5 Nisan 2012 Perşembe

SU İÇEMEDİM GÖLÜNÜZDEN






SU İÇEMEDİM GÖLÜNÜZDEN


Dünyanın en büyük düzlüklerinden biri olan Hollanda’ya, kırmızı halılar üzerinde, dik tuttuğum başım ile yürüyemediğim gibi, bu yaban el toprağını eğilip, öpmek de kısmet olmadı. Babamın yeni aldığı Sümerbank’ın Beykoz ayakkabıları ile bu coğrfyaya ayak bastığımda, henüz dokuz yaşlarındaydım. Uçağımız inişe geçerken, kaptan pilot Amsterdam’da havanın yirmi derece ve bulutsuz olduğunu anons ederken, biz yolcular var gücümüz ile yumuşak inişinden dolayı kendisini alkışlıyorduk. Özel üniformaları ile bir içim su olan, ama insanın içmeye kıyamayacağı güzellikteki hostesler arz-ı endam edip, sağlı sollu bizim gibi kırsal kesimden devşirilmiş olan yolculara hizmet edip, gülümsüyorlardı. Babam Şükrü’yü lengerli fötr şapkasını kafasına iyice yerleştirirken; aceleci, telaşlı, göbekli, kısa parmaklı, iri burunlu, çopur yüzlü, ben misali kısa bacaklı, yerden bitme bir adam olarak tarif edeceğim. Pos bıyıklarını çekiştiren babam, annem Zarife ile oğulları olan ben Nuri’den, onlarca adım önümüzde tünelvari bir geçitten hızla ilerliyordu. Adeta “hık demiş de, burnundan düşmüş,” kocasının dişi versiyonu, bu güzelim bahar gününde dahi adının anlamının tezatlığını ortaya koyan, alabildiğine zevksizce kat kat urbalara bürünmüş, dik kaşlı, dar alınlı, büyük ve sarkık memeli, boncuk oyalı tülbendinin altında sakladığı saçlarını bana sormadığı halde, benim için süpürge ettiğini söyleyen anamın güllü şalvarından tutunuyordum. Küçük adımlarım ile etrafıma bakınarak, nereye gittiğimizi bilmeden, koşturuyordum. Ankara Esenboğa havaalanından sonra, gözlerimin önünden akıp giden görüntüler inanılmaz güzellikte ve bir hayli büyüleyiciydi. Boncuk boncuk çocuk gözlerime, bu güne değin, bu denli renkli bir ihtişam hiç ilişmemişti. Anlamadığım bir dilde sürekli anonslar yapılıyor, insanlar sırtladıkları çantaları ile onlarca değişik yöne doğru hızlı adımlar atıyorlardı.

Hiç istemediğim halde babam, beni ve annemi kaptığı gibi buraya getirmişti. Tamamen yabancısıydık bu diyarın. Bizi, gözüme babaannemin anlattığı masallardaki öcü ve canavarları aratmayacak gibi gözüken, çok büyük ayrıcalıklar bekliyordu. Öyle ya; Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesinin, izbe Karakuyu Köyü nere, apayrı bir gezegen olan Hollanda neresiydi. Aman Tanrım ne kadar çok renk vardı burada; kırmızı, pembe, sarı, yeşil, turuncu ve diğer bütün renkler ne kadar cömertçe ve cesurca kullanılıyordu bu topraklarda. Bizim yelpazemiz; sadece siyah, gri, kahverengi ve diğer koyu sönük renkler ile sınırlıydı. Kırmızı, sarı, yeşil, pembe ceketli, montlu, pantolonlu insanlar, özellikle de uzunca boylu, altın sarısı saçları, yeşil ve mavi büyük gözleri, akça pakça tenli güzel kızlar dolanıp duruyorlardı. Babam uzun bir yürüyüşün ardından uzun bir bekleme kuyruklarının bulunduğu, içinde bizim Yozgat’da alışageldiğimiz gibi, sarkık bıyıkları olmayan polislerin bulunduğu gişelerden birisinin ardına durdu. Annem ile ben de gidip, babamın yanına iliştik. Babam sağ elini bıyıklarını çekiştirmekten alıkoyup, annemin kolunda şıngırdayan, bir düzine burma altın bileziğini elbisesinin kolunun altına gizlemesini kulağına fısıldarken, bizi de daha yakınına gelmemizi işaret etti. Babam ne derse onu yapıyorduk. Bu renkli el kapısının yolunu, yordamını, dilini ve kültürünü kendince bir tek O biliyordu. Sıra bize geldiğinde, polis önce pasaportlarımıza, ardından da yan gözler ile çok yüksek olmayan yukarılarımızdan, çabukça aşağılarımıza kadar üçümüzü süzdü. Allah kahretsin dercesine hızla vurduğu mühürlü pasaportlarımızı tekrar babama verdi. Anlaşılan fazlaca günahımız yokmuş ki, Sırat Köprüsünü geçmiştik.

