21 Kasım 2014 Cuma

GAK GAK




GAK GAK
Her yılın mart ayında, insanoğlunun gözünün yaşına bir an olsun bakmadan, kazma kürek yaktıracağı söylenegelen gri kış yine çıkageldi. Bütün kuşlar fora yelken kanat açıp, kafileler halinde upuzun soluklu uçuşlarla, daha sıcak diyarlara doğru uçtular. Yalnızca, yapraklarından tamamen arınmış olan, hüzünlü meşe ağaçlarının dallarına tüneyen bed sesli, kömür karası parlak tüylü, patlak gözlü kargalar kala kaldı. Kargaların tek vukuatları da, durmaksızın gaklamaktı. Bu kötü seslerden, daha çok dışarıdaki seslere odaklanmış olan, yalnızlığın pençesinde inim inim inleyip, kıvranan yaşlılar daha çok rahatsız oluyorlardı. Üstlerine sinmiş, yaşadıkları diz boyu yalnızlık içler acısı idi. Çoluk çocuk, gelin, akraba, kız-kızan, torun ve bilumum akraba eş ve dost görünümlülerden bihaberdiler. Duyma yetisini hafiften yitirmiş, ama her daim hazır ve de nazır durumda, dışarıdan gelecek “merhaba” diyecek bir sese yönlendirdikleri kulaklarına ulaşan, anlatılmaz bir rahatsızlık veren “gak-gak”tan başka bir şey değildi.
Gülay Hanım bu seslere, zamanla iyiden iyiye alıştı alışmasına ama, O’nun asıl duymak-görmek istediği, yanında-yöresinde torunlarının cıvıldamaları ve de kalbini gönül rahatlığı ile şefkatlı avuçlarına bırakabileceği birileri idi. İki oğlu, iki kızı ve isimlerini birbirine karıştırsa da, bunlardan iki elin parmakları kadar da birbirinden tatlı torunları vardı. Aylardır karanlık bastırana kadar, penceresinin önünde durup, kendisine doğru atılacak bir canlının adımlarını gözlüyordu. Bu nafile bir bekleyişti ki, ne gelen vardı, ne de giden. Penceresine açılan sokakta, adeta kendisi gibi kuruyup, sararıp solan, tutunduğu dallarda kalmaya daha fazla direnemeyen son yapraklar ve  gelen o gak gak sesleri. Meşe yaprakları üstlerine düşen yenilere kollarını olanca büyüklükte açıp, “hoş geldin, hiç gelmeyeceksin sandım, geç de olsa iyi ki bizi yalnız bırakmadın” diyorlardı. Sarmaş dolaş olup, özlem giderirken, yeni düşen yaprakları başka ağaçlardan olanlarla tanıştırıyorlardı.
Ayaklarını isteksizce sürüye sürüye posta kutularını bir bir dolanan, evlerine çekilmiş, çay veya kahvelerini, yudumlayan insanlara haberler ulaştıran, gri veya yeşil olduğu anlaşılamayan, ne üdüğü belirsiz üniforması ile badem bıyıklı, kısa boylu postacı. Az ileride, hayatı umursamadan, elinde tam dolu olmayan çöp torbasını sallaya sallaya konteynere doğru götüren, Gülay Hanımın komşusu Filiz Hanımın delikanlı oğlu. Art arda dolaşıp, sokağı teftiş eden biri kara, diğeri beyaz tüylü, mart ayı öncesinin relakslığında iki kedi. Marşı basmayan, çocukların üzerine “beni yıka” diye yazdıkları toz kaplı eski arabasını zorlayan, genç yaştaki kel kafalı adam.
Güneş oldukça kaprisli idi; bin bir naz takınıp, daha az ve cılız çıkar oldu. Mah cemalini anlık gösterdiğinden, “güneşe akınlar yapılamıyor, sofrasına oturulamadığı gibi, zapt da edilemiyor”. Görünen o ki, yapılacak olan akın, bu zapt etme ve sofraya oturma işi de biraz daha zaman alacağa benziyor. Yağmur yüklü bulutlar oradan oraya atılan pamuk yumakları misali, sürekli birbirlerine katılıp, ayrışıyorlar. Birileri de çıkıp; “dur kardeşim, senin yerin burası, yağdıracaksan yağmurunu, olduğun yerde kal, dölek dur ve orada yağdır” demiyor. Ya o kargalar, sokaktaki bütün çöp torbalarını didikleyip, yiyecek bir şeyler bulma uğraşısında olsalar da, ağızlarında baklaları ıslatma zahmetinde bulunmadan, bed seslerini tutamıyorlar.
