan başka bir şey değildi.
Gülay Hanım bu seslere, zamanla iyiden iyiye alıştı alışmasına ama, O’nun
asıl duymak-görmek istediği, yanında-yöresinde torunlarının cıvıldamaları ve de
kalbini gönül rahatlığı ile şefkatlı avuçlarına bırakabileceği birileri idi.
İki oğlu, iki kızı ve isimlerini birbirine karıştırsa da, bunlardan iki elin
parmakları kadar da birbirinden tatlı torunları vardı. Aylardır karanlık
bastırana kadar, penceresinin önünde durup, kendisine doğru atılacak bir
canlının adımlarını gözlüyordu. Bu nafile bir bekleyişti ki, ne gelen vardı, ne
de giden. Penceresine açılan sokakta, adeta kendisi gibi kuruyup, sararıp
solan, tutunduğu dallarda kalmaya daha fazla direnemeyen son yapraklar
ve gelen o gak gak sesleri. Meşe yaprakları üstlerine düşen
yenilere kollarını olanca büyüklükte açıp, “hoş geldin, hiç gelmeyeceksin
sandım, geç de olsa iyi ki bizi yalnız bırakmadın” diyorlardı. Sarmaş
dolaş olup, özlem giderirken, yeni düşen yaprakları başka ağaçlardan olanlarla
tanıştırıyorlardı.
Ayaklarını isteksizce sürüye sürüye posta kutularını bir bir dolanan,
evlerine çekilmiş, çay veya kahvelerini, yudumlayan insanlara haberler
ulaştıran, gri veya yeşil olduğu anlaşılamayan, ne üdüğü belirsiz
üniforması ile badem bıyıklı, kısa boylu postacı. Az ileride, hayatı
umursamadan, elinde tam dolu olmayan çöp torbasını sallaya sallaya konteynere
doğru götüren, Gülay Hanımın komşusu Filiz Hanımın delikanlı oğlu. Art arda
dolaşıp, sokağı teftiş eden biri kara, diğeri beyaz tüylü, mart ayı
öncesinin relakslığında iki kedi. Marşı basmayan, çocukların üzerine
“beni yıka” diye yazdıkları toz kaplı eski arabasını zorlayan, genç yaştaki kel
kafalı adam.
Güneş oldukça kaprisli idi; bin bir naz takınıp, daha az ve cılız çıkar
oldu. Mah cemalini anlık gösterdiğinden, “güneşe akınlar yapılamıyor, sofrasına
oturulamadığı gibi, zapt da edilemiyor”. Görünen o ki, yapılacak olan akın, bu
zapt etme ve sofraya oturma işi de biraz daha zaman alacağa benziyor. Yağmur
yüklü bulutlar oradan oraya atılan pamuk yumakları misali, sürekli birbirlerine
katılıp, ayrışıyorlar. Birileri de çıkıp; “dur kardeşim, senin yerin burası,
yağdıracaksan yağmurunu, olduğun yerde kal, dölek dur ve orada yağdır” demiyor.
Ya o kargalar, sokaktaki bütün çöp torbalarını didikleyip, yiyecek bir şeyler
bulma uğraşısında olsalar da, ağızlarında baklaları ıslatma zahmetinde
bulunmadan, bed seslerini tutamıyorlar.
Sokağın karşısındaki buğulu pencereyi de Şahin Beyin yalnızlığı sarmış
durumda. Şahin Bey, eşi öldükten kısa bir süre sonra, oğluna ait bu dairedeki
kiracısı çıkarılıp, buraya yerleştirildi. Eli ayağı tuttuğu, her işini kendisi
yaptığı halde, oğlu her hafta temizlikçi bir kadın gönderip, evi
temizletiyordu. Aylar geçmiş olmasına rağmen diyarına bu kilolarından dolayı
“tısılamalar” eşliğinde işini yapan, temizlikçi kadından başka kimsecikler
uğramıyordu. Şahin Bey bir başına, yapayalnız kaldı. Mahalledeki arkadaşları da
uzaklara taşındığı için O’nu unutmuşlardı. Gözden ırak olan gönüllerin de pek
yakınında olmuyordu. O da günlerdir torunlarına ve oğluna hasret kalmıştı.
Karşı komşusu Gülay Hanım gibi kargaların sesine takılıp kalmasa da, oturduğu
köşede kendisini gün geçtikçe daha bir küçülüyor hissediyor, bu da O’nu her
geçen gün ve an kahrediyordu. Önüne geçemediği bu duygunun pençesine düşmüştü.