Hollanda’ya geleli bir ay kadar oldu. Babam beni okula yazdırdı. Hiç dil bilmeme rağmen, Hollanda’lı çocuklar ile aynı sınıftaydım. Hollandacayı şimdilik bilmesem de zamanla oluşacak olan kulak alışkanlığı ve zorunlu pratik ile kavrayacaktım. Daha çocuk yaştaydım, zihnim açık, kafam olur olmaz bilgi kalabalığı ile dolu değildi. Bu kadar kısa bir zaman geçmesine rağmen şimdiden kendimi kurtaracak kadar konuşuyordum. Azmin pençesinden yabancısı olduğum kelimeler kendilerini kurtaramıyorlardı.

Bundan sonra yurdumuz, karnımızın doyduğu bu topraklar oldu. Bütün olumlu olumsuz yönlerine katlanacak, karınca kararınca bir şeyler katacak ve birlikte bir yaşam sürdürdüğümüz insanların sayısız katkısını göreceğiz. Fakat insanın kendi ülkesine, akrabalarına, arkadaşlarına olan özlemi de yabana atılacak cinsten değil. Şu an on yedi yaşındayım. Elbette olaylara yaklaşımım çocukluk yıllarımdaki gibi değil. Hollanda’ya geleli yaklaşık altı ay kadar olmuştu ki, artık Amsterdam’in her köşesini elim ile koymuş gibi buluyordum. Yeni edindiğim arkadaşlarım ile oynuyor, her gün yeni bir şeylere tanık oluyorduk. Günlerden bir gün babam yaz sıcağında bir kaç arkadaşı ile akşam üzeri bahçede oturup, rakı içiyorlardı. Babamın arkadaşlarından Ahmet Amca evimizin az ilerisindeki suda yüzmekte olan ördeklerin sesini duydu.
“Aah Şükrü, şimdi bu aslan sütünün yanında yağlı bir ördek budu ne giderdi.” diye iç geçirince, ben ve Ahmet Amcanın oğlu arkadaşım Rafet ile göz göze geldik. Bakışlarımızdan mesajlarımız yerini bulmuştu. Mutfaktan bir naylon poşet ve bıçak alarak koşa koşa suyun kenarında soluğu aldık. Tabi yem olarak da, bir ekmek parçasını almayı ihmal etmemiştik. Anlaşılır gibi değildi, her taraf başı boş ördekler, kazlar ve kuğular ile doluydu. Nasıl oluyor da bu kadar büyük ganimetlere, kimse elini dahi sürmüyordu.
Bugünlük de bu kadar deyip, vedalaşmak üzere olan akşam güneşi, durgun ve çok da temiz gözükmeyen suyun kıvrımlı yüzeyini kızıl bir parlaklığa boğuyordu. Onlarca ördek, hayran bıraktıran kıvrak hareketleri ve bin bir nazları ile birbirlerine kur yaparak, yüzüyorlardı. Zümrüt başlı, benekli, kar beyazı ve bazıları da kömür karasıydılar. Gagaları sanki çekiç ile üstten hafifce vurularak düzeltilmişlerdi. Ara sıra suya başlarını daldırıp, duş alıyorlardı. Çok geçmeden, Rafet ilk ekmek parçalarını mümkün olduğu kadar yakınımıza serpiştirdi. Onlarca ördek renk yelpazesi kanatlarını, kendilerinden beklemediğim bir hız ile çırpıp, yüksek olmayan kısa uçuşlar ile patırtılı gürültüler çıkartıp, ekmek parçacıklarını kapmak için üşüştüler. Rafet atik bir hareket ile ilk kurbanını kanatlarından yakaladı. Ardından hala gözlerimin önünden hiç gitmeyen kanını, ince zarif boynunu bıçak ile kesip, yere akıttı. Rafet kurbanını torbaya koyarken ben de ganimetimi yakalamıştım. İşimiz tamam derken, arkadaşım bir tane daha yakaladı. Tam kesmek üzereyken, burnumuzun dibinde bastonunu bize doğru sallayan çok yaşlı, yürümekte zorlanan bir kadının köpeği ile birlikte bize doğru geldiğini gördük. Rafet’in son kurbanı bu hengamede kaçıp, tekrar suya dalıp, korku