Sokağın karşısındaki buğulu pencereyi de Şahin Beyin yalnızlığı sarmış durumda. Şahin Bey, eşi öldükten kısa bir süre sonra, oğluna ait bu dairedeki kiracısı çıkarılıp, buraya yerleştirildi. Eli ayağı tuttuğu, her işini kendisi yaptığı halde, oğlu her hafta temizlikçi bir kadın gönderip, evi temizletiyordu. Aylar geçmiş olmasına rağmen diyarına bu kilolarından dolayı “tısılamalar” eşliğinde işini yapan, temizlikçi kadından başka kimsecikler uğramıyordu. Şahin Bey bir başına, yapayalnız kaldı. Mahalledeki arkadaşları da uzaklara taşındığı için O’nu unutmuşlardı. Gözden ırak olan gönüllerin de pek yakınında olmuyordu. O da günlerdir torunlarına ve oğluna hasret kalmıştı. Karşı komşusu Gülay Hanım gibi kargaların sesine takılıp kalmasa da, oturduğu köşede kendisini gün geçtikçe daha bir küçülüyor hissediyor, bu da O’nu her geçen gün ve an kahrediyordu. Önüne geçemediği bu duygunun pençesine düşmüştü. İki kelime konuşacağı, yüzüne güleceği, nar kırmızısı bir bardak çay içeceği veya sokakta birlikte bir iki adım atacağı birileri olsaydı, bu pençesine düştüğü küçülme hissi de olmayacaktı.
Mavişliğini hepten yitiren gökyüzünde birbirine pamuk topakları misali katılıp ayrışan bulutlar duruldu. Önce o güzelim beyazlıklarını yitirdiler, ardından da karla karışık yağmur halinde yeryüzüne ıslak ıslak sökün ettiler. Her ne kadar yağmur ile karışık olsa da, bu yılın ilk karıydı. Sokak baştan sona ıslandı. Bu iş birliğinden kimliğini koruyamayan kar oldu, anında “dayanılmaz bir hafiflikle” eriyerek sokakta kalıcı bir beyazlık oluşturmadı. Pencerelere koşuşan çocuklar, kartopu oynayacakları umuduyla meraklı gözlerle Gülay Hanım ve Şahin Bey ile aynı sokağa baktılar, ama bu hevesleri gırtlaklarında gidip gelen yutkunmalarla kayboldu.
Gülay Hanım penceresinin önünde bir tül perdesini andıran görünümü aralayarak, sokağın karşısındaki pencereye baktı. Karşı pencerede kendi yaşına yakın, adını bilmediği kır bıyıklı, dökülmemiş olan kır saçlarını arkaya doğru düzgünce taramış, bakımlı biri olduğu belli olan Şahin Beyin gazetesini okumaya ara verip, kendisini süzdüğünü fark etti. Şahin Bey görüldüğünü fark edince, bakışlarını kaçırmadı. Gülümseyen gözlerle Gülay Hanıma bakmaya devam etti. Aralarındaki kar ile karışık yağmuru andıran tül perdesini bir el uzatıp, yana çekti. Perdenin oluşturduğu fluluk ortadan kalktı ve birbirlerini daha iyi gördüler. Şahin Bey ani bir hareket ve tatlı eda ile karşı tarafa el salladı. Gülay Hanım önce tereddüt etse de, gecikmeden içini ısıtan bu beklemediği harekete kıpırtılı yüreğini avucunun içinde sımsıkı tutup, karşılık verdi. Şahin Beyin maviye çalan gözlerinde ve yüzündeki gülümseme kocamanlaştı. Kendi eli ile pişirdiği, köpüklü, az şekerli kahvesinden ağız dolusu hazla bir yudum alıp, maviş gözlerini kırpıştırdı.
İki can belki de ömürlerinin son demlerinde, karnındaki tüm kelebeklerin öldüğüne inandığı, kalbinin o ince tellerini titretecek birilerinin olmadığı hayatlarının bu devresinde, alıp verdiği nefesi ve karanlıktaki elleri olabilirdi. Onların da nehirler misali coşku ile akıp, katılmak istediği denizler artık kurumamalıydı. O sevgili yalnız canlar; gönlünden geçen can yoldaşı ile dip dibe, avuçları avuçlarında terlemeli, koyun koyuna, nefesi nefesine karışmalı ve “yanımda kal” diyen bakışlarında huzur ve mutluluğu bulmalıydılar.  Şairin dediği gibi; “vadeniz dolduğunda, avuçlarına gömüleceğin” biri olmalıydı, yanında duracak olan. O’nun, seveceği canının yokluğuna sımsıkı sarılmayı artık bırakmalı idiler.
Sokakta alabildiğine bir sessizlik hakimdi. Gülay Hanım kıpır kıpır kalbi ile evinin içinde oradan oraya koşturuyor, yerinde oturamıyor, sık sık gelip, karşı pencereye bakıyordu. Aynı telaş Şahin Beyin evinin içinde de sürüyordu. O da gelip gelip, pencereden bakıp, uzun uzadıya el sallıyordu. Şahin Bey küçülmesini durdururken, tam tersine büyüyordu. Ertesi günün sabahında köşedeki çiçekçiden bir mimoza buketi ile soluğu Gülay Hanımın kapısında aldı. Gülay Hanımın yüreğindeki karanlığın yerini, mimozaların sarılığı aldı. Kalbinin vuruşları o kadar baskın hale geldi ki, kargaların gaklaması duyulmaz oldu.