İki kelime konuşacağı, yüzüne güleceği, nar kırmızısı bir bardak çay içeceği
veya sokakta birlikte bir iki adım atacağı birileri olsaydı, bu pençesine
düştüğü küçülme hissi de olmayacaktı.
Mavişliğini hepten yitiren gökyüzünde birbirine pamuk topakları misali
katılıp ayrışan bulutlar duruldu. Önce o güzelim beyazlıklarını yitirdiler,
ardından da karla karışık yağmur halinde yeryüzüne ıslak ıslak sökün ettiler.
Her ne kadar yağmur ile karışık olsa da, bu yılın ilk karıydı. Sokak baştan
sona ıslandı. Bu iş birliğinden kimliğini koruyamayan kar oldu,
anında “dayanılmaz bir hafiflikle” eriyerek sokakta kalıcı bir beyazlık
oluşturmadı. Pencerelere koşuşan çocuklar, kartopu oynayacakları umuduyla meraklı
gözlerle Gülay Hanım ve Şahin Bey ile aynı sokağa baktılar, ama bu hevesleri
gırtlaklarında gidip gelen yutkunmalarla kayboldu.
Gülay Hanım penceresinin önünde bir tül perdesini andıran görünümü
aralayarak, sokağın karşısındaki pencereye baktı. Karşı pencerede kendi yaşına
yakın, adını bilmediği kır bıyıklı, dökülmemiş olan kır saçlarını arkaya doğru
düzgünce taramış, bakımlı biri olduğu belli olan Şahin Beyin gazetesini okumaya
ara verip, kendisini süzdüğünü fark etti. Şahin Bey görüldüğünü fark edince,
bakışlarını kaçırmadı. Gülümseyen gözlerle Gülay Hanıma bakmaya devam etti.
Aralarındaki kar ile karışık yağmuru andıran tül perdesini bir el uzatıp, yana
çekti. Perdenin oluşturduğu fluluk ortadan kalktı ve birbirlerini daha iyi
gördüler. Şahin Bey ani bir hareket ve tatlı eda ile karşı tarafa el salladı.
Gülay Hanım önce tereddüt etse de, gecikmeden içini ısıtan bu beklemediği
harekete kıpırtılı yüreğini avucunun içinde sımsıkı tutup, karşılık verdi.
Şahin Beyin maviye çalan gözlerinde ve yüzündeki gülümseme kocamanlaştı. Kendi
eli ile pişirdiği, köpüklü, az şekerli kahvesinden ağız dolusu hazla bir yudum
alıp, maviş gözlerini kırpıştırdı.
İki can belki de ömürlerinin son demlerinde, karnındaki tüm kelebeklerin
öldüğüne inandığı, kalbinin o ince tellerini titretecek birilerinin olmadığı
hayatlarının bu devresinde, alıp verdiği nefesi ve karanlıktaki elleri
olabilirdi. Onların da nehirler misali coşku ile akıp, katılmak istediği
denizler artık kurumamalıydı. O sevgili yalnız canlar; gönlünden geçen can yoldaşı
ile dip dibe, avuçları avuçlarında terlemeli, koyun koyuna, nefesi
nefesine karışmalı ve “yanımda kal” diyen bakışlarında huzur ve
mutluluğu bulmalıydılar. Şairin dediği gibi; “vadeniz dolduğunda,
avuçlarına gömüleceğin” biri olmalıydı, yanında duracak olan. O’nun, seveceği
canının yokluğuna sımsıkı sarılmayı artık bırakmalı idiler.
Sokakta alabildiğine bir sessizlik hakimdi. Gülay Hanım kıpır kıpır kalbi
ile evinin içinde oradan oraya koşturuyor, yerinde oturamıyor, sık sık gelip,
karşı pencereye bakıyordu. Aynı telaş Şahin Beyin evinin içinde de sürüyordu. O
da gelip gelip, pencereden bakıp, uzun uzadıya el sallıyordu. Şahin Bey
küçülmesini durdururken, tam tersine büyüyordu. Ertesi günün sabahında köşedeki
çiçekçiden bir mimoza buketi ile soluğu Gülay Hanımın kapısında aldı. Gülay
Hanımın yüreğindeki karanlığın yerini, mimozaların sarılığı aldı. Kalbinin
vuruşları o kadar baskın hale geldi ki, kargaların gaklaması duyulmaz oldu.
Amsterdam 20 Kasım 2014