GRİ RENKLERİN SERENADI
Yoğun istek ve yaldızlı davetiyenin
gönderilmesi üzerine Rıfkı da hemşehrilerinin davetine icabet etti. Bu bir
sünnet düğünü, yani onun deyimi ile “kutsal bir çük kesim kutlamasıydı.” Rıfkı'nın
vazgeçemediği bir huyu vardı, o da gittiği her yerde etrafında olup biteni dört
gözle kolaçan etmesiydi. Bu özelliğinden kendisi de hoşnut değildi. Ama başka
türlü hareket etmesi de elinde değildi. Bu kez de mekâna adım atar atmaz gözlem
kulelerini tam teşekküllü devreye sokmakta gecikmedi. Kendileri izlenimlerini
bizlerle paylaşmak meyli gösterince de, zat-ı alilerini kırmak olmazdı. Evet, o
halde buyralım ve buradan yakalım.
Anne ve baba; oğulları vatana
millete çok hayırlı ve de yararlı bir hizmette bulmuşlar gibi başları havalarda, adeta seke seke bulutlarda yürüyorlar. Düşme tehlikeleri olduğu halde yere inmek gibi bir niyetleri yok. Oğullarında var olan (gurur vesilesi) küçük
nesneyi sanki elbirliği ile kısalttırıp daha da minnacık ve görünmez hale getirmemişler de,
bu kutlama ile adeta malumun ilanında bulunuyorlardı. Evet, bu küçük yaşında
evlatları yer çekiminin olduğunu ileri sürüyor ve aynı zamanda tekerleği icat
ettiğini de dünyaya haykırıyordu. Ebeveyn olarak bir hayli gururlu ve oldukça
da mutluydular. Olup bitenden bihaber beş yaşlarındaki sünnet çocuğu, bir
omuzdan bir diğerine seyri sefer eyliyor. Oğulları başlarını bulutların
ardındaki mavi göğe değdirdiğine göre, bundan daha güzel ne olabilirdi ki?
Bu tören Rıfkı’nın da mensubu
olduğu İç Anadolu Kürtlerinden bir ailenin töreniydi. Kurbanlık çocuk üzerinden
korkuları henüz atamamış ve etrafında bulunan herkesi “ucundan azıcık” der gibi
görüyor. Kendisine de bu konuda herhangi bir şey sorulmamış, rızası
alınmamıştı. İhtiyar heyeti karar vermiş ve tez elden mümkün olabildiğince
kısaltma yoluna gidilmişti. Oldu da bitti maşallah.
Sünnetle birlikte erkek çocuğu
erkekliğe doğru giden sarsılmaz hükümranlık yolunda, bu müstesna törenlerle ilk
adımını atıyordu. Oysa bu kız çocuğu için hiç de böyle değildi. Aynı adımı kız
çocukları da daha doğal bir yolla attıkları halde, bunun görülmesi, duyulması
ve bilinmesi büyük bir utanç vesilesiydi. Bunun mutlaka büyük bir sır halinde,
aile arasında gizli tutulması gerekiyordu. Bu eşek baklası ağızda ıslanmalıydı.
Böylesi bir durum söz konusu olamazdı. Olmaması gereken bir ayıp işlenmiş
olurdu.
Sanatçılar çağrılmış. Davul zurna
eşliğinde boy boy halaylar çekiliyor. Al mendiller havada kınalı keklikler
misali sallanıyorlar. Rıfkı kendi insanını gözlem altına almaya çalışıyor.
Manzara hiç de iç açıcı değil. Gözlerinin önünde çok renksiz bir topluluk ileri
geri hareket halinde. Yine bendeniz Rıfkı da dahil olmak üzere, var olan
insanların yüzde doksanı obez ve kısa boylu. Bacaklar üst beden kısımdan daha kısa.
Tenler kavruk. Çok da güzel diyemeyeceğimiz erkekler ve kadınlar cirit atıyor.
(Benden başka rasathanenin kapısını açık tutan var mı, bilemiyorum. Olur ya
deyip, gözlem yapan bu gözlerden kaçınıp, bütün gece ihtişamlı kıçımın üzerine
oturdum. Olduğum sandalyeye sinik bir halde tünedim.) Erkeklerde tembellikten
kirli sakal takıntısı hakim. Bayanlar tombul bedenleri ile adeta bir simit
sopasına dizilmişler gibi bir görüntüye sahipler. Simitler susamlı ama çıtır
değil.
Giyimler oldukça zevksiz ve de renksiz.
Dünya renklerinin köküne kibrit suyu dökülmüş. Yas havasında iç karartan gri ve
siyah tonlardan gözlerimi alamıyorum. Bu renklerin dışındaki renkler tabu.