Amsterdam 20 Kasım 2014



4 Kasım 2014 Salı

ÖZLEM



ÖZLEM


Kalplerin derinliklerinde, minik bir kuş misali; çalı ve çırpısını hüzünle ama bir o kadar da özenle toplayıp, yuva yapan, ince bir sızıdır özlem!
Aynı zamanda büyük halk ozanı Aşık Veysel’in aydınlık dünyasında adımladığı, “ince ve uzun bir yoldur” özlem.
Gözlerinize ansızın bir buğu perdesi indirmesinin akabinde, boynunuzu büken, kalbinizi hızla attırıp dağlatan, hep sevilene, güzele, insani ve kimi zaman da ulaşılması zor olanadır özlem.
Aprondaki uçak, istasyonda perona yanaşan, “gelmez mi-düdüğünü çalmaz mı olan” kara tren, limana ustalıkla demir atan gemi, nefes nefese dört nala yol alan kır at, daha öncesinde postacının elindeki mektup, şimdilerde gelen mail ve kan ter içinde size doğru atılan adımlardır özlem.
Özlem insanı hayata boğum boğum düğümlerle bağlayan en önemli duygulardan biridir.
Yaşam deryasında tutunulan güçlü bir daldır, özlem.
Özlem uzağınızda olan sevdiklerinizin, yakınızda olduğu hissidir, sabırdır, zamanın her daim kovalanmasıdır
“O’nunla kavga etmeyi, başkası ile gülmeye değişmemenin”, 
ta kendisidir özlem.
Nazlıdır özlem, kuş tüyü yataklarda okşanarak yatırılmalı, bir dediği iki edilmemeli, incitilmemeli ve hayat bulduğu renkli düşler dünyası ortamını, asla sis veya pusu kaplamamalıdır.
Anılardır özlemin olanca yükü, hani elini uzattığında dokunabileceğin, sarıp sarmalayacağın türden, belki de hiç de geride kalmayan, her an sil baştan yeniden yaşayacağın sıcacık duygulardır.
Özlem ile hasretlik iç içe geçmiş birbirini tamamlayan kardeş duygular olmalarına ve iki his arasında çok ince bir çizgi olmasına karşın, özlem umutla üst üste tomurcuklar açarak, sürekliliğini daimi kılandır.
Derin derin dalmalar, kurulan hayaller, düşler ve görülen rüyalardır özlem.
Kırpıştırılan buğulu gözlerin önünde, boncuk mavisi gökyüzünde, bıkıp usanmadan kanat çırpan renk yelpazesi bir kuştur, özlem. 
“Seni çok özledim” diye bitirilip, arasına kır çiçekleri konulan mektuptur, özlem.
Hasret duygusuna kıyasla, yumuşacık olan özlem; hüzün, yoksunluk ve biçareliğin daha bir uzağındadır. Murathan Mungan bu pamuksu duyguyu aynen şöyle sergiler:
“…………
ikimizin yerine dinliyorum
sevdiğin şarkıları
siyah tişörtünü giyiyorum yatarken
gömleklerini, kazaklarını, kokunu
senin rüyalarını görüyorum ölür gibi uyurken
gün boyu elimde kahve fincanı
…………….”
Özlemin barındırdığı yumuşak, umut dolu, kişiyi hayata bağlayan duygular, Can Yücel’in sevgiliye özlemini dile getirdiği, aşağıdaki dizelerinde ne kadar da berrak bir şekilde öne çıkar.