içinde sudaki kızıl parıltıyı bozarak, ayaklarını geriye doğru itip, uzaklaştı. Biz de en az elimizden kaçan ganimetimiz kadar korku içindeydik. Ördeklerimizi koyduğumuz torbamızı olduğumuz yerde bırakıp, var gücümüz ile ayrı yönlere doğru koşmaya başladık. Yaklaşık on dakika geçmemişti ki, iki adet polis arabasının kıyameti kopararak olay yerine hızla, sirenler çalarak geldiğini gördük. Heyecandan at gibi soluyor, korku dolu küçük yüreklerimiz göğsümüzü gümbürdeterek dövüyordu. Şansımız yaver gitmiş ve bu belayı ucuz atlatmıştık. Rafet’in babası kıytırık, ucube, sülük, hödük, mendebur, mikrop, pis boğaz (kızgınlığımdan, saygıyı rafa kaldırıp, daha pek çok uygun tanımlamalar sıralayabilirim, ama hazretleri şimdilik bunlar ile yetinsinler) Ahmet Amca’nın rakı içerken, o çürük dişler ile tıka basa dolu mübarek ağzından, bakmaya kıyılamayacak güzellikteki ördekler ile ilgili sözleri çıkmasa, biz de böyle bir halt yemeyecektik elbette. Ördek ve diğer başı boş hayvanlara zarar vermenin cezasının; en az altı ay hapis olduğunu öğrendiğimde, dilim damağıma yapışmıştı. Allah’tan bu kıyım girişimimizin, ceremesinden paçamızı ucuz kurtarmıştık. Çocukluk ve bilgisizliğimiz buna benzer bir çok olayı yaşamamıza neden oldu. Bildiğim o ki, bilgisizlik, insanın başına türlü belalar getiriyor. İnsanın içinde olduğu bu Hint fukarası görünümlü cehalet konumumdan, pılısını pırtısını toplayıp, mümkün olduğu kadar daha uzak diyarlara; bilginin, ilmin, çağdaşlığın, insani güzelliklerin hakim olduğu yerlere gidip, oralarda soluk alıp vermesi gerekir.
Aradan bir kaç yıl geçip, ergenlik çağına geldiğimde, bu kez ilgim ördeklere değilde, barbi bebeklerini aratmayan Van Goch sarısını saçlarında en güzel şekilde barındıran Hollanda kızlarına karşıydı. Bütün uğraşılarıma rağmen, ördekleri yakalamaktaki performansımı, bu fıstıklardan birisini edinmekte gösteremiyordum. İçim gelen her bahar ile daha bir buruk, ezik ve de kendimi yapayalnız hissediyordum. Umudumu yitirmeden, sokakları arşınlayıp, ava çıksam da, sonuç hep nafileydi. On dört yaşındaydım, artık birşeyler olmalıydı. Evet biliyorum, yaşımın daha küçük olduğunu, önümde uzun bir ömrün olduğunu, bazı şeyler için aceleci olmamam gerektiğini söyleyenler, yok değil. Ama histerik duygularımı bastırmakta zorlanıyorum. Hislerimin kürek mahkumuyum. Kısaca öyle veya böyle; ben de hayatımın açık olan kapısını görmek istiyorum.
Hollandalı kız ve erkek çocukları bu ilişkilerde çok rahattılar. Bu evrelerini cinselliği tanıyarak yaşıyorlardı. El ele tutuşup, öpüşüyorlar ve insan hayatının belki de, en heyecanlı anlarına cesurca adımlar atıyorlardı. Oysa ben Yozgat’ın Boğazlıyan Karakuyu Köyünden gelen Nuri ise ümüğümü çekiştirip, onlara bakınmakla yetiniyordum. Tanrının iyi diye belirleyip, bir tarafa ayırdığı erkek kullarına cennetinde kırk tane huri vereceği rivayet ediliyordu. İyi kadın kullarına da, kırk tane Nuri verecekti. Belki ben sadece bilinmeyen bir zamanda, birilerinin kırk Nuri’sinden bir tanesi olacaktım. Bu sahiplenme kırkta bir oranında ve ayrıca peşin degildi. Oysa ben veresiye olanı beklemeden, Hollanda’daki hurilerin Nuri’si olmak istiyorum. Vaziyet kötü demekten dahi çok daha berbattı. 