Gömleğinde hafif pembe çizgiler olan tek şahıs benim, onlar da çok belirgin
değil. Pembe, biraz daha yüreklenip boy gösterse, anında ıslak imza ile
tescillendiği “gay” payesini almamak elde değil. İç Anadolu Kürtleri olarak
dünya renklerinden kaçışımız nedendir anlamakta oldukça zorlanıyorum. Var olan
onca fukaralığa (gelenek görenek, yeme içme, siniklik, her alanda acemilik,
kültürel gelişmişlik, özgüven, bilim, sanat ve daha pek çok kazanım)
yetmezmiş gibi bir de usturuplu renksizliği diz boyu katmışız ki, içler acısı.
Giyinin kardeşlerim allı, sarılı, morlu, mavili, yeşilli, olmadı pembeli
giyinin. “Yaşanan bu korku neden?” diye avaz avaz bağırmamak içten değil.
Belki de bu renk yoksunluğunu
sonradan edindik. Oysa asırlar öncesinde zapturaptla terki diyar edildiğimiz
coğrafya her türlü rengin diyarı. Hem de allı pullusundan. Bir başka bukalemun
oluverdik. Sırtımızdaki renk değiştirme yetisini yitirdik. Tatsız tuzsuz bir
topluma dönüştük. Şimdi bulunduğumuz coğrafyanın vasat renksizliğine ayak
uydurur olduk. Zenginliğimizin göstergesi alımızı pulumuzu, "biz burada
yoğ iken" var olanlar tarafından yadırganmaması için ya sakladık, ya da
gaz yağı döküp yaktık. O gün bugündür yeni yurdumuz bozkıra benzemeye
çalışıyoruz. Koyu tonlar genlerimize işledi.
Sohbetler; “Kemikli Kuyu
bölgesindeki tarlanız ne kadar buğday verdi? – Doğal gazınız aylık ne kadar
geliyor? – Yeni telefonumu beğendin mi? - Kaç tane dairen var? – Mercedesin kaç
model?” benzeri sorulardan ibaret. Düzey bir hayli düşük. Yerlerde sürünüyor.
Bizim Hecibanlar Aşiretini hep
büyük şair Bertolt Brecht’e benzetirim. Daha önce de bu benzerliğe değinmeye
çalışmıştım. Bilindiği gibi Brecht Nazi Almanya’sı döneminde Danimarka’ya
sürgüne gider. Bütün iyimserliği ile ülkesi Almanya’daki vahşetin kısa süreli
olacağını düşünür. İçinde yurduna her daim yarın yeniden dönme umudunu hiç
eksiltmez. Ve bu duygularla aşağıdaki dillere pelesenk olan şiiri kaleme alır.
“bir çivi çakma duvara
iskemleye savur ceketi
üç günün telâşı niye
yarın gidersin buradan
bırak sulama fidanı,
sulama fidanı
neye yarar bir ağaç daha
0 daha boy atmadan
neşeyle gidersin buradan”
Oysa yüzlerce yıl geçti. Bu
topraklarda, yani İç Anadolu coğrafyasında artık kalıcıyız. Brecht’in dönecek
bir diyarı olabilir. Ama bizim öyle bir şansımız olmadığı gibi, görünen o ki;
pek de dönme meraklısı değiliz. Büyük vitrinleri tıka basa elbiselerle dolu
mağazalar ucuzluk yarışı içinde. Sadece gri renklere yönelmeyelim.
Bedenlerimizi biz de allı pullu giysilerle donatalım. Sarı, kırmızı, pembe,
yeşil, mor ceketlerimizi, gömleklerimizi ve fistanlarımızı asmak için
çivilerimizi bütün renklere boyadığımız duvarlarımıza çakalım. Fidanları
sulayalım ki, onlarda dünyanın bütün renklerinden mis kokulu çiçekler açsınlar.
Renkli bir İç Anadolu’ya kapılarımızı açalım. Çük kesim kutlamalarına
yapacağımız yatırımları, yoksunluğunu çektiğimiz değerlere, en başta da eğitime
yapalım. Ama renkliliği de bir an evvel edinelim. Bu değişimi beyinlerimizde
yapalım. Dünyaya daha büyük gülümseyelim, derim.
Çük kesim kutlaması bütün hızı ve
duyulan gururla devam ediyor. Hayat önce “tespih edilip, sallanıyor.” Akabinde
“erik dalı gevrektir, amanın basmaya gelmez.” gibi bir tez ileri sürülüyor.
Kollar havada. Yemin billah fazla değil, “ucundan azıcık.”
Amsterdam, 28 Aralık 2018