ÖZLEDİM SENİ
özledim seni...
ayrılık yüreğimi uyuşturuyor karıncalandırıyor nicedir.
beynimi uyuşturuyor özlemin...
çok sık birlikte olmasak bile
benimle olduğunu bilmenin
bunca zamandır içimi ısıttığını
yeni yeni anlıyorum
Yokluğun,
Hatırladıkça yüreğime saplanan bir sizi olmaktan çıkıp
mütemadiyen bir boşluğa
Sabahları seni okşayarak başlamaları
aksamları her işi bir kenara koyup
seninle baş başa konuşmaları özlüyorum;
oynaşmalarımızı,
yürüyüşlerimizi,
sevimli haşarılığını,
çocuksu küskünlüğünü...
Nasılda serttin başkalarına karşı
beni savunurken;
ve ne kadar yumuşak
bir çift kısık gözle kendini
ellerimin okşayışına bırakırken
Gitmeni asla istemediğim halde
buna mecbur olduğunu görmek
ve sana bunları söylemeden
''git artık'' demek
''beni ne kadar çabuk unutursan, o kadar çabuk
kavuşacaksın mutluluğa''
demek sana ne de zor
seni görmemek ve belki yıllar sonra
karşılaştığımızda
bana bir yabancı gibi bakmanı istemek senden...
yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz geçirmek....
Özlenen; sevgilinin zülüfünün, teninin kokusu, ellerinin yumukluğu, tininin güzelliği, yanağına ürperti ile kondurulan öpücük, annenin-babanın evladına sımsıkı sarılması, dostun sımsıcak gülüşü ile elini uzatışı olabileceği gibi, dünyada insanların daha iyiye, yaşanabilirliğe olan umutlardır aynı zamanda.
Çok yönlü olan özlemin bir de dünya, insanlık ve ülkesinde olması gereken güzelliklere olan boyutu da var ki; günümüzde yaşananlar içimizi karartan nitelikte de olsa, umuda sımsıkı yapışmaktan başka yapılacak kalmıyor geriye.
Ülkemiz de, onlarca yıldır ne özlenen demokrasi, ne kardeşçesine bir yaşam, ne çağdaş bir anayasa, adil bir adalet, ne hak ve hakkaniyetin yerini bulduğu bir düzen, ne de bir çiçek buketi olarak bezelenmiş güzelliklerin, özgürlüklerin toprakları oldu. Günümüze değin katmerlice yaşanan; katliam, soykırım, talan, soygun, baskı, sömürü, diz boyu yoksulluk ve insanlık dışı işkenceler oldu. 
Özlemeye ve umut etmeye bütün kalplerimizle devamla, görülen o ki, bunun için mücadele etmekten başkaca da bir seçenek kalmıyor. Uzun lafın kısası; zamanı geldi, geçiyor. Tomurcuklanan özlem bahçesinin çiçekleri, açsın “gayrık”.

Amsterdam, 4 kasım 2014




CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...