İnsan insanın zehrini alır, derler. Benim de ağularımı benden alacak, her bakışı diğerinden daha güzel, bin bakışlı bir sevgilim olmalıydı. Her gün; edalı, güzel endanlı, körpe kıvırcıkları andıran Hollanda sülünlerinden birilerine aşık oluyor, açılamıyor, kalbimde prangaladığım duygularım, kırık cam parçaları gibi acıtıyor, parçalıyordu. Acılarım dilsiz, hüznüm sonsuz, aşklarım hep platonikti. Üzerinden aşmak istediğim yüreğimi hoplatan her çıta, gürültü ile her defasında düşüyordu. Kendimi yerlerde buldukça, daha da karamsarlaşıyor ve hayattaki neşemi, duruşumu tarifsiz büyüklükteki bir erozyona uğratıyordum. Tutunamayacağım boş bir hüsran ile baş başa kalmak, kaçınılmaz kaderim olmuştu.
Ancak beş yıl gibi uzun bir süre sonra parasal durumumuzu biraz olsun düzeltip, okulların tatil olması ile birlikte, biz de nihayet çok özlediğim doğduğum topraklara, arkadaşlarıma ve akrabalarıma gidecektik. Bütün hazırlıklarımızı kısa sürede tamamladık. Bir çok bavulu istifleme hediye ve elbiselerimiz ile doldurduk. Kalbim, tıpkı ördek maceramdan sonra yaşadığım heyecanı aratmıyor ve yerinde dur durak bilmiyordu. Eminim bu tatil bana çok iyi gelecekti. Gem vurmakta zorladığım duygu ve düşüncelerim bir süreliğine de olsa başka tarafalara kanalize olacaklardı.
Beklenen gün geldi ve bütün eşyalarımızı kaptığımız gibi havaalanının yolunu tuttuk. Direksiyonda ucube, mendebur, kepaze, hödük.... Ahmet Amca vardı. Ama aldırmıyordum. Bizi hava alanına arabası ile bırakıp, dönecekti. Çok kalabalıktı. Sanki bütün yabancılar tatile gider gibiydi. Eşyalarımızı indirip, Ahmet Amca hazretlerini uğurladık. Ne idüğü belirsiz, cenabet, hergele, odun, kalas... Ahmet Amcanın arkadaşı, Çopur babam yüklediği valiz arabasını, kamyonet gibi"tıss..." sesleri çıkrarak, hızla anam ile benim önümde ittiriyordu. Bu kez annemin şalvarından tutunmuyordum. Annem şalvar yerine artık, güllü etekler giyiyordu. Jöleli saçlarımla, babam ve annem görünümündeki onca yabancı arasında, seçebildiğim Hollandalı kızlara bakıp, son an uzatmalarını oynayarak, fiyaka satıyordum. Aşk; anlık da olsa, tesadüfleri sever diyorlar, belli mi olur deyip, farları sonuna kadar açtım.
Köyümüze vardığımız zaman, hani derler ya; “dünyalar benim oldu” aynen öyle. Dedelerime ve ninelerime bir güzel sarılıp, hasretle ellerinden öptüm. Meğerse ne kadar çok özlemişim onları. Aynı zamanda arkadaşlarımı da yeniden gördüğüme müthiş sevinmiştim. Oyunlar oynarken elbette en çok merak edilen konu yine Hollanda kızlarıydı. Onlara bizim Yozgat’ın aksanı ile Hollanda’yı anlatırken; 
Suyu bol çimemiyon,
Çimi bol oturamiyon.
Ağacı bol sapan yapamiyon.
Kuşu bol vuramiyon.
Kızı bol öpemiyon... diyemiyordum. 
Her gün sarışın bir Hollandalı ile birlikteydim, tabir yerinde ise, “bir elim yağda, bir elim baldaydı.” Ben Hollanda’lı hurilerin biricik Nuri’siydim.


Amsterdam, 5 Nisan 2012 



 

CHARLOTTE CAFE Annem, bildim bileli hasta, ömrü böyle geçti diyebilirim. Lakin bu kez hayli ilerlemiş olan yaşı ile artık uzatmaları oynuyo...